BİRGÜN "KÖŞEBAŞI + GÜNDEM" -3 Şubat 2025-

Son 10 yılda antidepresan kullanımı yüzde 67 arttı

CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhanettin Bulut, son 10 yılda antidepresan kullanımının yüzde 67 oranında arttığını belirterek, 2014 yılında 39 milyon 134 bin 225 kutu olan antidepresan kullanımının 2024 yılında 65 milyon 591 bin 252 kutuya yükseldiğini aktardı.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhanettin Bulut, son 10 yılda artan  antidepresan  kullanımına ilişkin yazılı açıklama yaptı.

Antidepresan kullanımının her yıl bir önceki yıla göre kaygı verici bir şekilde arttığını kaydeden Bulut, 2014 yılında 39 milyon 134 bin 225 kutu olan antidepresan kullanımının geçtiğimiz yıl 65 milyon 591 bin 252 kutuya yükseldiğini bildirdi. 2024 yılında bir önceki yıla göre 139 bin 421 kutu artışla 65 milyon 591 bin 252 kutu antidepresan kullanıldığını kaydeden Bulut, değer bazında ise yüzde 55 büyüme ile 5 milyar 35 milyon TL’ye ulaştığına dikkati çekti.

''EKONOMİK KRİZ VATANDAŞIN RUH SAĞLIĞINI BOZDU''

Bulut, “Ekonomik kriz, hayat pahalılığı ve devasa işsizliğin yanı sıra emekçiye ve emekliye reva görülen sefalet ücretleri, gelecekle ilgili belirsizlikler vatandaşın ruh sağlığını bozdu. Türkiye, mutsuz insanlar ülkesine döndü. Çarşı, pazar ateş pahası; diğer yandan kira, faturalar ve mutfak masrafları el yakıyor. Emekli, 14 bin 491 lira sefalet ücretiyle, emekçi 22 bin 104 lira sefalet ücretiyle ‘nasıl geçineceğim’ diye kara kara düşünüyor. İktidar, gençlerin hayallerini çaldı. Gençler hayal kuracağı yerde ‘nasıl iş bulabilirim’ diye düşünüyor” dedi.

''İŞSİZ KALAN VATANDAŞ YOKSUN BİR ŞEKİLDE KADERİNE TERK EDİLDİ''

Ülkedeki ekonomik göstergelere bakıldığında antidepresan kullanımındaki artışın sürpriz olmadığını belirten Bulut, şöyle devam etti:

''Vatandaşların, bankalar ve finans kuruluşlarına olan bireysel kredi ve kredi kartı borçları 4 trilyon 15 milyar liraya yükseldi. Varlık yönetim şirketleri ile TOKİ’ye olan taksitli konut kredisi borçlarıyla birlikte toplam borç 4 trilyon 147 milyar liraya çıktı. İcra dairelerinde derdest bulunan toplam dosya sayısı 22 milyon 295 bine yükseldi. Derdest dosya sayısı son bir yılda net olarak 880 bin adet arttı. Resmi rakamlara göre işsiz sayısı 3 milyon 72 bin olsa da gerçek işsiz sayısı 11 milyon 477 bin kişiye yükseldi. Sadece 2024 yılında en az 1 milyon 661 bin 329 kişi işini kaybetti. Her gün 4.551 kişi işsiz kaldı. Sadece 798 bin 981 kişiye aslanın ağzında olan işsizlik ödeneği bağlandı. İşsiz kalan vatandaş, ekonomik krizde herhangi bir gelirden yoksun bir şekilde kaderine terk edildi.''

                                                              ***

İktidarın yeni stratejisi ve saldırgan-saldırılan ilişkisi -Selçuk Candansayar-

Kayyım, gözaltı, tutuklama dalgası ekim ayından bu yana giderek yaygınlaşıyor. Her ne kadar ilk kayyım haziran ayında Hakkari’ye atanmış olsa da sistematik saldırı Bahçeli’nin Öcalan “açılımı” ve Suriye’de iktidar değişikliği ile başladı. Aynı anda S. Demirtaş ve Ü. Özdağ cezaevindeler ve CHP’li belediye başkanları  “birer birer” içeri alınıyorlar. Muhalif medyaya yönelik tutuklamalar da “sindirme, susturma” hamleleri olarak değerlendiriliyor. İktidarın “normalleşme” söyleminden yararlanarak yerel seçim yenilgisinin üzerini örttüğü ve topyekûn saldırıya geçtiği söyleniyor.

Bu “yeni stratejinin” nedeni konusunda ise görüş ayrılıkları var. İktidar kendisini çok güçlü ve özgüvenli hissettiği için mi, yoksa yıkılmak üzere olduğu için mi bu kadar saldırgan? Kendisini çok zayıf hissettiği için toplumsal muhalefetin kitleselleşerek sokağa dökülmesini engellemeye mi çalışıyor? Tersine, çok güçlü hissettiği için muhalefeti sokağa doğru kışkırtarak, çıkmaya kalkanları “avlamayı mı” planlıyor?

Bu soruya verilecek yanıt, muhalefetin stratejisini belirlemek için önemli gibi görünüyor. Saldıran ile saldırılan arasındaki ilişkileri anlamaya çalışmak soruyu yanıtlamaya katkı sağlayabilir. Muhalefet iktidarın “yeni” stratejisini, “12 Eylül döneminde bile bu kadar hukuksuzluk olmazdı” diye eleştiriyor. Bu eleştiri muhalefetin, iktidarı ve uygulamalarını “12 Eylül Cuntası” ile eş tuttuklarını gösteriyor. İktidarın saldırısı ile 12 Eylül’ün saldırısı arasındaki farkları çözümlemek saldıran ile saldırılanın ruh halini anlamayı sağlayabilir.

Önce 12 Eylül 1980 Türkiye’sindeki saldırıyı hatırlayalım;

12 Eylül Cunta yönetiminde 50 insan idam edildi. 200 bini aşkın davada 250 binden fazla insan yargılandı. İşkence ile ya da doğrudan 300’den fazla insan öldürüldü. 4 bine yakın öğretmen, 100’den fazla öğretim üyesinin işine son verildi. Yüzlerce gazeteci tutuklandı, yargılandı, mahkum oldu. Yaklaşık 2 milyon insan fişlendi ve bu insanların kamu ya da özelde iş bulmaları engellenmeye çalışıldı. Binlerce insanın pasaportuna el konuldu, onbinlercesi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 binden fazla insan işten atıldı. Her 4 evden birinden en az bir kişi fişleme, tutuklama, işkence uygulamasına maruz bırakıldı.

Cunta topluma, “benim gözümde hepiniz suçlusunuz ve masumiyetinizi kanıtlamak sizin sorumluluğunuz” demişti. İnsanlar tutuklanmaktan, işkenceden kurtulmak, işini gücünü kaybetmemek için masum olduklarını kanıtlama çabasına girdiler. Masumiyeti kanıtlamanın tek yolu cuntanın sorumluluk ve yükümlülüklerini belirlediği “makbul vatandaş” kalıbına girmekti. Bu kalıbın dışına çıkan en küçük bir davranış, söz, hatta kılık kıyafet anında ve acımasızca cezalandırılıyordu.

Demem o ki, Cunta toplumun tümüne (sağcı, solcu, dinci, apolitik, Atatürkçü demeden) suçlu etiketi yapıştırmıştı. Ülkenin tümü korkuya kapılmıştı ve hiç kimse güvende değildi. O yüzden de 1982 Anayasa’sı %92 oranıyla kabul edildi.

Şimdiki saldırı ise yekpare ve iktidarın sahibi olduğu varsayılan bir toplumun içindeki “zararlı unsurları” ayıklayıp, temizleme stratejisi olarak “uygulanıyor”. MHP iyi milliyetçi, Özdağ zararlı milliyetçi; Hüda-Par iyi Kürt, Demirtaş zararlı Kürt; Kuzey Irak Kürtleri iyi Kürt, PKK-PYD-SDG zararlı Kürt; AKP, Yeniden Refah, Menzil vb. iyi dindar, FETÖ, Furkan Vakfı vb. zararlı dindar gibi. Hatta, ilk nedeni farklı olsa da Ayşe Barım’ın tutuklanması da bu stratejiye sonradan eklemlenmiş olabilir. Devletine, vatanına, milletine bağlı iyi sanatçılar ile “etki ajanlığı” yapan zararlı sanatçılar. Aynı şekilde “başı açık olduğu için” hiç bir kadın baskıya(!) uğramazken, başı kapalı olmak hiç bir kadına da dokunulmazlık sağlamıyor!

Zamanımızın politik mücadelesi, “aklı askıya alarak duygu güdümlü toplumsal algı inşa etme” üzerine kurulu. O yüzden Biden’ın politikalarından en çok yarar gören kesimler Trump’a daha çok oy veriyor, depremin enkazından RTE oy kaybetmeden sıyrılıyor. Toplumun büyük çoğunluğunun zararına, yoksullaşıp, yoksunlaşmasına neden olan politikaları yürüten otoriter-sağ lider partilerinin seçimleri kazanmalarının ardında da bu ilişki yatıyor. Otoriter-sağ yönetimler teorideki zayıflıklarını, azlıklarını pratikteki kuralsız zorbalıklarıyla örtüyorlar. Bu yolla çok olan kendisini hem az hem de zayıf bulurken, az olan kendisini çok ve güçlü gibi görüyor.

Maruz kaldığımız saldırı 12 Eylül’den çok farklı bir “saldırgan- saldırılan” ilişkisi gösteriyor.

Kitleselleşecek bir toplumsal muhalefet için güncel ilişkinin özelliklerini, taraflarını iyi belirlemek ve duygu temelli muhalefetin nasıl yaygınlaştırılacağına kafa yormak gerekiyor.

                                                          /././

Akıl dışı gerekçeler: Hurafelere inanıp bebeklerin sağlığıyla oynuyorlar!-Merve Atıcı-

Yurtdışı mavi iksir arıyor, kanlar satılıyor, bebekler kısır oluyor... Yenidoğan bebekler için hayati öneme sahip olan topuk kanı uygulaması ve K vitaminini reddeden aileler akıl dışı gerekçelerle çocuklarının sağlığıyla oynuyor. Tarama testi ve aşı reddinin arttığına dikkat çeken hekimler, sağlık okuryazarlığı olmayan insanların ekranlarda yaptıkları açıklamaların komplo teorileri ve hurafeleri artırdığına dikkat çekerken resmi otoritelerin bu açıklamalara sessiz kalmasına tepki gösteriyor.

Akıl dışı gerekçeler: Hurafelere inanıp bebeklerin sağlığıyla oynuyorlar!

                                                                      Fotoğraf:DepoPhotos

Erken dönemde tedaviye yönlendirilen bebeklerin geri dönüşü olmayan sağlık sorunlarının önüne geçilmesi için uygulanan topuk kanı taramasına retler, önceki yıllara göre yaklaşık 5 kat arttı. Aynı şekilde doğumdan hemen sonra yapılması gereken ve bebekler için hayati öneme sahip K vitamini aşısı da bazı aileler tarafından reddediliyor.

Uzmanlar, erken teşhis sayesinde sayısız bebeğin hayatının kurtarıldığına vurgu yaparken ailelerin ret gerekçesi ise toplumdaki bilgi kirliliği ve ‘hurafe’ inancının korkutucu boyutunu gözler önüne seriyor.

GEREKÇELER AKLA MANTIĞA SIĞMIYOR

Sağlık Bakanlığı yetkililerine göre ailelerden bazıları topuk kanlarının yurt dışına kaçırıldığı, genlerimizle oynandığı, çocuklara hastalık damgası vurularak ömür boyu ilaca mahkum edildiği, yenidoğanın ruh ve beden sağlığı üzerinde büyük bir tehdit oluşturduğu, yenidoğan 28 günlük bebeklerin duyduğu acı ve ağrının gelişim geriliğine, beyin hasarına ve benzeri rahatsızlıklara, kısırlığa sebep olduğu, devlet tarafından para karşılığında yurt dışına satıldığı gibi inançlarla bebeklerinden topuk kanı alınmasını istemiyor.

Akıl dışı gerekçeler bununla da bitmiyor. Kimi ailelere göre yurtdışının mavi kan aradığı ve bu kanla iksir yaptığı, yurtdışının alınan topuk izleriyle tüm bebekleri kayıt altına aldığı ve kayıtları kendi amaçları doğrultusunda kullandığıyla ilgili fikirler ret oranını artırıyor.

İstanbul Tabip Odası (İTO) Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Osman Küçükosmanoğlu ve Prof. Dr. Esin Davutoğlu Şenol ile tarama testleri ve aşı reddinin nedenlerini, doğurduğu tehlikeleri ve reddin engellenmesi için neler yapılması gerektiğini konuştuk.

TOPUK KANI TESTİ NEDİR, NASIL YAPILIYOR?

Yenidoğan Tarama Programı kapsamında bebeğin topuğundan alınacak birkaç damla kan, iğneyle minik bir delik açılması işlemiyle gerçekleştiriliyor. Şırınganın içerisinde kalan kan örneği, özel filtre kağıtlarına damlatılıyor.

Hastaneden taburcu edilmeden hemen önce yapılan bu testten tam doğru sonucun alınması için bebeğin yeterli miktarda beslenmiş olması gerekiyor. Bu kan örneğinde FKÜ, BE ve SMA hastalıkları inceleniyor.

İlk hafta içinde aile hekimliği birimlerinde ikinci kan örneği alınıyor ve bu örnekte de KHT, KAH, KF hastalıkları çalışılıyor ve FKU için tekrar analiz yapılıyor. Yeterli miktarda kan alınamaması, sonuçların şüpheli olması gibi durumlarda bebekten tekrar topuk kanı almak gerekebiliyor.

Test örnekleri, il sağlık müdürlüklerince Sağlık Bakanlığı'nın tarama laboratuvarlarına gönderiliyor.

Test sonuçlarının normal çıkması durumunda ailelere herhangi bir bildirimde bulunulmuyor. Tarama sonucu şüpheli çıkan bebeklerde ise ailelere ulaşılıyor ve daha detaylı tetkikler için ilgili kliniklere yönlendirmeleri yapılıyor.

TEŞHİS EDİLEN 6 HASTALIK

Topuk kanı taraması ile altı farklı hastalık teşhis ediliyor. Bu hastalıklar kısaca şöyle tanımlanıyor:

• Spinal Müsküler Atrofi  (SMA): Kas hareketini kontrol ederek sinirleri etkileyen genetik bir hastalık olan SMA’ya sahip bebeklerin kas yapıları normale göre daha zayıf oluyor. Erken tanısı koyulmayıp ilerlediğinde kas güçsüzlüğü ve beslenme gibi ciddi problemlere yol açıyor. 

• Fenilketonüri (FKU): Vücudun fenilalanin adı verilen bir proteini parçalayamadığı durumda ortaya çıkıyor. Fenilketonüri sonucudunda kanda ve diğer vücut sıvılarında fenilalanin seviyeleri artarak  çocuğun gelişmekte olan beynine zarar verebiliyor.

• Konjenital Hipotiroidizm (KHT): Bir endokrin bozukluğu olarak tanımlanan hastalık doğumla başlayan bir hormon eksikliği olarak biliniyor. Bebeklerde ve çocuklarda büyüme ve beyin gelişiminin normal ilerlemesi için gerekli olan tiroid hormonunun eksikliği (hipotiroidizm) büyümeyi ve zihinsel gelişimi olumsuz etkileyebiliyor.

• Kistik Fibrozis (KF): KF akciğerleri ve sindirim sistemini etkileyen genetik bir hastalık olarak biliniyor. Hastalık bebekte solunum yolu rahatsızlıklarının ortaya çıkmasına neden olabiliyor.

• Konjenital Adrenal Hiperplazi (KAH): KAH, kız ve erkek çocuklarda başlıca cinsel gelişim bozukluklarına yol açan ciddi bir genetik hastalık olarak biliniyor. Özellikle erkek bebeklerde ishal nedeniyle ölümlere neden olan hastalık, kız bebeklerde ise farklı cinsel gelişim bozukluklarına, nadiren de ölümlere neden oluyor.

• Biyotinidaz Eksikliği (BE): Biotinidaz eksikliği, genellikle genetik mutasyonlar sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır. Sinir sistemi sorunlarına, deri ve saç sağlığı problemlerine, bağışıklık sistemi zayıflığına ve gelişimsel gecikmelere yol açabilen biotinidaz eksikliği, tedavi edilmezse, bu sorunlar ciddi ve kalıcı hasarlara dönüşebiliyor.

"ÇOCUĞUN ÜSTÜN YARARI GÖZETİLMELİ"

Çocuklarından topuk kanı alınmasına, çocuğunun aşı olmasına izin vermeyen bazı gruplar olduğunu söyleyen Prof. Dr. Osman Küçükosmanoğlu, "Her şeye şüpheyle bakıyorlar, bu grup aralarında anlaşıyor ve çocukların tarama testlerinden geçmesine, aşı olmasına izin vermiyorlar. Çocuklarının kısır olacağı gibi inançları var" diyor.

Bebeklere, hemen doğum sonrasında uygulanan K vitamini aşısına da dikkat çeeken Küçükomanoğlu,  K vitamini eksikliğinin bebekler için hayati risk teşkil eden iç kanamalara neden olabileceğini anımsatıyor.

Yenidoğan bir bebekte kanının pıhtılaşmasına ve kanamaların durmasına yardımcı olan K vitamini deposu yeterli oranda bulunmuyor. Doğumun hemen ardından tek doz olarak uygulanan K vitamini uygulanıyor.

Prof. Dr. Küçükosmanoğlu, bu aşının önemine "1 mg şeklinde verilecek K vitamini bebeklerde oluşacak beyin kanamasını engeller. Doğum odasında yapılıyor. Çocuğun üstün yararı gözetilerek verilen bu vitamin eğer alınmazsa bebeklerde kanama bozuklukları görülebiliyor" sözleriyle dikkat çekiyor.

   Prof. Dr. Osman Küçükosmanoğlu

K VİTAMİNİ EKSİKLİĞİ ÖLDÜRÜYOR 

Kayseri'de Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi akademisyenleri K vitamini eksikliği olan 534 vakayı inceledi. Yapılan çalışmaya göre K vitamini yaptırılmayan 534 vakanın yüzde 77'sinde beyin kanaması görüldü. K vitamini eksikliğine bağlı ölümler ise 111 olarak kayda geçti.

"SAĞLIK BAKANLIĞI TOPLUMA ANLATMALI"

Geçtiğimiz günlerde Ankara'da 2 aylık bir bebek, beyin kanaması nedeniyle entübe edilmiş ailenin bebeklerine K vitaminini yaptırmadığı ortaya çıkmıştı. Yaşanan durum modern tıbba olan karşıtlık ve hurafe inancının bebeklerin karşı karşıya kaldığı ölüm riskinin boyutunu da bir kez daha gözler önüne serdi.

Benzer bir tarama reddinin Kars’ta yaşandığını anımsatan Prof. Dr. Küçükomanoğlu Kars'ta bir mahkemenin bebeklerinden topuk kanı alınmasına karşı çıkan aile lehinde hüküm verdiğini ancak Türk Tabipleri Birliği (TTB) Sağlık Bakanlığı’nın karara itiraz ettiğine dikkat çekti.

İl Sağlık Müdürlüğü'nün itirazı ile birlikte İstinaf mahkemesinin ilk derece mahkemesinin verdiği kararı kaldırdığını belirten Küçükomanoğlu, "Sağlık Bakanlığı bu konuda kararlı davranıyor. Ancak tarama testleri ve aşının gerekliliğini topluma anlatmalı" diyor. Ailelerin, çocukluk çağında sıkça görülen bazı hastalıkların artık görülmediğini söylediği bu nedenle de aşıları reddeden bir grup olduğunu anlatan Küçükosmanoğlu, "İnsanlar hastalıkların yok olduğunu sanıyor ancak daha az görülmesi aşı sayesinde" diyor.

Küçükosmanoğlu, konuyla ilgili yasal çerçevenin çizilmesi gerektiğini vurguluyor.

PROF. DR. ŞENOL: DURDURULMASI GEREKEN İNSANLAR HER GÜN KONUŞTURULUYOR

Prof. Dr. Esin Davutoğlu Şenol da konuyla ilgili yasal düzenlemenin gerekliliğine dikkat çekiyor.

"Yasal düzenleme yapılmadığı için bizim söylediklerimiz ciddiye alınmıyor, havada kalıyor" diyen Şenol, bir diğer tehlikeye vurgu yapıyor: "Ekran paylaşımı yapan safsatacı ünlülere müdahale edilmiyor, sistem de onları denetlemiyor."

Sistem denetlenmediği için sağlık okuryazarlığı olmayan kesimlerde, bu kişilerin doğru söylediği algısı oluştuğunu anlatan  Prof. Dr. Davutoğlu Şenol, "Bazı kesimlerde söylenti ve söylenceler çok öne çıkıyor. Her gün ekran paylaşımı yapan çok ünlü bir kişinin iki  yaşının altındaki çocukları zehirliyorlar söyleminin çok büyük bir etkisi var" diyor.

Bu ekran yüzlerinin "Çcuklarınızı zehirliyorlar" mesajının komplo teorilerini başlatmış olduğunu belirten Prof. Dr. Davutoğlu Şenol’a göre, bu yayınların Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) eliyle durdurulması şart.

    Prof. Dr. Esin Davutoğlu Şenol

"RESMİ OTORİTE KASTEN ÖLDÜRME SUÇUNA KARSI SESSİZ"

Bu yayınlar ve açıklamalarla sağlık hakkının gasp edildiğini anlatan Davutoğlu Şenol, Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) yakın zamanda RTÜK’e yaptığı bir başvuruyu hatırlatıyor.

Resmi otorite sessiz kaldığı için, bazı kesimlerde bu beyanlarda bulunanların  doğru söylediğine ilişkin bir algı oluştuğuna dikkat çeken Prof. Dr.  Davutoğlu Şenol, "Sağlık Bakanlığı halk sağlığını korumak için adım atmalı. Açık suç işlenmesine rağmen Bakanlık seyirci kalıyor.  Kastan öldürme suçu işliyorlar ve bu suçu işleyenler resmi otorite tarafından seyrediliyor" diyor.

Aşı ve tarama testlerine ilişkin uygulamaların aile onayına bırakılamayacağının altını çizen Prof. Dr. Davutoğlu Şenol, Bakanlıkça yürütülen ikna çalışmalarının ‘çalışma’ olarak kabul edilemeyeceğini söylüyor: "Sağlık Bakanlığı düzenleme yapar, şikayet eder. İkna çalışması çalışma değildir. Çocuklarda ölüme yol açan hastalıkları engellemek için yapılması gereken hiçbir uygulama reddedilemez. Bu zorunluluktur."

                                                            /././

İmam babadan 3 kızına cinsel istismar: 78 yıl hapis cezası aldı

Kırklareli’nde imam olarak görev yapan Şerafettin T. 5 yıl boyunca 3 kızını da istismar etti. Bir kız çocuğu istismar nedeniyle hamile kaldı. istismar faili babaya 78 yıl hapis cezası verildi.

Kırklareli’nde Diyanet'e bağlı resmi imam olarak görev yapan 3’ü kız 4 çocuk babası Şerafettin T. 5 yıl boyunca 3 kızını da istismar etti.

14 yaşındaki kız çocuğu istismar nedeniyle hamile kaldı.

İstismar faili baba Şerafettin T'nin aldığı  78 yıl hapis cezası Yargıtay tarafından onandı.

Sözcü'den Özgür Cebe'nin haberine göre, babasından hamile kalan kız çocuğu C.R.T savcıya şu ifadeyi verdi:

"Evde annem, babam, 4 kardeşim ve oğlum Süleyman ile birlikte yaşıyoruz. Babam aynı zamanda oğlum Süleyman’ın da babasıdır. Babam 14 yaşındayken bana tecavüz etti. Bana cinsel içerikli konuşmalar yapıyordu. Artık yeter diyerek KADES  uygulamasını indirip polisi aradım. Polisler eve geldiğinde annem ve babam yine yanlış anlaşılma olduğunu söyleyip polisleri geri göndermeye çalıştı. Bebekten DNA örneği alınmasını istiyorum, babamdan şikâyetçiyim."

10 yaşından beri istismara uğrayan en küçük kız kardeş B.T ise savcıya verdiği ifadede şunları söyledi:

"Ablamın dünyaya getirdiği bebeği annem ve babam bizim kardeşimiz olarak tanıttı. Ama bebeğin ablamın olduğunu biliyordum. Ablam çamaşır suyu içerek intihara kalkıştı. Doğum yaptıktan sonra deli numarası yapıyordu. Ona neden böyle yapıyorsun dediğimde babamın kendisine bir daha yanaşmaması için yaptığını söylüyordu."

Anne S.T ifadesinde, “Kızım C.R.T yanıma gelerek ‘Her şey bitti’ dedi. ‘Ne bitti’ diye sorduğumda ‘Babam bana tecavüz etti’ dedi. Kızım da KADES uygulamasından yardım isteyince eve polis geldi. Eşimden korktuğum için yanlışlıkla uygulamaya bastığımızı söyledim" dedi.

BEBEĞE DNA TESTİ YAPILDI

İmam Şerafettin T. Kırklareli’nde görev yaparken alkol kullanmaya başladığını, alkolün etkisiyle kızı C.R.T'yi istismar ettiğini savundu. “Kızlarımla küçüklüklerinden beri birlikte uyuyordum ama kötü niyetim yoktu. Kızlarımla yaşadığım olaylar nedeniyle pişmanım” dedi.

DNA testinde bebeğin yüzde 99.99 imam Şerafettin T. olduğu rapor edildi. Bunun üzerine tutuklanan imam mahkemede hakim karşısına çıktı ve suçlamaları inkar etti.

78 YIL HAPİS CEZASI ALDI, YARGITAY ONADI

Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi anne S.T hakkında beraat kararı verdi. Tutuklu baba ise 14 yaşındaki kızı C.R.T’ye cinsel istismardan 20 yıl hapisle cezalandırıldı.

Suçu öz kızına karşı işlediği için ceza yarı oranında artırılarak 30 yıla çıkarıldı. Bunu birden fazla kez yaptığı için zincirleme suç hükümleri uygulanıp 40 yıl hapisle cezalandırıldı. Ancak kanunda bu suça öngörülen hapis cezası 30 yıldan fazla olamayacağı için sonuç ceza 30 yıl ile sınırlandırıldı.

Ortanca kızı T.T’ye karşı da cinsel istismar ve kişiyi hürriyetinden yoksun bırakmak suçundan 42 yıl hapisle cezalandırıldı.

En küçük kızı B.T’ye karşı da cinsel istismar suçundan 18 yıl 9 ay olmak üzere üç kızına karşı ayrı ayrı istismar suçundan toplam 78 yıl 9 ay hapisle cezalandırıldı.

Yargıtay 3. Ceza Dairesi ise hamile bıraktığı kızı C.R.T ile en küçük kızı B.T’ye istismar suçundan verilen mahkumiyet kararlarını usul ve yasaya uygun bularak ayrı ayrı onadı.

                                                           ***

Başka bir sağlık sistemi mümkün!-Osman Öztürk-

“Hekimiz Biz!

Tıbbın kurucuları İstanköylü Hipokrat’tan, Bergamalı Galen’den bu yana binlerce yıldır burada, bu topraklardayız. Hayata ve topluma adanmış bir mesleğin onurlu üyeleri olarak emeğimizle, bilgimizle, uzun yıllar süren eğitim ve mesleki deneyimlerimize dayalı birikimimizle insanlara hizmet veriyoruz.

Senenin 365 günü icap nöbetçisi bir uzman hekim, sabaha kadar ameliyat yapan her branştan bir cerrah, her gün yüz hasta muayene eden bir dahiliyeci, hayata anne karnından itibaren eşlik eden bir kadın doğumcu, yitirdiği hastasının ardından “Kızamık ağıdı” yakan bir pediatrist, ömrü narkoz koklamakla geçen bir anestezist, her ambulans sesinde yerinden fırlayan bir acilci, petri kutuları arasında bir mikrobiyolog, formaldehit kokuları arasında bir patolog, her türlü hastalıkla tek başına başa çıkmaya çalışan bir kasaba doktoru, şimdilerde kimliksizleştirilen bir pratisyen hekim, yirmi dört saat uykusuz geçen nöbet ertesinde vizite hazırlanan bir asistan hekim, aile hekimliği birimine hapsedilmiş bir aile hekimi, OSGB’lerin kaderine terk edilmiş bir işyeri hekimi, gün boyu öğrencilerine ve  asistanlarına mesleği öğretmek için çalışan bir akademisyen, özel hastanelerin karşısında ayakta kalmaya çalışan bir muayenehane hekimi, şirket kurma  ve ciro baskısı altında bir özel hastane hekimi, yoksulluk sınırının altında yaşamaya çalışan bir emekli hekim, işte ve evde çifte mesai yükünü taşıyan bir kadın hekim.

Her şeyden ve herkesten çok; doğumdan ölüme insanın en çıplak hallerine şahitlik ediyor, en çaresiz anlarında yardımına koşuyor, güçsüzlerin gücü, çaresizlerin çaresi olmak, ölümle ve hastalıklarla mücadele etmek, sağlık ve esenlik dağıtmak için çalışıyoruz.”

∗∗

TTB’nin “Başka Bir Sağlık Sistemi Başka Bir Hekimlik Ortamı Mümkün Mücadele Programı” için hazırladığı broşür böyle başlıyor.

Program geçtiğimiz Cumartesi günü başladı, bir buçuk ay sürecek. Bu süre boyunca Ankara’dan Diyarbakır’a, İstanbul’dan Trabzon’a ülkenin dört bir yanında paneller, sempozyumlar, çalıştaylar, basın açıklamaları, il gezileri, hastane ziyaretleri yapılacak.

Mücadele Programında 25 Şubat Salı İstanbul’dan başlayıp 1 Mart Cumartesi Ankara’da sonlanacak bir “Beyaz Yürüyüş” de yer alıyor. Yürüyüşün sonunda Ankara’da “Büyük Hekim Buluşması” var. Geleneksel 14 Mart Haftası programı da bu buluşmada hekimlerle birlikte kararlaştırılacak. Ufukta gene bir G(ö)REV görünüyor.

∗∗

Geçmişteki hastane kuyruklarını bile aratan, günlerce, haftalarca alınamayan hastane randevuları, günde yüz hastaya bakmaya zorlanan doktorlar, beş dakikaya sıkıştırılmış muayene süreleri, “randevu dışı hasta randevuları”, sağlık kurumlarını savaş alanlarına çeviren şiddet görüntüleri, ağır ve kötü çalışma koşulları altında ezilen, tükenen hekimler, sağlık çalışanları.

Bugün artık AKP’ye oy verenler de dahil herkesin kabul ettiği bir gerçek var; sağlık sistemi çöktü!

TTB bunun böyle olacağını zaten yıllardır anlatıyordu. Şimdi ise bugünkünden çok daha iyi, çok daha nitelikli sağlık hizmeti sunmanın mümkün; ülkenin maddi kaynakları ve sağlık insan gücünün böyle bir sistemi kurmaya yeterli olduğunu söylüyor.

Alternatif sağlık sisteminin adını da koyuyor; Kamucu-Toplumcu Sağlık Sistemi.

“Neden Kamucu-Toplumcu Bir Sağlık Sistemi?” sorusuna da on başlıkta cevap veriyor.

“Çünkü yalnızca kamucu-toplumcu bir sağlık sistemi;

Bütün toplumun sağlık ihtiyaçlarına cevap verebilir.

Herkese eşit, ücretsiz, nitelikli sağlık hizmeti sunabilir.

Sağlığın ticarileşmesini, özelleşmesini, piyasanın vahşi koşullarına terk edilmesini engelleyebilir.

Koruyucu hekimliği önceleyebilir, sağlıkta “olmazsa olmaz” sevk zincirini kurabilir.

Sağlıkta kışkırtılmış talebi ve şiddeti durdurabilir.

Hekimlerin hastalarına yeterli süre ayırabilecekleri, iyi hekimlik yapabilecekleri ortamları hazırlayabilir.

Hekimlere çalışırken ve emeklilikte insanca yaşayabilecekleri ekonomik, özlük haklarını sağlayabilir.

Hekimlerin iş ve gelir güvenceli koşullarda çalışmalarını temin edebilir.

Özelde çalışan hekimler için bir güvence oluşturabilir.

Hekimlerin mesleki bağımsızlıklarını, klinik özerkliklerini teminat altına alabilir.”

∗∗

Broşürün tamamına ttb.org.tr adresinden ulaşıp indirebilir, okuyabilirsiniz.

TTB’nin dediği gibi; Başka Bir Sağlık Sistemi Mümkün!

Not: “Sağlık Sisteminde Çöküş/Kamucu Toplumcu Çıkış Sempozyumu” 9 Şubat Pazar günü İstanbul’da Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezi’nde gerçekleşecek. Herkese açık.

                                                             /././

Beştepe krizde, Silivri çare değil -Yaşar Aydın-

Beştepe ve Silivri, üzerinden kurulan siyaset iktidarı ayakta tutmaya yetmiyor. Erdoğan’ın yargıyla gidebileceği mesafesi sınırlı. Rejime karşı mücadeleye odaklanmayan muhalefet ise ancak Erdoğan’a tekrar can simidi olur.

Erdoğan haftada iki ya da üç kez AKP’lilere konuşuyor. Bunlardan biri il kongresi olacak şekilde ayarlanıyor. İl kongreleri ruhsuz, mesajsız ve iddiasız geçiyor. Salonda Cumhurbaşkanı’nın konuşmasını dinleyen bile yok. Konuşmasının arka fonunda mutlaka ezberlenmiş sloganlar atan gençlerin sesini duyacaksınız. Ağzından çıkan her sözcük bırakın geniş kitlelere ulaşmayı kürsünün önüne düşüyor. Çünkü ülkenin içinde bulunduğu kriz o kadar derin ve ağır ki halkta Erdoğan’ı dinleyecek mecal bile bırakmamış durumda. Üstelik ufukta çözüm de görünmüyor. Durumun farkında olan iktidarın daha rahat günler için halka verdiği tarih 2025 sonu olarak revize edilmiş.

Durumu daha iyi anlamak için birkaç rakama bakmak yeterli aslında: Tüketici kredileri, 1 trilyon 945 milyar 347 milyon 600 bin liraya ulaştı. Bireysel kredi kartları 1 trilyon 833,1 milyar TL’ye çıktı. Ticari krediler 2 trilyon 106 milyar 156 milyon 734 bin liraya olurken, kredi kartları bakiyesi 2 trilyon 340 milyar 578 milyon 377 bin liraya çıktı. Bu rakamlara bağlı olarak takipteki kredi ve kredi kartı sayısında patlama yaşandı.

Halkın çok büyük bölümü borçla yaşıyor. Çünkü geliri en temel ihtiyaçlara bile yetmez durumda. Asgari ücretli ve emeklilerin toplam nüfusun üçte birinden fazlasını oluşturuyor. Aldıkları ücret ise açlık sınırının altında.

Sadece bu fotoğraf bile tek başına iktidarın cilasını dökmeyi yeter. Demokrasi ve adalet gibi temel sorunlar da eklenince dibe vurmuş bir iktidarla karşılaşırız. Büyük hazırlıkla duyurulan “terörsüz Türkiye” diye ifade edilen sürecin de iktidarın istediği rüzgârı yaratamamasının arkasında bu başarısızlık ve güven eksikliği yatıyor.

İktidarın elinde gelecek vizyonu adına anlatabileceği bir tek Suriye’de yaşanan rejim değişimi kaldı. Ama son gelişmeler gösterdi ki ne Trump, ne Netanyahu ne de Colani Ankara’ya istediğini vermek için gönüllü değil. Suriye’de de işler iktidar için iyi gitmiyor.

Kongre havasından, bakanların performansına, yönetimi dışında kalanların eleştirilerine kadar nereye bakarsanız bakın dökülen bir yapı görürsünüz. Beştepe’deki sarayın tüm odalarına hâkim olan tedirgin havanın nedeni de tam da bu durum.

KORKU İKLİMİ YETERLİ OLMADI

Ülkenin hiçbir sorununa yanıt veremeyen iktidar, çözümü halka baskıyı artırmada buldu. Belediyelere kayyum atamaları devam ediyor, teğmenler ihraç ediliyor, gözaltılar ve tutuklamalar sürüyor. İktidar kafasını kaldıranı ezmeye çalışıyor. Her şeyi yapabileceğine dair güç gösterisi içinde.

Bu politika ilk günlerde belli bir etki yaratsa da baskılar toplumun tüm kesimlerine yayıldığı oranda etkisi de giderek azaldı.

Son kamuoyu yoklamaları da gösteriyor ki toplumun neredeyse tamamı yargı üzerinden işletilen bu sürecin siyasi olduğu konusunda hem fikir ve desteklemiyor. Bahçeli ve Erdoğan‘dan gelen destek mesajlarına rağmen teğmenlerin ihraç edilmesine toplumun yüzde 80’inin “hayır” demesi bile tek başına yeterli bir örnek.

Öte yandan İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Çağlayan Adliyesi’ndeki ifade verme sürecinin muhalefetin birlik gösterisine dönüşmesi işlerin iktidar için iyi gitmediğini de gösteriyor. İktidarın baskı siyaseti bumerang gibi kendini vurmak üzere.

MUHALEFET İÇİN SINAV ZAMANI

İktidar topuyla tüfeğiyle saldırıya geçti. Bu süreç aynı zamanda iktidarın sınırlarını da göstermesi açısından önemli. Eli tamam açık masada oturuyor.

Görünen o ki ister Erdoğan ister Cumhur İttifakı’ndan başka bir isimin bu şartlar altında bile seçim kazanma ihtimali neredeyse kalmadı. İktidarın tek umudu muhalefetin önümüzdeki süreçte bir kez daha büyük bir hata yapması. Hiç kuşku yok ki bu hatanın en büyüğü “cumhurbaşkanı adayı kim olsun” tartışması olacaktır. Rejime karşı mücadeleye odaklanmak yerine bugün ismi geçenler ya da yeni ekleneceklerin adaylık yarışı Erdoğan’a bir kez daha can simidi atmanın ötesine geçemez. Muhalefetin böyle bir hata yapma potansiyelinin hala çok güçlü olarak varlığını sürdürdüğünü hatırlatmakta fayda var.

Beştepe ve Silivri rejimin iki sembol mekânı. Bugün itibariyle bu iki yapı “içeridekilerle” birlikte iktidarı ayakta tutmak için yeterli etki yaratmaktan uzak. Erdoğan ve yargıyla gidilebilecek yerin menzili buraya kadar, daha uzağı yok.

∗∗

SUAT TOKTAŞ’A

Türkiye’de iyi gazeteciler her dönem var olmuştur. Ama hem mesleki olarak iyi hem de dünya ve ülkedeki gelişmeleri yakından takip edip halk yararına yorumlayan gazeteci sayısı o kadar çok değildir. Suat Toktaş sadece iyi bir yönetici ve gazeteci değil aynı zamanda her konuda görüşünü merak edeceğiniz bir isim. Her sohbet, ondan öğreneceğiniz bir bilgiyi cebinize koyma garantisi verir.

Suat Toktaş şimdi cezaevinde. Hamuru iyi karılmış bir kuşaktan geliyor. Eminim ki yaşadıklarının nedeni onun zihninde çok berrak ve o nedenle içeride hiç zorlanmayacak. Ama onun hayatı kolaylaştıran varlığından destek alan “dışarıdakiler” için aynı şeyi söylemek zor.

Yine de biliyoruz ki hep birlikte mücadele ederek, dayanışma içinde bu süreci de aşacağız, tıpkı daha önceleri olduğu gibi. En kısa sürede görüşmek üzere…

                                                       /././

Edirne’den dışarı çıkmamak için milyonlarca avro harcıyorlar: Büyük kulüpler para saçıyor -Eren Tutel-

Ülkede ekonomik kriz derinleşirken bu krizden etkilenmeyen yine kulüpler oldu. Fenerbahçe ve Galatasaray’ın transfer için harcadığı paralar absürt boyuta ulaştı.


Futbolda 2024-2025 ara transfer dönemi 13 Ocak’ta başladı. Bu transfer döneminde Avrupa’nın genelinde Manchester City büyük paralar harcarken Avrupa’nın diğer dikkat çeken takımları Fenerbahçe ve Galatasaray oldu. Fenerbahçe şimdiye kadar dört oyuncuyu kadroya katarken Galatasaray, İspanyol yıldız Alvaro Morata’yı renklerine bağladı. İki takım ligde şampiyonluk için üç sezondur yarış verirken bu süreçte Avrupa kupalarında hiçbir başarı elde edemedi.

Galatasaray son transferi Alvaro Morata’ya alınan bilgilere göre sezon sonuna kadar 4 milyon avro ödeyecek. İspanyol futbolcuya gelecek sezon ise 8 milyon avro maaş verilecek. Galatasaray, Milan'a ise toplamda 6 milyon avroluk bir kiralama bedeli ödeyecek. Toplam maliyeti 18 milyon avro yani 665 milyon TL. Tek bir oyuncunun maliyeti 500 milyon TL’yi aşıyor. Sarı-kırmızılılar kadrosunda yaklaşık 100 milyon avro bir maaş yüküne sahip. Yani oyuncularına tahmin edilene göre 3,6 milyar TL ödemek durumunda. Elimizde net bir veri yok ancak bu sayıların içine vergiler dahil değil. Gittikçe büyüyen bir maaş yükümlülüğü ve henüz daha harcanan bonservise gelmedik. Transfermarkt verilerine göre Galatasaray bu sezon 40 milyon avro harcadı. Neyse ki buradaki harcamalar yapılan satışı da değerlendirdiğimizde dengeleniyor. Sarı-kırmızılı ekip yine Transfermarkt’a göre şu ana kadar 36,8 milyon avroluk satış yaptı. 3,3 milyon avro zarar etti.

Sarı-kırmızılıların bu bütçesi Avrupa’nın beş büyük ligindeki mücadele takımların büyük çoğunluğundan fazla. Yani sarı-kırmızılılar neredeyse Avrupa’nın zirvedeki takımlarına çok da uzak olmayan bir bütçeye sahip. Bunun karşılığında elde ettiği başarı ise son iki sezonda Süper Lig şampiyonluğu. Türkiye’nin Avrupa kupalarında kupa kazanan tek takımı olan sarı-kırmızılılar UEFA Kupası ve Süper Kupa kazandığı dönemden yakın hatta fazla para harcamasına rağmen kendinden kat be kat düşük takımlara karşı bir üstünlük kuramıyor.

BONSERVİS HARCAMASI

Fenerbahçe’ye gelirsek ezeli rakibiyle arasındaki tek fark ligde şampiyon olamaması. Galatasaray’la benzer harcamaları yapıyorlar ve şampiyon olabilmek için bu transfer döneminde teyakkuza geçmiş durumdalar. Devre arasında kadroya dört takviye yapan sarı-lacivertlilerin kasasından 2024-2025 sezonunda yaptığı bütün transferler için toplamda 60 milyon avro bonservis bedeli çıktı. Geçmiş dönemde iyi satışlar yapan Kanarya bu dönem sadece Ferdi Kadıoğlu’nu 30 milyon avroya Brighton & Hove Albion’a gönderdi. 30 milyon avro bonservis bedelinde zarar eden Kanarya’nın maaş bütçesi Kamu Aydınlatma Platformu’na net açıklamalar yapılmadığı için tam olarak bilinmiyor. Ancak Galatasaray’la aynı seviyede olduğunu tahmin etmek güç değil. Yani bir sezonda 150 milyon avroyu bulan bir maliyet. Buna karşın sarı-lacivertliler tıpkı ezeli rakibi gibi Şampiyonlar Ligi’ne ön elemede veda etti. Avrupa Ligi’nde 24’üncü olup play-off biletini alan son takım oldu. Braga’nın Porto’ya attığı son dakika golü iptal olmasa Kanarya, Avrupa kupalarına veda ediyordu. Bir zamanlar Şampiyonlar Ligi’nde yarı finali zorlayan ve bunu bugün harcadığı bütçenin daha azına başaran Fenerbahçe için önemli olan tek şey lig şampiyonluğu.

BASKI BÜYÜK

Evet 10 sezondur gelmeyen şampiyonluk Fenerbahçe için büyük bir baskı unsuru. Fakat bu harcamaları aklayacak bir şey değil. Büyük takımlarının tarihlerinde böyle seriler vardır, olur. Galatasaray’ın da Beşiktaş'ın da benzer serileri var. Sarı-lacivertliler elbette yeniden şampiyon olacak. Zaten tarih boyunca sadece altı şampiyon çıkarmış bir ligde farklı bir senaryo beklemek pek mümkün değil. Ama kişisel hırslarla yapılan bu harcamaların hesabını ileride yine kulüp çekecek.

Gelelim Beşiktaş’a… Rakiplerinden başarısız olduğu ve yarıştan çok uzakta kaldığı için biraz gözden ırak olsa da siyah-beyazlılar, bu sezon tarihinin en büyük harcamalarını yaptı. 66 milyon avro maaş bütçesi olan Beşiktaş, Avrupa Ligi’ndeki son maçında sadece 9 milyon avro bütçesi olan Twente’ye oyunun hiçbir alanında üstünlük kuramayarak 1-0 kaybetti ve turnuvaya veda etti. Yönetimlerin ve hocaların değiştiği Beşiktaş’ın artık para harcamaya değil, iyi bir sportif akla ihtiyacı var.

                                                           /././

Cengiz’e dağda, derede her yol açık!-Gözde Bedeloğlu-

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından açıklanan 2024-2028 ‘Stratejik Plan’a göre ülkemizde maden arama çıkarma faaliyetleri önümüzdeki yıllarda artarak devam edecek. Bakanlık, “yer altı ve yer üstü kaynaklarımız, gelecek nesillere müreffeh bir ülke bırakmak için sürdürülebilir bir şekilde kullanılmalıdır” derken “bu bilinç ve sorumlulukla mevcut kaynaklarımızı artırarak arama ve keşif faaliyetlerinin hızlandırıldığını” duyurdu. Bakan Alparslan Bayraktar’a göre AKP, madenlerimizin güvenli ve sürdürülebilir bir şekilde aranması ve üretilmesine son derece önem veriyor ve bunu da çevreye duyarlı bir yaklaşımla yürütüyor. Peki, durum gerçekten böyle mi?

***

Temiz su kaynaklarımız, verimli tarım arazilerimiz ve orman varlığımız hızla azalıyor. Bakanlığın iddia ettiği gibi hiçbiri sürdürülebilir şekilde kullanılmıyor. Dolayısıyla gelecek nesilleri de müreffeh bir ülke beklemiyor. Bizler, bir yandan iklim krizinin ağır sonuçlarıyla yüzleşirken, diğer yandan sermayenin talep ve ihtiyaçlarını, ekolojik yıkıma hizmet etmesine rağmen, hızla yerine getirmekle meşgul bir iktidar tarafından yönetiliyoruz. AKP, ülkenin dört bir yanını kontrolsüz ve fütursuz şekilde inşaat ve maden şirketlerine teslim etti. Sürdürülebilirlik doğa ile uyumlu olmayı gerektirirken, kâr odaklı AKP, tabiata karşı kimsenin kazanamayacağı bir savaş başlatmayı tercih etti. Bu da hakkına ve toprağına sahip çıkan, mücadelesini yerelden genele yayan, güçlü bir çevre hareketinin doğmasına neden oldu.

Gezegenin yaşanabilirliğini koruyabilmek açısından fosil yakıt kullanımının azaltılarak terk edilmesi, devletler arasında çoğunlukla üzerinde anlaşmaya varılan bir konu. Ancak Enerji Bakanlığı’nın dört yıllık strateji planında görülüyor ki iktidar kömür, nükleer ve madencilik yatırımlarını artırarak sürdürmeye kararlı. Buna karşın doğaya verilen zararın insanın günlük hayatına nasıl da hızla etki ettiğini yerinde deneyimleyen bölge halkının direnci sayesinde ekolojik sorunlar önemli bir gündem maddesi haline geldi. Ve bununla ilgili başlatılan hukuki süreçlerden olumlu sonuçlar elde edildi. Maden şirketlerinin talebi üzerine AKP’nin pek çok kez gündeme getirdiği, zeytinlik alanlarda madencilik yapılmasına olanak sağlayan yasal değişiklik, son olarak Danıştay tarafından iptal edildi. Geçen yıl, maden sahasını genişletmek isteyen İçtaş ve Limak Enerji’nin onlarca zeytin ağacını sökmesiyle başlayan Akbelen direnişinin simge ismi İkizköy muhtarı Necla Işık, BBC’nin ilham veren 100 kadın listedine girdi. Diğer yandan üzücü bir kayıp da yaşadık. Artvin Hopa’da EFOR maden şirketinin ağaç kesimini engellemeye çalışanlardan biri olan doğa savunucusu Reşit Kibar, şirketle bağlantısı olduğu iddia edilen Muhammet Ustabaş tarafından öldürüldü.

***

Ve Kazdağları! Sahip olduğu orman ve bitki örtüsüyle dünyanın en özel yerlerinden biri. Maalesef madencilik şirketleri ekosisteme dönüşsüz zararlar verdi. Bunlardan biri Çanakkale’nin Kirazlı köyündeki Kanadalı Alamos Gold’du. Gökyüzünden çekilmiş bir fotoğraf sayesinde, altın madeni sahası için kesilen ağaçlardan arta kalan boşluğun dehşet verici büyüklüğünü gördük. Tepkiler nedeniyle işletme ruhsatı yenilenmeyen Alamos Gold, Türkiye’yi uluslararası tahkim mahkemesine şikayet ederek 1 milyar dolarlık tazminat davası açtı. Ardında bir enkaz bırakan şirket şimdi ‘zararının’ karşılanmasını bekliyor. AKP hükümetinin maden şirketlerine açık çek gibi sunduğu Kazdağları’nın altını üstüne getiren bir diğer isim de Cengiz Holding’e bağlı Truva Madencilik. Halilağa bakır ve altın madeni proje alanının büyük bölümü yine ormanlık araziden oluşuyor. Köylüler ve ekoloji örgütlerinin mücadelesi sayesinde mahkeme Cengiz Holding’e ait maden için işletme izninin yürütmesini durdurma kararı vermişti ve iznin iptali bekleniyordu. Ancak şirkete ait iş makinalarının çalışmaya ve ağaç kesimine devam ettiği görüldü.

***

Kazdağları Ekoloji Platformu’nun dün yaptığı açıklamadan öğrendik ki, madeni denetlemekle yükümlü olan Çanakkale İl Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü, faaliyeti durdurmak için maden alanına gitmiş ama işlemi gerçekleştirememiş. Çünkü Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG), mahkeme süreci devam ederken Cengiz Holding’e yeni bir işletme izni vermiş. Halihazırda 1 milyon ağaç keserek ormana büyük zarar vermiş olan şirket atık barajı ve açık ocak alanlarında çalışmaya başlamış bile. Bu durum tek başına, MAPEG tarafından verilen maden arama-işletme izin ve ruhsatlarının hukukiliğini tartışmaya açmaya yeter. Stratejisini gelecek nesillere müreffeh bir ülke bırakmak için kurduğunu söyleyen Enerji Bakanlığı, halka değil şirketlere hizmet etmeyi seçen kamu kuruluşlarıyla bunu başaramaz.

                                                         /././

Bergama’da bir kütüphane -Zeynep Altıok Akatlı-

İçim o kadar karanlık ki hem kendime hem bu köşenin okurlarına bir pencere açmak ihtiyacındayım. O nedenle; üst üste gelen ölümleri, kayıpları bizlerin binde biri kadar dert edinmeyenlerin yolumuza çıkarttığı, aklımızın almadığı (alamayacağı!) kötücül kör dövüşünü anlamlandırmaya çalışmayacağım. Zaten geldiğimiz son noktada uğraşsam da başaramayacağım denli tuhaf bir saldırı oyuncu menajerinden siyasi parti genel başkanına, gazeteciden, yoldan geçerken yan bakana erişiyor. Umursamazlık ya da teslimiyetten bahsetmediğimi biliyorsunuz. Bazen mücadele için bir an durmak ve bizi yormak isteyenlerin asla sahip olmadıkları (olamayacakları!) bilgi ve kavrayış denizinde kulaç atmak gerekli.

Füsun Akatlı “Kültürsüzlüğümüzün Kışı” kitabındaki bir yazısında “yazı bahçesinin bahçıvanları ve destursuz bağın sultanları”nı anlatırken korkulması gereken bir çok şeyden cehaletten korktuğu kadar korkmadığından bahsediyordu. Bilmem kaçıncı kez sebepsiz yere gözaltına alınırken bile ödün vermeyen ve arkadaşım olduğu için gurur duyduğum Barış Pehlivan cehaletle savaşanlardan. Yazar sorumluluğundan, gazetecilik bilincinden dem vurduğu bu yazısında Füsun Akatlı “Bilir-bilmez’likten” neden korktuğunu anlatır. Cehaletin yalnız gezmediğini söyler. Bir koluna cür’eti, giderek küstahlığı öbür koluna da ukalalığı alan, hadsizliğin yanına arsızlığı, laubaliliği ekleyen kimi yazarlardan söz eder. İşte onurlu, sorumlu gazeteciler hedefe koyulurken iktidarın hoşuna gidecek yalanları, iftiraları süsleyen, bilge cümlelerle ahkâm kesenler son günlerde peş peşe gelen tutuklamalardan memnun işlerine bakıyorlar. Direnişe bir protestoya katılmak insan hakkıdır. Bu kadar sade ve yalın bir cümleyi bile savunamayacak hale gelmemizi sağlayan yozluk bizi aynı direnişte aynı meydanda bulunan Ayşe Barım tutuklanırken, iktidarın oyuncusunun devlet kurumu yönetmesinin çelişkisinden adalet çıkarmaya çalıştığımız garip yere savuruyor. Cehaletle savaş bilgi ve ahlakla mümkün. Aydın yeri geldiğinde kendine bile muhalif olandır. Muhalif aydın kendi için değil toplum için hep daha iyiyi arayandır. Barış Pehlivan’ın kalemi parmaklık arkasında durmaz. Zira o kaleme hükmedenin berrak aklı ve vicdanı olduğunu hepimiz biliyoruz. Akıl geriye gitmez bilgi ve deneyimle sadece ileriye akar.

Okuyan insanın azalmasıyla kabaran cehaletin, kötülüğün önünü açan boşluğunda çok hüzünlü ama bana çok iyi gelen bir etkinlikte tertemiz bir gün geçirdim geçenlerde. Adıyla müstesna gencecik yaşta yitirdiğimiz Aydın İleri’nin bilgi ve kültür yoluna verdiği emek çok sevdiği son çalışma yeri olan kütüphanede ölümsüzleşti. Geçmiş dönem Bergama belediye başkanımız Mehmet Gönenç bir kentin belediye başkanı olma sorumluluğunu aydın olma ve aydınlanma bilinciyle kuşanmış ve Bergama’yı bu anlamda zenginleştiren bir başkan olarak görevde kaldığı iki dönem boyunca doğup büyüdüğü kentin kültürel mirasını koruyarak geliştirmenin o kentin insanlarını da geliştirmek olduğunu bilerek çalıştı. Her alanda farklı ihtiyaçlara çözüm getirecek kavrayışın bilgi ve kültürle sağlanacağı düşüncesiyle Bergama’nın kültür belleğini diri tutarak ve tazeleyerek kamusal alanı genişletti.

Toplumun bilgiyle buluştuğu en önemli mekânlardan biri bilgiyi bireyin yaşamına sokmaya aracılık eden kütüphanelerdir. Bireysel bilgiyi kolektif bilgi, duygu ve deneyim paylaşımına aktaracak işlevsellikte bir kütüphanenin değeri tartışılmaz. Mehmet Gönenç Bergama’ya gerçek bir kültür merkezi kazandırırken içi boş heybetli, gösterişli bir bina hayal etmedi. İşlevine uygun nitelikte mimari ve estetik kaygısı da olan, akustiğinden, konforuna en ince ayrıntısına kadar işinin ehli uzmanlara danışılarak tasarlanmış; tiyatro sahnesiyle, sinema salonuyla, sergi alanıyla, kütüphanesi ve kahvesiyle bir bütün olarak iyi düşünülmüş Bergama Kültür Merkezi’ni sayısız nitelikli sanat eseri ve etkinlikle buluşturdu. Bu merkezin kütüphanesini de mesleğine tutkuyla bağlı, çalışkan bir muhalif aydına; Aydın İleri’ye emanet etmişti. Aydın benden yaşça küçüktü ama İstanbul Üniversitesi Kütüphanecilik Bölümü Başkanı Jale Baysal’ın öğrencisi olmuştuk ikimizde. Benim yan ders aldığım bu branş onun kariyeriydi. Çok kıymetli Jale hocamızın yüzünü bir gün karartmamış, onun da ismini gelecek kuşaklara aktaracak bir vefayla kitaplara, kütüphanelere olan bağlılığını, birikimini cömertçe paylaşan, heyecanlı bir kültür insanı, aydınlık savaşçısı olmuştu. Mehmet Gönenç’in davetiyle geldiği Bergama’yı çok sevmiş, Bergama’nın tarihiyle, doğasıyla, kültürüyle her özelliğini araştırmış bilgisine bilgi katmıştı. Eşit, adil bir yaşam için demokrasi kadar dayanışma ve paylaşmanın önemine inanıyordu. Yüreğinde herkese yer ve çokça sevgi vardı. Mesleği için olduğu gibi yaşam için de, başkalarının yaşam hakkı için de örgütlü olmaya inanırdı. Aydın, özel bir insan, iyi bir entelektüeldi. Soru sormanın yanıtlarla çoğalmayı, farlı bakış açılarıyla donanmayı, zenginleşmeyi getireceğini bilerek yaşamı boyunca sorguladı. Gün geldi 2019 seçiminde belediye AKP yönetimine geçtiğinde çok sevdiği kütüphaneden penceresiz bir depoya sürüldü. Yılmadı. Bilgi ve hak peşinde elini, aklını, fikrini, bedenini esirgemedi. Ben onu duyarlı ve mücadeleci bir genç olarak adalet mücadelemin omuzdaşlarından biri olarak tanıdım. Kadıköy’den Bergama’ya uzanan yolda pek çok güzel anı paylaştım. Antik Bergama’yı sevgili Eren Aysan’la bana gezdirdiği günkü heyecanını da mutluluğunu da unutmam mümkün değil.

Bergama Kültür Merkezi’nde her birini tek tek içerik ve kronoloji ayrımını yaparak titizlikle yerleştirdiği sımsıcak kütüphanenin en sevdiği köşelerinden birinde Büyük İskender’in büstü yer alır. O büstün yanında beğendiği, okuduğu, sevdiği yazarlarla, dostlarıyla mutlaka bir fotoğraf çekmeyi isterdi. Aydın artık o fotoğraflarda asılı kalacakken bu çok özel kütüphaneye isminin verilmesiyle birlikte çok hak ettiği gibi hatırlanarak aydınlık mücadelesinin kalbinde yaşamaya devam edecek. Bunu başta Mehmet Gönenç ve onun mirasını daha da ileriye götüreceğine olan inancımızı Aydın İleri ismini kütüphanemize verme kararıyla gösteren yeni belediye başkanımız Tanju Çelik’e borçluyuz. Her iki başkana da kültür mirasının devamlılığı adına teşekkür etmeliyiz.  

Kütüphaneler, insanlık tarihinin önemli bilgi merkezleridir. Antik dönemden itibaren farklı medeniyetler tarafından kurulan bu merkezler bilginin korunması, yayılması ve geleceğe aktarılması açısından önemlidir. Bergama deyince akla en önce ya da en çok bugün Berlin’de bulunan Zeus sunağı, belki akropol ve asklepion gelir. Oysa antik dönem Bergama Kütüphanesi Bergama’nın en önemli merkezlerinden biridir. Bu ve benzeri kütüphaneler geçmişte yalnızca kitapların saklandığı mekânlar değil, aynı zamanda bilginin üretildiği ve medeniyetlerin gelişimine yön veren kurumlardı. Özellikle Helenistik dönemde kütüphaneler, bilim ve felsefe üretiminin merkezleri haline gelerek daha büyük bir etkiye sahip olmuşlardı. Attalos Hanedanı tarafından kurulan Bergama Kütüphanesi, dönemin en büyük ve en önemli kütüphanelerinden biri olarak Helenistik kültürün Anadolu ve Doğu Akdeniz’e yayılmasında önemli bir rol oynamış, bilimsel araştırmaların ve kültürel etkileşimin en önemli merkezlerinden biri olarak kabul edilir. Burada üretilen bilgi ve arşivlenen eserler Roma İmparatorluğu’na kadar uzanan güçlü bir etkiye ivme vermiştir. Yunan felsefesinden tıp bilgilerine kadar geniş bir içeriğe sahip yaklaşık 200.000 ciltle İskenderiye Kütüphanesiyle yarışan bu kütüphane papirüs tedarikinin güçlükleri nedeniyle parşömenin keşfine vesile olmuştur. Bu keşif; hayvan derisinden yapılan parşömenin, papirüsten çok daha dayanıklı oluşuyla kitap üretiminin gelişimi ve geleceğe aktarımında da önemli bir dönüm noktası olmuştur. Kratippos, Galenos, Strabon ve Aristonikos gibi düşünürler burada çalışmalar yapmış ve fikirlerini paylaşmışlardır. İşte o görkemli kültür geçmişinin mirasını bugün Osman Bayatlı, Fahrettin Petek, Halim Yazıcı, Metin Altıok, Hüsnü Arkan gibi Bergamalı aydınlar taşıyorlar. Şüphesiz Aydın İleri de Bergama’da onlar gibi iz bırakanlardan.

Kitaplar, geçmişte aristokrasi ve entelektüel elitler arasında yer bulurken kütüphaneler ve kitapçılar sayesinde daha geniş toplum kesimlerine ulaşmayı sürdürüyor. Bilimsel bilginin yanında eleştirel düşüncenin yayılması, sansüre karşı bilgiye erişim ve eğitim reformlarıyla demokratikleşme sürecinin hızlanması hep kitaplar aracılığıyla mümkün oldu. Kitaplar aydınlanmanın yalnızca bir çağ ya da dönem olarak kalmasından ziyade bir zihniyet değişimi olarak kalıcı hale gelmesine aracılık etti. Bu nedenle de karanlık zihinlerin, baskı toplumlarının, otokrasinin hedefinde olmayı sürdürüyor. Geçmişten bugüne kütüphaneler yakıldı, kitaplar toplatıldı, yasaklandı. Yazarlar öldürülerek, tutsak edilerek susturuldu. Aydınlanmanın temel ilkelerinden olan düşünce özgürlüğü hanedanlardan kiliseye uzanan yasaklarla sınanmasına rağmen kütüphaneler sayesinde korunarak gelecek nesillere aktarıldı. Kitapların yaygınlaşması aydınlanmanın Fransız Devrimi (1789) ve Amerikan Bağımsızlık Hareketi (1776) gibi tarihsel olaylara etkisini artırdı. Sömürü ve sömürgeciliğin sorgulanmasına, yenilmesine yol açtı. Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” gibi halk egemenliği fikrini yayarak monarşilere karşı demokratik hareketleri teşvik etti. Locke ve Montesquieu’nün yazıları, anayasal demokrasinin temel taşlarını oluşturdu.

Aydınlanma düşüncesinin sürdürülebilirliği, bilginin özgürce dolaşımda kalmasına ve toplumun eğitim düzeyinin yükselmesine bağlıdır. Kütüphaneler, bu bilginin korunmasını ve erişilebilir olmasını sağlayan en önemli kurumlardan olmaya devam ediyor. Bu köşede daha önce özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Yeni Nesil Kütüphane yaklaşımından bahsetmiştim. Dijital çağda “doğru” bilginin yayılmasını sağlam temellere oturtacak arşiv ve kayıt olanaklarının yanı sıra kütüphanelerin güvenilirlik, denetim ve kamusal alan olarak bilginin paylaşımı adına önemli etkinlik merkezleri olarak işlevine değinmiştim. İnternet ve dijitalleşme, bilginin herkes tarafından erişilebilir olmasını  hızlandırsa da cahilin karşısında bize doğruyu, iyiyi aktaracak güçlü kalemlere, yazarlara ihtiyacımız hep var. Google Books, Project Gutenberg, Open Library gibi dijital arşivler bilginin küresel erişimini sağlarken bilginin, hakikatin aktarımında fikir ve ifade özgürlüğünün korunması hala büyük ve önemli bir sorun.

Kentler, yalnızca fiziksel yapılar ve nüfus yoğunluğuyla değil, aynı zamanda kültürel mirasları, entelektüel birikimleri ve toplumsal hafızalarıyla şekillenir. Bir kent kimliği inşa edilirken, kütüphanelerin varlığı ve işlevi o kentin entelektüel derinliğini, kültürel zenginliğini ve tarihsel sürekliliğini belirler. Örneğin, Vatikan Kütüphanesi, Roma’nın dini ve politik tarihini yüzyıllardır saklamaktadır. Öte yandan kütüphaneler herkese açık olmalarıyla kent içinde demokratik ve eşitlikçi bir bilgi paylaşım alanı yaratırlar. Kent sakinleri, burada bir araya gelerek tartışmalar yapabilir, eğitim alabilir ve ortak belleği oluşturabilir. Bir kentin, kütüphaneleri ve arşivleri ne kadar güçlü ve ulaşılabilir ise, eğitim, bilim ve sanat üretimi açısından da o kadar önemli bir merkez haline gelir. Kütüphaneler, kentlerin sadece bilgi arşivleri değil, aynı zamanda toplumsal hafızanın, demokratik bilincin ve kültürel kimliğin taşıyıcılarıdır.

Ben bir toplumun güçlü bir kimliğe sahip olabilmesi için kamusal bilgiye erişimin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle bugün bizi kuşatan karanlıktan çıkış için bilgiye, kitaplara, fikir tartışmalarına ihtiyacımız var. Canlı ve aktif kültürel mekânlarda buluşarak mücadeleyi en önce kendi alışkanlıklarımızı, kendi sessizliğimizi, beklentilerimizi, hayallerimizi sorgulayarak birey olarak sorumluluklarımızı kavrayarak kuvvetlendirmeliyiz. Bunun için Aydın İleri Kütüphanesi gibi mekânların çoğalmasını ve bu mekânların ne etkinlik ne izleyici, katılımcı yoksunluğu çekmemesini sağlamak zorundayız.

                                                             /././

(BİRGÜN)




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı+ Gündem" -28 Haziran 2025-

Édouard Louis ve emperyalizm -Cem Demirok- Netanyahu önderliğinde uygulanıp ABD ve BM tarafından desteklenen Gazze’deki soykırımla, Édouard ...