3 Aralık 2024 Salı

Yugoslavya’yı hatırlıyor musunuz?-Nevzat Evrim Önal/ soL -3 Aralık 2024-

Bu dersler Orta Doğu’da sadece Lübnan ve Suriye gibi hedefte olan ülkeleri değil ülkesi olan ve olmayan tüm aktörleri ilgilendiriyor.

Kastım görece yaş almış kimi nostaljik solcuların anlatmayı sevdiği Kızılyıldız futbol takımı ya da Başkan Tito öyküleri değil. Birinci Dünya Savaşı sonunda “Güney Slav Milletlerinin ülkesi” niteliğinde bir krallık olarak kurulan, İkinci Dünya Savaşı sonunda kralı hal edip kendince sosyalist bir “federal halk cumhuriyeti”ne dönüşen, kolaylıkla “Üçüncü Dünya Savaşı” olarak niteleyebileceğimiz Soğuk Savaşın ardından da yedi ülkeye bölünerek ortadan kalkan ülkeyi (ve nasıl dağıldığını) gerçekçi bir biçimde hatırlamaktan, bu tarihten günümüze dair dersler çıkartmaktan bahsediyorum.
Bu hafta birlikte bunu yapmayı deneyelim.

***

“Doğal ülke” diye bir şey yoktur. Bugün var olan (ve artık olmayan) her ülkenin mevcut haliyle değil de başka bir şekilde, görece geniş ya da dar bir coğrafyada, farklı bir politik çerçevede hatta isimle kurulmuş olabileceğine yönelik zihin egzersizleri yapmak mümkündür. Ne var ki Yugoslavya, ne krallıkken ne de “piyasa sosyalizmi” denen oksimoron ekonomik sistemi benimsemiş bir federasyon olduğu yıllarda, parçaların bir bütün oluşturmadığı yapıntı karakterini üstünden atabilmişti.

Farklı milletlerden oluşan bir krallığın, kral şu ya da bu milletten olacağı için ister istemez ayrılıkçı milliyetçi eğilimler barındıracağı iddia edilebilir. Ama Yugoslavya federal bir halk cumhuriyetine dönüştükten sonra da milletler arasındaki ayrımlar hiç ortadan kalkmadı, çünkü ekonomisi sözde sosyalist olsa da özünde piyasacı ve özel mülkiyetçiydi. Tito Yugoslavyası kelimenin gerçek manasıyla sosyalist olup, öncülüğünü Sovyetler Birliği’nin yaptığı sosyalist ülkeler bloğunun bir parçası olmaya direniyor; sosyalizm ile emperyalizm arasındaki mücadelede tarafsız kalıp, bu iki sistemin arasındaki gri bölgede kendisine bir bağımsızlık alanı bulabileceğini sanıyordu.

Ulusal bağımsızlık büyük bir değerdir ve beraberinde büyük de sorumluluk getirir. Emperyalizm ile sosyalizm arasındaki Soğuk Savaş tüm insanlığın geleceğiyle ilgiliydi ve herhangi bir ülkenin bağımsızlığını tarafsız olma (dolayısıyla sorumluluk üstlenmekten kaçınma) yönünde kullanması mümkün değildi. Yugoslavya da tarafsız kalamadı; kendisini “sosyalist” olarak tanımlasa da, temel derdi Sovyetler Birliği’nden uzaklaşmak oldukça emperyalizme yanaştı. Ekonomisi, sosyalizmin en temel ekonomik prensibi olan merkezi devlet planlamasıyla değil, her işletmenin bir kooperatif gibi kapitalist mantıkla kendi kararlarını aldığı, bireysel kârlılığını gözettiği, birbiriyle rekabet ettiği ve bu rekabette “başarılı” olan işletmelerin mensuplarının da zenginleştiği karma bir sistemle yönetiliyor; buna da (bir başka oksimoron kavram uydurularak) “özyönetimci sosyalizm” deniyordu. Bu sistem bireyler, işletmeler ve hepsinden önemlisi Yugoslavya’yı oluşturan milletler arasındaki eşitsizlikleri ortadan kaldırmıyor, aksine yeniden üretiyor ve kalıcı hale getiriyordu. Dahası, bu ekonomik sistemle ülke emperyalist sermaye merkezlerine bağımlı hale geliyor (Yugoslavya bir noktada IMF’den borç almaya başlamıştı); bunun sonucunda emperyalistler, federasyonu oluşturan birimlerle (bilhassa da Slovenya ve Hırvatistan’la) seçici ilişkiler kurup sonunda ülkeyi parçalayacak ekonomik eşitsizlikleri derinleştiriyordu.

Milletler arasındaki ayrım çizgileri, aynı bireyler arasındakiler gibi esasen ekonomiktir; mesele her zaman birilerinin zengin birilerinin yoksul olmasıdır. Sosyalizm milletleri, kültüralist bir “halkların kardeşliği” edebiyatıyla değil, aralarındaki ekonomik eşitsizlikleri ortadan kaldırabildiği, yani onları tek bir halka dönüştürebildiği ölçüde birbirine kardeş yapar; çünkü zenginle yoksul “kardeş” olamaz. Hem her milletin kendi kültürünü koruduğu ve geliştirdiği, hem de diğer milletlerin kültürlerini kucakladığı ve saygı duyduğu bir politik atmosferin kurulabilmesi için; bu milletleri bir yanda maddi hayatın ortaklaşa yeniden üretildiği bir şemsiye altında yoldaş yapan, diğer yanda da aralarındaki ekonomik farkları giderek azaltıp nihayetinde ortadan kaldıran milletlerüstü bir merkezi ekonomik planlama zorunludur. Yani milletler, ancak ekonomik özerkliklerini yitirdikleri ölçüde aralarında kimsenin kimsenin kültürüne tepeden bakmadığı, eşitlik temelinde bir kardeşlik kurulabilir.

Yugoslavya merkezi bir planlamayı hayata geçirmediği için ne gerçekten sosyalist olabildi ne de ülkeyi oluşturan milletler arasında kardeşçe ve samimi ilişkiler geliştirebildi. Bu yüzden, merkezi planlamanın hep daha fazla eşitlik yönünde işletildiği Sovyetler Birliği dağılırken milletler arasında yaşanan gerilimler hayli sınırlı kalırken1, Yugoslavya’nın dağılma sürecinde emperyalistlerin provokasyonları ile ülkeyi oluşturan bütün milletler birbirine karşı silaha sarıldı. Federasyonun en zengin üyesi olan Slovenya’nın tek taraflı ayrılma kararıyla pimi çekilen ve neredeyse on yıl süren bu çatışmalarda yüz bini aşkın insan hayatını kaybetti. Diğerlerinden daha az ya da fazla milliyetçi olmasa da ülkeyi bir arada tutmaya çalıştığı için günah keçisi ilan edilen Sırbistan NATO bombardımanıyla yerle bir edildi. 
Sonuçta ortaya altısı (Slovenya, Hırvatistan, Bosna Hersek, Kuzey Makedonya, Karadağ ve Sırbistan) egemen, biri (Kosova) kısmen tanınmış yedi ülke çıktı. Bu ülkelerin tamamında, zaten hiç ortadan kaldırılmamış, yalnızca kısmen sınırlandırılmış olan özel mülkiyet ve rekabetçi piyasa kapitalizmi tüm serbestliğiyle egemen hale geldi. İçlerindeki en zengin ülke olan Slovenya 2004’deki büyük genişleme hamlesinde, ikinci en zengin olan Hırvatistan ise 2013’te Avrupa Birliği’ne alınarak yaşanan bütün süreçte üstlendikleri katalizör rol için “ödüllendirildi”. Geri kalanlar ise Avrupa’nın görece yoksul ülkeleri olarak varlıklarını sürdürüyor.

***     

Kuşkusuz tek bir köşe yazısında tüm detaylarıyla derinlemesine ele alınamayacak bir süreçten bahsediyoruz. Ama en kaba haliyle bakıldığında dahi Yugoslavya’nın dağılma sürecinden aşağıdaki derslerin çıkartılabileceğini ve bu derslerin Orta Doğu’daki çatışmalar konusunda da yol gösterici olduğunu düşünüyorum.

1- Emperyalizm yoksullaştırır ve bölücüdür.

2- Piyasa ekonomisi ve özel mülkiyet eşitsizlik yaratır, yarattığı eşitsizliği sürekli büyütür, dolayısıyla bölücüdür.

3- Kapitalist bir ülke, uzun erimde bağımsızlığını ve birliğini, ancak başka ülkeler üzerinde emperyalist tahakküm kurarak, onları yoksullaştırıp kendisini zenginleştirerek sürdürebilir. “Büyümeyen küçülür” tezi coğrafi anlamda doğru olmak zorunda değildir, ama sermaye birikimi açısından mutlak suretle doğrudur. Kapitalist bir ülkede sermaye birikimi tekledikçe ve toplum yoksullaştıkça dağılma eğilimleri de güçlenir.

4- Dolayısıyla emperyalist ülkeler kendi varlıklarını ancak başka ülkeler üzerinde hep daha da fazla emperyalist baskı kurarak sürdürebilir ve emperyalistlerin egemenliği, üzerinde egemenlik kurdukları ülkeleri dağıtıcı bir etki de taşır.

5- Günümüzde kuşkusuz her ülkenin bağımsızlığı, egemenliği ve bütünlüğü açısından en büyük tehdit, barındırdığı tüm iç çelişkilere rağmen başını ABD’nin çektiği emperyalist batı ittifakıdır. Öte yandan, bu ittifak ile Rusya, Çin ya da genel olarak BRICS ülkeleri ittifakı arasında, geçmişte emperyalizmle sosyalizm arasında bulunana benzeyen görece güvenli bir gri bölge olduğu, emperyalist olmayan ülkelerin kapitalist olsalar da bu gri bölgede kendilerine bir bağımsızlık alanı bulabilecekleri düşüncesi uzun erimde her örnekte mutlaka yanlışlanacaktır. Uluslararası alanda hiçbir kapitalist aktör, sosyalist aktörler gibi çıkarcı olmayan ilişkiler kurmaz ve kuramaz.

6- Dolayısıyla günümüzde bir ülke tam bağımsızlığını ve ulusal birliğini ancak emperyalist sistemden ekonomik olarak kopabilen, ekonomisi merkezi planlamaya dayalı bir sosyalist ülkeye dönüşerek koruyabilir.

Bu dersler Orta Doğu’da sadece Lübnan ve Suriye gibi hedefte olan ülkeleri değil ülkesi olan ve olmayan tüm aktörleri ilgilendiriyor. Türkiye’nin, bugün olmasa da gelecekte tam bağımsız ve egemen olabilmesi de, ancak bu derslerin kavranmasıyla mümkün olabilir.

Nevzat Evrim Önal/ soL

  • 1.Tabii ki “o günden bugüne” değil, yalnızca dağılma sürecinde sınırlı kaldığını söylüyorum. Sovyetler Birliği’ni oluşturan ülkeler kendi kapitalist yolculuğuna çıktığında, kısa sürede aralarında kimi düşmanlıklar da gelişmeye başladı.
                                                                            

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder