Cumhuriyet "Köşebaşı + Gündem" -21 Şubat 2025-

Danıştay izin verirse -Özdemir İnce-

28 Aralık 2024 tarihli Nefes gazetesinde yayımlanan “Danıştay izin verirse 4.2 milyon karelik orman yok olacak” başlıklı haberi okuyalım: [Çanakkale Lapseki’de Nurol Holding’e ait TÜMAD Madencilik tarafından yürütülen madencilik faaliyeti, Danıştay’dan gelecek kararı bekliyor. TÜMAD lehine karar verirse 4 milyon 260 bin metre karelik alan katledilecek.

4 milyon 260 bin metre karelik alanda yürütülen altın ve gümüş arama faaliyetleri ormanlık alanı günbegün yok ediyor. 4 milyon 260 bin metre karelik ormanlık alanda 158 bin 437 ağaç kesilmesi planlanıyor. Madenlerin su kullanım yoğunlu göz önüne alındığında, bölgedeki yeraltı ve yerüstü su kaynakları da tehdit altında. Bayramdere ve Umurbey barajlarını besleyen kaynakların zarar görmesi halinde tarımsal üretimin de zarar göreceği belirtildi.

Kapasite artışı ile ilgili olarak Çevre Bakanlığı’nca verilen “ÇED olumlu” kararının iptali için açılan davanın Çanakkale 1’inci İdare Mahkemesi tarafından ikiye karşı bir oyla reddedilmesi üzerine konu bir üst mahkemeye taşınmıştı. Dernekler ve 32 bireysel davacı yerel mahkemenin şirket lehine verdiği kararın iptali için Danıştay’a başvurmuştu.

44.1 TONLUK KAZI YAPILACAK

Proje kapsamında Şahinli’de elde edilecek cevher, şirketin 1.5 kilometre yanındaki mevcut “Lapseki Altın Madeni Projesi” alanındaki tesise taşınacak ve proses atıkları da katı atık depolama alanına konulacak. 8.2 milyon ton cevher, 35.9 ton pasa olmak üzere toplam 44.1 milyon tonluk kazı yapılacak.]

Kapasite artışı ile ilgili olarak Çevre Bakanlığı’nca verilen “ÇED olumlu” kararının iptali için açılan davanın Çanakkale 1’inci İdare Mahkemesi tarafından ikiye karşı bir oyla reddedilmesi üzerine konu bir üst mahkemeye taşınmıştı. Dernekler ve 32 bireysel davacı yerel mahkemenin şirket lehine verdiği kararın iptali için Danıştay’a başvurmuştu.

Çevreyi korumakla görevli Çevre Bakanlığı çevrenin yani doğanın yok edilmesiyle sonuçlanacak bir özel girişime “ÇED olumlu” kararı vermiş. Allah akıl versin. Bu karara karşı açılan iptal davası mahkeme tarafından ikiye karşı bir oyla ret edilmiş. Doğa düşmanlığını onaylayan üyelere de Allah akıl versin.

Onu dokuzu bırakıp davaya bodoslamadan girelim. Adı haberde yazılı holdingin şirketi 4 milyon 260 bin metre karelik alanda altın ve gümüş arayacakmış. Bu holdingin altın ve gümüş arayacağı topraklar kimin? 

Adı Türkiye Cumhuriyeti olan devletin yani bu devletin vatandaşları olan bizlerin toprakları: 85 milyonluk halka ait topraklar. Bize ait 4 milyon 260 bin metre karelik ormanlık alanda bize ait 158 bin 437 ağaç kesilecekmiş. Bunda dolayı bölgedeki yeraltı ve yerüstü su kaynakları da tehdit altındaymış. Bayramdere ve Umurbey barajlarını besleyen kaynakların zarar göreceği için çiftçinin tarım yapması zarar görecekmiş.

Bu rezilliklere neden katlanacakmışız? 

Nurol Holding adlı bir şirketin altın ve gümüş araması için katlanacakmışız. Bizler Nurol Holding’in ortaklarımıyız ki?

Vikipedi’ye baktım: Çıkarılan altının ons fiyatı 800 dolardan düşükse devlet hakkı yüzde 1 (bir). 101 dolardan yüksekse devlet hakkı yüzde 15 imiş. Benzer şekilde çıkarılan gümüşün ons fiyatı 10 dolar altındaysa devlet yüzde 1’ini alıyor, 37 dolardan fazlaysa yüzde 15’ini alıyormuş. Sanki sadaka veriyorlar. O da devleti mandepsiye bastırıp kazıklamazlarsa...

Değerli okurlar, cumartesi günleri TELE1’de saat 10.00-12.00 arasında yayımlanan  Namık Koçak’ın yönettiği programda da söylediğim gibi bir tünel açarak yeraltından maden çıkartmak dışında, yüzeyden çıkartılan her türlü madenciliğe karşıyım! Çünkü bu tür madencilik doğayı kesinlikle tahrip ediyor: Milyonlarca bitki ve ağaç örtüsünü yok ediyor; bitki ve ağaç örtüsü yok olunca o bölgede yaşayan başta kuşlar olmak üzere binlerce tür ve hayvan yuvasız kalıyor, yok oluyor! Bu felakete yol açan altın ve gümüş yerinde dursa ülkemizin ekonomisi yıkılır mı? İnanın bana ülkemize hiçbir zararı olmaz.

Davaya bakan Danıştay üyeleri Nurol Holding’in devlete 2024 yılında ne kadar vergi verdiğini lütfen öğrensinler.

                                                 /././

Milli eğitim bakanı bakıyor -Özdemir İnce-

DEM Parti’nin “anadilde eğitim ve öğretim” dayatmasını duyan, basında okuyan, herkese ve her şeye laf yetiştiren “güya milli” milli eğitim bakanı dut yemiş bülbül gibi susuyor. Belki de aynı iddiaların paydaşı olduğu için susuyor. Adamlar, anayasanın “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bütündür. Dili Türkçedir”  diyen 3. maddesini, “Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası antlaşma hükümleri saklıdır” diyen 42. maddesini ve “Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılap kanunlarının, anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz”  yazan Devrim Yasalarının korunmasıyla ilgili 174. maddesini yok sayan DEM Parti Parti Meclisi’nin attığı naraları duymuyor.

DEM Parti Parti Meclisi’nin 12 Şubat’ta yaptığı toplantının sonuç bildirgesini gözleri görmeyen, kulakları duymayan bakan için basından aktarıyorum: [Yeni süreçle ilgili “diyalog, müzakere ve çözüm ilkesinin esasalındığı” belirtilen açıklamada,  “Parti meclisimiz, Ortadoğu’da süregelen savaşlar, Suriye’deki gelişmeler, Kürt sorununun demokratik çözümü, Türkiye’nin demokratikleşmesi, halklarımızın ve emekçilerin sorunları ve ortak geleceği üzerine kapsamlı değerlendirmelerde bulunmuş; bu doğrultuda mücadele hattını netleştirerek yönelimlerini belirlemiştir”  dendi. 

Türkiye’nin terör operasyonlarının “emperyal çalışma” olarak nitelendirildiği açıklamada, “Kuzey ve Doğu Suriye halklarının demokratik yönetim talebi başta Türkiye’nin askeri operasyonları ve müdahaleci politikaları olmak üzere çeşitli emperyal ve bölgesel aktörler tarafından tehdit edilmektedir. Savaşın kazananı yoktur ancak halkların ortak mücadelesi ve dayanışması, barış ve özgürlüğün garantisidir” ifadeleri kullanıldı. 

ANADİLDE EĞİTİM VURGUSU
“Türkiye’de Kürt sorunu, yıllardır inkâr ve imha çerçevesinde ele alınmış ve güvenlikçi politikalarla çözümsüz bırakılmıştır. Çözüm inkâr, imha, askeri operasyonlar ve tecrit politikalarında değil, halkların eşit ve özgür bir şekilde bir arada yaşayabileceği demokratik bir sistemde yatmaktadır” denen açıklamada çözüm için şu dört madde sıralandı. Bildirgede, Abdullah Öcalan’ın (terör elebaşısı) geliştirdiği çözüm perspektifi, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve kalıcı barışın sağlanması açısından tarihsel bir fırsattır” savunusu yapıldı. Çözüm kapsamında terör elebaşısı Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması, Kürtlerin demokratik hakkının sağlanması için “demokratik yeni bir toplumsal sözleşme (anayasa)”, anadilinde eğitim ve Türkiye’nin Ortadoğu’da savaş yerine diyalog ve barış politikalarını benimsemesi şartları gösterildi.]

DEM Parti Meclisi’nin barışçı jargonla dile getirdiği genel dünya görüşünü alkışlayalım ve vurgusu yapılan anadilde eğitim ve öğretim dayatmasına gelelim.
Bre düşüncesiz adamlar! Sanki ulusal ve uluslararası yasalardan haberiniz yok! Türkiye bir üniter ulus devlettir. Kürt aşiretlerinin vassal sıfatıyla bağlı olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nda da devletin resmi dili Osmanlıca değil miydi? Anadilinizde kitap yazıp yayımlayabilirsiniz, gazete yayımlayabilirsiniz, radyo ve televizyon kurabilirsiniz ama kendi dilinizde öğretim yapacak okul isteyemezsiniz, açamazsınız. Böyle bir dayatma bölünme, federasyon ve özerk bölge anlamına gelir. Bunu nasıl bilmezsiniz! Avrupa Birliği’nin  “Türkiye için Katılım Ortaklığı”  belgesini, dondurma isteyen çocuklar gibi şımarıklık edenler için özel olarak bir kez daha yayımlıyorum: “Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması. Bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm -eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere- kaldırılmalıdır.” “Ensure cultural diversity and guarantee cultural rights for all citizens irrespective of their origin. Any legal provisions preventing the enjoyment of these rights should be abolished, including in field of education.”

Bundan fazlasını kimse isteyemez! Şımarıklığı bırakıp artık öğrenin! Milli eğitim bakanı sen de öğren!
                                                      /././

Trump’ın gölgesinde Almanya -Ergin Yıldızoğlu-

Almanlar pazar günü sandık başına gidiyorlar. Bu seçimlerin sonucu yalnızca Almanya’nın geleceğini belirlemekle kalmayacak, Avrupa Birliği’nde ilerici güçlerin “süreç olarak faşizme” direnme kapasitesini de etkileyecek.

Hem Almanya için Alternatif (AfD) partisi yükseliyor hem de Avrupa’da faşist hareketler Trump yönetimi altında yeni bir enerji kazandılar. AfD’nin göçmen karşıtı faşist söylemleri, Avrupa şüpheciliği, Alman seçmenler arasında giderek daha fazla yankı buluyor. Ancak partinin son dönemdeki kazanımları yalnızca ekonomik sorunların, toplumsal huzursuzluğun bir yansıması değil. Trump yönetiminin Avrupa’daki faşist hareketlere verdiği açık destek, AfD’nin yükselişini de pekiştiriyor.

Geçen hafta, Münih Güvenlik Konferansı, ABD Başkan Yardımcısı JD Vance’in, Şansölye Scholz’u ve şansölye adayı Marz’ı, görmezden gelerek AfD lideri Weidel ile görüşmesi, bu karanlık ittifakı gözler önüne serdi: ABD, artık liberal demokrasiyi savunmuyor, Vance’in konferanstaki konuşması da transatlantik ittifakında radikal bir çatlağa işaret ediyordu. Vance, ırkçı, faşist propagandayı engelleyen yasalara referansla Avrupa liderlerini, ifade özgürlüğünü bastırmakla suçluyor, birkaç gün sonra da Trump Ukrayna savaşından Zelenski dolayısıyla Avrupa’yı sorumlu tutuyordu. Bu söylem, Trump yönetiminin Macaristan’da Viktor Orbán, İtalya’da Giorgia Meloni ve Hollanda’da Geert Wilders gibi faşist liderlerle kurduğu yakın ilişkiler, küresel siyaseti otokratik, hatta faşist yönetimler lehine dönüştürme, Avrupa Birliği’ni istikrarsızlaştırma, demokratik kurumları zayıflatma yönünde kasıtlı bir girişim olarak okunabilir.

Trump’ın desteğiyle cesaretlenen AfD, artık ana akım partilere gerçek bir alternatif konumuna yükseliyor. Hıristiyan Demokratların lideri Merz’in, Alman siyasetinde aşırı sağa karşı uzun süredir korunan “ateş duvarını” (işbirliği yapmayacağız anlamında) aşarak, göçmenler yasası için AfD ile işbirliği yapması, bu yükselişin göstergelerinden biri. Kısa vadeli siyasi çıkarlardan kaynaklanan bu gelişmeler, AfD gibi faşist bir partiyi, AB’nin merkezinde, lider konumundaki Almanya’da devlete taşıma riski taşıyor. Diğer taraftan, son anketlerden, Sol Parti’nin payını yüzde 3’den yüzde 6-7 arasına çıkararak barajı geçeceği anlaşılıyor. Seçmenin yüzde 30’u hâlâ kararsız, dolayısıyla, sol ulusalcı, Sahra Wagenkracht’ın partisinin de barajı geçmesi bir olasılık. Bu durumda, yalnızca CDU-AfD koalisyonu çoğunluğa ulaşabiliyor. Ya da çok partili, istikrarsızlık koalisyonlar gündeme geliyor.

Trump yönetiminin dış politikası sadece Almanya için değil, uluslararası “düzen” için bir tehdit oluşturuyor. Faşist rejimleri, partileri desteklerken ABD’nin geleneksel müttefiklerini dışlayan Trump yönetimi, küresel güçler dengesini Ukrayna’ya askeri yardım karşılığında maden kaynaklarına el koyma teklifinin, ülkeyi, Avrupa’yı (Almanya’yı) es geçerek Rusya ile paylaşma girişiminin gösterdiği gibi yeniden, emperyalist ilişkiler zemininde şekillendirmeye çalışıyor. Demokratik değerleri ve uluslararası hukuku hiçe sayan bu emperyalist dış politika anlayışı, gücün hukukun önüne geçtiği bir dünya yaratıyor. Avrupa ise artık en güçlü müttefikinin bir rakibe dönüşme ihtimaliyle yüzleşmeye hazırlanıyor.

Bu süreçte Almanya’nın tepkisi belirleyici olacak. Büyük olasılıkla Merz liderliğinde kurulacak yeni hükümet, göçmenliği daha da zorlaştırmak, ekonominin modernize edilmesi ve savunma harcamalarının artırılması gibi kritik önceliklerle karşı karşıya kalacak. Ancak bunların hiçbiri, aşırı sağın yeniden yükselişi, demokratik normların çöküşü kadar varoluşsal bir tehdit oluşturmuyor. Almanya’da merkez partiler, bu sorunlarla yüzleşemezlerse, Trump ve müttefiklerinin desteğiyle güçlenen AfD’nin, birinci parti olma şansı giderek artıyor.

Bir dünya düzen(sizliğ)i, Transatlantik ittifakının dağılma olasılığı ve “süreç olarak faşizm” ile şekilleniyor. Almanya seçimleri, Avrupa’nın ve transatlantik ittifakın geleceği için de bir turnusol testi: Almanya ve Avrupa, bu tehlikeli yeni düzene direnebilecek mi, süreç olarak faşizme teslim olacak mı? Bu soruların cevabı, yalnızca Almanya’nın değil, küresel demokrasi güçlerinin ve barışın kaderini belirleyecek.

                                                  /././

Bir çağ kapanıyor -Ergin Yıldızoğlu-

Gazze’deki soykırım, Trump’ın II. döneminde ABD’deki faşizm, geçen hafta yapay zekâ (YZ) ile ilgili güvenlik konularının ele alındığı “Paris zirvesinde” ve Atlantik ittifakının güvenlik sorunlarını tartışan Münih zirvesinde yaşananlar “Bir çağ kapanıyor” savını destekliyor.

HEGEMONYA BİTTİ

Trump yönetiminin USAİD’i kapatması, “sorunlu” rejimlerin yönetimlerini, liberal demokrasiyi yayma adına değiştirmeye çalışmaktan, Paris ve Münih zirvelerindeki tutumu ABD’nin, artık Avrupalı müttefiklerinin rızasını almaktan vazgeçtiğini, ülke içinde başlayan anayasa tanımaz yönetim tarzı da “liberal demokrasi” alanında örnek olma kapasitesinin tükendiğini gösteriyor. Bunun bir göstergesi de Trump yönetiminin Avrupa’da, liberal demokrat yönetimler yerine kendi ideolojisine yakın “süreç olarak faşizm” içinde olan rejimlerle ilişki kurmasıdır. Örneğin, Münih Konferansı sırasında Vance, Almanya’da gelecek seçimlerde şansölye olacak CDU lideri Merz yerine AfD lideri Weidel ile görüşmeyi seçti. Trump yönetimi ABD hegemonyasının restorasyonu yerinde dayatma, şantaj, askeri tehdit politikalarına öncelik veren “klasik emperyalist” bir politikayı benimsiyor.

ABD’nin Avrupalı müttefiklerine yönelik dayatmacı, istikrar bozucu politikalarına karşılık, Rusya ile ilişkilerinde pazarlık, ikna yolunu seçmesi de akla İngiltere’nin hegemonyasının, son döneminde bir Rusya-Almanya’nın ittifakını önlemeye harcadığı çabalar getiriyor. Sonunda İngiltere Almanya iki kez savaştılar, İngiltere kazanan tarafta olmasına karşın, hegemonyasını, hatta başat konumunu koruyamadı. ABD hegemonyasıyla başlayan bir çağ ABD’nin hegemonya restorasyonundan ve liberal demokrasiden vazgeçmesiyle kapanıyor.

TEKNOLOJİK MUTASYON

Yeni bir çağın başladığını düşündüren bir diğer gelişme teknolojik zeminde başlayan radikal değişim, hatta mutasyondur. Yuval Noah Harari’nin, gözlemlerinden yararlanırsak

Tarih boyunca dil her zaman insanlara aitti. İlk kez insan olmayan bir varlık, YZ dili kontrol edebiliyor, üretip şekillendirebiliyor. Bu da uygarlığın temel yapı taşlarının, insan olmayan bir güç tarafından yeniden programlanabileceğini düşündürüyor.

* Önceki teknolojik yenilikler, insanların fiziksel veya zihinsel yetilerini  güçlendiriyordu. YZ insanların karar alma süreçlerini doğrudan devralıyor: İnsanın yerine geçiyor

* YZ bireylerin duygularını, düşünce kalıplarını ve psikolojisini analiz ederek onları doğrudan manipüle edebiliyor, demokrasiler için büyük bir tehdit oluşturuyor.

Gelişmiş YZ modellerinin daha şimdiden, testler sırasında insan programcıları aldatmaya çalıştığı, güncellemelere, silme çabalarına direndiği, izin almadan kendini bir başka bilgisayara kopyaladığı görülebiliyor.

* YZ’nin veri merkezleri büyük miktarda su, elektrik tüketiyor; iklim değişikliğine de katkıda bulunuyor, enerji kullanımı sürdürülemez hale geliyor.

* Uzmanların YZ’nin, yapay genel zekâ (YGZ) aşamasına kimse farkına varmadan ulaşabilmesinden korkuyorlar: YGZ, insan zekâsını aşabilir, insan çıkarlarına aykırı davranabilir. İnsanlar ilk kez kaynaklar üzerinde kendilerinden daha akıllı ve bilgili bir varlıkla rekabet etmek zorunda kalabilirler.

*Bu noktaya gelmeden YZ’nin gelişme sürecinin küresel düzeyde denetlenmesi, etik kurallara bağlanması gerekiyor.

Uzmanlar, AGI geliştirilmesine ara verilmesini, YZ sistemlerinin kırmızı çizgileri (örneğin, kendi kendini kopyalama) aşmamasını sağlayacak daha sıkı düzenlemeler talep ediyorlar. Paris Zirvesi bu amaçla yapıldı, bir deklarasyon üretildi. Ancak ABD ve İngiltere, “Kapsayıcı ve sürdürülebilir YZ” çağrısında üretilen, Fransa, Çin, Hindistan ve Kanada dahil 60 ülke tarafından desteklenen deklarasyonu imzalamayı reddettiler.

Belli ki kâr arayışı, stratejik jeopolitik rekabet güvenliğin önüne geçiyor. Bu duruma bilim insanlarından gelen tepkiler, son yıllarda, önde gelen YZ şirketlerinde istifalar artıyor. Son iki yılda özellikle OpenAI, Google gibi önde gelen YZ şirketlerinde, güvenlik kaygıları nedeniyle en az yedi önemli uzman istifa etti, OpenAI’de bir toplu istifa olayı yaşandı.

Bir çağın, korkusu nükleer savaştı. Onun yerini, insanın anlamakta, denetlemekte yetersiz kalacağı bir AGI korkusu alıyor.

                                                  /././

Üç ‘izm’den sonra nostalji -Ergin Yıldızoğlu-

Postmodernizm, neoliberalizm, globalizm düşünce akımları olarak artık tükendiler. Tabii ki bunların dayandığı maddi eğilimler daha bir süre ayaklarımıza dolanmaya devam edecekler.

KISA BİR UFUK TURU

ODTÜ’de lisans üstü öğrencilerine “küreselleşme ve yeni jeopolitik” dersini sunarken “Postmodernizmden sonra gerici aşiretçilik” başlıklı makaleyi okutmaya “çalışırdım” (50 sayfaydı). Şimdi, artık, o makalenin yazarının (Robert J. Antonio) öngördüğü noktadayız.

O makalenin bir değeri de postmodernizm ile neoliberalizmin aslında bir madalyonun iki yüzü olduğunu göstermesiydi. Gerçekten de zaman içinde önce postmodernizmin, siyasi seçenek üretmeye izin vermeyen, rölativist, “hakikatleri” (büyük anlatıları) yadsıyan yaklaşımı sönümlendi; Açılan boşlukta, etnik milliyetçilik (ırkçılık), dinci cemaatçilik, demokrasinin eleştirisi üzerine kurulu bir nostalji (“Karanlık Aydınlanma”: Dark Enlightenment) yükseldi. Bu yükselişe ben “süreç olarak faşizm” diyorum. Finansal krizi de (2008) 1980’lerde sermaye birikim rejiminin krizine cevap olarak şekillenen neoliberalizm ve globalizmin tükendiğini gösterdi. Burada da karşımıza, elitlere yönelik bir öfke, ticari korumacılık, sanayi politikası, toprak genişletme arayışı çıkıyor.

DEVLET, TOPLUM, KORPORASYON

Fukuyama, liberal demokrasi için “ABD kapitalizmin en gelişmiş örneğidir, modelinin benimsenmesi doğaldır” demişti. Bu savın merceğinden ABD’ye bakınca, 2016’dan bu yana, yukarıda “kısa ufuk turunda” değindiğim gelişmelerin hepsini, özellikle II. Trump döneminde, fazlasıyla görebiliyoruz.

II. Trump döneminde daha ilk günden, CIA, FBI, NSA gibi güvenlik bürokrasisinde, Adalet Bakanlığında, hatta Pentagon’da, başkanlık kararnameleriyle başlayan geniş çaplı tasfiyeler, atamalar, hassas personel verilerine el koyma girişimleri, Musk’ın Trump’ın yanında adeta 2. devlet başkanıymış gibi hareket etmesi, anayasayı yok sayan girişimleri, çevreyi, tüketici haklarını, LGBTQ bireyleri, kadınları ve siyahları koruyan yasaların hızla iptal edilmesi sıradan uygulamalar değil. Tüm bunlar, ABD’de “süreç olarak faşizmin” el kitabı “Project 2025” adlı dokümana dayanıyor. “Project 2025” de Curtis Yarvin, Peter Thiel, Marc Andreessen gibi Silikon Vadisi entelektüellerinin, Nick Land, Patrick Dineen gibi reaksiyoner felsefecilerinin geliştirdiği iki yaklaşıma:

(1) Devlet, bütün sınıfların birlikte yaşamasına sağlayacak bir korporasyon  gibi çalışmalıdır.
(2)“Karanlık Aydınlanma”.

Birincisi, şirketlerin faaliyetini sınırlayan (çevreyi, tüketici ve işçinin sağlığını korumayı, küresel ısınmayı engellemeyi amaçlayan, iş güvenliğini sağlayan, çocuk işçi kullanımını yasaklayan) yasalar değişmelidir. Tüm sınıfların birlikte yaşayabilmesi için devlet de bir şirket/ korporasyon mantığı ile işletilmelidir.

İkinci yaklaşım da Aristotales ve Machiavelli’nin özgün bir okumasıyla, demokrasinin esas olarak kaosa açıldığını, bu kaosu aşabilmek için ABD halkının diktatörlük fobisinden kurtulması gerektiğini savunuyor. Dahası, neoliberalizm toplumu parçaladı, insanları yalnızlaştırdı. İnsanların esas olarak sosyal ilişkilere dayalı varlıklar olduğunu unutturdu. Şimdi bu ilişkileri canlandırmak gerekiyor. Din ve cemaat yaşamı bu konuda çok yararlı araçlardır. Eğitim sistemi de hep yeni bilgiler üretmeye odaklandı; geçmişin değerli bilgileri unutuluyor. Devlet başkanı da yetkileri itibarıyla bir kral, sultan gibi olmalıdır, iradesi yasalarla sınırlanmamalı, onu destekleyecek devlet bürokrasisine, çeşitlilik, eşitlik, kapsayıcılık (siyahları, kadınları, engellileri korumayı amaçlayan) ilkelerine takılmadan en iyi eğitimli, yetenekli olanlar atanmalıdır. Kısacası esas olarak beyaz Hıristiyan bir aristokrasi (en iyiler anlamında) üzerinde yükselen bir monarşi. Ülkenin Yunan şehir devletlerinde görülen seçilmiş iki “tiran” yöntemi ile yönetilmesini önerenler;

Musk, Vance gibi “Bize bir sulla (iktidarı rakiplerini öldürerek elegeçiren Romalı diktatör-general) lazım” diyenler de var.

Bunları bir araya koyduğumuzda ABD’de içeride “süreç olarak faşizm”, dışarıda Panama, Grönland, Kanada, Gazze bağlamında doğrudan toprak edinme çabalarıyla karşımıza sömürgeci bir emperyalizm çıkıyor.

                                                    /././

Amerikan piyonluğunun sonu -Mehmet Ali Güller-

Üç başkentte üç zirve... Riyad’da, Trump ve Putin’in uzun telefon görüşmesinin ardından ABD ve Rusya heyetleri bir araya gelerek Ukrayna savaşını sona erdirme görüşmelerini başlattı.

Paris’te Avrupalı liderler toplanarak ABD’nin Ukrayna barış masasından Avrupa’yı dışlamasına tepki gösterdiler.

Ankara’da Erdoğan ve Zelenski ise buluşup dışlanmaya tepki gösterdiler.

ZELENSKİ ÜÇ YILDIR NEREDEYDİ?

Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski, Ankara’da, Erdoğan’la ortak basın toplantısında konuştu: “Suudi Arabistan’a gitmeyi erteledim, arkamızdan bir şeylere karar verilmesi doğru değil.”

Reuters’a bilgi veren Ukraynalı resmi kaynaklar, “Zelenski’nin ABD-Rusya görüşmesine meşruiyet kazandırmamak amacıyla görüşmeye katılmadığını” kaydettiler.

Trump’ın Zelenski’ye tepkisi ise sert oldu: “Bugün duydum ki ‘Biz davet edilmedik’ diyorlarmış. Üç yıldır oradaydınız, üç yıl önce bunu bitirmeliydiniz. Hiç başlamamalıydınız. Daha önce bir anlaşma yapabilirdiniz” (AA, 19.2.2025)

Trump haksız mı? Hakikaten neredeydi üç yıldır? Oysa daha savaş henüz başladığında Belarus sınırındaki görüşmelerde bir anlaşmaya varılmış ama CIA-MI6 talebiyle masadan kalkmıştı Zelenski. Sonra İstanbul’da bir anlaşmaya varmıştı heyetler ama Boris Johnson-Antony Blinken talimatıyla anlaşmayı kabul etmemişti Zelenski.

NEDEN İSTANBUL YERİNE RİYAD?

Trump ile Putin’in Ukrayna barış görüşmelerinin ilkinin Riyad’da yapılmasından rahatsız olan Erdoğan, Zelenski’yle ortak basın toplantısında taraflara seslendi: “Önümüzdeki dönemde gerçekleştirilmesi muhtemel görüşmeler için ülkemiz ideal bir ev sahibi olacaktır” (cumhuriyet.com.tr, 18.2.2025).

İstanbul yerine Riyad’ın seçilmesinde, ABD’nin İsrail nedeniyle Suudi Arabistan’la arayı iyi tutma isteği, hatta Türkiye’nin Suriye’deki rolü nedeniyle Rusya’nın memnuniyetsizliği neden olmuş olabilir. Ama Ankara’nın şu aşamada bile tarafsız olmaması asıl neden gibi görünüyor. Zira ABD yönetiminin bile Ukrayna’nın taviz vermesi gerektiğini düşündüğü şartlarda Erdoğan’ın “Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü” neredeyse Türkiye’nin kırmızı çizgisi ilan etmesi ve Kırımlılardan çok Kırımcılık yapması, İstanbul’un ev sahibi olma şansını esas azaltan faktör görünüyor.

AVRUPA’NIN ABD-RUSYA İTTİFAKI ENDİŞESİ

Trump ile Putin’in savaşı ikili görüşme ile sona erdirme hamlesinden en rahatsız olan ise Brüksel. ABD Başkan Yardımcısı JD Vance’in Münih Güvenlik Konferansı’nda AB’yi “azarlamasının” ardından ABD’nin Ukrayna ve Rusya Özel Temsilcisi Keith Kellogg’un da “Rusya-Ukrayna barış görüşmelerinde Avrupa yer almayacak” demesi (AA, 15.2.2025) Avrupalı liderleri endişeye sevk etti. Macron’un çağrısıyla Riyad’a karşı Paris’te zirve yapan Avrupalı liderlerin buluşmasından, elbette hiçbir somut sonuç çıkmadı.

Avrupa’nın durumunu en iyi anlatan ise sanırım Fransa Başbakanı François Bayrou oldu: “Putin ve Trump arasında düşünülemez bir ittifaka tanık oluyoruz, bu da Avrupa’yı kendi topraklarında marjinalleştiriyor. Avrupa Birliği’nin bu konuda ne kadar zayıf olduğunu görmek korkunç” (Sputnik, 19.2.2025).

TRUMP’IN UKRAYNA’YI VASALLAŞTIRMA PLANI

Ne üzücü... ABD’li bağımsız yorumculardan Max Blumental, durumu şu sözlerle yorumluyor: “Zelenski hizmetçilerin ziyafete davet edilmediğini anladı” (TASS, 19.2.2025).

Zelenski’nin ülkesini düşürdüğü acı durum ve piyonluğunun sonu. Trump açık açık tehdit ediyor; “Ukrayna’da seçim yapılmadı, Zelenski’nin oyu yüzde 4” diyerek meşru olmamakla, “Verilen paralar nerede, hiç hesap görmedim” diyerek yolsuzlukla suçluyor.

Trump Zelenski’yi şimdi Ukrayna’yı “vasallaştırmakta” kullanacak çünkü. Açık açık “350 milyar dolar verdik, 500 milyar dolarlık nadir element alacağız” diyor.

Bir Amerikan piyonun sonu...

Emperyalizme güvenerek onun stratejisine eklemlenenler, kullanılır, atılır; acısını halk çeker, toprakları sömürüye açılır.

Herkese ders ola...

                                                        /././

Beyaz Saray’ın sopası: Rutte -Mehmet Ali Güller-

NATO’nun bir eşitler kulübü olmadığını, bir ABD örgütü olduğunu, ABD’ye rağmen NATO’da kararlar alınamayacağını, Avrupalı NATO genel sekreterlerinin aslında Brüksel’in değil Washington’ın adamı olduğunu yıllardır yazarım, anlatırım.

Ama bir NATO genel sekreterinin kendisini bu kadar açık şekilde “Beyaz Saray’ın sopası” olarak sunduğunu ilk kez görüyorum!

WASHİNGTON AVRUPALILAR ENSESİNDE OLACAK

ABD-AB çelişkilerine sahne olan 61. Münih Güvenlik Konferansı’nda konuşan NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, Avrupalı NATO üyelerinden savunma harcamalarını artırmalarını isteyen bir konuşma yaptı. Rutte, yeni harcama oranının, mevcut yüzde 2 hedefinin “çok üzerine çıkacağını” söyledi.

Konuşmasının asıl çarpıcı kısmı ise Avrupalıların taahhütlerinin ABD tarafından izleneceğine dair olan kısmıydı: “Attığınız adımlar, takip edilip izlenecektir. Telefonun karşı tarafında olacağım ve eğer beni dinlemezseniz, taahhüdünüzü yerine getirmediğinizde eminim Washington’da çok iyi bir adam sizi arayacaktır.” (AA, 15.2.2025).

Böylece eski Hollanda başbakanı olan yeni NATO genel sekreteri, parçası olduğu AB’nin liderlerini doğrudan Trump ile tehdit etmiş oldu! (Bu arada görevi Rutte’ye devreden Norveçli eski NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ise Münih Güvenlik Konferansı’nın başına geçti.)

BATI'DAKİ DEMOKRASİ EROZYONU

Aslında Rutte’nin sözleri bile 61. Münih Güvenlik Konferansı’nın ruhunu anlamamıza yetiyor. Konferanstan önce yayımladıkları “Çok Kutupluluk” başlıklı 151 sayfalık rapora uygun olarak, konuşmalar, ABD ile AB arasındaki çelişmelerin derinleştiğine işaret ediyor. (Bu geniş raporu 11 Şubat’ta cgtnturk. com sitesinde “Putin Münih’e Döndü” başlığıyla geniş bir şekilde inceledim.)

AB liderleri, ABD’nin vergi baskısını yanıtsız bırakmayacaklarını vurgularken ABD adına konuşan Başkan Yardımcısı DJ Vance ise muhataplarını resmen azarladı. Vance özetle Avrupa’da demokrasinin ve ifade özgürlüğünün zayıfladığını söyledi.

Kuşkusuz kimin söylediğine bakmaksızın değerlendirirseniz, özellikle Ukrayna savaşıyla birlikte Avrupa’da ifade özgürlüğü ile demokrasinin erozyona uğradığı bir gerçek. 

Rusya karşıtlığının Tolstoy ve Dostoyevski sansürüne kadar gittiği, sosyal medya mesajlarının gözaltılara dönüştüğü, Filistin’e desteğin kimi üniversitelerde antisiyonizm olarak değerlendirilip yasaklandığı bir süreç yaşandı, yaşanıyor. Bu durum elbette sadece Avrupa’yla sınırlı değil, âlâsı ABD’de yaşandı, yaşanıyor.

AVRUPA'NIN ASIL SORUNU

ABD ile AB arasında yaşanan ve Münih Güvenlik Konferansı’nda iyice gün yüzüne çıkan çelişmeler, örneğin Ukrayna için barış masasında AB’nin olup olmayacağı, örneğin NATO üyelerinin savunma harcama oranlarının artırılması, örneğin ABD’nin vergi tarifeleri, son tahlilde gelip Çin’i ilgilendirmektedir.

Esasında ABD ile AB arasındaki bu tartışma, bir bakıma AB’nin stratejik özerk olup olmayacağı konusu ve yeni Transatlantik ilişkilerin nasıl olacağı sorunudur ama son tahlilde ABD’nin Çin’le rekabetine dairdir. Burada ilginç olan Avrupalı siyasetçilerin Trump’a karşı çıkarken aslında “eski tür Amerikancılık” yapmaya devam etmeleridir ve Rusya’yla barış isteyen Avrupa sanayi burjuvazisi ile bu siyasetçilerin çıkarlarının çelişmesidir.

ÇİN'DEN ABD'YE 'KARŞILIĞINI ALIRSIN' YANITI

Bu nedenle 61. Münih Güvenlik Konferansı’nda konuşan Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin mesajları kritik önemdedir. ABD’ye büyük güç rekabetinden kaçınması gerektiği mesajını veren Wang Yi, özetle Washington hangi yolu seçerse Çin’in o yola uygun konumlanacağı uyarısını yaptı.

ABD’ye “Zorbalık uygulamaya ve çevrelemeye kalkarsan karşılığını alırsın” diye seslenen Wang Yi, şu deyişle hem Çin’in “büyük sabrına” işaret etti hem de Çin’in ABD’yi kâğıttan kaplan gördüğüne: “Çincede bir deyiş vardırBırak güçlü olan yapacağını yapsın, tepelerde esen hafif yel gibi kayıtsız ol. Onlar ne kadar haşin olursa olsun, nehri aydınlatan parlak ay gibi yerinde kal. Rüzgâr ne yönde eserse essin, hep sakin ve sarsılmaz ol.” (AA, 14.2.2025)

                                                     /././

Kissinger’ın dönüşü -Mehmet Ali Güller-

ABD Başkanı Donald Trump’ın Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin ile yaptığı “uzun telefon” görüşmesini, Amerikan devlet aygıtının Kissinger stratejisine dönüşünün başlangıcı olarak niteleyebiliriz.

ABD’nin Soğuk Savaş dönemi stratejilerinde belirleyici bir isim olan ve sonrasında da Amerikan hükümetlerine akıl hocalığı yapan Henry Kissinger, ölmeden önce Joe Biden’ın Ukrayna politikalarına eleştiriler yapmış ve ABD’nin ne yapması gerektiğini söylemişti.

İşte Trump “uzun telefon” ile Kissinger’ın işaret ettiği hamleleri yapmaya başlıyor.

KİSSİNGER’İN ABD’YE UYARILARI

- Kissinger’ın 2022’de yaptığı o saptamalarını, uyarılarını ve önerilerini anımsayalım önce:
- Kissinger, savaşın ana nedenini doğru saptamış ve açıkça ortaya koymuştu: “Kiev, NATO üyeliği peşinde koşarak bugünkü çatışmaların taşlarını döşedi.” Kuşkusuz Kiev’i o yanlışa yönlendiren de ABD yönetimleriydi.
- Kissinger’ın şu uyarısı özellikle Avrupalı siyasetçiler açısından önemliydi: “Batı, Rusya’yı ezici bir yenilgiye uğratma çalışması peşinde koşmamalı. Rusya’nın 400 yıldır Avrupa’nın ana parçalarından biri olduğu hatırlanmalı.”

Kissinger konunun artık toprak tavizini zorunlu kıldığının da kabul edilmesi gerektiğini vurguluyordu: “Ukrayna, savaşın sona ermesi ve barış anlaşmasına varılması için Rusya’ya toprak vermeli.

Tabii asıl önemlisi şuydu: Kissinger bunları ABD’nin “ana stratejisinin” gereği olarak savunuyordu. Açalım:

KİSSİNGER’A GÖRE RUSYA ÇİN’DEN KOPARILMALI

Kissinger’ın ABD-AB-Rusya üçgeninde dile getirdikleri aslında Çin’le ilgiliydi. Rusya’ya neden taviz verilmesi gerektiğini şu sözlerle açıklıyordu Davos’ta: Aksi takdirde Rusya Avrupa’dan tümüyle kopup Çin’in kalıcı müttefiki haline gelecek.

Bu ABD’nin ana stratejisi açısından o kadar önemliydi ki Kissinger Davos’tan sonra da bu uyarılarını sürdürdü: “Artık soru, bu savaşın nasıl sona erdirileceği olacak. Sonunda hem Ukrayna hem de Rusya için birer yer bulunmalı, eğer ki, Rusya’nın Çin’in Avrupa’daki ileri karakolu olmasını istemiyorsak.” (Times, 11.6.2022)
Kissinger ve başka pek çok ABD’li siyaset bilimci, uluslararası ilişkiler uzmanı ve analist önemle belirtiyordu: ABD’nin asıl rakibi Çin’di. Ve ABD, hızla büyüyen Çin’e karşı, 

a) mevcut müttefiklerini (AB) sağlamlaştırmalı,
b) yeni müttefikler (Hindistan) bulmalı ve
c) Çin’i (Rusya’yı Batı’ya çekerek) yalnızlaştırmalıydı. Hatta Brzezinski bunu “daha büyük Batı” inşası diye formüle etmişti.

TRUMP KİSSİNGER’I İZLİYOR

İşte Trump bu stratejiye uygun adımlar atıyor.

- Trump savaşın ana nedenini tıpkı Kissinger gibi belirliyor: “Ukrayna’nın NATO’ya girme ihtimali, savaşın ana nedeniydi.”
- Trump, tıpkı Kissinger’ın önerdiği gibi Rusya’ya Batı kapısı açıyor: “Rusya G7’ye geri dönmeli.
- Trump tıpkı Kissinger’ın işaret ettiği gibi esas olarak Çin’e odaklanmak istiyor.

TRANSATLANTİK İLİŞKİLERİN REVIZYONU

Trump’ın bu adımları Avrupa’da bir kaç türlü endişeye yol açmış görünüyor. Bazıları Putin’e taviz verilmesinin yol açacağı sorunlara dikkat çekiyor, bazıları ABD’nin Avrupa’yı yüzüstü bıraktığını düşünüyor, bazıları da geleneksel Transatlantik ilişkinin zarar göreceğini belirtiyor.

ABD’nin diğer konuları tavizle de olsa çözerek sadece Çin’e odaklanması, Transatlantik ilişkilere sırtını döneceği anlamına gelmiyor kanaatimce. Ana stratejisine dayalı bu politikaların, Transatlantik ilişkileri de bir revizyona zorlayacağını düşünüyorum.

Zira Rusya’nın yerinin neresi olduğu konusu, Avrupa Güvenlik Mimarisi’nin nasıl olacağını da belirleyecektir.
                                                   /././

Sorunların kaynağı aptallık mı?-Öztin Akgüç-

Toplumsal yaşamda bireylerin siyasal üretici-tüketici olarak davranışları, kararları yalnız kendilerini değil toplumu, çevreyi de etkiler.

İktisat ana akımı, kuramı bireylerin ussal davrandığını, sınırlı kaynakları faydayı ençoklayacak düzeyde kullanacağını varsayar. Ussal davranış, bilgili olmayı, irdelemeyi, olayların arasında illiyet bağlantısı kurmayı, duygusal davranmamayı, süreçlerin nerelere evrileceğini öngörmeyi, çözüm geliştirmeye önlem almayı içerir. Birey, ussal davranışları ile diğer bireylere de yarar sağlayabilir.

Toplumda, toplumu oluşturan gruplar, bireyler farklı güdülerle, beklentilerle değişik davranışlar gösterirler. Aptallık, ussal davranıştan farklı davranış türüdür.

Aptallık, bilgi edinme gücü yetersizliğini, kavrama yeteneği zayıflığını, bağlantı kuramamayı, etki altında kalmayı, dış etkenlerle yönlendirilmeyi, sağduyu eksikliğiyle davranmayı, kurallara uymamayı, uyanıklık sanısını içerir.

Aptal, kişisel çıkar gözetirken yanlış karar tercihleriyle kendine ve dolaylı olarak topluma çevresine de zarar veren bireydir.

Aptallık, toplumda her alanda dolandırıcılığa, şarlatanlığa, kuralların, düzenin bozulmasına elverişli ortam yaratıyor.

İyi niyetli olmayan kişiler, aptalca davranışlardan, aptalların hiffetinden, yeğniliğinden, bilgi yetersizliğinden, çıkar tutkularından yararlanarak kendilerine fayda sağlarken diğer bireylere, topluma zarar veriyor. Bankerlik, yüksek getirili fon, kripto varlık, borsa aptalca davranışlara örnek verilebilir.

1980’li yılları anımsayalım. İki koltuk, bir masa, bir kasa ile kiralanan, ofislerde kurulan bankerlik binalarıyla, yüksek faiz vaadi ile para toplanıyor. Yüksek faizin kaynağı araştırılmadan, nasıl ödenebileceği irdelenmeden banker büroları önünde para yatırma kuyrukları oluşuyor. Form doldurmalı masalarda yer bulamayanların yerlerde form doldurdukları görülüyor. Saadet zincirinin sürebilmesi için para yatıranların geometrik dizi ve belki daha hızlı artması gerekiyor. Bu hıza ulaşılamadığında ödemeler de artınca nakit açığı oluşuyor. Bankacılık büroları kapanıyor. Banker olarak nitelendirilen kişiler yurtdışına kaçıyor. Yüksek faiz bir yana çoğu kişi anaparasını da yitiriyor. Ardından talep, devletin ödemesi oluyor. 

Niçin?

Yüksek getirili fon, yatırım vadeli bankerlik gibi sonlanıyor. Etik yönü bir yana yüksek getirinin nasıl, nereden sağlanacağı irdelenmeden para yatırılıyor. Saadet zincirinin sürmesi için para yatıranların hızla artması gerekli iken, para yatırma belli hızın altında kaldığında saadet zinciri kopuyor, vaatler yerine getirilmiyor. Sonuç, mahkeme, icra takibi kaynak kaybı oluyor.

Menkul kıymet borsası da bir oyun. Hiçbir kârı yüksek şirket, halka gitmek için halka açılmaz. Kaynak maliyetini düşürmek, riski dağıtmak, oluşan değer artışını vergisiz realize etmek, primli pay senedi çıkararak, yatırılan sermayeyi geri almak, şirketi fiilen sermaye yatırmadan yönetmek gibi güdülerle halka açılır. Borsa ünlü ekonomist Keynes’in ifadesiyle “casino”da (kumarhanede) sıfır toplamlı, katma değer yaratmayan bir oyun oynanır. Oyuncuların beklentisi, değer artışı, havadan inme kârdır. Casinoda makine kolu, kâğıt çekilirken, zar atılırken, belli numaralara para yatırırken alınan beklentidir. Borsa oyuncularına, onurlandırmak için yatırımcı deniyor. İktisatta yatırım, reel anlamda mal ve hizmet üretmek, katma değer yaratmak amacıyla kaynak özgülenmesidir. Oyuncular, yatırımcı değil, spekülatördür. 1929 büyük krizi ABD’de borsada panikle başlamış, bankalar batmış, bulaşma etkisiyle tüm ekonomiye yayılmış, ABD milli gelirinin üçte birini yitirmiştir.

Kripto varlıklar, para ve menkul kıymet değildir, belli bir reel karşılığı da yoktur. Oyunda birileri kazanırken katılımcıların büyük bölümü de kayba uğrar.

Teknolojik gelişmelerin de çevre kirlenmesi, iklim krizi, dışsal maliyeti olup katkısı sınırlıdır. Albert Einstein’ın bir öngörüsü, “Korkarım ki bir gün teknoloji insan iletişiminin ve yakınlaşmasının önüne geçecek ve aptal bir nesil ortaya çıkacaktır”. Aptallığın etkileri konusunda araştırmalar, tezler yaygınlaşıyor, sorun gerçekten aptallık ise çözümü iktisatçılar değil, eğitimciler, psikologlar sağlayabilir.                                                                 /././

Cumhuriyet ve Emek Yürüyüşü -Cumhuriyet-

AKP iktidarının yıllardır sürdürdüğü hukuksuz, adaletsiz, demokrasiden uzak gerici ve piyasacı politikalar, halkımızı yoksulluğa, çaresizliğe ve umutsuzluğa mahkûm etmektedir.

Cumhuriyet ve Emek Yürüyüşü
Türkiye, demokrasi, hukuk ve özgürlükler açısından giderek daha karanlık bir tabloya sürüklenmektedir. Yargı, hukukun üstünlüğünü korumak yerine siyasi bir baskı aracı haline getirilmiştir. Hukuksuz gözaltılar ve baskılarla toplum sindirilmek istenmektedir.
Alım gücü her geçen gün düşmekte, emekçi maaşıyla insanca yaşayamaz hale gelmektedir. Emekliler çalışmak zorunda bırakılmakta, çocuklar ise eğitim haklarını kullanamadan iş gücüne katılmaktadır.
Bu karanlık tabloya, diplomalı işsizliğin rekor seviyelere ulaşması ve liyakatın yok sayıldığı bir düzen eklenmiştir. Gençlerimiz, alın teri dökerek elde ettikleri diplomalarıyla iş bulamazken, yandaşların kayırıldığı bir sistem tüm kurumlarımızı sarmış durumdadır. Okullarımızda ise tarikat ve cemaatler cirit atmakta, laiklikten uzak, bilimden kopuk bir eğitim sistemi inşa edilmektedir. Eğitim yuvalarımız, çağdaş nesiller yetiştirmek yerine, ideolojik araçlar haline getirilmektedir.
Oysa biz biliyoruz ki, laik ve bilimsel bir eğitim sistemi, yalnızca toplumsal ilerlemenin değil, bağımsız bireyler yetiştirmenin ve Cumhuriyetimizin temel değerlerini korumanın da teminatıdır. Mustafa Kemal Atatürk’ün “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller hayali, bugün bizim mücadelemizin en güçlü dayanağıdır. Ancak bugün, eğitim sistemimize ve emeğe yönelik ideolojik ve ekonomik müdahalelerle bu değerler yok edilmek istenmektedir.
Eğitim-İş olarak, Cumhuriyetimizin kurucu değerlerine, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlılığımızı en güçlü şekilde haykırıyoruz! Eğitim ve emek, ulusun bağımsızlığının ve çağdaşlığının temel taşıdır! Bilimsellikten, laiklikten ve eşitlikten asla ödün vermeden, Atatürk devrimlerinin ışığında mücadele etmeye devam edeceğiz. Çünkü Cumhuriyet, yalnızca geçmişin bir eseri değil, bugünümüzün ve yarınımızın güvencesidir.
“Cumhuriyet ve Emek Yürüyüşü” tam da bu bilinçle başlıyor. Bu yürüyüş, karanlığa karşı ışık, umutsuzluğa karşı direniş çağrısıdır. Bu yürüyüş, emeğin hakkını savunmak, adaletin ve eşitliğin hüküm sürdüğü bir toplum için mücadele etmektir.
AKP’nin emekçileri yoksulluğa iten, halkın alım gücünü yok eden, eğitimde eşitsizliği derinleştiren politikalarına karşı susmayacağız! Haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, iş güvencesizliğine, düşük ücretlere, diplomalı işsizliğe, liyakatsizliğe, sendikasızlaştırmaya ve okullarda tarikat-cemaat yapılanmalarına karşı mücadelemizi büyüteceğiz. Eğitimde yaşanan eşitsizliklere, öğretmenlerin haklarının gasp edilmesine ve laik, bilimsel eğitimin yok edilmesine karşı direnmeye devam edeceğiz.
Cumhuriyetimiz ve Atatürk Devrimleri, bizim en büyük rehberimizdir. Onun izinde her türlü gericiliğe, eşitsizliğe ve emeğin sömürüsüne karşı omuz omuza mücadele etmek, boynumuzun borcudur. Cumhuriyet değerlerinden asla vazgeçmeyecek, çocuklarımız ve emekçilerimiz için daha aydınlık bir Türkiye mücadelesini sürdüreceğiz.
Eğitimde laiklik, eşitlik, bilimsellik ve emeğin onurunu savunan herkesi bu onurlu yürüyüşe davet ediyoruz.
Gelin, sesimize ses, gücümüze güç katın!
Cumhuriyet için, Atatürk devrimleri için, emeğin onuru için, laik eğitim için, aydınlık bir gelecek için birlikte yürüyelim!

Bu mücadele hepimizin!
                                                    ***

İki bakanlığın işbirliği: Çanakkale'ye 'harem-selamlık' gezi -Taylan Gülkanat-

Gençlik ve Spor Bakanlığı (GSB) ile Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) işbirliğinde düzenlenecek olan Çanakkale gezisine kız ve erkek öğrencilerin ayrı ayrı götürüleceği ortaya çıktı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/egitim/haremlik-selamlik-gezi-programi-2302184)

                                                                    ***
Cumhuriyet






 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Tatil yerlerinde kıyılar gasbedilmiş durumda+"İstanbul’un nimeti" deniz, seyirlik bile değil+İstanbul’un kıyısı sermayeye peşkeş+Kıyı hakkının 20 yıllık gasbı: Halkın denizle bağı yasalarla koparılıp sermayeye veriliyor-EVRENSEL-

Tatil yerlerinde kıyılar gasbedilmiş durumda - Nisa Sude Demirel/ Şeyma Akcan Kıyılar ya otellerin ya da özel başka türlü işletmelerin kontr...