T-24 "Köşebaşı + Gündem" -21 Şubat 2025-

2025 yılı Avrupa asgari ücret sıralaması açıklandı…-Murat Batı-

Dünyanın bazı ülkelerinde asgari ücret saatlik, günlük ya da aylık olarak hesaplanabilmektedir. Ülkemizde toplu sözleşmeye dayalı bir pazarlık usulüyle belirlenen asgari ücret günlük ücret olarak belirlenir.

Asgari Ücret Yönetmeliği’nin 4/d maddesine göre asgari ücret, “İşçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücreti,” şeklinde tanımlanmıştır.

Görüldüğü üzere asgari ücret, bir işçinin o günün ekonomik koşullarında  sinemaya, tiyatroya, maça gidebileceği; sağlıklı beslenebileceği, barınma sorununu çözebileceği kadar yani bunlara yetebilecek bir ücret düzeyidir.

Şu an uygulanan brüt asgari ücret 26.005,50 TL, net asgari ücret ise 22 bin 104,67 TL’dir ve bu sayılanlardan hangisine yeter bu tutar? bilemiyorum.

Dünyada da durum böyle mi ve biz neredeyiz sorusunu da sormamız lazım elbette.

Aşağıdaki tabloyu Avrupa Birliği İstatistik Bürosunun (Eurostat) 2025 yılı  verilerinden sizin için derledim. 

Yukarıdaki tabloda görüldüğü üzere aylık brüt asgari ücret sıralamasına göre Türkiye pek de yukarıda değil. Bu listeye göre Lüksemburg aylık 2.637 Euro ile birinci sırada, İrlanda ve Hollanda Lüksemburg’u takip etmektedir. En düşük asgari ücret olan ülke ise aylık 385 Euro ile Arnavutluk, 182 euro ile Ukrayna, 285 euro ile Moldova ve sonrasında Bulgaristan, Karadağ, Macaristan ve Sırbistan gelmektedir.

Satın alma gücü paritesine göre asgari ücret sıralaması

Diğer taraftan ulusal para birimlerinin değerindeki değişmeler Euro cinsinden asgari ücretin değerini de değiştirecektir. Bu yöntem yani her ülkenin asgari ücret tutarını euro kuruna çevirip kıyaslamak o ülkedeki reel satın alma gücünü tam yansıtmadığı için sağlıklı sonuçlar doğurmayabilir. Bu nedenle ülkelerdeki farklı yaşam koşul ve maliyetlerini gösteren Satın Alma Gücü Standartlarının (Purchasing Power Standarts- PPS) dikkate alınıp karşılaştırma yapılması daha sağlıklıdır. Daha basit bir ifadeyle 1 PPS her ülkede aynı mal ve hizmeti satın alabilmektedir.

Aşağıdaki satın alma gücü dikkate alınarak oluşturulmuş bir tablo bulunmaktadır[1].

Satın alma gücü dikkate alındığında birinciler yer değişiyor ama Türkiye çok az üst sıraya geçmiş bulunmaktadır. Ancak veriler içinde Türkiye için 2023 asgari ücret seviyesine dayalı satın alma gücü paritesi dikkate alınarak oluşturulmuş bu veri.

Diğer taraftan Danimarka, İtalya, Norveç, İzlanda, İsviçre ve Finlandiya’da asgari ücret uygulaması bulunmamaktadır.

Sonuç olarak

Asgari ücret uygulaması dünyada genel olarak uygulama alanı bulan bir ücretlendirme yöntemidir. Avrupa Birliği ülkeleri arasında Almanya, Belçika, Bulgaristan, Çekya, Estonya, Fransa, Hırvatistan, Hollanda, İrlanda, İspanya, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Malta, Polonya, Portekiz, Romanya, Slovakya, Slovenya ve Yunanistan’da asgari ücret uygulaması bulunmaktadır. İngiltere’de de bulunmakta ve saatlik asgari ücret uygulanmaktadır.

Sendikal örgütlenmenin daha güçlü olduğu, örgütlenme ve pazarlık gücünün etkin olduğu toplumlarda toplu sözleşmeler daha yaygındır. Bu ülkeler özellikle İskandinav ülkeleri; Avusturya, Danimarka, Finlandiya, İsveç, İtalya ve Güney Kıbrıs’tan oluşmaktadır. Toplu iş sözleşmeleri ile asgari ücretin belirlendiği ülkelerde insan hakları bilincinin ve demokrasi kültürünün daha fazla yerleştiği görülmektedir. Bu ülkelerde asgari ücretin, tarafların iradesine uygun şekilde düzenlendiği görülmektedir[1].

Diğer taraftan dünyanın bazı ülkelerinde asgari ücret saatlik, günlük ya da aylık olarak hesaplanabilmektedir. Ülkemizde toplu sözleşmeye dayalı bir pazarlık usulüyle belirlenen asgari ücret günlük ücret olarak belirlenir.

Asgari ücret, bir çalışanın beslenme, barınma, sağlık ve kültürel ihtiyaçlarını karşılamak üzere günlük olarak verilen ayni ve nakdi bedeldir. Bu nedenle emeğiyle gelir elde eden kişinin sağlıklı beslenmesi, sosyal hayattan geri kalmaması, sinema, tiyatro, konsere rahatça gidebilmesi, sağlık hizmetlerinden tam ve eksiksiz yararlanması gerekmektedir. Daha da önemlisi bu saydıklarımı elde edeceği ücretle yerine getirmesi getirmektedir.

Buna göre ödenecek asgari ücret ile bu sayılanlar kolaylıkla yerine getirilebilecekse övünelim; yok bunları sağlayamıyorsak o zaman başka ülkelerden ne kadar ilerideyiz ya da başka ülkeler bizden ne kadar geridedir diye övünmenin de pek bir anlamı yoktur.

Daha da önemlisi ülkemizde bugün ücretli çalışanların yarıdan çok fazlası asgari ücretli oldu. Normal koşullarda bu sayının daha düşük olması gerekmektedir. Bu sayı ne kadar düşerse o kadar övünelim.

-------

(1) https://tr.euronews.com/2024/02/01/avrupada-euro-bazinda-asgari-ucret-ve-satin-alma-gucu-turkiye-2024te-ne-durumda
(2)Temmuz 2023 asgari ücret seviyesine dayalı satın alma gücü paritesi (PPS)
(3) Kadriye Gül Yücel; Asgari Ücretin Belirlenmesi ve Vergilendirilmesi: Adalet Bağlamında Karşılaştırmalı Bir Değerlendirme, Ankara Üniversitesi SBE Doktora Tezi, Ankara, 2020, s.196.

                                                                         /././

Bakan Ersoy’un “2024’te denetledik” dediği Grand Kartalkaya Oteli denetimden yeni bir skandal çıktı!-Tolga Şardan-

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı iş müfettişleri hazırladıkları 4 sayfalık denetim raporunda özellikle yangın önlemleriyle ilgili eksiklikleri tek tek kayda geçirdi. Buna göre, iş yerinde yağmurlama sistemi bulunmadığı anlaşıldı. Yangın kaçış merdivenlerine ulaşımı sağlayan kaçış yolu kapılarının yangına dayanıklı ve duman sızdırmaz özellikte tesis edilmediğini ortaya koydu.

Grand Kartal Otel’de 78 kişinin can verdiği yangının hemen ardından ekranlara çıkan Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, otelin 2024’te denetlemeden geçtiğini açıkladı.

Şimdilerde istifası beklenen Bakan Ersoy, bu açıklamasında denetlemenin içeriğinden hiç bahsetmedi.

Hatta öyle ki, turizm işletme belgesine sahip otelin bakanlık müfettişlerince 2024’te yapılan denetiminde yangın güvenliği konusunda sıkıntı olmadığı havası verilmeye çalışıldı.

Hâl böyleyken, göz göre göre gelen yangın katliamıyla ilgili adli soruşturma yürüten Bolu Cumhuriyet Savcılığı’na ulaşan belgelerde yangın güvenliği denetimi yapılmak bir yana, otel yönetiminin farklı bir şikâyet konusu çerçevesinde bakanlığa “yalan beyanda bulunduğu” ortaya çıktı.

İşin ilginç yanı, eylül 2024’te otele yönelik gerçekleşen bakanlık denetiminde, otelde konaklayan müşterileri etkileyecek başka bir skandal yaşandığı anlaşıldı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca (KTB) savcılığa gönderilen söz konusu denetim raporuna ulaştım.

Şimdi olduğu gibi aktaracağım.

Otele turizm işletme belgesini veren KTB bünyesindeki Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürlüğü Kontrolörler Kurulu Başkanlığı, 3 Şubat 2024’te otelde yaşanan elektrik arızası sonrasında bakanlığa ulaşan şikayetler nedeniyle müfettiş incelemesi başlattı.

Müfettişlerin çalışmaları sonucunda hazırlanan denetin raporu ise 13 Eylül 2024 tarihini taşıyor.

Bakanlığa ulaşan şikâyetin sonuca bağlanması tam yedi ay sürdü! Üstüne üstlük hazırlanan denetim raporu ise tek sayfa! Sadece bir A4 sayfası.

Otelde yapılan denetimin konusu ise; “bakanlıkça istenilen bilgi ve belgelerin eksik gönderilmesi ve yanıltıcı bilgi ve belge verilmesi!”

Yani; cümlenin özeti sahtekarlık.

Devam ediyorum; peki denetim raporunda ne var?

Otelde yaşanan ve 3 Şubat 2024’te bakanlığa ulaştırılan elektrik arızası şikâyetiyle ilgili otel yönetimi müfettişlere süreci anlatan ve kendilerini kurtarmaya çalışan görüş yazısı iletti.

Bu yazıya göre, yaşanan sıkıntıyla bağlantılı olarak müşterilerin bir bölümüne para iadelerinin yapıldığı, ayrıca günübirlik müşterilere de para iadesi yapıldığı açıklandı.

Yanı sıra, otelin müşterilerin kullandığı kayak pistlerindeki mekanik tesislerin bakımlarının Doppelmayr Turkey Asansör Teleferik ve Kablolu Taşıyıcı Sistemleri isimli şirket tarafından yapıldığı ve günlük bakımlarının tesis çalışanları tarafından yapıldığı ifade edildi.

Bu açıklamaya rağmen KTB müfettişleri, otelin kayıtlarında inceleme yaptıklarında, 2021 yılına ait bakım raporları ile mekanik tesislere ilişkin günlük kontrol listesine ulaştı. Fakat müşterilere para iadesi yapıldığına ve mekanik tesislerin bakımlarının otelin anlaşmalı olduğu firmaya yaptırıldığına dair güncel tarihli evrak bulamadı.

Ortaya çıkan tabloya göre, sıkça bakımının yapılması gereken kayak pistlerindeki mekanik sistemin kontrolünün en son 2021’de yapılmış, 2024’e gelindiğinde üç yıllık süreçte bakım yapılmamıştı.

KTB’nin denetim raporunda kritik bir bilgi daha yer aldı.

Buna göre, Bolu Valiliği Sanayi ve Teknoloji İl Müdürlüğü, 18 Mart 2024 tarihini taşıyan ve KTB’ne gönderdiği yazıda, otelde denetim yapıldığını ve “işletme teknik personelinin çalıştırılma yükümlülüğünün yerine getirilmediğini” bildirdi.

Bu ne demekti?

Şöyle ki; yürürlükteki mevzuata göre işletme teknik personelinin tanımı “en az endüstri meslek lisesi veya teknik lise mezunu olan ve kablolu taşıma tesisatı konusunda yeterli eğitimi almış ve belgelendirilmiş personeli” şeklindeydi.

Yani; otelde elektrik arızalarının giderilmesi ve kayak pistlerinin bakımında görev alacak işinin ehli personel çalıştırılmamıştı.

Bu nedenle, Bolu Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüğü’nce otel yönetimine yönelik idari yaptırım uygulandığı KTB’ne bildirildi.

Tabii bu aşamada, işinin uzmanı elektrikçi personel çalıştırmayan otel yönetiminin idari yaptırımdan sonra uzman personeli işe alıp almadığı bilgisi resmi yazışmalarda bulunmuyor.

Kısacası, otele gidip konaklayan ve kayak tesislerini kullanan müşterilerin başına bir iş gelip gelmeyeceği Allah’a kalmış!

Yalan bilgi vermenin yaptırımı 27 bin liralık para cezası!

Bakanlık müfettişlerinin hazırladığı denetim raporu sonrasında KTB’nin Grand Kartal Otele yönelik nasıl bir yaptırım uyguladığına bakalım hep birlikte.

Yine savcılığa ulaştırılan belgelere göre; KTB Yatırım ve İşletmeler Genel Müdürlüğü Kontrolörler Kurulu Başkanlığı, 2 Ekim 2024 tarihini taşıyan “idari yaptırım karar tutanağı” düzenledi.

Bu tutanağa göre, otele 27 bin 347 lira para cezası kesildi. Fakat, söz konusu idari para cezasına yönelik kanun yoluna başvurulmadan bir ay içinde ödenmesi halinde para miktarında 6 bin 836 lira 75 kuruş indirim yapılarak 20 bin 510 lira 25 kuruş ödenebileceği otel yönetimine bildirildi.

Böylelikle, yangında kül olan otelin yönetiminin, teleferik hatlarının bakımının yapıldığına yönelik Kültür ve Turizm Bakanlığı’na deyim yerindeyse “yalan beyanda bulunduğu, yapılmayan denetimin yapılmış gibi evrak hazırlanarak bakanlığa sunulduğu” ortaya çıkarıldı.

Bu çerçeveden bakıldığında; otel yönetiminin, kış mevsiminde konaklayan misafirlerin kayak pistlerini kullanmaları sırasında da güvenlik önlemlerini göz ardı ettiği, olası bir faciaya kapı araladığını söylemek yanlış olmaz, kanımca.

Yangınla ilgili ortaya çıkan yeni bilgiler

Savcılık soruşturma dosyasına Grand Kartal Otel’deki katliamla ilgili giren bir başka resmi rapor ise sürecin nasıl işlediğini net biçimde ortaya koydu.

Söz konusu raporu hazırlayanlar, Çalışma ve  Sosyal Güvenlik Bakanlığı iş müfettişleri.

Müfettişler, yangından sonra otelde iş sağlığı ve güvenli açısından inceleme gerçekleştirdi.

Verilen görev onayıyla birlikte olay yerine giden iş müfettişleri, yangından hemen önce 21 Ocak 2025 ile yangın sonrasındaki 3 Şubat 2025 tarihleri arasındaki iş ve işlemleri inceledi.

Müfettişler, hazırladıkları 4 sayfalık denetim raporunda özellikle yangın önlemleriyle ilgili eksiklikleri tek tek kayda geçirdi.

Buna göre, iş yerinde yağmurlama sistemi bulunmadığı anlaşıldı.

Otel personelin bilgisine başvuran iş müfettişleri, Otel Müdürü Zeki Yılmaz  ve Yunus Emre Güven adlı çalışanın verdiği bilgiler ışığında, yangın kaçış merdivenlerine ulaşımı sağlayan kaçış yolu kapılarının yangına dayanıklı ve duman sızdırmaz özellikte tesis edilmediğini ortaya koydu.

Müfettişlerin rapora yansıttıkları diğer eksiklikler şöyle:

* Yangının başladığı anlaşılan restoran ve yakınındaki mutfak alanında çalışanların ulaşabileceği konumda portatif yangın söndürme cihazlarının bulunmadığı,

* İş yerinde aktif çalışır vaziyette otomatik yangın algılama ve uyarı sisteminin bulunmadığı,

* Otelin dış cephesinin ahşap malzeme kullanılarak kaplanmış olması ve otel içerisindeki zeminlerin halı, duvarların ağaç esaslı malzemeyle kaplanması sonucunda binanın yani hangi yükünün arttığı, bu durumun ise yangının hızlı bir şekilde ilerlemesine sebep olduğu,

* İş yerinde çalışanlara iş sağlığı ve güvenliği eğitimi verilmediği,

* Yangın söndürme ve yangın kurtarma konusunda görevlendirilen çalışanlara özel olarak eğitim verilmediği,

* İş yeri acil durum eylem planında acil durum müdahale ve tahliye yöntemleri oluşturulurken çalışanlar dışında müşteri, ziyaretçi gibi işyerinde bulunması muhtemel diğer kişilerin de göz önünde bulundurulmadığı,

* İş yerinde yangın ve kurtarma konularını da kapsayacak şekilde acil durum tatbikatı gerçekleştirilmediği,

* İş yerinde iş güvenliği uzmanı ve işyeri hekimi görevlendirilmediği.

* * *

Bu kadar eksikliklerin olduğu, yapılan denetimlerin sonucundaki yaptırımların “dostlar alışverişte görsün”den öteye geçmediği sürecin sonunda 78 canını feda etti bu ülke.

Ne denilirse denilsin, ne yapılırsa yapılsın bundan sonrası canlarını yitirenler açısından eskisi gibi olmayacak. Hatta bu coğrafya için de eskisi gibi olmayacak.

                                                             /././

Ukrayna ve Grönland'da, mesele nadir metaller mi?-Füsun Sarp Nebil-

Grönland’ın kendisi madencilik gelirlerini geliştirerek Danimarka'nın yıllık 600 milyon dolarlık sübvansiyonuna olan bağımlılığı azaltmayı hedefliyor. Başbakan Mute Egede, Grönland'ın kendi şartlarının önemli olduğunu belirtiyor, "ABD ile iş yapmamız gerekiyor, ancak Grönland satılık değil" diyor.

Tarih boyunca, stratejik maden kaynakları üzerindeki çatışmalar, antik çağlardan günümüz savaşlarına kadar jeopolitiğin şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Gerçi tarihsel olarak kaynaklara yönelik savaşlar ve işgaller genellikle doğrudan madenlerden ziyade ticaret yollarına (örneğin tahıl, petrol) odaklanıyordu; ancak modern çatışmalar giderek teknoloji ve enerji için gerekli olan kritik mineralleri hedef alıyor. Bunu Trump yönetiminin Zelensky'nin önüne koyduğu son anlaşma ile de görmüş olduk.

Ülkemizin -başta altın olmak üzere- verdiği maden arama ve işletme izinlerini de aklımızda tutarak, (Yılmaz Özdil 1923-2002 arasında 1.168 tane ama 2002-2023 arasında yani AKP döneminde 386 bin maden arama izni verildiğini ya da satıldığını söylüyor) Ukrayna-Grönland ekseninde, bu maden konusuna yakından bakalım.

Trump ile birlikte ABD politikasında değişim

Donald Trump'ın ABD Başkanlığını yeniden eline aldığında, ABD yönetimi, Ukrayna'nın toprak bütünlüğüne ilişkin ABD politikasında önemli bir değişikliği açıkladı. Önce ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth, Kırım ve Rus kontrolündeki Donbas bölgesinin bazı kısımlarını da içeren Ukrayna'nın 2014 öncesi sınırlarının geri getirilmesinin "gerçekçi olmayan bir hedef" olduğunu belirtti. Bu hedefi sürdürmenin "sadece savaşı uzatacağını ve daha fazla acıya neden olacağını" vurguladı.

Hegseth ayrıca ABD'nin Ukrayna için NATO üyeliğini müzakereli bir çözümün uygulanabilir bir sonucu olarak görmediğini belirtti. Bunun yerine, Ukrayna için sağlam güvenlik garantilerinin yetenekli Avrupa ve Avrupa dışı birlikler tarafından desteklenmesi gerektiğini, ancak “NATO”nun karşılıklı savunma maddesi kapsamında olmaması gerektiğini öne sürdü. Ayrıca Hegseth, Ukrayna'da barış gücü olarak, hiçbir ABD askerinin konuşlandırılmayacağını açıkladı.

ABD’nin bu yeni duruşu, Ukraynalı yetkililer ve Avrupalı müttefiklerde, Ukrayna’nın egemenliğini baltalayabileceği ve daha fazla Rus saldırganlığını cesaretlendirebileceği endişelerine yol açtı. Ukrayna'nın ABD ve Rus yetkililer arasındaki ilk barış görüşmelerinden dışlanması da başka bir tartışma konusu oldu. Ukrayna Devlet Başkanı Volodymyr Zelenskyy, Ukrayna'nın geleceğini etkileyen herhangi bir müzakereye dahil edilmesinin gerekliliğini vurguladı.

Uzmanlar bunların arkasında Trump yönetiminin odak noktasını “Çin’i ve ABD sınırlarını güvence altına almaya kaydırdığına ve dolayısıyla Avrupa güvenliğine olan katılımını azalttığına işaret ediyorlar. Hegseth bunu sözlü ifade ederek, ABD'nin NATO müttefikleriyle "artık dengesiz bir ilişkiye tahammül etmeyeceğini" vurguladı ve Avrupa'nın Ukrayna'nın savunmasına, finansman ve asker taahhütleri de dahil olmak üzere liderlik etmesi çağrısında bulundu. ABD, Avrupa ülkelerinin Ukrayna'ya askeri yardımın "ezici payını" sağlaması ve savunma harcamalarını GSYİH'nın yüzde 5'ine çıkarması konusunda ısrar ediyor; bu, mevcut yüzde 2 hedefinden önemli bir sıçrama.

Trump Ukrayna'nın nadir metallerini istiyor

Ama Ukrayna'nın ve AB'nin yüzüne kapıyı çarpan Hegseth'e karşı, Başkan Donald Trump, kapıyı araladı ve ABD’nin Rusya’ya karşı Ukrayna’ya askeri ve mali yardımına karşılık, Ukrayna’nın nadir metal kaynaklarına erişim istedi. Yani çeşitli yüksek teknoloji endüstrileri için gerekli olan bu kritik malzemeleri, Ukrayna’nın devam eden destek karşılığında tedarik etmesini önerdi.

Devlet Başkanı Volodymyr Zelensky'ye sunulan bir taslak anlaşma, Ukrayna'nın nadir toprak mineral kaynaklarının yüzde 50 hissesini ABD'ye vermesini içeren bir planın ana hatlarını çizdi. Ayrıca aynı anlaşma olursa, ABD'ye üçüncü taraf projeleri üzerinde veto hakları da verecek.

Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski başlangıçta güvenlik garantileri için kaynakların kullanılmasını destekledi ancak ABD'nin ilk önerisini "sömürgeci" ve Ukrayna çıkarları için korumadan yoksun olduğu gerekçesiyle reddetti. Herhangi bir anlaşmanın, yatırımı daha fazla saldırganlığa karşı güvencelerle bütünleştirmesi gerektiğini söyledi. Trump yönetiminin bu yaklaşımı, kritik mineralleri güvence altına almak ve özellikle Çin olmak üzere yabancı kaynaklara bağımlılığı azaltmak için daha geniş bir stratejiyi yansıtıyor. Ancak Ukrayna anayasası, halkın rızası olmadan bu kaynakların transferini yasaklayarak olası anlaşmaları karmaşıklaştırıyor.

Başkan Trump ise bunu pragmatik bir ticaret olarak değerlendiriyor:

"Yüzlerce milyar dolar yatırıyoruz. Harika nadir toprak elementleri var ve ben nadir toprak elementlerinin güvenliğini istiyorum.”

Ukrayna, Rusya işgali altındaki topraklar da dahil olmak üzere geniş nadir mineral rezervlerine sahip. Avrupa'nın en büyük titanyum rezervlerine ve neodimyum ve itriyum gibi önemli miktarda lityum, grafit ve nadir toprak elementleri (REE) yataklarına sahip ve bunların tahmini değeri 12-14,8 trilyon dolar. Bu kaynakların yüzde 50'sinden fazlasının Rusya'nın işgal ettiği bölgelerde (örneğin Donetsk, Luhansk, Kırım) bulunduğu kaydediliyor. Rusya, kaynak açısından zengin alanlar da dahil olmak üzere Ukrayna topraklarının yüzde 20'sini kontrol ediyor. Örneğin, Donetsk'teki Shevchenko lityum yatağı, Rus işgali altındaki topraklara sadece 10 mil uzaklıkta ve bu da madeni çıkarma işlemini riskli hale getiriyor.

Bu mineraller ileri teknolojiler, savunma sistemleri ve yeşil enerji girişimleri için hayati öneme sahip ve ABD, küresel tedarik zincirlerine hâkim olan Çin'e olan bağımlılığı azaltmayı hedefliyor.

ABD'nin planı, Ukrayna'nın egemenliğini baltalayabileceği ve Rusya'nın savaşma isteğini arttıracağı şeklinde endişelere yol açıyor. Avrupalı müttefikler ve Ukraynalı yetkililer bu konuya itiraz ediyor.

Grönland'a bakalım...

Donald Trump’ın daha başkanlık koltuğuna bile oturmadan ilgilendiği diğer bir ülke Grönland oldu. Şimdi Ukrayna ilgisine ve sundukları plana bakınca ne görüyoruz? Grönland da diğer bir nadir metaller ülkesi.

Grönland'ın nadir toprak elementleri (REE) ve kritik minerallerin geniş yatakları, onu yeşil teknolojiler, savunma sistemleri ve ekonomik kaldıraç için kaynak sağlamayı amaçlayan küresel güçler için odak noktası haline getirmiş durumda.

Grönland'da neodim, disprozyum (rüzgar türbinleri, elektrikli otomobil motorları için), lityum (piller), titanyum (havacılık), grafit (akümülatörler), kobalt (elektronik), Uranyum ve çinko (Nükleer enerji ve sanayi), demir cevheri ve bakır (altyapı ve yenilenebilir enerjiler) bulunuyor. Sadece Grönland'daki nadir toprak yataklarının, küresel talebin yüzde 25'ini karşılayabildiği raporlanıyor.

Grönland, elektrikli araçlar, rüzgâr türbinleri ve dijital altyapı için gerekli olan neodimyum, disprozyum ve lityum dahil olmak üzere AB sınırları içindeki 34 kritik ham maddeden 25'ine sahip. Bu nedenle de Görnland günümüzde, AB, ABD, Çin ve diğerlerinden geniş ilgi görüyor.

AB, 2023'te Grönland ile Sürdürülebilir Ham Maddeler Stratejik Ortaklığı imzalayarak madencilik altyapısı ve yeşil enerji projeleri için 250 milyon € (2021-2027) taahhüt etti. AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, bağları güçlendirmek için Nuuk'ta bir ofis açtı.

ABD ise Grönland'ı balistik füze uyarı sistemleri (örneğin Thule Hava Üssü) için stratejik bir merkez ve Çin'in REE tekeline potansiyel bir alternatif olarak görüyor. Başkan Trump'ın Grönland'ı satın alma konusundaki tekrarlanan ilgisi de bununla ilgili. 

ABD, Grönland'ın madencilik projelerine Çin yatırımlarına karşı lobi yapıyor (örneğin, Avustralyalı firma Greenland Minerals'ın Çin'in Shenghe Resources'ına hisse satmasını engelledi). Critical Metals Corp. gibi Amerikan şirketleri, yüzde 27 ağır REE içeren ve Kuzey Amerika ve Avrupa'ya tedarik etmeyi amaçlayan Tanbreez yatağı gibi projeleri ilerletiyor.

Çin'e gelince, altyapı ve madencilik yatırımları yoluyla Arktika'daki ayak izini genişletmeyi hedefliyor (örneğin, havaalanı genişletmeleri ve Greenland Minerals hisselerini almaya çalışmak). Nadir mineralleri almak için "Kutup İpek Yolu" stratejisi geliştirdiler. ABD ve AB baskısı, şimdilik Çin girişimlerini sınırladı. Örneğin, Danimarka, Çin'in CCCC teklifine karşı koymak için Grönland'ın havaalanlarını ortak finanse etti.

Diğerlerine gelince, Amaroq Minerals (İzlanda-Avustralyalı) ve Greenland Resources (Kanadalı) gibi firmalar altın, bakır ve nadir toprak elementleri için keşiflere öncülük ediyor. Avustralya'nın Tanbreez projesi, AB destekli amiral gemisi bir girişim. Ülkenin bağlı olduğu Danimarka ise, sübvansiyonlar ve savunma anlaşmaları yoluyla denetimi sürdürüyor ancak Grönland'ın özerkliğini destekliyor. Danimarkalı araştırmacılar, madencilik gelirlerinin onlarca yıl boyunca sübvansiyonları telafi edemeyebileceği konusunda uyarıyor.

Grönland’ın kendisi ise madencilik gelirlerini geliştirerek Danimarka'nın yıllık 600 milyon dolarlık sübvansiyonuna olan bağımlılığı azaltmayı hedefliyor. Başbakan Mute Egede, Grönland'ın kendi şartlarının önemli olduğunu belirtiyor, "ABD ile iş yapmamız gerekiyor, ancak Grönland satılık değil" diyor.

Ancak Grönland'ın Arktik arazisi, yol eksikliği ve diğer koşullar madencilik lojistiğini zorlaştırıyor. Citronen Fjord'un çinko-kurşun madeni gibi projeler ulaşım engelleriyle karşı karşıya.  Özetle, Grönland'ın nadir toprak malzemeleri, her biri yeşil geçiş için tedarik zincirlerini güvence altına almak için yarışan AB, ABD ve Çin için jeopolitik bir mücadele alanı.

Türkiye'nin madenleri ne durumda?

Türkiye, özellikle Beylikova'da (Eskişehir) tahmini 694 milyon ton nadir toprak oksit (REO) rezerviyle önemli nadir toprak elementleri yatakları olduğu not ediliyor. Amerika Birleşik Devletleri Jeoloji Araştırması (USGS), Türkiye'yi, nadir toprak elementleri tedarik zincirlerindeki Çin'in hakimiyetine karşı potansiyel bir alternatif olarak öne çıkarıyor.

USGS raporları, Eti Maden'in öncülük ettiği bir yöntemle Türkiye'nin bor atıklarından lityum çıkarma konusunda yenilikçi bir faaliyet yürüttüğünü, ancak tam ölçekli üretimin Avustralya ve Şili gibi küresel liderlerle karşılaştırıldığında sınırlı kaldığını belirtiyor. Türkiye'nin bor ve lityum kaynakları, Avrupa’nın yeşil dönüşümü açısından kritik öneme sahip olarak değerlendiriliyor. AB'nin 2023 Kritik Hammaddeler Listesi'nde lityum, bor ve nadir toprak elementleri yer alıyor ve Türkiye'nin Çin'e karşı bir seçenek olduğu belirtiliyor.

Türkiye, küresel bor rezervlerinin yüzde 73'ünü elinde bulunduruyor ve yıllık 1 milyar doların üzerinde ihracat yapıyor. Bor, nükleer reaktörlerde, elektrikli araçlarda ve güneş panellerinde kullanılır. Rio Tinto gibi uluslararası ortaklar iş birliklerini araştırdılar. Türkiye'nin bor rezervleri, yeşil teknoloji pazarlarını etkileme potansiyeline sahip "jeopolitik bir varlık" olarak tanımlanıyor.

Türkiye'nin jeotermal kaynakları yılda 17 bin ton lityum üretebilir ve bu miktar Şili'nin üretimiyle rekabet edebilir. IEA, bunu çoğaltmanın yolunun, ileri düzeyde çıkarma teknolojisi ve General Electric gibi firmalarla ortaklıklar gerektirdiğini söylüyor.

Ancak Wood Mackenzie'nin raporları, Türkiye'deki nadir toprak elementleri ve lityum projelerinin Çin ve Avustralya'ya kıyasla yüksek üretim maliyetleriyle karşı karşıya olduğunu belirtiyor. Uluslararası kaynaklar Türkiye'nin nadir metal potansiyelini büyük ölçüde doğruluyor ancak finansman açığı, teknolojik kısıtlamalar ve çevresel riskler gibi zorlukların da altını çiziyor.

Aşağıda 2008-2022 arasında verilen ruhsat sayılarını görüyorsunuz...

Türkiye'nin nadir metal konusunda diğer ülkelerle ilişkileri

Türkiye ve Çin, 2024 yılında nadir toprak madenciliği konusunda iş birliği yapmak üzere bir mutabakat zaptı imzaladı. Bu kapsamda, Türkiye'nin Beylikova tesisinde yılda 570 bin ton nadir toprak elementinin rafine edilmesi hedefleniyor. Çin'in rolü, küresel nadir toprak elementleri işlemedeki hakimiyetini (pazar payının yüzde 70-90'ı) kullanarak teknik uzmanlık ve yatırım yapmayı içermektedir. BYD (elektrikli araçlar) ve CNOS (nükleer enerji) gibi Çinli şirketler Türkiye'de pil ve modüler reaktör üretmek için ortaklık arayışındalar.

Eldorado Gold ve Alacer Gold gibi Kanadalı firmalar yıllardır Türkiye'de faaliyet gösteriyor ve altın, bakır ve çinko çıkarımına odaklanıyor. Kanada destekli projeler arasında, SSR Mining'in (kısmen Kanada bağlantılı) yüzde 10 hisseye sahip olduğu Hod Maden altın-bakır madeni de yer almaktadır.

ABD merkezli SSR Mining, Türkiye'de faaliyet gösteriyor; ancak faaliyetleri 2024'teki Çöpler madenindeki (İLİÇ) göçük gibi olayların ardından incelemeye alındı. ABD Ayrıca Türkiye'nin Çin'in tedarik zinciri hakimiyetine karşı bir seçenek olmasını desteklediğini belirtiyor.

AB, doğrudan "kazma" yapmasa da, Avrupa'nın yeşil dönüşümü için hayati önem taşıyan lityum ve bor gibi kritik mineralleri güvence altına almak için Türkiye ile Stratejik Ortaklık kurmuştur. AB, madencilik altyapısı ve yenilenebilir enerji projeleri için 250 milyon avro (2021-2027) taahhüt etti.

Avustralyalı Greenland Minerals (Çin'in Shenghe Resources şirketine bağlı) gibi şirketler daha önce Türk projelerinde hisse arayışına girmişti, ancak ABD'nin baskısı bu firmaların katılımını sınırladı.

Kazakistan, Fas ve Zambiya'daki firmalar, daha geniş uluslararası ticaret bağlarını yansıtacak şekilde, molibden ve çinko konsantreleri gibi Türk minerallerini ithal ediyor.

Türkiye'nin nadir metal sektörü, jeopolitik stratejiler ve yeşil enerji talepleri tarafından yönlendirilen Çin, Kanada ve ABD gibi küresel oyuncuların odak noktasıdır. İş birlikleri ekonomik büyüme vaat etse de çevresel sürdürülebilirlik ve kaynak egemenliği gibi nedenlerle soru işareti.

Nadir metaller neler ve nerelerde kullanılıyor?

Nadir metaller ya tam adıyla nadir toprak elementleri (NTE veya İngilizce REE), periyodik tabloda bulunan 17 elementten oluşan bir gruptur. Bunlar arasında neodimyum, disprozyum ve europiyum gibi 15 lantanitin yanı sıra benzer kimyasal özelliklere sahip olan skandiyum ve itriyum da yer alır. Bu metaller nadir bulunmamakla birlikte, adlarını ekonomik olarak uygulanabilir konsantrasyonlarda bulunmaları ve çıkarılıp işlenmeleri zor olduğu için bu adı almışlardır. 

Teknolojinin gelişmesi ile cep telefonundan, tıp cihazlarına, uzay araçlarına, yenilenebilir enerji üretimine kadar pek çok alanda önemli hale geldiler.

Nadir metallerin önemli örnekleri:

- Neodim (Nd) – Rüzgâr türbinleri ve elektrikli araçlar (EV) için mıknatıslarda kullanılır.

- Disprozyum (Dy) – EV motorlarındaki kalıcı mıknatıslar için gereklidir.

- Europium (Eu) – LED ışıklar ve ekranlardaki fosforlar için kritiktir.

- İtriyum (Y) – Süperiletkenlerde ve lazerlerde kullanılır.

- Lityum (Li) – Elektronik ve EV'lerde şarj edilebilir piller için hayati önem taşır.

Nadir metallerin kullanıldığı sektörler

Yenilenebilir enerji:

- Rüzgâr türbinleri (neodimyum, disprozyum)

- Güneş panelleri (tellür, indiyum)

- Elektrikli araç (EV) pilleri (lityum, kobalt, nikel)

Tüketici elektroniği:

- Akıllı telefonlar, dizüstü bilgisayarlar ve tabletler (tantal, kobalt, lityum)

- LCD ekranlar ve LED ışıklar (öropiyum, terbiyum, itriyum)

Savunma & havacılık:

- Hassas güdümlü füzeler ve savunma sistemleri (samaryum-kobalt mıknatıslar)

- Jet motorları ve gizlilik teknolojisi (titanyum, niyobyum)

Tıbbi teknolojiler:

- MR makineleri (gadolinyum)

- Lazer ekipmanları ve teşhis cihazları (itriyum, terbiyum)

Endüstriyel uygulamalar:

- Petrol rafinasyonu için katalizörler (seryum, lantan)

- İnşaat ve imalatta yüksek mukavemetli malzemeler için alaşımlar (zirkonyum, titanyum)

Çin'in nadir metaller endüstrisindeki hakimiyeti

Bütün bu kavganın neden yükseldiğine de dikkat çekelim. Son yüzyılda en önemli savaş nedeni olan kaynak, hepimizin bildiği gibi fabrikaların ve her şeyin çalışmasını sağlayan petrol. Ancak teknolojinin gelişmesi ile daha önce pek çoğunun önemi anlaşılmayan, bir yukardaki paragrafta gördüğünüz bütün bu nadir metaller kritik hale geldi.

4 yıl önce Mynmar darbesi sırasında bu konuya yine dikkat çekmiştik. Çin, 1990'lı yıllardan itibaren nadir metaller konusunda madencilikten çeşitli teknolojilerde kullanılan son bileşenlerin üretimine kadar eksiksiz bir tedarik zinciri geliştirdi. Bunun karşılığında tedariği ve fiyatları kontrol edebiliyor. Hatta ABD'nin Çin'e yüksek teknoloji ihracatını yasaklamasına karşı hamle olarak kritik nadir metallerin ihracatına yasak koyuyor.

Çin, küresel üretimin yüzde 60-70'ini ve rafinasyon kapasitesinin yaklaşıyüzde 90'ını kontrol ediyor. Çünkü Çin, dünyadaki bilinen nadir toprak rezervlerinin yaklaşık yüzde 37'sine sahip ve arama, madencilik ve rafinasyona büyük miktarda sübvansiyon sağlıyor.

ABD Çin’in nadir metaller konusundaki hakimiyetinden rahatsız. Trump yönetimi, hükümeti kritik materyaller için bir strateji benimsemeye yönlendiren 13817 sayılı Yürütme Kararı’nı yayınladı ve Amerikan Savunma Bakanlığı ile Pentagon, nadir metal madenciliği konusunda bazı fonlar oluşturdular. Çünkü sadece F-35’lerde 417 kg nadir metal kullanılıyor. Denizaltılar vs. ayrıca kullanıyor. ABD ayrıca kalıcı nadir toprak mıknatıslarının yerli üretimi için vergi kredisi sağlayacak bir yasa tasarısı da sundu.

Çin, 2010 yılında nadir toprak metallerine ihracat kısıtlamaları getirerek küresel fiyatlarda artışa neden oldu ve stratejik etkisini ortaya koydu. ABD, AB, Japonya ve Avustralya gibi Batılı ülkeler o zamandan beri tedarik zincirlerini çeşitlendirmeye çalışıyor ve Avustralya, Kanada, Brezilya ve Türkiye gibi alternatif kaynaklara yatırım yapıyor.

Ukrayna'nın kaynakları ABD'nin nadir metal işlemede Çin'in hakimiyetini (küresel payın yüzde 90'ı) aşmasına yardımcı olabilir. Titanyum, havacılık ve savunma sektörleri için kritik öneme sahiptir ve Ukrayna'nın rezervleri ABD ve AB talebini 25 yıl boyunca karşılayabilir.

Tarihte maden nedeniyle yapılan savaş ya da işgallerden örnekler

Kısaca tarihteki maden hedefli hareketleri de hatırlayalım; Örneğin M.Ö.206'da Romalılar Kartacalılara İkinci Pön savaşına girerek İspanya'nın gümüş madenlerini Kartacalıların elinden aldılar. Bu madenler Roma'nın genişlemesinin ve Akdeniz üzerindeki hakimiyetinin finansmanına yardımcı oldu.

Ama maden hedefli en büyük işgali, Afrika’nın, Avrupalılar tarafından 1880'ler–1914 arasında sömürgeleştirilmesi olarak gösterebiliriz. Altın elmas, bakır ve kauçuk gibi Afrika'nın zengin maden kaynakları için Avrupalı sömürgeci güçler birbirleri ile de rekabet ettiler, savaştılar.  Belçika'nın Kongo'daki acımasız yönetimi (kauçuk ve minerallerin sömürülmesi). Güney Afrika'daki altın ve elmas madenleri üzerinde İngiliz-Boer Savaşları (1899-1902) önde gelen örnekler. Almanya, Fransa ve Britanya bakır, kalay ve demir açısından zengin bölgelerin kontrolü için savaştı.

Başka bir önemli olay, Nazilerin Avrupa Madenlerini İşgalidir (1939–1945). Demir, nikel, tungsten ve petrol amaçlı bu işgallerden önemli bir tanesi, Hitler'in hayati önem taşıyan maden kaynaklarına erişimi kontrol etmek için Norveç ve Danimarka'yı işgal etmesiydi (Weserübung Operasyonu). Ayrıca Ukrayna'nın kömür ve mineral bakımından zengin Donbas bölgesi de, Doğu Cephesi savaşları sırasında Almanya'nın önemli hedeflerinden biriydi.

Ülkemizin de katıldığı Kore Savaşı (1950-1953), nadir toprak elementleri ve tungsten için yapıldı. Çünkü Kore'nin kuzeyi önemli miktarda tungsten ve nadir toprak yataklarına sahip. ABD Güney Kore'nin maden zengini bölgeleri üzerinde kontrol sağlamaya çalıştı. Çin ve Sovyetler Birliği, Kuzey Kore'nin komünist bloğun stratejik maden tedarikçisi olarak kalmasını sağladı.

Birinci ve İkinci Kongo Savaşları (Afrika'nın Dünya Savaşı” olarak da bilinir, 1996-2003.)  Coltan, altın, elmas ve kobalt ile ilgili. Cep telefonlarında ve elektronik cihazlarda kullanılan Coltan çatışmanın ana nedeniydi. Yabancı destekli milisler Kongo'nun madenlerini yağmalayarak uzun süreli şiddeti körükledi.

En yakın maden savaşlarından birisi de petrol hedefli olan 2003 Irak Savaşıdır.  ABD ve İngiltere'nin kitle imha silahları iddialarıyla meşrulaştırıldı ancak herkesin bildiği gerçek; Irak'ın devasa petrol sahalarının kontrolünün ele geçirilmesi nedeniyle yapıldı. Savaş sonrası Irak petrolünün özelleştirilmesi, batılı şirketlerin kârlı petrol sözleşmelerine erişmesine olanak sağladı. Irak, ABD yönetimi altında dünyanın en büyük petrol üreticilerinden biri olmayı sürdürüyor.

Rusya'nın Kırım'ı ilhak etmesi (2014) ve Ukrayna'nın tam ölçekli işgali (2022) de yine maden hedefli yani lityum, nadir toprak metalleri, kör, doğal gaz ile ilgili. Kırım'da Rusya'nın ele geçirdiği açık deniz gaz rezervleri var. Donbas bölgesi (kömür zengini) 2014'ten bu yana bir savaş alanı. Dünyanın elektrikli araçlara geçişiyle birlikte Ukrayna'nın lityum ve nadir toprak elementleri değerli hale geldi.

Madenlerle ilgili ortaya çıkan diğer çatışmalar

Yeşil enerji savaşları: Elektrikli araçlar için lityum ve kobalt üzerindeki rekabet, Çin, ABD ve AB gibi ülkelerin tedarik zincirlerini güvence altına almak için yoğun yatırım yapmasıyla artıyor.

Uzay madenciliği: Madencilik çatışmalarının geleceği, ABD, Çin ve Rusya gibi ülkelerin kontrol için yarıştığı ay ve asteroit kaynaklarına kadar uzanabilir.

CACE ve IMEC girişimleri: AB ve ABD, Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi'ne karşı çıkarak, kritik madenleri ve enerjiyi güvence altına almak için Orta Asya-Kafkaslar-Avrupa Ekonomik Koridoru'nu (CACE) ve Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Koridorunu (IMEC) ilerletiyorlar.

                                                             /././

Gelin artık bu yeni rejimin adını koyalım -Tuğçe Tatari-

Sıklıkla tartışmalar ‘eski Türkiye’ saikleri üzerinden yürütülüyor, oysa bu rejim farklı bir rejim. Kendimizi daha fazla kandırmadan, bunu ‘yeni Türkiye’ gibi hem pek de yeni olmayan hem de yaşanan gerçekliğin yanında aşırı naif kalan bu tanımdan kurtarıp rejimi gözle görülür, elle tutulur bir adlandırmaya tabi tutmak gerektiği görüşündeyim…

Adına sıklıkla ‘yeni Türkiye’ dediğimiz bu yapı, hukuk devleti olmaktan uzaklaşmış, demokratik değerlerden kopmuş, Anayasa’yı tanımayan, eski rejimin olmazsa olmazlarını çoktan rafa kaldırmış, uygulamak bir yana anmanın bile yasak olmak üzere olduğu bir yapı. Ve artık bu yapıya mutlaka bir ad vermek gerektiği görüşündeyim.

Sıklıkla tartışmalar eski Türkiye saikleri üzerinden yürütülüyor, oysa bu rejim farklı bir rejim. Kendimizi daha fazla kandırmaya devam etmeden, bunu yeni Türkiye gibi hem pek de yeni olmayan hem de yaşanan gerçekliğin yanında aşırı naif kalan bu tanımdan kurtarıp rejimi gözle görülür, elle tutulur bir adlandırmaya tabi tutmak gerektiği görüşündeyim. Adına yeni Türkiye dediğimiz bu ‘şey’ otokrasi mi despotizm mi faşizm mi yoksa hepsini barındıran bambaşka bir yeni rejim mi içinde yaşamakta olduğumuz?

Burada siyaset bilimciler devreye girmeli, mevcut siyasi sistem türleri üzerinden yeni bir adlandırmaya gitmeli veya yepyeni bir siyasi rejim adlandırmasını Türkiye özelinde literatüre kazandırmalılar. Güçler ayrılığından söz etmenin imkânsız, yargı bağımsızlığını düşünmenin hayal olduğu, düşünce özgürlüğü beklentisinin safça kaldığı, “bu otoriter bir rejimdir” demenin yaşadıklarımıza bakınca ‘babacan’ kaldığı bu yeni düzenin adını koymadan, onu elle tutulur, gözle görülür kılmadan gerçek bir muhalif mücadelenin ve bu mücadele için geliştirilecek söylemin havada kaldığı görüşündeyim… Hatta her şeyden önce ülke muhaliflerini, rejimin değiştiği gerçeği ile sıkı bir yüzleşmeye davet etmek gerektiğini düşünüyorum. Önce kabul edelim sonra adlandıralım ve muhalefeti doğru bir bakış açısıyla kurgulayalım derim. Zira eski rejimin enstrümanları ve sözleri yeni rejim ve uygulamaları karşısında havada kalıyor. Ünlü iş adamları son derece olağan itirazlar dillendirdikleri için apar topar ‘alınıyor.’ Siyasetçiler topun ağzında, üstelik Kürt de değiller! Belediyelere bir bir kayyım atanıyor, hepimiz seyircisiyiz sürecin. Gazeteciler zaten 22 yıldır aynı cendere altında yaşamakta ama bize uygulanan zulmün de bir düzleme oturtulması, bir kandırmaca, bir kurmaca yaratılması gerekiyordu, bu yeni rejimde bunlara dahi ihtiyaç duyulmuyor. Sivil vatandaş sokakta, pazarda kamera gördüğünde kaçıyor, aman soru sorarlar da tutuklanırız endişesiyle. Falcıları, astrologları tutukluyorlar, komik ama gerçek!

Hükümet ve devlet iki ayrı yapıyken bu yapılar da fazlasıyla iç içe geçmiş görünüyor. Lider, kadro, politika vs. değişecekse bile buna ve kim olacağına mevcut devlet karar vermezse huzur kalmayacak gibi okunuyor! Özetle, bu yeni rejimin görüntüde ihtiyacı olan bazı yapılar var. Bunların en başında da muhalefet geliyor. Kontrollü muhalefet, kontrolden çıktığı anda da rejim gerçekliğini açıkça ortaya koymak durumunda kalıyor. Bakınız an itibarı ile CHP ile yaşananların özeti de bu dur.

Gerçeklerle yüzleşmeyi önemsiyorum evet, çünkü bu olmadan söylenen tüm sözler havada kalıyor!

Kabul edelim ki bu bir demokrasi mücadelesi değil artık, onu kaybedeli çok oldu! İşin kötüsü bu içinde bulunduğumuz hâl eski hiçbir mücadeleye de benzemiyor. İş yaşamda kalma mücadelesine evrilmek üzere, o noktadan sonra da sözlerin hiçbir değeri yok!

                                                             /././

Bütçe açıklarında büyük resim: Kamu kesimi borçlanma gereği (KKBG) -Binhan Elif Yılmaz-

Merkezi Yönetim Bütçesi Borçlanma Gereği düştükçe KKBG de düşüyor. 2017’den sonra büyüme oranları tatmin edici olmaktan uzaklaşıp bütçe açığı ile borç rasyoları ve borçların yarattığı faiz yükü öngörülen düzeyin üstünde gerçekleşince, 2023 yılında KKBG/GSYH oranı yüzde 5,6 ile son yirmi yılın en yüksek seviyesine çıkıyor.

Merkezi yönetim bütçesi geçtiğimiz yılı 2,1 trilyon TL’lik bütçe açığı ile kapattı. Bütçe açığının milli gelire oranı yüzde 4,8 olarak gerçekleşti. Kamuda tasarruf ile ilgili beklenen gelişmeler olmadı. Dolaylı vergilerin vergi sistemine hakimiyeti devam etti. Borç faizlerinin bütçedeki payı yüzde 12’ye yükseldi.

Merkezi yönetim bütçesi bu yıla da açık ile başladı. Ocak ayı bütçe açığı 139,3 milyar TL oldu. 2025 yılı GSYH’nin OVP tahminine bakarsak, yılın ilk ayında bütçe açığı/GSYH yüzde 2,7 düzeyinde.

Maliye politikası uygulamasında ve kamu maliyesi görünümünde merkezi yönetim bütçesi yalnız değil, çünkü kamu kesimi oldukça kalabalık. Devlet ekonomiye çeşitli kamu ekonomik birimleri ile dahil oluyor. Bunlar; başta merkezi yönetim olmak üzere, yerel yönetimler, sosyal güvenlik kuruluşları, KİT’ler, döner sermaye ve Varlık Fonu gibi fonlardır.  

Her bir kamu ekonomik birimi açık verdikçe, bu açıkların finansman gereği de toplam kamunun borçlanma gereğini ortaya çıkarıyor. Kamu açıklarının finansmanı için borçlanma ihtiyacını gösteren bu tanıma da Kamu Kesimi Borçlanma Gereği (KKBG) deniyor.

Kamu açıklarının finansman gereği nedeniyle borçlanma ihtiyaçları ve borçların faiz yükü artacağından KKBG de artacaktır. Dolayısıyla kamu açıkları, kamu borç stokundaki artış, borç faizlerinin ulaştığı boyut ile KKBG doğal olarak etkileşim içindedir.

Yukarıdaki tablodan görüleceği gibi KKBG içinde en büyük payı alan merkezi yönetim bütçesidir, kamu kesiminin ana unsurudur. Dolayısıyla bütçe dengeleri bozuldukça, KKBG de artmaktadır.

Son 10 yılda diğer kamu ekonomik birimlerinin borçlanma gerekleri Merkezi Yönetim bütçesi kadar KKBG’yi besleyici rol oynamadı. O nedenle diğer kamu ekonomik birimlerinin borçlanma gereklerine kısaca bakalım:

Yerel yönetimlerin gelir-gider farkının bütçeden karşılanmayan kısmı Yerel Yönetimler Borçlanma Gereğini oluşturur. 1986 yılı sonrasında KKBG içinde yavaş yavaş belirginleşmeye başlayan Yerel Yönetimler Borçlanma Gereğinin milli gelir içindeki payı 2024’te yüzde 0,2 gibi düşük bir düzeyde gerçekleşti. KİT’ler ise finansman ihtiyacının bir kısmını yedek akçelerle bir kısmını da bütçeden KİT’lere yapılan transferlerle karşılar ve geriye kalan kısım KİT Borçlanma Gereğini oluşturur. KİT Borçlanma Gereği 2022 yılında BOTAŞ ve EÜAŞ’nin borçlanma ihtiyaçları nedeniyle 2021 yılındaki negatif düzeyden 2022’de GSYH’ye oran olarak yüzde 1,6’ya kadar yükseldi. Kamunun bir başka ekonomik birimi olan sosyal güvenlik kuruluşlarının da borçlanma gereği vardır. Sosyal Güvenlik Borçlanma Gereğinin milli gelire oranı kuruluşların açık vermeye başladığı 1990’lı yıllarla kendini göstermeye başladı. Bu kuruluşlar da bütçeden yüklü transferler alırken, bütçeden yapılan transferler bütçe açıklarını arttırıcı etki yapmaya devam eder.

Görüldüğü gibi Merkezi Yönetim Bütçesi KİT, sosyal güvelik kuruluşu gibi birimlere bütçeden transfer gerçekleştiriyor. Bu kurumlar ne kadar etkinsiz çalışır ve ne kadar açık verirse bütçe açığı da o derece artıyor. Artan açıkların yarattığı borçlanma ihtiyacı sonucu bütçe borç faizlerini de yükleniyor ve faiz dışı açık da büyüyor (Yazının sonundaki grafik, bu ilişkinin 10 yıllık görünümünü gösteriyor).

Aşağıdaki grafikten, KKBG’nin salınımı ile Merkezi Yönetim Bütçesi Borçlanma Gereğinin salınımının büyük bir benzerlik içinde olduğunu görebilirsiniz. Bu benzerliği belirleyen ise bütçe açığı ve açığı yaratan faktörlerdir.

Merkezi Yönetim Bütçesi Borçlanma Gereği düştükçe KKBG de düşüyor. 2017’den sonra büyüme oranları tatmin edici olmaktan uzaklaşıp bütçe açığı ile borç rasyoları ve borçların yarattığı faiz yükü öngörülen düzeyin üstünde gerçekleşince, 2023 yılında KKBG/GSYH oranı yüzde 5,6 ile son yirmi yılın en yüksek seviyesine çıkıyor.   

Kaynak: T.C. Cumhurbaşkanlığı, Strateji Bütçe Başkanlığı, Ekonomik ve Sosyal Göstergeler verileri kullanılarak hazırlanmıştır. 2024 yılı GSYH verisi, OVP 2025-2027 gerçekleşme tahminidir.

KKBG’den faiz ödemelerinin çıkarılması ile bulunan Faiz Dışı KKBG’nin görünümü ise KKBG üzerindeki asıl yükün Merkezi Yönetim Bütçesi içinde yer alan borç faiz ödemelerine ait olduğunu gösteriyorDolayısıyla merkezi yönetim bütçesinin finansmanının ve mali disiplinin önemi artık daha da net anlaşılmalıdır.

                                                              /././

Sağcısı, solcusu İstanbul Barosu’na müdahaleye karşı tek ses!-Candan Yıldız-

“Amaç, baro yönetimini al aşağı etmek, baroyu dizayn etmek, dize getirmek, çökertmek ve çökmek.”

candan yıldız yazı

“Türkiye nereye gidiyor” sorusunu soran herkes her yeni gün bir başka gözaltı dalgasını anlamlandırmaya çalışıyor.

Yurttaşlık algısı felç edilmiş bir toplumun hak arayışı bu kadar zayıflatılmışken bu neyin mühendisliği?

Öyle görünüyor ki Kürt meselesinde sağlanması hedeflenen barışın toplumsallaşması, barış ve demokratikleşme ilişkisinin güçlenmesi istenmiyor.

Gazeteciler, sendikacılar, sokakta röportaj veren vatandaşlar, iş insanları, sivil toplumcular, menajerler, siyasetçiler, öğrenciler; kim iktidara itiraz ediyorsa yolu hapishane oluyor.

147 yıllık bir tarihe sahip İstanbul Barosu’nun başına gelenler de bu tablodan bağımsız değil.

Ne olmuştu, hatırlayalım.

21 Aralık 2024’te İstanbul Barosu soruşturmaya gerekçe yapılan şu açıklamayı yaptı, özetliyorum: “Basına yansıyan bilgilere göre, gazeteciler Nazım Daştan  ve Cihan Bilgin, 19 Aralık'ta Suriye'de yaşanan gelişmeleri takip ederken uğradıkları saldırı sonucu yaşamını yitirmişlerdir. Basın mensuplarının çatışma bölgelerinde hedef alınması, Uluslararası İnsancıl Hukukun ve Cenevre Sözleşmesi'nin ihlali niteliğindedir. Dahası, savaşa taraf olmayan sivillerin hedef alınması, Roma Statüsü 8/2/b/ii. maddesinde savaş suçlarından biri olarak ifade edilmiştir. Dolayısıyla, silahlı çatışma bölgesinde görev yapan gazetecilerin korunmasına ilişkin kurallar, Uluslararası İnsancıl Hukukun bünyesindedir. …İki basın mensubu yurttaşımızın öldürülmesi olayıyla ilgili olarak etkin bir soruşturma yürütülmesini talep ediyoruz.”

Baro yönetimi “terör örgütü propagandası yapmak”, “suç ve suçluyu övmek”, “yalan haber yapmak” suçlamasıyla İstanbul Çağlayan Adliyesi’ne gidip ifade verdi.

Baro yönetimine soruşturma açılabilmesi için gerekli olan Adalet Bakanlığı izninin sonradan alınmasına ‘usul kuralları çiğnendi’ kaydı düşülse de İstanbul Barosu Başkanı Prof. İbrahim Kaboğlu ve yönetim kurulu üyelerine dava açıldı.  Savcılık aynı zamanda Kaboğlu ve yönetim kurulu üyelerinin görevlerine son verilmesini ve yeni seçim yapılmasını talep etti.

İstanbul Barosu Başkanı Prof. İbrahim Kaboğlu

Yargısal baskıya karşı İstanbul Barosu, üyeleri nezdinde bir anlamda güven tazelemek anlamına gelen ‘Seçimsiz Olağanüstü Genel Kurul’ kararı aldı.  

Süreçle ilgili basını bilgilendirme toplantısında görüşlerine başvurduğum Prof. İbrahim Kaboğlu, ki kendisi anayasa uzmanı bir akademisyendir, yargısal süreci şöyle yorumladı: “Baro yönetimini al aşağı etmek, baroyu dizayn etmek, dize getirmek, baroyu çökertmek ve baroya çökmek.”

Ama bu kez farklı bir şey oldu. İstanbul Barosu’nun karşı karşıya bırakıldığı yargısal müdahaleye karşı, son genel kurulda yarışan bütün gruplar yan yana geldi. Solcusu, ulusalcısı, milliyetçisi, sosyal demokratı, liberali.

Son genel kurulda bağımsız adayı da dahil edersek 11 grup rakipti. Bu rakipler ‘Seçimle gelen seçimle gider’ ilkesiyle bir arada durdu ve Kaboğlu yönetiminin arkasında duracağını açıkladı.

Candan Yıldız soru sorarken

Kaboğlu, Değişim İçin Avukatlar Grubu’nun adayıydı.

Sosyal demokrat çizgideki Avukatın Yükselişi Hareketi, liberal sol çizgideki Güçlü Baro Grubu, ulusalcı çizgideki Önce İlke Grubu, milliyetçi çizgideki İstanbul Milliyetçi Avukatlar Grubu, muhafazakâr çizgideki Bağımsız Avukatlar Grubu ve Avukat Hakları Grubu, bir anlamda yeni seçim yapılsa bile aday olmayacağız mesajını verdi. Kaboğlu da aynı görüşte:

“Önceki baro başkanlarının ve seçim bileşenlerinin mesaj şu: Seçimle gelen seçimle gider. İstanbul Barosu yönetimi seçim dışı yolla görevden alınsa dahi ne adaylığımızı koyacağız ne de böyle bir kararı tanıyacağız. Dolayısıyla bu yönetimin görev sonuna kadar görevde kalması için yapılması ne gerekiyorsa yapacağız. Bu, Türkiye'de demokrasinin geleceği için, Türkiye'de hukuku etkili kılmak için, hukuka dönüş için önemli bir irade. Türkiye'de demokrasi tartışmalarına esin kaynağı olacak bir irade.”

Kaboğlu’nun “esin kaynağı olacak” dediği şeyin altını çizmek için bir gelişmeyi daha aktarmak istiyorum.

Öğrendiğim kadarıyla sağ ideolojideki bir avukat grubu, İstanbul Barosu yönetimine açılan dava sonrası, PKK/KCK 'ya yönelik yürütülen soruşturma kapsamında tutuklanan İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyesi Fırat Epözdemir’i destek amaçlı cezaevinde ziyaret etmiş.

“Seçimle gelen seçimle gider” ilkesine uygun bir tutum. Ve yargısal müdahalelere karşı net bir tavır.

Epözdemir 1 Kasım 2015 seçimlerinde HDP tarafından İstanbul 2. bölge milletvekili adayı gösterilmişti.

İstanbul Barosu’nun Seçimsiz Olağanüstü Genel Kurulu, bu Pazar Haliç Kongre Merkezi’nde yapılacak. Toplumun farklı kesimlerinin maruz kaldığı hukuksuzluklar tartışılacak ve sonuç bildirgesi açıklanacak.

                                                           /././

Ölürken bizi kim yönetecek?-Mine Söğüt-

Soyut bir kavram olan iktidarı zihninde somutlaştırıp güç payesini sorgusuz sualsiz ona vererek kendi somut varlığının güçsüzlüğünü peşinen kabullenen insan, bu gafletini paradoksal bir şekilde bizzat kendisi sömürebilecek kadar ustalaşıyor.

Ölüyoruz ve ölürken bile “Bizi kim yönetecek?” diye inliyoruz.

Bizi halihazırda yönetenler o sırada birilerini daha tutuklatıyorlar.

Aynı hataları yaparak farklı sonuçlara ulaşamadığını idrak edemeyen atalarımız gibi aklımıza “Bizi artık kimse yönetmesin?” diye düşünmek ya da “Artık onun bunun karanlık niyetleriyle yönetilmek istemiyoruz!” diye isyan etmek gelmiyor.

O sırada birileri daha gözaltında…

İktidarsız bir düzen kurulabileceği, ortak bir kabulle mantık ve akıl çerçevesinde idealize edilmiş bir hayata ulaşılabileceği fikri bir ütopya. Gerçekleşemeyeceğinden emin olduğumuz “ütopyaları” şımarıkça çöpe atıp, istikrarlı bir şekilde gerçekleştirdiğimiz “distopyaların” içine kaygısızca çocuklar doğuruyoruz.

O sırada bir mahkeme kararı daha fiyasko…

Düşmanlardan ancak öldüklerinde kurtulmayı ve denizin ortasına düşüp yılanlara sarılmayı kader bellemişiz. Hayat bizim için nicedir iyinin kötüsü ve kötünün iyisi arasında gidip gelen bir ibre. Hipnotize olmuş gibi o ibreye kitleniyoruz ve dünyanın ne kadar büyük zamanın ne kadar geniş olduğunu algılayamaz hale geliyoruz.

Bizi kurtaracak bir kahramana ihtiyacımız olduğundan eminiz. Ama o kahraman bizi kimden kurtaracak? Bu soruya hiç düşünmeden verdiğimiz cevabın doğruluğundan emin miyiz? Hadi cevaptan emin olalım, kendimizden emin miyiz? Herkesin başkalarının kötü, kendisinin iyi olduğunu düşündüğü bir kısır döngüde, hiçbir cevaptan emin olunamayacağını bir türlü öğrenemiyoruz.

O sırada hayvan düşmanlarının hedefindeki kimsesiz yaşlı bir kadın yaşadığı barakada çıkan şaibeli bir yangında köpekleriyle birlikte yanarak ölüyor ve koca bir ülke o sırada da “Bizi kim yönetse?” diye harıl harıl inliyor.

İnsan, kendisini kurtaracak kahramanı arama yolculuğunda devamlı sınıfta kalan bir tür o yüzden ilerlerken geriliyor.  Varlığını, sadece tepesine metazori bir şekilde binen liderlerin karşısında değil bizzat bilerek, isteyerek, hukuki deyimiyle taammüden seçtiklerinin karşısında bile ezilen, kullanılan, cezalandırılan ve her seferinde hayal kırıklığına uğrayan bir kurban rolünde sürdürüyor.

İnsanlık, kendisini, kendi türünden korumak için inşa ettiği hukuk sisteminin en baştan beri devamlı aleyhine işlemesinden hiç kuşkulanmıyor. İktidar ve düzen diye tarif ettiği şeyin aslında ne anlama geldiğini sorgulamayı tercih etmiyor ve eninde sonunda zalim tiranların ve baskıcı bir düzenin elinde oyuncak oluyor.

Bir kısım halkların hasbelkader doğru dürüst nefes alabildiği ve geleceğe umutla baktığı kısacık dönemler genel için emsal teşkil etmediğinden ve ne gidişatı ne de sonucu değiştirmediğinden, kendi tarihini diktatörlüğün yüzyıllar içinde yükselerek yenilenen sürümlerinde hayatta kalmaya çalışarak ve yaşadığı yıkımların üzerine yine ve yine yeni yıkımlar yaşayarak yazıyor.

O sırada bir hastanede bir çocuk daha ölü doğuyor, sokakta bir kadın daha bir erkek tarafından öldürülüyor, bir faili meçhul cinayet daha karanlığa gömülüyor.

Nietzsche, iktidar kavramını “güç istenci” diye tanımlar.  Ona göre, güç arayışı tüm canlıların yaşamını yönlendiren temel dürtüdür ve değerlidir. Ancak tüm değerler gibi güç de ancak bir güçsüzlük karşısında ölçülendirilebilir. Mukayese ile tarif edilen artıların dünyasında eksilerin mağduriyeti kaçınılmazdır. Soyut bir kavram olan iktidarı zihninde somutlaştırıp güç payesini sorgusuz sualsiz ona vererek kendi somut varlığının güçsüzlüğünü peşinen kabullenen insan, bu gafletini paradoksal bir şekilde bizzat kendisi sömürebilecek kadar ustalaşıyor.

Nörolojik becerileri evrimsel olarak yüzyıldan yüzyıla gelişse de hala özgürlüğün bedelinin kısıtlanmak olduğunu zanneden körleşmişliği ve kendi iradesine hâkim olamadığı için tüm sorunlarını ilahi bir iradenin varlığında tanımlamayı sürdüren aymazlığı sayesinde despotizmi, bir kurtuluş olarak görüyor. O yüzden kahramanlarını inatla güçlü ve kötülerden seçiyor.

***

Yeniden bize ve bugüne dönecek olursak.

Sahi ölürken kim yönetecek bizi?

                                                              /././

Aile Hekimliği Yönetmeliğinde değişiklik: İkamet değişikliği yapan kişilere otomatik hekim atanacak

Aile Hekimliği Yönetmeliğinde değişiklik: İkamet değişikliği yapan kişilere otomatik hekim atanacak

Sağlık Bakanlığı, Aile Hekimliği Uygulama Yönetmeliğinde değişiklikler yaptı. Resmi Gazete’de yayımlanan yeni düzenlemeye göre, ikamet değişikliği yapan vatandaşlar, bir ay içinde aile hekimlerini değiştirmezse, ikamet adreslerine en yakın uygun aile hekimine otomatik olarak kaydedilecek. 

Daha önce kişilerin kendi talepleriyle aile hekimi değişikliği yapmaları esas alınırken, yeni yönetmelik değişikliğiyle Sağlık Bakanlığı veya il sağlık müdürlükleri, vatandaşların aile hekimlerini adres yakınlığına göre otomatik olarak değiştirebilecek. Ancak vatandaşlar, bir ay sonunda tekrar aile hekimi değişikliği yapabilecek.

Bakanlık, aile hekimlerine kayıtlı kişi sayılarını da düzenledi. Buna göre, entegre sağlık hizmeti sunulan aile hekimliği birimlerinde en az 1650 kişi, cezaevi aile hekimliği birimlerinde en az bin kişi, diğer birimlerde ise en az 2 bin 700 kişi kayıtlı olacak şekilde planlama yapılacak. Ayrıca, ortalama nüfus dengesi göz önünde bulundurularak, bir aile hekiminin kayıtlı kişi sayısı belirlenen üst sınırları aşamayacak.

Nöbet sistemi değişti

Aile hekimleri ve aile sağlığı çalışanlarının nöbet sisteminde de değişiklikler yapıldı. Yeni düzenlemeye göre, haftalık toplam nöbet süresi 30 saati geçemeyecek. Hafta içi nöbetler 8 saat, hafta sonu ise 16 saatten fazla olamayacak.

Aile hekimlerine nöbet ücreti ödenecek ancak nöbet izni verilmeyecek. Acil sağlık hizmetleri, hekim sayısına göre icap veya aktif nöbet şeklinde düzenlenecek. Entegre sağlık hizmeti veren aile hekimleri bu nöbetlerden muaf tutulacak.

Aile Sağlığı Merkezleriyle ilgili yeni düzenlemeler

Aile sağlığı merkezlerinin taşınması ve yenilenmesiyle ilgili de yeni kurallar getirildi. Aile sağlığı merkezleri, öncelikle mevcut sağlık merkezleri içinde açılacak. Kentsel dönüşüm, yıkım kararı veya imar düzenlemeleri nedeniyle taşınması gereken merkezler, öncelikle kamuya ait binalara yönlendirilecek. Yeni yapılan aile sağlığı merkezleri için Bakanlık tarafından belirlenen kurumsal kimlik standartları uygulanacak.

Adli ölü muayenesi ve defin ruhsatı düzenlemeleri

Yönetmelik değişikliğiyle, aile hekimleri ölüm belgesi düzenleme ve adli ölü muayenesi gibi hizmetlere dahil edildi. Ancak, entegre aile hekimliği birimlerinde çalışan hekimler bu nöbetlere katılmayacak.

Sözleşmeli aile sağlığı çalışanları için yeni kurallar

Aile sağlığı çalışanlarının sözleşmeli olarak çalışmasıyla ilgili de düzenlemeler yapıldı. Buna göre; ebe, hemşire, acil tıp teknisyeni ve sağlık memurları, talep etmeleri ve Bakanlık onay vermesi halinde aile sağlığı çalışanı olarak sözleşme imzalayabilecek. Kadrolu kamu personeli olmayan sağlık çalışanları, valiliklerin ihtiyaç bildirmesi ve Bakanlığın onaylamasıyla sözleşmeli olarak atanabilecek. Aile hekimi, bir ay içinde aile sağlığı çalışanı ile anlaşamazsa, çalışan doğrudan il sağlık müdürlüğüne başvurabilecek.

                                                      ***

T-24


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı+ Gündem" -28 Haziran 2025-

Édouard Louis ve emperyalizm -Cem Demirok- Netanyahu önderliğinde uygulanıp ABD ve BM tarafından desteklenen Gazze’deki soykırımla, Édouard ...