Halk hala kararsızsa muhalefet suçu kendinde aramalı -Oğuz Oyan-
Dinci-milliyetçi iktidar bloğu, “iktidardan hiç gitmemek” ihtiyacı doğrultusunda zayıflayan hegemonyasını “yeni anayasa” üzerinden yeniden kurmaya yöneliyor. Bu arada siyasal İslamcı iktidarın Cumhuriyet karşıtlığına milliyetçi ortağı da tamamen angaje olmuş görünüyor.
21. yüzyılın ilk çeyreği hem dünya hem Türkiye açısından pek parlak bir çeyrek yüzyıl olmadı. Bu çeyreğin son yılındayız ve bu yıl daha da kötü geçme eğiliminde.
Dünya ve Ortadoğu yeniden şekilleniyor Trump sonrasında dünya artık daha farklı bir yerde. Gerçi Ukrayna Savaşını kışkırtmak ve yaymak, Filistin’deki İsrail soykırımını ve yıkımını açıkça teşvik etmek gibi insanlık suçları Trump öncesinden başlamıştı. Ama şimdi Trump, dışta emperyalist müdahaleciliğe ve içte faşizme yönelmeye pek hevesli görünüyor. Şu farklılığı not etmek gerekir: Hitler Almanya’sı, 1930’lardaki hegemonya boşluğunda bir hegemonya adayı olarak sivrilmek istemişti. Ama ekonomik ve beşerî kaynakları bu iddiasını destekleyebilecek büyüklükte değildi. O zamanki Batı dünyası, Almanya’nın Sovyetler Birliği’nin çökertilmesi bakımından kullanışlı bir araç olacağını düşünerek hareket etmişti; mecbur kalmadıkça savaşa bile girmeyecekti. Şimdiki durum ise çok farklı: ABD, hegemonyası zayıflamış olmakla birlikte hâlâ bir hegemon güç olarak davranabilecek askerî kapasiteye sahip. Üstelik, ufukta görünen bir hegemonya transferine karşı savaşı göze aldığını gösterme kararlılığında. Gerçi Demokratlar ve Cumhuriyetçiler burada birleşiyorlar. Trump’ın farkı, ABD askerî-teknolojik kompleksinin savaş iştahları eşliğinde, öncelikle Batı kampı içinde sürtüşmelerin/işgallerin (Grönland, Panama, Filistin…) önünü açabilecek olması.
Türkiye’de siyasetin yeniden şekillenmesi Dünyada despotik iktidarlar/faşist siyasi hareketler yükselirken, Türkiye’de de seçmen tabanı zayıflayan AKP rejimi baskı ve sindirme hattını pekiştirme peşinde. Dış politikayı da İmralı açılımını da bunun için araçsallaştırmakta. Dış macera arayışları da bundan bağımsız değil. Bunun arkasında, Haziran 2023’ten itibaren uygulanan örtük IMF programının yarattığı hoşnutsuzlukları iktidarın yargı-kolluk üzerinden baskılama ihtiyacı da önemli. Bütün bu yoksullaştırma, yolsuzlukları tırmandırma, dışarıda yeni maceraları ve içte/dışta yeni ödünleri hazmettirme siyasetlerinin ancak eli sopalı bir iktidarla yürütülebileceğinin de farkında. Türkiye’de her türlü muhalefeti sindirme operasyonları da bunun öteki yüzü. Dinci-milliyetçi iktidar bloğu, “iktidardan hiç gitmemek” ihtiyacı doğrultusunda zayıflayan hegemonyasını “yeni anayasa” üzerinden yeniden kurmaya yöneliyor. Bu arada siyasal İslamcı iktidarın Cumhuriyet karşıtlığına milliyetçi ortağı da tamamen angaje olmuş görünüyor.
Peki, muhalefet ne yapıyor ve ne yapmalı? Muhalefetin doğru kavraması gereken birkaç konu var. Birincisi, AKP’nin tam anlamıyla bir savaş yürüttüğünü kavramak zorunda. Bunun yanıtı da aynı boyutta olmalı. İktidarın her hamlesi karşısında savunmaya çekilmenin bir mücadele yöntemi olmadığı artık anlaşılmalı. İkincisi, niçin bu kadar kararsız seçmen olduğunu doğru değerlendirmeli. Halkın önemli bir bölümü, 22 yıllık tek parti iktidarından ve gelir bölüşümünde yarattığı bunca bozulmadan, tırmanan bunca yolsuzluktan sonra bile, iktidar ile muhalefet arasında kendi sorunlarına çözüm üretmek bakımından esaslı bir fark göremiyorsa muhalefet bunun sebebini kendisinde aramalı. Sermaye yönlü politikalara angaje olmaktan (Bkz. “Altılı Masa” ekonomik programı) çıktığını, emek yanlısı kamucu/ toplumcu/ devletçi politikalara hiçbir mahcubiyet ve (iç ve dış) sermaye tarafından dışlanma korkusu duymadan geçtiğini kanıtlamak zorunda. “Kararsız seçmen” konusu, milletvekili transferlerine bakılarak da anlaşılabilir. Tabanı olmayan dört sağ partiden 38 sağ milletvekilini meclise sokup iktidarın değirmenine su taşıdıktan sonra şimdi de sekiz sağ kökenli milletvekiline CHP’de siyaset yapma yollarını açınca millet nasıl kararsız kalmasın? Böyle bir partinin omurgası olabilir mi? Ucu sermayeye dokunacak kamucu politikalar, laiklik ve bağımsızlık eksenleri gerçekten savunabilir mi?
/././
Hedef olan kim?-Ayça Söylemez-
Biz, gazeteciler.
Yıllardır davalara konu olsa da hiçbir gazetecinin ev baskınıyla gözaltına alınmasına gerekçe olmayan “hedef gösterme” suçu, son dönemde polis baskınlarına hatta tutuklamalara bahane oluyor.
İçinde bulunduğumuz yeni dönemde artık her şey ‘bahane’. Ve hukukun aslında ne derece esnek ve işe yarar olduğunu deneyimlediğimiz bir dönem. Yani hukukun siyasete göre kolayca şekil alabileceğini, hatta yazılı metinlere dahi kastedilenden farklı anlamların nasıl kolayca yüklendiğini görüyoruz, yaşıyoruz.
Diyarbakır’da bir hakim ve savcının görev yerleri ile ilgili sosyal medya paylaşımlarına dair soruşturma kapsamında, gazeteci Fırat Can Arslan Temmuz 2023’te tutuklandığında, “bu suçlamadan tutuklanan ilk gazeteci” haberini yazdık. Arslan tahliye oldu ancak bu suçlama o günden sonra yargının kullanışlı maymuncuklarından biri haline geldi.
Gazeteciler olarak pek çok kez bu suçlamayla yargı önüne çıktık, davalardan beraat etmemiz ve onlarca emsal karar, bu suçlamayla açılacak soruşturmaları engellemedi.
Son birkaç yılda onlarca gazeteci bu suçtan hakim karşısına çıktı, halen devam eden davalar var.
Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF), bu yılın başında yaptığı açıklamada, 2023 yılında yaklaşık 20 gazetecinin bu suçlamayla yargılandığını, mevzuatın belirsizliğinin keyfi kullanılmasına yol açtığını belirtmişti: “Terörle Mücadele Kanunu’nun ‘terör örgütü propagandası’ ile ilgili 7. maddesinin 2. fıkrası gibi, ‘terörle mücadele görev almış kişileri’ korumayı amaçlayan bu hüküm, her şeyden önce medya profesyonellerini susturmak için kullanılıyor.”
Türkiye Gazeteciler Sendikası raporunda, halihazırda 13 gazeteci ve medya çalışanının cezaevinde olduğu bilgisi yer alıyor. Yüzlerce gazeteci de yargılanıyor.
Son olarak birgun.net Yayın Koordinatörleri Uğur Koç ve Berkant Gültekin ile birgun.net Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Yaşar Gökdemir, açık kaynaktan alınan bilgiyi haberleştirdikleri için gözaltında tutuldu.
Yani, bu durumda kimin hedefte olduğu açık. Ve kanunen hatta hukuken yapılan itirazların da duruşma salonu dışında geçerliliği yok. Çünkü konu “hukuki” değil.
Ancak madem kanun maddelerini konuşuyoruz, “kamu yararı” da Anayasa’da yer alan hukuki bir kavram. Gazetecilerle ilgili her gün dava açan yargı mensuplarının gözardı ettiği kavram, aslında gazeteciliği neden yaptığımızı da açıklıyor. Dolayısıyla gazetecilere yönelik yargı baskısı, sadece bizi değil tüm toplumu habersiz bırakmayı amaçladığından temel olarak kamu yararına da aykırı.
Biz kamu yararı için yazmaya devam edeceğiz.
/././
Dayılar, kadına ‘dayak’ hakkı istiyor -Gözde Bedeloğlu-
CHP Şanlıurfa Milletvekili Mahmut Tanal, katıldığı bir etkinliğin ardından yurttaşla sohbet ediyor. Kamera kayıtta. Hararetli bir dayı ‘mağduriyetini’ iletiyor, kadın hakları yasasının engellenmesini istiyor. ‘Kadınına’ bir tokat bile atamamaktan şikâyetçi. Tanal şaşkın. Dayı ısrarcı. Avrupa’da bile böyle yasanın olmadığını söylüyor. Tanal, dayının dünyasında uzay boşluğuna düşecek bir soru soruyor, “İnsan hakkına aykırı değil mi?” Dayı bahanesini döküyor ortaya. “Benim ailemdir. Haksız olduğu zaman kızımı, bacımı terbiye edebilirim. Kadın hakları yasasını iptal edin!” Mahmut Tanal, bunaldığı belli, bir soru daha soruyor dayıya, “Ne yasası abi? Senin kadın dediğin, senin hayat arkadaşın değil mi?” Dayı ne bu sorularla ne de cevaplarıyla ilgileniyor. Onun derdi ‘benim’ dediği ailesini özgürce ‘terbiye etmek’!
***
Dayının ve benzerlerinin, kadın hakları yasasının engellenmesini istediği Türkiye’de geçen yıl 394 kadın öldürüldü, 259 kadın da şüpheli şekilde hayatını kaybetti. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre 2025’in ilk ayında 33 kadın öldürüldü, 32 kadının ölümü yine şüpheli. Bu, son 14 yılın en yüksek rakamı. Kadınlar en çok aile üyeleri tarafından ve kendilerini en güvende hissetmeleri gereken yerde, evlerinde öldürülüyor. Malumunuz, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’nden çıkardı. Ama dayılara bu da yetmedi. Yetmez de. Haritanın az biraz aşağısında, Taliban, kadınların daha fazla kullandığı odalara pencere yapılmasını yasakladı. Önce kamusal alandaki varlıkları engellendi, şimdi sıra evlere geldi. Erkek egemenin, kadını görünmez köle haline getirme arzusu için koymayacağı yasak, vermeyeceği ceza yok. Kadın hakları adına dünyanın neresinde başarılı olunduysa, hiçbiri gökten inmedi, altın tepside sunulmadı. Kazanımlarda milyonlarca kadının kanı var.
Ne diyor dayı, ‘benim ailem’! Yasa ne oluyor, kim oluyor da karışıyor değil mi? Karısını, kızını, bacısını haksız oldukları zaman ‘dayakla’ kim terbiye edecek? Hakkı da haksızlığı bilen olarak elbette o! Urfa’daki dayı maalesef yalnız da değil, marjinal de. Bireysel hakları sistematik olarak tırpanlanan kadınlar yaşam hakları için çetin bir mücadele yürütürken karşılarına devamlı ‘aile ve çocuk’ kartını çıkaran bir iktidarla karşı karşıya. Şimdilik penceresi olan evlerdeler. Abarttığımı mı düşünüyorsunuz? THY, 2013’te hosteslere kırmızı ruj yasağı getirdi. Güya bu renk kadınları ‘ılımlı’ iletişimden uzaklaştırıyormuş. Yine 2012’de, dönemin CHP Milletvekili Aylin Nazlı Aka, kürtajın cinayet olduğunu söyleyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ithafen “Vajina bekçiliğini bıraksın” dediğinde AKP’li Bülent Arınç’ın tepkisini hatırlayalım. “Evli bir ‘bayan’ milletvekili, bir çocuğu olan milletvekili, kendisiyle ilgili organını nasıl böyle açıkça konuşabilir, nasıl bundan yüzü kızarmaz, benim yüzüm kızardı, mahcup oldum.”
Evli bir ‘bayan’ ifadesi öylesine seçilmemişti elbette. Bekârlık, yani aile kurmayarak sistemin kontrolü dışında kalmak, istenmeyen bir durum. Hele bir de kırmızı rujları falan varsa bu bekârların, hem ‘ılımlı’ değiller hem de vajina gibi ‘yüz kızartan’ şeyler söyleyebilirler. Ama evli bir kadın, hele de çocuk doğurup kutsal analık mertebesine ulaşınca susmalı değil mi?! Edep yahu! O günden bugüne AKP iktidarında yüzler hep yanlış şeylere kızardı. Onun için, 90 yıl önce oy hakkı mücadelesini kazanan kadınlar bugün en temel hakları olan yaşam hakları için savaşmak zorunda. Henüz odalarında pencere var ama cinsel istismar suçlarında, saldırganın mağdur kadın ya da kız çocuğuyla evlenirse ceza almaması için kanun teklifi sunmuş bir iktidarın baskısı altındalar.
***
İktidar, 2025’i ‘Aile Yılı’ ilân etti. İttifak ortağı Hüda-Par’ın Mersin Milletvekili Faruk Dinç, bundan sebep aile yılının altının doldurulması için somut projeler ve adımlar atılması gerektiğini söyledi. Kadın cinayetlerinden bahsetmedi, aile fertleri tarafından öldürülen 8 yaşındaki Narin Güran davasından söz etmedi, devlet yurtlarında kalan kız çocuklarının fuhuşa sürüklendiği iddialarıyla ilgili de bir yorum yapmadı. Aile ve gençleri yozlaştıran TikTok’un erişime engellenmesini istedi. ‘Aile kurumunun korunması’ amacıyla İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi, İstanbul Aile Vakfı, Uluslararası Dini Yayıncılar Derneği ve Uluslararası Çocuk Yayıncıları Derneği protokol imzaladı. Onlara göre de bireyi değil, aileyi önceleyen bir paradigmayı ortaya koymak zorundaymışız. Aile temalı kitap yayınlanmasını teşvik edeceklermiş. Dayılar karılarını, devlet de dayıları terbiye ettiğinde ortada sorun mu kalır? Oynat makinist, görelim şu ‘Aile Yılı’nı.
/././
Asıl gündemimiz hem eşitlik hem özgürlük!-Hayri Kozanoğlu-
İktidar, yüksek faize rağmen enflasyonu kontrol altına alamazken, ekonomik yük bir kez daha emekçilerin omuzlarına yüklendi. Enflasyonla mücadele adıyla uygulanan politikalar geniş halk kesimlerini daha da yoksullaştırırken sermaye kesimi servetini katlamaya devam ediyor.
“Ülkenin gerçek gündemi açlık, yoksulluktur” saptaması çok yanlış olmamakla birlikte, eksiktir. Eğer bir ülkede demokrasi, özgürlükler, temel haklar tehlike altındaysa, hiç kimsenin “bizim davamız ekmek davası gerisi bizi ilgilendirmez” deme lüksü yoktur. Çünkü temel hak ve özgürlüklerden yararlanma gereksinimi, insanı insan yapan özelliklerin başında gelir. Kaldı ki, tam da bugünkü Türkiye’de deneyimlediğimiz gibi, baskı ortamında insanlarımızın emeğinin karşılığını alabilmek talebiyle sokağa çıkmasının, örgütlenmesinin, sendikalaşmasının önüne çeşitli engeller konulur. Yani gerçek gündem olan açlık ve yoksulluğa karşı layıkıyla bir mücadele için de gerekli koşullar eksiktir.
Gazetemiz BirGün emek haklarını en sıkı savunan; uygulanan sermaye yanlısı neoliberal politikaları tutarlıca eleştiren; insanlarımızın yoksullaştırılmasının başlıca nedenlerinden yolsuzluk, usulsüzlük, kayırmacılıkların üzerine en kararlılıkla giden yayın organlarından biridir. Bu temel ilkesinin yanı sıra, toplumun haber alma özgürlüğüne katkıda bulunmayı görev bilen, gerçekleri kamuoyuna aktarma sorumluluğunu bayrak yapan gazetemizden üç arkadaşımız, bu hafta sonu mesnetsiz bir suçlamayla karşılaştı. Gazetenin okurları, meslek kuruluşları, sahici gazeteciler içtenlikle BirGün’e sahip çıktı. Gazetemizin önüne engeller konulması, açlık ve yoksulluk gündemlerinin peşinin yeterince kovalanmasını da kesintiye uğratabilir. Onun için hem eşitliği hem özgürlüğü kıskançça savunmak; bu iki insani değerin birbirini besleyen, destekleyen, güçlendiren doğasını akıldan çıkarmamak zorundayız.
ENFLASYON TAHMİNİ YİNE ŞAŞTI
Bugünkü yazımızın asıl konusu Merkez Bankası’nın (TCMB) 2025 yılı Birinci Enflasyon Raporu olacak. Raporda 2025 yıl sonu enflasyon tahmini yüzde 21’den yüzde 24’e çekildi. İşe yüzde 14’ten başlandığını hatırlarsak, TCMB’nin öngörülerinin birbirinin peşi sıra arkaya tutmadığını söyleyebiliriz. Tahmin bandının ise yüzde 19-yüzde 29 aralığında belirlendiğini düşünürsek, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz’ın ifade ettiği gibi, yüzde 30’un az altına şimdiden rıza gösterildiğini söyleyebiliriz.
Bu raporda da enflasyonu düşürmek için iki çıpaya bel bağlandığı görülüyor. Birincisi, yüksek faizler önerip sıcak para girişini ve yerlilerin dövizlerini çözmesini teşvik ederek, TL’nin değer kaybını enflasyonun altında tutmak. İkincisi de reel ücretlerin düşüşü yoluyla talebi zayıflatmak. Bu zihniyetin geniş halk kesimlerinde yoksullaşmaya ve ekonomik durgunluğa yol açması kaçınılmaz. 2024’te başlayan her iki eğilimin de 2025’te derinleşmesi beklenmeli. Gelgelelim “satıcılar enflasyonu” denilen firmaların aşırı fiyatlamalarına bu raporda da odaklanılmıyor, bu olgunun olumsuz etkisi, “bozulan fiyatlama davranışları” gibi teknik bir jargonla teğet geçiliyor.
TCMB sürekli, enflasyonun ana eğiliminin yavaşladığından söz ediyor. Daha önce 2024’ün son çeyreğinde mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış ortalama enflasyonun yüzde 1,5 olmasını öngörürken, bu raporda yüzde 2,5 olarak gerçekleşmesini bir başarı gibi sunuyor. Ana eğilimin neden yavaşladığını ise bir türlü kanıtlayamıyor.
Ocak ayında enflasyonun yüzde 5,03 çıkmasını, “zamana bağlı fiyat belirleme eğilimi ve geçmiş enflasyona endeksleme eğilimi yüksek hizmet kalemlerinin” etkisine bağlıyor. Doğrudan etkisi sınırlı olmasına rağmen vergi ve harçların yeniden değerleme oranına yakın bir şekilde yükseltilmesinin olumsuz yansımasını, köprü ve otoyol geçiş ücretlerinin beklenti ve maliyet kanalı üzerinden enflasyonu yukarı çekmesini, muayene katılım paylarının sağlıkta enflasyonu sıçratmasını, çiğ süt referans fiyatının yukarı çekilmesinin süt ürünlerinde fiyat artışlarına güç vermesini, özetle çeşitli bahaneleri arka arkaya sıralıyor. Zaten önceki raporda da özel üniversite ve okul zamlarının eğitime, servis ücretlerinin artışının ulaştırmaya, yurt paralarındaki sıçramanın konaklamaya yaptığı etkiye sığınıyordu. Gıda fiyatlarını hava koşullarına bağlıyordu. Halbuki mal ve hizmet enflasyonu arasındaki makas yüzde 30 civarında seyrederken (Ocak 2025 itibarıyla yüzde 33,7 mal ve yüzde 63 hizmet enflasyonu) hizmetlere sıkı bir fiyat kontrol ve düzenlemesi getirmeden enflasyonun düşürülemeyeceği artık apaçık görülüyor.
TAHMİN NEDEN YÜKSELTİLDİ?
Orta vadeli öngörüler bölümünde, enflasyon tahmininin 3 puan yukarı çekilmesinin 0,8 puanı tüketim sepetinde değişiklik yapılarak, hizmetlerin ağırlığının artırılmasına bağlanıyor. 0,5 puanı gıda enflasyonu tahmininin yüzde 22,5’ten yüzde 24,5’e yükseltilmesiyle, 1,7 puanı ise yönetilen yönlendirilen fiyatlara ilişkin düzenlemelerle açıklanıyor, Bu noktada, gıda enflasyonundaki artışın, tüketim sepetinde gıdanın ağırlığı yüksek yer tutan dar gelirli kesimleri daha olumsuz etkileyeceğini, yönetilen yönlendirilen fiyatların da tamamen ekonomi yönetiminin (siyasi otoritenin) iradesiyle belirlendiğini vurgulayalım.
1,5 TRİLYON DOLAR SERVET BİRİKTİ
Enflasyon Raporu’ndaki Hanehalkı Varlıklarında Değerleme Etkisi başlıklı kutuda 2024 3’üncü çeyrek itibarıyla 1,5 trilyon dolar civarında bir servet hesaplanıyor. Kiradaki konutların değerinin 701 milyar dolar, yastık altı altınların 311 milyar dolar, finansal varlıkların ise 505 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Yakın zamana kadar konut fiyatlarının enflasyondan daha fazla artması, gerilemiş haliyle dahi Ocak 2025 itibarıyla kira artışının yüzde 100.6 olması aslında bu konuda çok şey söylüyor. Talebin yüksek seyretmesinde, özellikle tüketim ürünleri ithalatının hız kesmemesinde, “rantiye kesimin” zenginleşmesinin belirgin rolü bulunduğu anlaşılıyor. Cumhurbaşkanının telkinleri doğrultusunda, aslında hiçbir üretici fonksiyonu bulunmayan altın istiflemenin dünya fiyatlarının da seyriyle 311 milyar dolarlık bir boyuta eriştiği görülüyor.
Bu 1,5 trilyon dolarlık servetin 10 yıla yayılacak şekilde yüzde 3 oranında vergilendirilmesi bile 45 milyar dolarlık bir gelir sağlayacaktır. Orta Vadeli Program’daki ortalama 42 TL’lik dolar kuru tahmini üzerinden bu 1,890 milyar TL’lik bir gelir demektir. 2025 yılı bütçe açığı tahmini 1,911 milyar TL’yi neredeyse sıfırlayacaktır. Bu gelirin emeklilerin yaşam koşullarının düzeltilmesi, eğitim, sağlık gibi toplumsal hizmetlere yatırım için seferber edilmesi de olasıdır. Bu şekilde giderek artan gelir ve servet uçurumları bir parça törpülenebilecektir.
ENFLASYONUN YÜKÜ YİNE EMEKÇİYE
Ekonomi yönetimi tarafından başta asgari ücret, emek ve emekli gelirleri için beklenen enflasyonun temel alınacağı ifade edilirken, TCMB’nin enflasyon tahminleri bir türlü dikiş tutmuyor. Enflasyonun öngörülenden yüksek çıkmasının farkı emeklilere bir sonraki dönemde yansıtılsa dahi, yüksek enflasyon ortamında bu gecikme bile ciddi bir hak kaybı yaratıyor.
En son verilerle reel sektörün 2025 enflasyon beklentisi yüzde 43,8, hanehalkının ise yüzde 58,8’dir. Firmalar bu beklentilerle ürünlerine zam yapmakta, en son yüzde 51,6 seyreden faizlerle borçlanmaktadırlar. Bireyler ise bu enflasyon tahmini üzerinden harcamalarını öne çekmeye karar vermekte, yüzde 63,8 faiz üzerinden ihtiyaç kredilerine ve kredi kartlarına dayanmaktadırlar. Böylece beklentiler kanalı üzerinden de enflasyon beslenmektedir. Daha önceki yazılarımızda da vurguladığımız gibi, bir an için enflasyon hedeflerinin tuttuğunu varsaysak bile, en son güncellenen yüzde 24 oranı üzerinden reel sektörün 27,6 puan, bireylerin ise 39,8 puan reel faiz ödemesi, çok daha ağır borç sorunlarına yol açacaktır.
/././
Mücadele önce dilde kazanılır -Selçuk Candansayar-
Otoriter sağ siyasetin en belirgin yapısal özelliği toplumu önce iki sonra üç temel gruba bölmesi. Toplum ilkin ikiye bölünüyor; “lider ve ekibi” ve toplumun geri kalanı. Lider ve ekibinin başlangıçtaki siyasal tabanı “gerçek” insanlara, gruplara, kimliklere dayanmıyor. Lider, kendisini imgesel-hayali bir grubun içinden çıkan bir “kurtarıcı” olarak “pazarlıyor”. Topluma, ben aslında “sizden” biriyim, “sizin” içinizden geliyorum, beni “siz” seçiyorsunuz” mesajını verirken aynı zamanda o hayali “siz”in özelliklerini de tanımlıyor. “Hayali siz”in en önemli özelliği “esnek, her yana çekilebilir, her arzuya seslenebilir” olması. Bu esneklik ve sınırların belirsizliği toplumu oluşturan her bir “gerçek bireyin” liderin “hayali grubunda” kendisine dair bir “arzu” bulabilmesini sağlıyor.
Bu yolla örneğin, “devlet hastanesinde muayene olamayıp, özel doktora eşek yüküyle para ödemek zorunda kalan” kişi de, “gayri müslim olduğu için ayrımcılığa uğrayan, haklarını alamayan” kişi de liderde kendisinden bir parça bulabiliyor. Özcesi, her kim neyi arzuluyorsa, içinde yaşadığı koşulların nasıl değişeceğine dair ne fikri varsa liderin dilinden de ona dair sözler dökülüyor. Liderin istisnasız herkese seslenebildiği ve herkesin kendisiyle ilgili bölümü duyduğu bir dil ortaya çıkıyor.
Bir konuşma duyduğunuzu ve sizin sadece Türkçe bildiğinizi varsayalım. Duyduğunuz konuşmada İngilizce, Fransızca, Almanca, Çince, Arapça vb. çok çeşitli dillerden kelime ve cümleler, anlamsal bir bağlantı olmadan sıralanıyor olsun. Bir yığın anlaşılmaz söz sürerken arada tam olarak anladığınız Türkçe kelime ve cümleler duyarsınız ve ardından yine anlamadığınız kelime ve cümleler devam eder. Duyup anlayabildiğiniz sözler tam da arzunuza sesleniyor olsun. Diğer tarafta ise bir başka kişi sadece Türkçe konuşsun, duyduğunuz her sözü anlayabiliyor olun. Duyup anladığınız sözlerin içinde arzunuza seslenen bir kaç cümle olsun ama büyük çoğunluğu da size çok ters gelen, karşı olduğunuz, kızdığınız, korktuğunuz ifadeler olsun.
Üstelik söylediklerinin çoğunu anlamadığınız kişi, gayet açık ve anlayacağınız şekilde söylediklerinin tümünü anladığınız kişinin size “düşman” olduğunu, içinde yaşadığınız olumsuz koşulların sorumlusu olduğunu durmadan size söylesin. Her geçen gün, daha çok iletişim ortamında, daha yaygın olarak ilk kişiyi duymaya başlayın.
Bir yanda söylediklerinin çoğunu anlamadığınız ama en az bir arzunuzu net olarak ifade eden biri var; diğer yanda ise tümünü anladığınız ve bir arzunuza seslense de katılmadığınızdan, karşı çıktığınızdan, korktuğunuzdan, kızdığınızdan emin olduğunuz çok sayıda şeyi de söyleyen biri var. Bir düşünün kendinizi hangisine daha
yakın hissedersiniz?
İşte bu dil savaşı başladığında lider ve ekibi ile toplum olarak ikiye bölünen yapı, üçe bölünmeye başlar. Lider ve ekibi, liderin inşa ettiği hayali grubun üyesi olarak kendisini tanımlamaya başlayanlar ve “ötekiler”. Liderin işi bu aşamada artık çok kolaylaşır. Uygulaması gereken strateji, kendisine yanaşan ve inşa ettiği kimliği kendi kimliği gibi görenlere “ötekilerin” tehlikeli düşmanlar olduklarını kabul ettirmektir.
Lider, düşmanlık söylemini biz onlara düşmanız diye değil, onlar bize düşman olarak inşa eder. Kemalistler gelirse yine camilerimizi ahır yaparlar, baş örtülerimizi çekip alırlar, kutsal ailemizi yıkmak istiyorlar, çocuklarımızı eşcinsel yapacaklar, kadınlarımızı birbirlerine peşkeş çekecekler…
Liderin eli rahattır, hiçbir ahlaki kurala uymadan, her tür yalanı söylemekte hiç sakınca görmeyerek bu stratejiyi uygular, durmadan uygular, yalanı ortaya çıkmasına rağmen aynı yalanı durmadan yineler. Liderin kimliğiyle bütünleşenler, lider yalan söylediğinde kendileri de yalan söylediklerini hissederler. Yalana ortak olmaktan, yalanı sürdürmekten başka bir yol bulamazlar. Çünkü yalanın yalan olduğunu kabul ederlerse lider ve inşa ettiği grubun dışına atılacaklardır. Atılırlarsa da gidebilecekleri tek yer o zamana kadar düşman olarak gördükleri gruptur. Dahası düşman gördüklerinin de kendisini düşman olarak tanımladıklarından emindir. Bir tür teslim olma, yenilme, esir düşüp, kötü muameleye tutulma riskine girmiş olacaktır.
Açlıktan ölsem de Erdoğan’a oy vereceğim diye haykıran kişilere bu gözle bakın.
Siyasal alanın bütün özneleri ‘Erdoğan’ın dili’nin egemenliği altında siyaset yapıyorlar. Söyleyebildikleri ise sadece savunmacı bir tonla, “biz size düşman değiliz” sözleri. “Normalleştirme” olarak adlandırılan “yeni söylem” aslında “bizim partimizde de baş örtülü üye var” söyleminden farklı değil. Bu dil tahakkümü Erdoğan’da simgeleşen muktedirliğin her defasında muhaliflerince yeniden üretilmesini sağlıyor.
Bir mücadele hattı inşa edilirken önce dilin tahakkümünden sıyrılmak gerekiyor; devrimi önce kendi dilimizde yapmalıyız ki zihinlerimiz de devrimci bir zihne dönüşebilsin.
Not: Baskı dalgası Gazetemize de ulaştı. Olsun, bizim dilimiz savunmacı olmadı hiçbir zaman. Devam ediyoruz yolumuza.
/././
Olguları doğru adlandırmak -Attila Aşut-
Son zamanlarda kimi kavramları ve sözcükleri eğip bükme, yumuşatma, anlam yitimine uğratma eğilimi yaygınlık kazanmaya başladı. Basın yayın organları da ayırdında olmadan bu modaya uymuş görünüyor.
Sözcükleri yumuşatma yaklaşımını en çok da kadınlara yönelik cinsel taciz ve saldırı olaylarında görüyoruz. Konuyla ilgili haberlerde “taciz” ve “tecavüz” suçlarını adeta hafifletip bulanıklaştırmak istercesine sıklıkla “istismar” sözcüğünü kullanır olduk. Arapça kökenli “istismar” sözcüğü, “birinin iyi niyetini kötüye kullanma” anlamındadır. Oysa “taciz” ve “tecavüz”, bu tanımın çok ötesinde ağır bir nitelik taşır. “İstismar”, en çok ahlaki açıdan kınanır. Ama “taciz” ve “tecavüz” hukuk karşısında ceza yaptırımı gerektiren suçlardır.
Olguları adlı adınca dillendirmek gerekir. Haber sunumlarında kavramları sulandırırken dolambaçlı anlatımlar da kullanmaya başladık. Epeydir “istismara maruz kalmak” ya da “saldırıya maruz bırakılmak” diye garip söylemler icat edildi. “Saldırıya uğradı” demek varken lafı dolandırıp anlamı böyle bulandırmak niye?
TRT’den emekli okurumuz Birgül Ergev, gazetemizde de bu tür başlıkları görünce Türkçe adına üzülmüş; gönderdiği iletide şöyle diyor:
“Sayın Aşut, gazetenize internetten bakarken bazı başlıklar dikkatimi çekti. Çünkü gene Türkçeye kıyılmıştı. Sayfaların fotoğrafını çektim, size gönderiyorum. ‘Maruz bırakma, bırakılma’ kullanımına sarılmış bazı haberciler! ‘Cinsel saldırıya maruz bırakma suçundan...’ yerine ‘cinsel saldırı suçundan...’ deseler günaha mı girerler? O haberleri yazanlar sizin yazılarınızı okumuyor mı?
Siz bir yazınızda eski TRT’den söz etmişsiniz ya, ben de eski bir TRT çalışanı olarak o günlere gittim. Muhittin abinizle sohbetlerimizi anımsadım. Zor ama gene de güzel günlerdi.
İyi günler diliyorum...”
∗∗∗
TÜMCEDE ANLAM KAYMASI
Esat Koçal adlı okurumuz, Türkçenin tümce yapısını oluşturan öğelerin yerli yerinde kullanılmasının, anlamın doğru algılanması bakımından ne denli önemli olduğunu gazetemizden bir örnekle göstermek istemiş:
“Sevgili Attila Bey, diğer hatalara göre önemli değil belki ama Türkçemizin başka dillerde olmayan esnek (özne, zamir ve fiilin yer değiştirmesine göre anlam farklılığı yaratması) yapısına dikkat edilmediğinde, anlatılmak istenen şeyden çok farklı bir şey ortaya çıkıyor. BirGün gazetesindeki 23 Nisan 2024 tarihli şu habere bakalım:
“Ölen borçlusunun mezarını açıp cesedi yakmaya çalışan kişi serbest bırakıldı”
Haberin bir yerinde, ‘Edinilen bilgiye göre, 8 gün önce Aksaray’da çobanlar tarafından tüfekle vurulmuş halde ölü olarak bulunan Abdullah Köse’nin…’ diye bir ifade geçiyor. Sanki cesedin çobanlarca vurulduğu gibi bir anlam çıkıyor bu ifadeden. Oysa ‘Edinilen bilgiye göre, 8 gün önce Aksaray’da tüfekle vurulmuş halde, çobanlar tarafından bulunan...’ denmesi çok daha doğru olurdu.
Sevgi ve saygılarımla.”
Gerçekten de tümleçleri tümce içinde böyle gelişigüzel sıraladığımızda, çoğu zaman ayırdına varmadan bu tür anlam kaymalarına yol açabiliyoruz.
HAFTANIN NOTU
Halit Çelenk hukuk ödülleri
Ülkemizdeki tüm devrimcilerin ağabeyi ve savunmanı Halit Çelenk’i 14 yıl önce yıldızlara uğurlamıştık. Çelenk Ailesi, yaşamda ve hukukta devrimci duruşun simgesi olan Halit Çelenk’in anısını yaşatmak, bu yoldaki genç hukukçuları özendirmek ve bilimsel araştırmalara katkıda bulunmak amacıyla 2015 yılından beri birkaç dalda “Halit Çelenk Hukuk Ödülleri” veriyor. Bu yarışma kapsamında toplumsal ilişkilerle hukuk arasında bağlantı kuran yayın, tez ve her türlü çalışma, yetkin bir kurul tarafından değerlendiriliyor.
Yarışmaya 1 Ocak 2022 - 31 Ocak 2025 tarihleri arasında basılmış ya da henüz basılmamış tek yapıtla başvurulabilir. Son başvuru tarihi 1 Mart 2025’tir.
Katılımcılar hukukçu olabileceği gibi başka disiplinlerden de olabilir. Yapıtların hukuk alanıyla bağlantılı olarak bilimsel özgünlük taşıması, akademik yazım ve etik kurallarına uygun olması gerekmektedir. Çalışmanın ödül alması durumunda Halit Çelenk internet sitesinde (www.halitcelenk.org) yayımlanmak üzere yazının beş sayfayı geçmeyecek bir özeti de başvuru sırasında gönderilmelidir. Seçici Kurul şu kişilerden oluşuyor: Prof. Dr. Korkut Boratav, Av. Gürkan Altun, Dr. Öğretim Üyesi İlker Kılıç, Serpil Çelenk Güvenç, Ali Rıza Aydın, Av. Barış Aybay, Av. Özlem Şen, Av. Ümit Altaş.
Ödül töreni, Halit Çelenk’in ölüm yıldönümü olan 5 Mayıs 2025 tarihinde Ankara’da yapılacaktır. Yarışmayla ilgili daha ayrıntılı bilgi, halitcelenkhukukodulu@gmail.com adresinden edinilebilir.
/././
Abdullah Zeydan'a 3 yıl 9 ay hapis cezası
Van Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı Abdullah Zeydan hakkında 3 yıl 9 ay hapis cezası verildi.(https://www.birgun.net/haber/abdullah-zeydan-a-3-yil-9-ay-hapis-cezasi-598619)
***
149 yılla yargılanan fail beraat ettirildi!-İsmail Arı-

Mustafa Kartale
Eskişehir'de 11 kız çocuğunu istismar ettiği iddiasıyla 149 yılla yargılanan ve iyi hal indirimiyle 24 yıl hapis cezası alan okul müdürü Mustafa Kartaler karara itiraz etti. Yeniden yargılanan fail skandal kararla beraat ettirildi.(https://www.birgun.net/haber/149-yilla-yargilanan-fail-beraat-ettirildi-598556)
***
Sermaye ile yüründü bu yollar -Mustafa Bildircin-
2025 yılında yapımına devam edilen 485 kilometre uzunluğundaki otoyol projelerinin yalnızca 19 kilometresi kamu bütçesiyle yapıldı. Müteahhitleri ihya eden YİD modelli otoyolların uzunluğu ise 466 kilometre oldu.
AKP, “İktidara yakın sermaye gruplarını fonlama aracı olarak kullanıldığı” gerekçesiyle eleştirilen Yap-İşlet-Devret (YİD) modelinden tüm itirazlara karşın geri adım atmadı. Karayolları Genel Müdürlüğü ve Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü başta olmak üzere, kamunun kendi imkanlarıyla yapabileceği çok sayıda proje, sermaye gruplarına teslim edildi. İktidara yakın şirketler ulaşımdan turizme, sanayiden sağlık tesislerine kadar çok sayıda projede söz sahibi oldu.
YİD modeli ile inşa ettirilen projelere verilen ölçüsüz garantiler, müteahhitlerin servetine servet kattı. Sermaye gruplarını zenginleştiren yolcu, araç ve kişi garantileri bütçeyi altüst etti.
BÜYÜK DİLİM MÜTEAHHİDE
Karayolları Genel Müdürlüğü’nün 2025 yılı performans hedeflerini içeren raporu iktidarın YİD modelindeki ısrarını bir kez daha gözler önüne serdi. Yapımını özel şirketlerin üstlendiği otoyolların uzunluğu, kamu imkanlarıyla inşa ettirilen yolların uzunluğunu 24’e katladı.
2025 yılında yapımı devam eden otoyolların toplam uzunluğunun 485 kilometre olduğu belirtildi. 485 kilometrelik otoyol projelerinin 466 kilometrelik kısmını, YİD modelli otoyollar oluşturdu. Karayolları Genel Müdürlüğü’nün imkânları ile yapılan yolların uzunluğu ise yalnızca 19 kilometre olarak kayıtlara geçti.
YİD modeli ve kamu bütçesiyle 2025 yılında yapımına devam edilen otoyolları ve toplam uzunlukları, Karayolları Genel Müdürlüğü’nün raporlarına şöyle yansıdı:
YİD MODELİ
• Kuzey Marmara Otoyolu (Nakkaş-Başakşehir): 45 kilometre
• Mersin-Taşucu Otoyolu Çeşmeli-Kızkalesi Kesimi: 52 kilometre
• Kınalı-Savaştepe Otoyolu (Kınalı-Malkara): 127 kilometre
• Ankara-Kırıkkale-Delice Otoyolu: 120 kilometre
• Antalya-Alanya Otoyolu: 122 kilometre
KAMU BÜTÇELİ
• İskenderun-Antakya Otoyolu: 19 kilometre
Kamu bütçesine getirdiği yük nedeniyle eleştirilen projelerin yalnızca danışmanlığı için 2 milyar TL’yi gözden çıkartan Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, garanti ödemeleri için para adeta para saçıyor. Bakanlığın, gerçekleşmeyen garantiler nedeniyle YİD Projesi müteahhitlere ödenen tutarları da içeren, “Hane Halkı ve İşletmelere Yapılan Transferler” kaleminden yapılan harcamada yıllara göre sıralanışı yukarıdaki gibidir.***
Acele yıkıma halk barikatı -Sibel Bahçetepe-
Evlerin bazıları dün sabah yıkılmaya başlandı. Yıkımın bu hafta süreceğini belirten mahalleli, duruma tepkili. (Fotoğraflar: BirGün)
Yurttaşların büyük bölümünün karşı çıktığı Ümraniye’nin Topağacı Mahallesi’ndeki dönüşüm projesi kapsamında dün sabah yıkım başladı. Mahalleye iş makinelerinin girdiğini gören halk ‘‘Hukuki süreç sonlanmadan bu neyin acelesi?’’ dedi.(https://www.birgun.net/haber/acele-yikima-halk-barikati-598554)
***
Hukuka rağmen zehir saçıyorlar -Sibel Bahçetepe-

Mahkeme kararına karşın taş ocaklarının faaliyetine ara vermeden devam ettiği ortaya çıktı. (Fotoğraf: BirGün)
İstanbul’un Sultangazi ilçesindeki Cebeci köyünde yıllardır üretim yapan taş ocaklarının faaliyetleri hakkında, Kırkçeşme Su İshale Hattı üzerinde kaldığı ve koruma alanını ihlal ettiği gerekçesiyle verilen durdurma kararına karşın çalışmaların devam etmesi tepki çekti. Halk ve yaşam savunucuları, ‘‘Taş ocaklarının faaliyeti bir gün bile durmadı, tozdan nefes alamıyoruz. Zehir soluyoruz. Temiz hava, temiz su hakkımız. Taşocakları mahkeme kararlarını yok sayarak suç işliyor. Faaliyetler bir an önce durdurulmalı’’ dedi.(https://www.birgun.net/haber/hukuka-ragmen-zehir-saciyorlar-598548)
***
(Birgün)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder