Soykırımın dönüşümü mü?-Engin Solakoğlu-
Direniş sadece bir hak değil aynı zamanda insani bir tepkidir. Ne kadar bastırırsanız bastırın, bir şekilde yolunu çizer. Doğru zaman ve zeminde örgütlenirse halkların direnişi planı bozar.
İsrail'in Filistin halkına karşı başlattığı imha savaşı 470 günü doldurdu. Bu yazıyı yazmak için bilgisayar başına oturduğum saatlerde iki taraf arasında geçici bir ateşkesin başlaması bekleniyordu.
İşe anlaşmanın içeriğinde ne olduğuna bakmakla başlayalım. Varılan ateşkes anlaşmasının birinci aşaması 6 hafta içerisinde 33 İsrailli rehinenin 1997 Filistinli tutsakla değişimini öngörüyor. İkinci aşamada Gazze'nin İsrail tarafından işgaline son verilmesi yer alıyor. Üçüncü aşamada ise geri kalan rehinelerin serbest bırakılması ve Gazze'nin yeniden imarı bulunuyor. Anlaşmanın tam metnini görmek mümkün olmadı ama BM uzmanlarının verdiği bilgiye göre içerik bundan sekiz ay önce varılan anlaşmayla aynı. O halde neden şimdi sorusu da sorulmalı. Yanıtı basit. Trump yönetimi öyle istediği için. Bunu açacağız.
Katar, Mısır ve Amerika Birleşik Devletleri'nin iki taraf arasında yürüttüğü müzakereler sonucunda ortaya çıkan bu anlaşma her gün bombalanan ve katledilen Filistin halkına elbette nefes aldıracaktır. Keza İsrail tarafından engellenen insani yardımların bölgeye girişine olanak sağladığı gibi, Siyonist rejimin yürüttüğü imha politikasına mal taşıyanlara “bakın şu kadar insani yardım gönderdik” makamından böbürlenmek fırsatı da verecektir. Dolayısıyla silahların bir süre için dahi olsa susması iyidir ama tek başına yeterli midir? Daha ayrıntılı şekilde sorarsak, bu anlaşmadan Filistin ve bölge halkları için parlak bir gelecek çıkabilir mi?
Sırayla gidelim. Elbette İsrail’in bu anlaşmaya uyacağının garantisi yok. Tel Aviv’den yükselen sesler bu yönde pek umut vermiyor. İsrail kabinesinin insanlıktan en yoksun üyelerinden Maliye Bakanı Smotrich ile Güvenlik Bakanı Ben Gvir, Netanyahu’dan ateşkesin İsrail’in Gazze’yi “dönüştürme” planlarından geri dönüş anlamına gelmediği yolunda güvence aldıklarını söylüyorlar. Smotrich “Gazze’nin yaşanamaz bir yer hale geldiğini ve bundan sonra da öyle kalacağını” söylemekte beis görmüyor. Netanyahu ise kâh kabine üyelerinin itirazını ve koalisyon dengelerini, kâh bir takım eften püften bahaneleri kullanarak ipe un sermeye kalkıştı ve bu arada Gazze’deki katliama son dakikaya kadar devam etti. Ateşkes anlaşmasına varıldığının açıklanmasından bu yana yarısından fazlası kadın ve çocuk olmak üzere yüzden fazla Filistinli öldürüldü. Birinci aşama aşılsa dahi ikinci aşama yani İsrail’in Gazze’deki işgalini bütünüyle sonlandırması ihtimali düşük görünüyor. Özellikle Mısır sınırındaki Philadelphia koridorundan çekilme konusu uzun pazarlıklara sahne olmaya aday.
İsrail’in yan çizme niyeti gerçek de olsa Trump yarın göreve başladıktan sonra Netanyahu üzerindeki baskıyı arttıracak ve İsrail Başbakanının çıkış/kaçış yollarını kapatacaktır. Sonuç olarak İsrail önünde sonunda Trump yönetiminin Ortadoğu için kurduğu oyuna dahil olacaktır. Tel Aviv için başka bir seçenek mevcut değildir. Nitekim ateşkes anlaşmasının üç saatlik bir gecikmenin ardından yürürlüğe girdiği haberleri geldi. Buna uygun olarak Hamas bugün akşam saatlerinde 3 rehineyi serbest bırakacağını duyurdu bile.
Netanyahu’nun durumu zor. Şimdi bir çok kentimizde yaşanan bir süreç geliyor aklıma İsrail’in soykırımcı ve hırsız Başbakanını düşünürken. Kentsel dönüşüm diyorlar. Binalar yıkılıyor, yerine yenileri yapılıyor. Bir binayı kafanıza göre yıkamıyorsunuz. Bunun için bir yıkım müteahhidi gerekiyor. Parasını alıp yıkıyor. Ne var ki yeni binayı o yapamıyor. Bu defa da bir inşaat müteahhidi gerekiyor. O da parasını alıp “yuvanızı” yapıyor.
Hırsız Bünyamin Ortadoğu’da bir yıkım müteahhidi gibi çalıştı. ABD’nin sağladığı silah ve parayla Gazze’yi dümdüz etti. Fırsattan istifade Batı Şeria’da yağma ve talanı artırdığı gibi Abbas yönetimini de iyice köleleştirdi. Cihatçı çeteler ve destekçileri eliyle bölgede ABD ve İsrail çıkarlarının önündeki tek devleti, Suriye’yi yıktı. Lübnan’a saldırıp, iç dengeleri eni konu değiştiren bir süreç başlattı. Bir başka deyişle, İsrail’i yenilgiye uğratabilen tek askeri gücün sahibi Hizbullah’ı, Lübnan’a odaklanmaya mecbur etti. En önemlisi İran’ı fiilen oyun dışı bıraktı. Deyim yerindeyse ABD’nin Ortadoğu’da arzu ettiği yıkımı gerçekleştirdi ve araziyi inşaata hazır hale getirdi.
Şimdi yeni bir yapı kurmak için bir inşaat müteahhidi gerekiyor ve Netanyahu bu iş için doğru kişi olmayabilir. Trump’ın esas faaliyet alanının inşaat olduğunu da hesaba katarsanız bu işe daha uygun bir kişi arayacağını ve bulabileceğini kolaylıkla tahmin edebilirsiniz. Bir kere, Gazze’de gerçekleştirdiği soykırımdan sonra ne kadar kişiliksiz, ABD’nin himmetine muhtaç ve emperyalizmle uyumlu olurlarsa olsunlar, bölge liderlerinin Netanyahu’nun elini sıkabilmeleri, saraylarında ağırlayabilmeleri ve bandolu, süvarili, kostümlü karşılamalar düzenlemeleri kolay olmaz. O yüzden elinin kanı daha iyi gizlenebilecek bir İsrailli lidere, daha kabul edilebilir ya da ettirilebilir bir İsrail’e ihtiyaç var. Hele bir de “az buçuk solcu, liberal” filan olursa tadından yenmez. CNN, VoA, BBC, Deutsche Welle ve France 24’ün eli armut toplayacak değil ya, “Ortadoğu’ya medeniyet taşıyan İsrail” imajına kolaylıkla geri dönebiliriz. Soykırım ortadan kalkmaz ama dönüştürülmüş olur.
Herkes biliyor ki, Trump Ortadoğu’da silahlardan çok paranın konuştuğu bir düzen kurmanın peşinde. Suudi Arabistan başta olmak üzere bütün Arap ülkelerinin İsrail’le ticari ve siyasi ilişkiler kurduğu bir bölge istiyor. O tasarımda bir Filistin de olacak. Bunun için Gazze’nin bir şekilde Batı Şeria’laşması, Hamas’ın ve diğer direniş unsurlarının da Abbas’laştırılması gerekiyor. Sinwar’ın öldürülmesinden sonra Hamas’ın İran’dan uzaklaşarak, Körfez monarşileri ve Türkiye’ye yaklaştırılması mukadderdi. Ateşkes aynı zamanda bu hedefe ulaşıldığının bir kanıtı olarak da yorumlanabilir. Bu arada Lübnan’ın Suudi parasıyla ehlileştirilmesi, Suriye’nin “Lübnanlaştırılması”, Irak’ın da “İransızlaştırılması” gündemde olacaktır. Ondan sonra gelsin Körfez parası, kurulsun ulaştırma koridorları ve birbirine eklensin çeşit çeşit boru hatları! Yeniden imar, bolca inşaat derken ABD’nin bölgedeki yancılarının sermaye sınıflarına da açılsın yeni iş, daha doğrusu emek sömürüsü alanları...
Buradan Ortadoğu halkları için hayırlı bir sonuç çıkmayacağını tahmin etmek için falcı olmak gerekmez.
Peki bu plan işler mi, Trump’un arzu ettiği bölge tasarımı hayata geçer mi? İşte o daha zor. Birbiriyle ilintili oldukları kadar farklı hareket etme eğilimi de bulunan çok sayıda aktörün öncelikleri ve davranışları ABD tarafından nasıl ve ne kadar uyumlaştırılabilecek göreceğiz. Kan dökme ve genişleme güdüsünü içselleştirmiş bir İsrail’in diplomasi yoluyla yetinen bir devlet haline getirilmesi başlı başına bir mesele olacaktır. ABD her zaman yaptığı gibi Trump döneminde de İsrail’in savaş ihtiyacını bir ölçüde gidermesine göz kapayabilir. Bununla birlikte Trump düzeninde Ortadoğu’da ateşlenen her silah esas planının gerçekleştirilmesini güçleştirme ve geciktirme tehlikesini de beraberinde getirecektir. Planı uygulamak isteyenlerin karşılaşacakları bir diğer güçlük ise bu plana maruz kalacak halkların direnç göstermeleri olabilir. Filistinliler başta olmak üzere, bölge halkları Ortadoğu’nun bu dönüşümünden zarar görecekleri bilinciyle direnişlerini farklı şekillerde sürdürebilirler. Örneğin ortada on binlerce ölü varken Filistinli gençlerin Abbas yönetimindeki Batı Şeria’daki gibi köleleştirilmiş bir düzende ikinci sınıf insan gibi yaşamaya itiraz geliştirmemeleri beklenemez.
Direniş sadece bir hak değil aynı zamanda insani bir tepkidir. Ne kadar bastırırsanız bastırın, bir şekilde yolunu çizer. Doğru zaman ve zeminde örgütlenirse halkların direnişi bu planı da benzerlerini de bozar.
/././
Yalnız farenin kafesi -Nevzat Evrim Önal-
Modern birey düzen tarafından yalnızlaştırılıyor ve herhangi bir somut zindana değil kendi kişiliğine hapsediliyor.
Kafesinde, yaşamak için ihtiyaç duyduğu her şey vardı farenin.
Bir mama kabı ve bir koşma tekerleği vardı mesela. Tekerleğe binip koştukça, dışarıya bağlı bir borudan kabına mama doluyordu. Tekerleği döndürdüğü her tur için bir lokma. Boş mama kabına düşen mamaların tıkırtısını duydukça daha hevesle koşuyordu fare. Mamaları yanaklarını doldura doldura nasıl yiyeceğini, sonra tok karnına nasıl uyuyacağını hayal ediyordu.
Tekerleği kafesin dışındaki bir üretece bağlıydı. Kendisi için bir kap mama ürettiğinde, onu kafese koymuş efendileri için on kap, yirmi kap mama üretmiş oluyordu. Ama bunun farkında değildi fare. Bilmiyordu ama koşuyordu.
Ne var ki, bazen farenin tekerleği kilitleniveriyordu. Ne kadar koşsa dönmüyor, kabına mama dolmaz oluyordu. Böyle zamanlarda çaresiz, efendilerine yakarıyor; yeterince hızlı koşmadığını bildiğini, kilidi açarlarsa daha hızlı koşacağını söylüyordu.
Kafesinde yalnızdı fare, ama türünün tek örneği değildi. Milyarlarca fare vardı dünyada, kafesler bitişik nizam dizilmişti. Her kafesin bittiği yerde diğerinin kafes başlıyordu. Ama, farenin nasıl çalıştığını anlamadığı bir düzenek sürekli kafeslerin dizilimini değiştiriyordu. Koşmayı bırakıp dışarı her baktığında sağındaki, solundaki, altındaki, üstündeki kafeslerde başka fareler oluyordu.
Fare zaman zaman bu komşularıyla konuşuyordu. Bazen birbirlerine tıslıyor, bazen kafes tellerinin arasından koklaşıyorlardı ama bu sosyalleşmelerin hepsinde gönülsüzdü; bugün komşu olduğunun yarın gideceğini, yerine tanımadığı bir başkasının geleceğini, onunla da üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yaşayacağını biliyordu. Bu yüzden tekerleğinde koşmadığı, kabından mama yemediği ve uyumadığı zamanın çoğunu kafesinin tellerine asılı aynanın önünde geçiriyordu fare. Pür dikkat kendini inceliyor, her bir detay ve nüans üzerine kafa yoruyor, diğer farelerden ne kadar farklı olduğunu düşünüyordu.
Bir gün yaşlanacak, tekerleğini eskisi gibi hızlı döndürememeye başlayacaktı. Bunu bildiği için, bugün henüz sağlıklıyken çok koşup, kafesinin bir kenarına mama saklamaya çalışıyordu fare. Ama ne zaman biriktirdiği mamalara baksa, bir kısmı küflenmiş oluyordu.
Günler yılları kovalıyor, böylece yaşayıp gidiyordu fare.
***
Abartılmış hiçbir şey yok bu kıssada. Patron sınıfının hayal ettiği gelecek, kapitalizmin ütopyası böyle bir şey.
Tam olarak böyle yaşamıyorsak, bunun bir sebebi sermaye düzeninin henüz her bir insanı bu kadar yalnızlaştırabilecek derecede “gelişmiş” olmaması. Dünyanın her yerinde, emekçi insanların birbirleriyle kurduğu her sosyal ilişkinin yerine metalarla kuracakları tüketim ilişkileri koyamıyor. Çünkü bu metaların hepsinin öncelikle emekçilere satılabilmesi gerekiyor ve emekçi sınıfın emek üretkenliğinin düzeyi, bir yandan her bir emekçinin, böyle metalarla kuşatılmış, yalnız ve izole bir hayat yaşayacağı tüketim düzeyini mümkün kılacak, diğer yanda ise sermaye birikimini sürdürecek bir noktaya henüz ulaşmadı.
“Henüz” vurgusunun altını çizmek istiyorum. Zira kimsenin şüphesi olmasın, sermaye sınıfı gelişmekten bunu anlıyor ve hayata hep bu yönde müdahale ediyor. Bunu, kişi başına tüketim düzeyinin hayli yüksek olduğu emperyalist ülkelerde toplumsal yaşantının ve bireyin nasıl kurgulandığına, ya da o kadar uzağa gitmeden, kendi ülkemizin metropollerindeki emekçilerin nasıl yaşadığına bakarak teyit edebilirsiniz. Tüm dünyada tüketim artıyor, ama hiçbir yerde yoksulluk azalmıyor ve Marx’ın dediği gibi, ileride olan, geriden gelene gelecekteki halini gösteriyor.
Mesele ne insanların kendi evlerine kapanması ne yüzlerini cep telefonlarından, sosyal medyadan kaldırmıyor olması. Bunların tümü izolasyonu kolaylaştıran metalar ile kurulan ikincil ilişkiler. Modern birey düzen tarafından yalnızlaştırılıyor ve herhangi bir somut zindana değil kendi kişiliğine hapsediliyor. Farenin kafesinin tellerini egemen ideolojinin uyartılarıyla inşa edilmiş, bu yüzden kırılgan, ama pek kıymetli kişiliği oluşturuyor.
***
Fare benzetmesinden rahatsız olan varsa, hatırlatmak isterim: İnsanın evrimini geriye doğru takip ettiğinizde, kendi erkekliğini balyoz zannedip “alfayım malfayım” diye etrafta gezinen bilumum dallamanın kendini benzettiği yırtıcı hayvanlara, kurtlara, aslanlara, kaplanlara, kartallara falan değil fareye varıyorsunuz. Tıbbi deneyler bu yüzden fareler üzerinde yapılıyor.
Bu deneylerden biri antidepresan ilaçların etkinliğini ölçmek için kullanılıyor. Bir ismi “Davranışsal Umutsuzluk Testi” ama sevimsiz çağrışımlarından dolayı “Zorunlu Yüzme Testi” ismi kullanılıyor. Bu testte önce fareyi kaçma imkânı olmayan su ile dolu bir kavanoza atıyorsunuz. Hayvan 15 dakika debelendikten sonra çıkartıp 24 saat bekletiyorsunuz. Sonra hayvanı bir kez daha kavanoza atıp, bu kez beş dakika bekletiyor ve bu beş dakika içerisinde hayvanın kurtulmaya çalışmadığı, yani sadece kafasını suyun üzerinde tutmak için gereken eforu gösterdiği süreyi ölçüyorsunuz.
Bir antidepresanın etkinliği, hayvanın kavanoza ikinci kez atıldığında pasif bekleme süresinin kısalmasıyla, yani kurtulamayacağını bilse de çaba göstermesiyle ölçülüyor.
***
Son 40-50 yılda giderek daha fazla konuşulur hale gelmiş sorunlara bakın; obezite, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, her türlü bağımlılık, narsisizm, depresyon… Tamamında yukarıda anlattığım gidişatın olumsuz yönde ve güçlü bir katkısı olduğunu görürsünüz.
Kapitalizmi savunan liberaller sürekli kişi başına düşen tüketimin yükseldiğinden, ortalama ömrün uzadığından bahsediyor. Her yıl herkese yetecek olandan çok daha fazla gıda üreten bu bolluk düzeninin halen yılda dokuz milyondan fazla insanın açlıktan ölmesini engelleyemiyor olması bir yana; insanlar daha fazla meta tüketirken de “iyi” hayatlar yaşanmıyor. Kapitalizm geliştikçe emekçi insanlar özgürleşmiyor; bir esaretin yerini başka bir esaret alıyor. Yoksunluğun en kaba biçimi olan açlık aşılıyor, bu sefer de giderek tüm insani değer ve ilişkilerin yerini metaların aldığı, insanların kendi ürettikleri şeylerin kölesi haline geldiği bir tüketim hayatının yarattığı yoksunluklara, bu yoksunluklardan üreyen sağlıksızlıklara varılıyor.
Peki, ne yapmalı?
Kapitalizmin “insan doğasına en uygun sistem” olduğunu iddia eden bütün ideologlar her birimizi ilkel dürtülerine indirgemeye, fareleştirmeye çalışan bu düzene alkış tutuyor. Ama biz insanız, fare değiliz. Bizi kemirgenden ayıran en önemli özelliğimiz ise şu: Durum ne denli umutsuz görünürse görünsün durup birinin bizi sudan çıkartmasını beklemeyiz.1 Aksine, ne denli köşeye sıkışırsak o denli mücadele eder, birlikte bir çıkış yolu arar ve sonunda mutlaka buluruz. Çünkü dürtü ve güdülerimizin esiri değiliz, bunları kontrol edip kolektif davranabilen, örgütlü eyleme geçebilen, bilinçli varlıklarız. Yani hem bireysel, hem de kolektif özneyiz.
Girişte anlattığımız öykünün ardından “tam olarak böyle yaşamıyorsak, bunun bir sebebi sermaye düzeninin henüz bu kadar ‘gelişmiş’ olmaması” demiştik. İkinci sebebi ise insanlığın her şeye, sermayenin saldırıları karşısında yaşanan tüm yenilgilere rağmen fareleşmeyi kabullenmiyor olması. İnsanlık dünyanın bazı yerlerinde, örneğin onurlu Küba’da sermaye egemenliğine karşı bilinçli ve örgütlü biçimde mücadele ediyor. Ama bir yandan da tüm dünyada insanlığından vazgeçmeyerek, dostluklarını terk etmeyerek, kucaklaşmayı, birbirinin gözlerine mutlulukla bakmayı bırakmayarak, dürüst ve ahlaklı kalarak, adaleti arayarak direniyor.
Yapmamız gereken, insanlığın büyük çoğunluğunun kendi başına yürüttüğü bu insan kalma direnişini örgütlü mücadeleye taşımak, çünkü düzen yerinde durduğu müddetçe bu direniş onun ilerlemesini yalnızca yavaşlatacak. Oysa bizi fareleştirmeye çalışan bu kanseri kesip atmalı, insanın insana (dolayısıyla sadece başka insanlara değil aynı zamanda kendisine) yabancılaşmasının en derin biçimi olan özel mülkiyeti tarihin çöplüğüne yollamalıyız.
Geçtiğimiz Pazar günü Türkiye’nin dört bir yanından yükselen #İtirazımVar sesi, bu örgütlenmeyi hedefliyor. Gelin, her birimizin tek tek itirazı, örgütlü “itirazımız” olsun.
- 1.Yazıyı uzatmamak için dipnot düşüyorum ama bağlamımız açısından önemli olduğunu düşünüyorum: Zorunlu yüzme testine getirilen çok temel bir eleştiri var. Fareler, deney yüzüp kurtulabilecekleri biçimde yapıldığında da çok farklı davranmıyor. Dolayısıyla kurtulmaya çalışmamalarının umutsuzluktan mı, birilerinin sonunda onları sudan çıkartacağını bilip pasifçe beklemelerinden mi kaynaklandığı kesin olarak anlaşılamıyor.
Sosyal girişimcilerin dertli şirketleri -Eren Korkmaz-
Bir toplumsal sorun tespit ediyorsunuz ve bu sorunun mağdurlarına dair çözüm geliştiriyorsunuz. Ancak bu doğrultuda bir dernek kurup mücadele etmek yerine gidip şirket kuruyorsunuz.
Hem dünyada hem de ülkemizde insanların daha iyi yaşam şartlarına ancak bireysel çabaları ile ulaşabileceklerine dair söylemlerin baskın hale geldiği ilginç bir dönemden geçiyoruz. Bunun karşısında emeğin en yüce değer olduğu, insanların hak aradığı, kendisini sosyal bir varlık olarak tanımladığı, dayanıştığı, birlikte mücadele ettiği söylemlerin ise zayıfladığı bir dönemi yaşıyoruz.
Bireysel kuruluşun en temel yolu ise girişimcilik olarak öne çıkarılıyor. “Girişimcilik ve inovasyon” İngiltere’den Özbekistan’a, Peru’dan Kenya’ya her yerde papağan gibi tekrarlanan sihirli kelimeler haline geliyor. Girişimci olma, yani şirket kurma konusunda adım atamayanlara ise tek kişilik şirketler, esnaflık veya dijital platformlarla çalışma öneriliyor. Bunun kurumsal şirketlere yansıması ise bir dizi sertifika programıyla “kendini geliştirip”, diğer çalışanlarla rekabet edip aldığı maaşı dahi saklayıp, daha üst konuma gelmek için mücadele etmek oluyor.
Dolayısıyla toplum içinde, milyonlar içinde yaşamamıza karşın “bizler sadece birer noktayız, tek başınayız, her yerde tehdit var, herkes bireysel çıkarının peşinde, kimseye güvenilmez” söylemleri daha üst bir güce olan inançla (bu dinsel veya spiritüel, enerji, evren gibi) pekiştiriliyor. Bunu bir yandan kendisine hak ettiği değeri vermeyen ülkeyi terk edip göç etme çabası takip ediyor, diğer yandan ise bireysel yoldan başarıya ulaşanların hayatlarını gösterişçi şekilde sergiledikleri “kanıtlar” gözlemleniyor. Dolayısıyla birçok insan büyük bir çaba ve istekle kendisini kurtarmaya çalışıyor, didiniyor, ülke değiştiriyor, bir eğitimden diğerine koşturuyor, şirket kurup batırıyor ve bu şekilde yıllar geçip gidiyor.
Dertli şirketler dünyayı kurtarır mı?
Peki, sosyal amaçları, dertleri olanlar için durum nedir? Örneğin bir toplumsal haksızlık, eşitsizlik sizi öfkelendiriyor. Yoksulluk ve eşitsizlik sizin için önemli. Kadın hakları veya göçmenlerin yaşam koşulları gibi konular da öne çıkabilir. Normal şartlarda veya başka bir ifadeyle geleneksel olarak sizin siyasal partilerde veya kitle örgütlenmelerinde örgütlenmeniz ve faaliyet yürütmeniz, sizin gibi düşünenlerle bir araya gelmeniz, gönüllü olmanız gerekir. Ancak buna artık gerek yok (!). Kapitalizm size çözüm olarak sosyal girişimciliği sunuyor.
Burada bir toplumsal sorun tespit ediyorsunuz ve bu sosyal sorunun mağdurlarına dair bir çözüm geliştiriyorsunuz. Belirli talepler ve hizmetler tanımlıyorsunuz. Ancak bu doğrultuda bir dernek kurup mücadele etmek yerine gidip şirket kuruyorsunuz. Bir dernek tüzüğü yazmak yerine iş planı yapıyorsunuz, maliyet analizi yapıyorsunuz. Derneğinize gönüllü mücadele arkadaşları bulmak yerine şirketinize çalışan için iş ilanı veriyorsunuz. Hukuki anlamda bir şirketsiniz, şirket gibi çalışıyorsunuz, maaşları ödemek ve kar elde etmek istiyorsunuz, ama sosyal amaçlarınız var. Şirketinizin misyonu ve vizyonu bunlara yer veriyor, hizmetleri buna yönelik oluyor.
Müşteri farklı yararlanan farklı
Burada alışageldiğimiz şirketlerden temel bir fark var. Genellikle şirketler bir ürün veya hizmet satar, müşteriler gidip onu alır ve karşılığında ödeme yapar. Sosyal girişimcilerin sosyal şirketlerinde ise bu genellikle böyle olmuyor. Sizin hizmet verdiğiniz kesimler farklı oluyor, örneğin kadınlar, göçmenler, evsizler gibi. Ancak size parayı başkaları veriyor. Yararlanıcı ile müşteri ayrılıyor.
Parayı kamudan alabilirsiniz, zengin ailelerin vakıfları ve ofisleri verebilir, şirketlerin sosyal sorumluluk birimlerinin bütçeleri olabilir, Avrupa Birliği fonları olabilir, Almanya’nın GIZ’i gibi İngiltere, Norveç, ABD, Hollanda, Japonya gibi ülkelerin “kalkınma” ajansları veya Birleşmiş Milletler’in kuruluşları olabilir. Dolayısıyla kapsamlı bir gelir kaynağı ve müşteri portföyü mevcut. Her birinin öncelikleri ve ilkeleri var. Tanımladıkları “dezavantajlı kesimler” ve “yararlanıcılar” (beneficiaries) var. Bunlar dönem dönem değişir. Bir dönem kadınların iş yaşamına katılması olabilir, diğer dönem göçmenler ve mülteciler olur, bazen LGBTler olur veya evsizler, belirli sağlık sorunlarını yaşayanlar, aklınıza gelebilecek çok sayıda ezilen, ayrımcılığa uğrayan ve sömürülen kesim olabilir. Burada çözüm de belirlenmiştir. Örneğin evsizlere yemek veya çok soğuk günlerde battaniye vermek, hastaların ilaçlarını almak, yoksulların elektrik faturalarını ödemek, çocuklara ders kitabı veya ayakkabı almak, kadınlara ve göçmenlere mesleki eğitim verip işe girip çalışmalarını sağlamak… Dolayısıyla bu sınırlar içinde şirketiniz faaliyet gösterebilir, işleri yüklenebilir. Burada işinizi sürdürmek istiyorsanız elbette işe yerleştirmeye çalıştığınıza sendikal hakları anlatmazsınız, ilaç aldığınız veya fatura ödediğiniz kişilere kamuculuktan ve temel haklardan bahsetmezsiniz.
Aktivist girişimci
Sosyal girişimciliğin büyüsüne kapılan ve toplumsal fayda yaratmak isteyen aktivist girişimciler için en temel mesele müşteri ile yararlanıcı ayrımını anlamaktır. Sosyal girişimciliğe dair eğitim programlarında bunun üstünde özellikle durulur. Evsizlere yardım eden bir sosyal girişimin müşterisi evsizler değildir. Evsizler hizmet alandır, yararlanandır. Onların beklentileri, talepleri ve temsiliyeti önemli değildir. Memnun olması gereken müşteri girişimciye para veren şirkettir veya zengin bir ailenin vakfıdır. Bunu akılda tutanlar, reklam ve pazarlamayı da ona göre yaparlar. Yoksul bir siyah çocuk veya dişsiz bir evsiz fotoğraflanır, şirketlerin sosyal sorumluluk ve etki raporlarında en kaliteli kağıda basılıp dağıtılır.
10-15 yıl öncesine kadar, özellikle görece güçlü, hareketli ve zaman zaman etkili olabilen sendikal ve toplumsal hareketlerin olduğu ülkelerde, buna ülkemizi de dahil edebiliriz, sosyal girişimcilik daha utangaç bir yolla kendisini vakıf, dernek, kooperatif gibi adlarla gösteriyordu. Özellikle 2015’den sonra ülkemize milyonlarca mültecinin gelmesi üzerine birçok dernek, vakıf ve kooperatif ulusal ve uluslararası fonları alarak faaliyetler yaptılar. Bunların çoğu mültecilere iş bulmakla sınırlıydı. Ancak bu derneklere, vakıflara ve kooperatiflere üye olmak mümkün değil, bunların genel kurulları yok, bütçeleri şeffaf değil, çalışanları düşük ücretlerle ve kısa süreli sözleşmelerle çalışıyor, şirketin sahipleri ise yüksek maaşlarla bu karlı işi döndürüyor. Çıkan sonuçlarda belirli sayıda kişinin işe girmesi başarı olarak gösterilse de ülkemiz nezdinde de net şekilde gördüğümüz üzere, bu kadar harcanan paranın karşılığında çalışma yaşamında düzelme veya yerli ve göçmen işçiler arasında karşılıklı anlayış oluşturma veya sendikal temsiliyet gibi konular hiç gündeme gelmiyor. Günümüzde ise dernek veya vakıf demeye de gerek olmadan, doğrudan sosyal girişimcilik kabul edilebilir, desteklenebilir bir çözüm ve aktivizm olarak görülüyor.
Gereksiz demokratik formaliteler
Sosyal girişimciliğin en etkin olduğu ülkelerden biri İngiltere. İngiltere’de birçok sosyal girişim ağı var ve bunların bir kısmı sertifika verip denetim de yapıyor. Birçok sosyal girişim “dezavantajlı bir kesim” belirlemekle beraber aynı zamanda karının belirli bir oranını, ideal olarak yüzde 50’sini yeniden topluma yönelik çalışmalara yatırması şart koşuluyor. Tabii bu gönüllü bir koşul.
Birçok derneğe derneklikten çıkıp sosyal girişimci olma yönünde teşvik veriliyor. Bu sayede derneğin bürokrasisinden “kurtulmak”, üyelerle ve üye aidatıyla uğraşmak, “gereksiz demokratik formalitelere” uymak gerekmiyor. İlla dernek statüsünü korumak isteyenlere de ayrıca bir sosyal girişim şirketi açarak gelir kazanabilecekleri, örneğin giysi, eşya satabilecekleri veya hedefledikleri kesimlerden insanları istihdam edebilecekleri söyleniyor. Yeni bir dernek kurmak için başvuru yapanlara da bir kez daha düşünme ve sosyal girişim kurma tavsiyesi veriliyor. Sebep yine bürokrasi vb. konular, oysa şirket kurmak çok basit.
Sosyal girişimler de karlı değil
Girişimciliğe dair bundan önceki üç yazıda tüm vaatlere, çabaya ve ayrılan kaynağa karşın bireysel kurtuluş, kendi işinin patronu olma, rahat bir yaşama kavuşma arzusunun bu işlere girişenlerin çok büyük çoğunluğunda hayalkırıklığı yaşattığına değinmiştim. Örneğin yatırım arayan startupların yüzde 80'i batar, yatırım alan yüzde 20’nin yüzde 80’i de kar edemeden kapanır, geri kalanının çoğu da şirketini satmaya zorlanır. Yalnız girişimci (solopreneur) veya şirket kurup dijital platformla çalışanlar da bir süre sonra kendilerini asgari ücret, iş sağlığı ve güvenliği, hafta sonu tatili ve daha kısa çalışma saatlerini arar durumda bulur.
Sosyal girişimciler için de şayet o sektörde büyük bir oyuncu değilseniz, yüzlerce, binlerce insanı çalıştıran, uluslararası fonları çeken bir "networkünüz" yoksa şirketi ayakta tutmanız, kar etmeniz, elde ettiğiniz sınırlı karın bir kısmını geri projelere vermeniz pek mümkün olmaz.
Acaba toplumsal bir varlık olduğumuzu, ortak sorunlarımızın olduğunu, dayanışma içinde hareket etsek haklarımızı almanın, daha mutlu ve sosyal bir hayat kurmanın, yeni bir sistem için mücadele etmenin daha gerçekçi ve güncel bir yaklaşım olduğunu düşünsek nasıl olur?
/././
ABD’de ikinci Trump dönemi resmen başladı: Meksika sınırına asker gönderecek
Donald Trump ABD’nin 47. Başkanı oldu. Meksika sınırında acil durum ilan eden Trump “Panama Kanalı’nı geri alacağız” dedi. Yemin töreninde bir kadın "Özgür Filistin" diye bağırdı.(https://haber.sol.org.tr/haber/abdde-ikinci-trump-donemi-resmen-basladi-meksika-sinirina-asker-gonderecek-397545)soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder