soL "Köşebaşı + Gündem" -14 Şubat 2025-

İstanbul Planlama Ajansı’ndan özel öğretim raporu!-Rıfat Okçabol-

Raporda “Yaptığımız araştırma sonucunda eğitimde özel sektör payındaki artışın öğrencilerin başarısını etkilemediği görülmüştür” denmektedir. Oysa raporda insanı bu kanıya ulaştıracak bir veri yoktur.

İlgili web sitesine göre,1 “İPA Stratejik Danışmanlık Anonim Şirketi, İstanbul’un bilimsel çalışmalar ışığında, farklı disiplinlerden uzman, akademisyenlerin katkıları ve İstanbulluların katılımıyla planlanması için İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı olarak 2020 yılında” kurulmuştur. İstanbul Planlama Ajansı (İPA), İstanbul Büyükşehir Belediyesi, sivil toplum, üniversiteler, uzmanlar, özel sektör, uluslararası kurumlar ve İstanbullular ile birlikte çalışan bir ortak akıl mekanizmasıdır. İPA, İstanbul'un güncel sorunlarını tespit etmekte, bu sorunların çözümüne yönelik veriye dayalı kısa, orta ve uzun vadeli strateji ve politika önerileri geliştirmektedir.”

İPA tarafından yayınlanan araştırma raporlarından biri, Eylül 2024’te basılan "Eğitim Kurumlarında Özelleşme ve Dönüşümün Eğitim Hakkı Üzerinden Değerlendirilmesi"  raporudur. Bu raporda, önce "Dünyada eğitim hakkının tarihsel süreci" ile "Türkiye’de eğitimin yasal çerçevesi" hakkında bilgi verilmektedir. Sonra da "Türkiye ve İstanbul’da devlet ve özel okulların nicel değerlendirilmesi" yapılmaktadır. 

Raporda yer verilen bilgilerin bir bölümü şöyledir:

  • 2022-2023 itibarıyla Türkiye’de okul öncesi kurumlar arasında özel öğretim kurumlarının oranı %19,76 iken, bu oran İstanbul’da %43,43’e çıkmaktadır.
  • İstanbul’da 2012-2013 eğitim öğretim yılında %17,93 olan özel ilkokul oranı, 2022-2023 eğitim öğretim yılında %35,44’e yükselmiştir.
  • Türkiye ve İstanbul’daki özel ortaokulların tüm ortaokullar arasındaki oranına bakıldığında İstanbul’da Türkiye’ye göre üç kattan fazla özel ortaokul bulunduğu sonucuna varılmaktadır.
  • Türkiye’deki özel lise sayısı tüm liselerin %46,2’sini, İstanbul’da ise %68,10’unu oluşturmaktadır.
  • Okul öncesi eğitimin çok büyük oranda kar amacı güden özel sektöre bırakıldığını göstermektedir.

Raporda yer verilen 2012-2022 yılları arasında Türkiye’de ve İstanbul’daki özel okullarla ilgili sayısal durum, Çizelge 1’de özetlenmektedir. Bu yıllarda özel okul sayısı Türkiye genelinde 2,8 kat artıp 2 bin 803’ten 7 bin 816’ya ve özel okullara giden öğrenci sayısı da 2,6 kat artıp 488 binden 1,2 milyona çıkmıştır. Türkiye’de özel ilkokulda okuyanların yüzde 6,3’ü, ortaokulda okuyanların yüzde 14,8’i ve lisede okuyanların da yüzde 8,5’i özel okullarda okumaktadır. İstanbul’da özel okulda okuyanların devlet okullarında okuyanlara göre yüzdeleri de sırasıyla 10,7; 13,2 ve 12,3 kadardır.

                          Çizelge 1. Seçili yıllara göre özel okullardaki sayısal artış

Rapora göre, 2012-2022 yılları arasında özel meslek liselerinde okuyanların sayısı da 8,5 kat artıp 17 binden 151 bine yükselmiştir. 2022-2023 itibarıyla özel meslek liselerinde okuyanlar, devlet meslek liselerinde okuyanların yüzde 6,45’i kadardır.

Raporda nedense özeli olmayan imam hatip okullarıyla ilgili sayısal artışa da yer verilmektedir. Yine nedense raporda özel okullarla ilgili sayısal veriler 2012 yılı itibariyle başlatılmışken imam hatiplerle ilgili veriler 2014 itibariyle başlatılmıştır. Rapora göre imam hatip okullarının sayısı (ortaokulu ve lise), 2014-2015’te 2.614 iken, 2022-2023’te 5.166’ya çıkmıştır. Raporda “… dershanelerin kapandığı yıl olan 2014’ten itibaren imam hatip liseleri sayısı artış göstermiştir” denmektedir (s.28). Bu açıklamayı kabul etmek mümkün değildir. Çünkü imam hatiplerdeki artış öncelikle 2012’de çıkarılan 4+4+4 yasasıyla imam hatip ortaokullarının yeniden açılmasıyla başlamıştır. 4+4+4 yasası çıktığında 537 imam hatip lisesinde 268 bin öğrenci okurken, 2013-2014 öğretim yılında imam hatip ortaokulu ve lise sayısı 2 bin 415’e ve öğrenci sayısı da 714 bine çıkmıştır. 

Raporda “LGS sonucunda Anadolu ve Fen Liselerine yerleşemeyen öğrenciler için seçenek olarak Mesleki ve Teknik Anadolu Liseleri, Anadolu İmam Hatip Liseleri kalmaktadır” denmektedir. Oysa bu ifade eksik bir ifadedir. Öğrencilerin bir seçeneği de açık lisedir.

Raporun "Sonuç ve Değerlendirme" kısmında “Yaptığımız araştırma sonucunda eğitimde özel sektör payındaki artışın öğrencilerin başarısını etkilemediği görülmüştür” denmektedir (s.36). Oysa raporda insanı bu kanıya ulaştıracak bir veri yoktur. Raporda bu konuyla ilgili bir veri, 32. sayfada bulunan ve 2023 LGS’de 450 + puanla üniversiteye yerleşenleri sayılarını/yüzdelerini gösteren Grafik 22’dir. Bu grafiğe göre 450+ puanla üniversiteye yerleşenleri çoğunluğu devlet lisesi mezunudur. Ancak yine bu grafiğe göre, üniversitede 450+ puan ile dil programlarını kazananların yüzde 24,5’i, eşit ağırlıklı programları kazananların yüzde 21,3’ü ve sayısal programları kazananların da yüzde 24,4’ü özel lise mezunudur. Özel lise öğrencileri toplam lise öğrencilerinin yüzde 8,5 kadarı olduğundan, bu veriler özel liselilerin LGS’de çok daha başarılı olduğunu göstermektedir. 

Raporun üç yerinde Prof. Dr. Erhan Erkut’un şu yorumlarına yer verilmiştir:

  • Eğitimin ilk 8 yılı devletin görevidir ve bu seviyelerde özel okul olmamalıdır. Devlet, asli görevi olan eğitimi özel sektöre devretmek yerine uluslararası standartlarda finanse etmeli ve eğitimde kaliteyi yükseltmelidir. Bireylerin yaşamlarının en önemli, en belirleyici döneminde fırsat eşitsizliği ülkedeki adalet duygusunu zedeler.
  • Veliler, devlet okullarındaki aşırı kalabalık sınıflar, öğretmen yetersizliği, fiziki koşullar, dini eğitime yönelim gibi pek çok nedenin yanında, devletin özel okullara giden öğrencilere uzunca bir sure verdiği destek (veya teşvik) sayesinde de özel okullara yöneldi.
  • Pandemi döneminde tüm okullar çevrimiçi eğitime geçince, özel okulun fiziksel avantajlarının kaybolduğunu düşünen birçok veli çocuklarını özel okullardan alıp devlet okullarına verdi. Böylece 2020 ve 2021 yıllarında özel okullara önemli bir darbe vurulmuş oldu. Pandemi geçti ama özel okul kayıtlarına yapmış olduğu etki hala tümüyle geçmiş değil.

Ülkemizde özel okulları olan eğitimci profesörlerin varlığına bakınca, endüstri mühendisi Prof. Dr. Erhan Erkut’un eğitimin ilk 8 yılında özel okul olmamalı demesi önemli bir durumdur. Ancak bu görüş IPA’nın benimsediği bir görüş ise burada bir sorun vardır: Çünkü sola dönük partilerden ilk 8 yılda değil, “zorunlu eğitim süresinde özel okul olmayacağını” söylemeleri beklenir.

Bu raporun "Türkiye’de eğitimin yasal çerçevesi" kısmında eğitimin yasal mevzuatıyla ilgili olarak Anayasa maddelerine, 430 sayılı Öğretim Birliği Yasası, 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Yasası, 1739 sayılı Milli Eğitim Temel yasası ve 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası gibi AKP iktidarından çok önce çıkarılmış olan kanunlara değinilmiştir. Ancak bu kısımda, 2012-2024 yılları arasında AKP oylarıyla kabul edilen ve eğitim sisteminin yapısını piyasalaştırıp gericileştiren  

  • 30 Mart 2012 tarih ve 6287 sayılı ‘İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’a, halk arasında bilinen adıyla 4+4+4 yasasına,
  • 14 Mart 2014 tarih ve 6528 sayılı ‘Milli Eğitim Temel Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’a, halk arasında bilinen adıyla dershane yasasına,
  • 10 Temmuz 2018 tarih ve 30474 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 1 nolu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile devlet sistemi yeniden yapılandırılırken, Cumhurbaşkanlığı bünyesinde eğitim politikalarını belirlemek üzere ‘Eğitim ve Öğretim Politikaları Kurulu’ oluşturulduğuna (m.20); bu 1. kararnamenin 301 ila 335. maddeleriyle eğitim bakanlığının merkez örgütünün yeniden yapılandırıldığına ve
  • 3 Şubat 2022 tarihli ve 7354 sayılı ‘Öğretmenlik Meslek Kanunu’na 

nedense değinilmemiştir.

Bu rapor, önemli sayısal verileri içerse de, iç tutarlılığı sorunlu olan bir rapordur. Raporda gizli müfredatı dini öğreti olan tarikatlara/cemaatlere ait özel okullarla, devlet okulu olmayan sıbyan mektebi ve medrese gibi kaçak oluşumlara değinilmemiştir. Ayrıca raporda, meslek liseleri ile imam hatiplerden söz edildiği halde bu okullardaki dönüşüm eğitim hakkı açısından yeterince irdelenmemiştir

1https://ipa.istanbul/hakkinda/, erişim 8 Şubat 2025.

                                                                             /././ 

Rant şekerden tatlı gelince: Şeker fabrikasının başına gelenler, Türkiye'nin nasıl batırıldığının özeti -Aslı İnanmışık-

14 yıldır kapalı olan ve 2020 yılında yeniden üretime geçmesi için milyarlar harcanan Çarşamba Şeker Fabrikası MKE'ye devredildi. İşletme, 365 gün üretim kapasitesine sahip olan devlete ait tek şeker fabrikasıydı.

35 yıl önce kurulan ve 14 yıldır kapalı olan Samsun'daki Çarşamba Şeker Fabrikası, Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Milli Savunma Bakanlığı'na Makine ve Kimya Endüstrisi'ne (MKE) devredildi. Samsun'daki Çarşamba Şeker Fabrikası aslında ülkedeki en yeni şeker fabrikalarından biri.

Bugün sıfırdan makine aksamıyla böyle bir fabrika kurmanın maliyeti yaklaşık 150 milyon dolar. Üstelik arazi bedeli bu tutara dahil değil.

Çarşamba Şeker Fabrikası'nın bir önemli özelliği de tesisin ham şeker işleme kapasitesine sahip olması. Yani yılın 365 günü şeker üretebilecek tek şeker fabrikası.

Limana yakınlığı, demiryolu bulunması, hem karadan hem de havadan ulaşım sağlanabilmesi açısından da stratejik öneme sahip.

Ülkede belki de en son kapatılacak fabrika

Fabrikayı yeniden açmak üzere devlet 2020 yılında yaklaşık 5 milyon dolar harcandı. Uzmanlar, bir bu kadar daha harcama yapılabilse fabrikayı yeniden faaliyete geçirebilmenin mümkün olduğunu söylüyor.

Ancak devlet yeni yatırım yapmak yerine ne kadarının tesise harcandığı tartışma konusu olan mevcut yatırımını da çürümeye terk etti.

Üretmek isteyince pancar bulunuyor: Gündeme gelmesinin en önemli nedeni kıymetli arazisi

1989 yılında açılan fabrika 1050 kişiye istihdam sağlıyordu. 2011 yılına gelindiğinde bölgede şeker pancarı yetişmediği gerekçesiyle üretime ara verdiler. 

Türkiye'de devlete bağlı Çarşamba haricinde toplam 14 şeker fabrikası var. Benzer şekilde Türkşeker'e bağlı Susurluk Şeker Fabrikası'nın da ham maddesi yani pancarı yok, bu fabrika yaklaşık bin kilometreden pancar taşınarak çalıştırılıyor. Amasya'daki fabrikada da durum aynı. Ülkenin ilk şeker fabrikalarından biri olan Kırklareli'deki Babaeski Alpullu Şeker Fabrikası'na pancar Konya'nın Karapınar ilçesinden getiriliyor. Kastamonu'daki fabrikanın pancarı da Ankara'dan geliyor. Yani aslında fabrikalara pancar transferi yapmak zor değil. 

Ancak bu yöntem Çarşamba Şeker Fabrikası için uygulanmadı. Bunun başlıca sebeplerinden biri de fabrika arazilerinin çok kıymetli olması.

MKE'ye verilecek alan dışında kalan yer ne olacak?

Bu yöndeki ilk adım yıllar önce 800-900 dönümlük bir arazi için geldi. Az kullanılan bu alan, organize sanayiye gitti. Sonra lojmanlar TOKİ'ye verildi. Fabrikanın 760 dönümlük çok değerli arazisi de geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Milli Savunma Bakanlığı'na bağlı Makine ve Kimya Endüstrisi'ne devredildi.

Ancak bu karar kamuoyundan gizlendi, Resmi Gazete'de yayınlanmadı.

Öte yandan arazinin geri kalanının ne olacağı ise belli değil.

Bilindik hikaye: Suç işçiye ve çiftçiye atıldı, AKP döneminde kapatıldı

Peki 2011'den 2020'ye kadar fabrikada çalışan işçiler ne yaptı?

Bu konu da özellikle bölgede çarpıtılarak kullanıldı. Yaklaşık 500 işçinin "yattığı yerden" maaş aldığı söylense de durum öyle değil. Fabrika işçileri senede 8-9 ay, evlerini ve ailelerini bırakıp üretim yapan Çorum, Kastamonu, Ağrı gibi diğer şeker fabrikalarına gönderildi.

Çarşamba'da sadece teknik bakımla ilgilenen, mali hesap yapan, park-bahçe işlerini yürüten ve güvenlikten sorumlu kişiler kaldı.

Bölgedeki çiftçiler de desteklenmedi. Doğu'da kullanılan yüzde 10'luk "pancar teşvik primi" bölgedeki çiftçiye sağlanmadı.

Sonunda da fabrikanın kapatılması için "işçiler çalışmadı", "pancar getirmek maliyetli", "ekim yetersiz" gibi söylemler bahane edildi.

2020 yılında "fabrika tekrar açılacak" denilerek köyler gezildi, az sayıdaki çiftçiden pancar ekmesi istendi ve yaklaşık 50 bin ton pancar üretildi. 30 bin ton olarak belirlenen hedefin de üzerine çıkıldı. Bölgede yaşayanlar eğer o dönem fabrika açılmış olsaydı pancar sıkıntısının yüzde 50'sinin karşılanacağını düşünüyor.

Ardından fabrikanın yeniden açılması için devletten 5 milyon dolar yatırım geldi. Ancak pandemi sonrası Çarşamba Şeker Fabrikası'nın yeniden işletilmeye başlaması süreci askıya alındı.

soL'un edindiği bilgiye göre "Atıl durumda", "Hurdaya döndü" denilen fabrikayı gezmeye gelen MKE yetkilileri dahi içerideki makineleri görünce şaşırdı.

Daha önceki özelleştirme girişimleri engellenmişti

Fabrika daha önce 2 kez özelleştirilmeye çalışıldı. İhaleler, o dönem, fabrikada kuruluşundan itibaren örgütlü olan Şeker-İş Sendikası tarafından biri mahkeme kararıyla biri müzakereyle olmak üzere durduruldu.

Şu anda kalan toplam işçi sayısı 17. Artık işleyen bir yer olmadığı ve dolayısıyla işçisi kalmadığı için fabrikanın şeker üretmeye devam etmesi için pek bir direnç de kalmamış.

MKE'nin bu fabrikada 2 bin kişinin istihdam edeceği söylense de bu açıklamalar pek inandırıcı bulunmuyor.

Türkiye'de toplam 33 tane şeker fabrikası var. Bunlardan 14'ü Türkşeker'e bağlı. Ülkenin yaklaşık 2 milyon 600 bin ton şeker ihtiyacının yüzde 36-37'sini Türkşeker, bir bölümünü Pankobirlik İştirakleri ve Kooperatif Şeker Fabrikaları, diğer kısmını da özel şirketler sağlıyor.

Söküm işlemi milyonlarca lira olacak, çalışan makinelerin bir bölümü hurdaya çıkacak

Konunun bir diğer boyutuysa fabrikadaki malzemelere ve fabrika binasına ne olacağı.

İçerideki makine ve malzemelerin sökülüp diğer fabrikalara götürüleceği söyleniyor ancak soL'a konuşan eski bir fabrika çalışanı bunun mümkün olmayacağını anlatıyor. Diğer fabrikalarda da makine olduğuna dikkat çekerken, çalışır haldeki tesisatın bir bölümünün kaçınılmaz olarak hurdaya çıkacağını söylüyor.

Böyle olmasa dahi zaten söküm, devir, nakliye işlemlerinin de yüz milyonlarca liralık bir masraf tutacağı düşünülüyor. Bu masraf aslında büyük oranda fabrikanın yeniden işler hale gelmesi için gerekli tutarla örtüşüyor.

Fabrikayı MKE'nin de kullanmayacağı iddialarıysa şimdiden konuşulmaya başlanmış.

İşler haldeyken 24 saat çalışan fabrikada işçilerin lojmanları dışında misafirhaneleri, sosyal tesisleri, lokantası da mevcuttu. Maaşları dışında sosyal ve yan hakları ile ikramiye gibi hakları da vardı.

Pancar neden ekilmiyor?

Bölgede artık pancar ekimi yapılmıyor. Çarşamba bölgesindeki pancarda verim fazla olsa da, digesyon oranı (pancarın içindeki şeker oranı) örneğin İç Anadolu'ya göre düşük, 11-12 civarında. İç Anadolu gibi rakımı yüksek yerlerde ise bu oran 15-16.

2014 yılına kadar süren bir uygulamaya göre, çiftçilere, pancar digesyonu 9-10 bile gelse, 14 gelmiş gibi ödeme yapılıyordu. Bu dolaylı teşvik uygulamasının kaldırılmasıyla Çarşamba-Bafra bölgesinde pancar ekimi de bitmiş oldu.

Şu anda Çarşamba'da daha çok fındık, Bafra bölgesindeyse çeltik ekiliyor. Çiftçi sayısı da ülkenin geneliyle benzer şekilde azaldı. Bölgede yaşayanların anlattığına göre Çarşamba'da pek genç çiftçi kalmadı.

                                                            /././

Patron arsızlığının sonu yok: Bu son uyarılarıymış -Ali Ufuk Arikan-

"Patronlar cephesinde her düzeyde büyük bir rekor var ama görüyoruz ki aynı zamanda bu rekora eşlik eden bir de arsızlık var. Açıkça 'ya bize ucuz işgücü cenneti verin ya da biz fabrikayı alıp gidiyoruz' diyorlar."

Türkiye’de ortalama maaş haline gelen asgari ücret açlık sınırının altına düşmüşken milyonlarca emekli 14 bin liraya talim edip, ucuz iş gücü kontenjanından çalışmak zorunda kalırken patron cephesinden dikkat çeken bir açıklama geldi.

Aslında bir açıklama değil, uyarı!

Otomotiv Endüstrisi İhracatçıları Birliği (OİB) Başkanı Baran Çelik, “Artık bardak boşalmaya başlıyor” diyerek kurun sabit kalmasından şikayet ediyor, üretim maliyetlerinin arttığını söylüyor ve bu durumun değişmesi için son bir yıllık bir mühletten söz ediyor kabaca.

Çelik’in bu sözlerinin arkasında yatan şikayetin merkezinde duran konuyu OİB Yönetim Kurulu Üyesi Ertuğrul Tuna Arıncı açıklıyor.

Arıncı’ya göre, Türkiye işçilik ücretlerinde çok pahalı bir ülke konumuna gelmiş durumda. “Bugün mavi ve beyaz yakanın yıllık işçilik ücretleri ortalaması Türkiye’de 30 bin avroya geldi” diyen Arıncı, Fas’ta 6 bin avro, Mısır’da ise 3 bin avro olan işçilik ücretlerinin Türkiye’de bir zamanlar iyi olduğunu, örneğin 2021 Aralık’ta 7 bin avro olduğunu söyleyerek ücret artışlarından şikayet ediyor.

OİB Başkan Yardımcısı Orhan Sabuncu ise patronların ağzındaki baklayı çıkarıyor: “Şimdi herkes işlerini götürebildiği kadar götürmeye çalışıyor. Alternatif olarak Fas ve Romanya gibi ülkelere yatırım konuşuluyor. Özellikle tedarik sanayisinde ciddi şekilde yatırımın taşınması bile söyleniyor. Aksi halde şirketleri yaşatmak da mümkün değil. Türkiye bugüne kadar avantajlıydı. Ama bugünden sonra dezavantajlı olacağız.”

Yani açıkça “ya bize ucuz işgücü cenneti verin ya da biz fabrikayı alıp gidiyoruz” diyorlar.

Peki, otomotiv patronları bu şekilde ağlar ve dertlenirken size sadece 5 gün öncesinden bir haber:

“Otomotiv sektörü, ocak ayında geçen yılın aynı ayına göre yüzde 8 artışla 3 milyar dolarlık ihracat gerçekleştirerek tüm zamanların en yüksek ocak ayı ihracat rakamına ulaştı ve yıla rekorla başladı.”

Tablo bundan da ibaret değil otomotiv patronları için. Geçen yıl yüzde 6 büyümeyle 37 milyar dolarlık ihracat gerçekleştiren, son 19 yılın 18'inde Türkiye'nin ihracat rekortmeni olan bir patron grubundan söz ediyoruz.

Patronlar cephesinde her düzeyde büyük bir rekor var ama görüyoruz ki aynı zamanda bu rekora eşlik eden bir de arsızlık var.

Bugün Türkiye’de milyonlarca emekçi ortalama ücret haline gelen açlık sınırının altındaki asgari ücrete mahkum edilirken, milyonlarca emekli 14 bin liralık emekli maaşı dolayısıyla ucuz iş gücü havuzunun parçası olurken, patronların çıkıp “bu ülkede işçi ücretleri arttı, bu maliyetlerin azaldığı bir durum olmazsa Romanya’ya, Fas’a gideriz” demesi olsa olsa en hafif tabiriyle arsızlık olarak tarif edilebilir.

Burada hedef olan sadece otomotiv sektöründe çalışan emekçiler değil. Otomotiv sektöründe çalışan işçilerin yoksulluk sınırı altında kalan ücretleri dahi patronların canını sıkar hale geldiyse, burada işçileri hedef alacak yeni bir saldırı dalgasına hazır olunması gerekiyor.

Peki, bu hazırlığın bağlamı ne olacak?

Bugün Türkiye’de patronların bu kadar rahat bir saldırganlıkla hareket etmesinin tek bir güvencesi var, işçi sınıfın örgütsüzlüğü.

Bunu kırmadan, bu düzene “itirazımız var” diyen işçiler yan yana gelmeden eldeki kısmi kazanımları dahi savunmak mümkün olmayacak. Bu nedenle işçi sınıfının sınıf kimliğiyle siyaset sahnesine örgütlü bir güç olarak çıkması, her düzeyde de bunun güçlendirilmesi mutlak ihtiyaç.

Bu çok zor diye düşünenler, dün yüzlerce maden işçisinin Çayırhan’ı özelleştirmek isteyenlere karşı başlattığı Ankara yürüyüşüne ve onların saflarında, yanlarında yürüyenlere baksın.

Umut da güç de burada, sınıfın örgütlü birliğinde.

Bunu sağlayamadığımız sürece ülke tarihinin en derin yoksullaşma sürecinin yaşandığı günlerde dahi patronlar çıkıp “bu ülkede işçilerin maliyeti çok yüksek, ya bunu düşürecek önlemler alınsın ya da biz fabrikayı başka ülkeye taşıyalım” deme cüretini kendilerinde bulabiliyorlar.

                                                     /././

Hukuk ve yargı aracılığıyla tasarım -Ali Rıza Aydın-

Kapitalizmin, emperyalizmin sınır tanımayan sömürüsü gericilikle buluşup bataklığı yaratırken, hukuk ve yargının başkalaştırılmaması düşünülebilir mi? Sömürücülerden umut beklenebilir mi?

Haddi aşan duruma getirilince dikkat kesilen hukuk ve yargı günlerindeyiz yine. Yine diyorum, bu haddi aşma durumuyla AKP döneminde çok karşılaştık, AKP’ye özgü de değil. Ancak haddi aşan hukuk ve yargının kalıcı olmaya devam etmesi alışkanlık haline geldi. Her yeni aşkın durum, denize düşen yılana sarılır örneği, bir önceki kötü durumdan medet umulmasına bağlanılıyor.

12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, sıkıyönetim, OHAL, KHK, CBK, gerileyen anayasa, güvenliği yok etme, baskıyı artırma, hak ve özgürlük gaspı, sömürenin çıkarı, egemen sermaye sınıfının emekçiler üzerindeki denetimi, laikliğin yok edilmesi, çalışma, seçim… Daha birçok dönemde ve alanda hukuk hep haddi aştı, yargı bu hukuka uydu. Her yeni denilen eskisini arattı, bu durum kalıcı hale getirildi. Ölümü gösterip sıtmaya rıza etme sürüp gidiyor, sömürü ve gericilik büyümeye devam ediyor.  

Tapınırcasına bağlanılması hukuk ve yargının “kimin aklı” olduğunu, ekonomi politiğini unutturuyor. “Hukukun üstünlüğü”, “yargının bağımsızlığı/tarafsızlığı” diyenler, haddi aşma eylemiyle karşılaşınca bu ikiliye daha sıkı sarılma gereğini duyuyorlar ama bu ilkelerin kimin aklına emanet edildiğini, kimin üzerinde baskı aracı olarak kullanıldığını tartışma, analiz etme gereği duymuyorlar. Dikkat kesilen yerde dikkat dağınıklığı var.

Sömürülenlerin hak savaşımlarıyla kazanılanları burjuvazinin kendi hukuku içine yerleştirmesi (bu durumun yaygın bir örneğini 1945 zaferinden sonra SSCB Anayasasındaki hakların burjuva anayasalarına yerleştirilmesinde gördük), yasa önünde eşitlik savı, insan hak ve özgürlüklerinin “herkes” öznesiyle tanımlaması ve elbette anayasal/hukuksal gelişme tezleri hukuk ve yargıyı fetişleştiriyor ama aynı zamanda da sömürü gerçeğini görme yönünden akılları köreltiyor.  Hukuk ve yargı vitrinine bakanlar demokrasi yanılsamasına kapılarak sömürü düzenine teslim oluyor.   Bu biçimsellikten ne analiz çıkıyor ne de savaşım. Teslim olma hali. Sonra da gün geliyor o hukuk üstün oluveriyor, o hukuku yorumlayıp uygulayan yargıya da bağımsız/tarafsız deniliyor.

Aklı, kimileri doğrudan, kimileri de dinsellik aracılığıyla sömürücü sınıfa teslim ediyor.

Çoklu hukuk ve yargı yerine getirilen laik hukuk ve yargı Cumhuriyetin ve Aydınlanmanın çocukları.  Bu vurguyu tamamlayacak olansa, kaynağını Cumhuriyet ve Aydınlanmadan alan hukuk ve yargının hangi ekonomik, siyasal ve toplumsal ilişkilerin, kimin aklının ürünü olduğu.  Devlet kendiliğinden ortaya çıkan bir örgütlenme olmadığına göre onun içinde hukuk da kendiliğinden ortaya çıkan bir normlar sistemi olmadığı gibi yargı da yargılama usullerinden örgütsel yapısına ve mensuplarına kadar, kendiliğinden oluşan bir yetkili organ değil.

Bu akışın sonucunu hukuk ve yargının kuralsal ve kurumsal olarak “yapı”ya bağlı üst yapı araçları olduğunu söyleyerek bağlayabiliriz. Sınıflı toplumlarda hukuk ve yargı da sınıfsal. Hukuk ve yargı üzerine çeşitlemelerin ve hukuk ve yargı aracılığıyla tasarımın özü de bu sınıfsallık üzerine. Hukuk ve yargı egemen sermaye sınıfından, siyasal iktidardan ve devletten, düzenden kopuk araçlar değil. Bugün ve daha önce birçok kez karşılaştığımız haddi aşan durumlar bu bağlamda değerlendirilmeli.

Cumhuriyetin hukuku ve yargılaması, sınıfsallıktan azade olmaksızın, çeşitli denemelerle hukuk ve yargı güvenliğini yazıp örgütlerken elbette yurttaşlık hakkını kullananların hak savaşımlarıyla şekillendi. Vurgulanması gereken, kazanılan bu hak ve özgürlüklerin, yapılan düzenlemelerin ödün verilmeden korunması. Ama hukuk ve yargının Cumhuriyet ve Aydınlanmanın çocukları olarak ihanet içinde olduklarını da unutmadan.

İhanet kapitalizmin sınır ve kural tanımayan politikalarının yaşama geçirilmesi temeline, sömürüye dayalı. İhanet eden hegemonyasını her türlü yolla tüm emekçilere, dünyaya yayan ve ulusal iktidarları kendi iktidarı ile özdeşleştiren sömürücü güçten başkası değil. Anayasayla, hukukla, yargının da içinde olduğu devletle sıklıkla oynayan, reformlarıyla övünen AKP’nin yaptığı dinsel ve etnik ortaklıkla aynı düzeni sürdürmek. Muhaliflerini de aynı ruhla sindirme yolunda.

12 Eylül ruhu, dışa açılmanın, dış ticarette liberalleşmenin, mali politikaların sınırsız ve sorunsuz uygulanmasının, gelir ve vergi dağılımı adaletsizliğinin, yeni sömürgeciliğin yansıması olarak yaşarken, “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”nin siyasal iktidarı AKP de yirmi üçüncü yılına girdi. Önceki dönemlerde, “sermaye sınırsız korunup, emek sınırsız bastırılırken”, AKP, eksikleri tamamlayarak uygulamaları pekiştirdi. Daha da önemlisi, dinsel ve etnik etkileri kullanarak, toplumu gericilik çukuru içine atarak yaşam tarzını sindirmeye girişti.

Yapılanları hukukun üstünlüğüne aykırı görenlerin “kimin hukuku, hangi hukuk” sorusuna yanıt vermedikçe yargıdan umut beklemeleri boşa düşüyor. Düzenin iç çelişki ve paylaşım pazarlıklarından umut beklemek de boşa düşüyor. Sermaye sınıfı ve siyasal iktidarı emekçi halkı boşa düşürüyor. Düzen içi muhalefetin göremediği bu.

Devleti ve hukuku egemenliği altında tutan güç ve ilişkiler aynı. Özelleştirmeler, doğa katliamları, kadın ve işçi cinayetleri, ucuz ve güvencesiz çalışma ortamı, yoksulluk ve yoksunluklar aynı güç ve ilişkilerin hukuk ve yargısının konusu.

Sömürü, eşitsizlik, adaletsizlik, hak ve özgürlük yoksunluğu bireysel ve toplumsal yaşamın büyük parçası. Bu yaşama aynı düzenin demokrasi, hukuk ve adalet gözlükleriyle bakmak oyalama işlevi görüyor, sömürücülerin işine yarıyor.

Kapitalizmin, emperyalizmin sınır tanımayan sömürüsü gericilikle buluşup bataklığı yaratırken, hukuk ve yargının başkalaştırılmaması düşünülebilir mi? Sömürücülerden umut beklenebilir mi?

Düzen ilişkilerinin ürünü hukuk ve yargının ekonomi politiği görmezden gelinemez. Emekçilerin savaşımları da buraya oturuyor.

                                                           /././

Bu da İstanbul Valiliği'nin projesi: 'Kahrolsun düşman, yaşasın İslam'-Burcu Günüşen-

İstanbul Valiliği, “Ben Okuyorum İstanbul Okuyor” projesi kapsamında okullara dini içerikli kitaplar gönderiyor. Bu kitapların okutulmasına öncelik vermeyen okullara uyarı yazısı gidiyor. Öğretmenler tepkili.

Eğitimde gerici kuşatma sürerken İstanbul Valiliği, Milli Eğitim Müdürlüğü ile yürüttüğü “Ben Okuyorum İstanbul Okuyor” projesi kapsamında okullara ücretsiz kitap gönderiyor. Gönderilen kitapların dini içerikli olması ve bu kitaplara öncelik vermeyen okullara uyarı yazısı gönderilmesi öğretmenler tarafından tepkiyle karşılandı.

Proje kapsamında Şubat ayında okullara gönderilen kitaplar arasında “Peygamberler Bize Ne Söyler?”, “Kur’an Kıssalarından Bugüne / Gizemli Misafir” adlı kitaplar da yer aldı. soL’un konuştuğu öğretmenler, bu kitapların okutulmaması halinde okullara uyarı yazıları gönderildiğini dile getirerek tepki gösterdi.

İstanbul Valiliği 2023’ün Aralık ayında “Ben Okuyorum İstanbul Okuyor” adlı projeyi duyurmuştu.

Proje kapsamında ihaleyle alınan kitaplar ücretsiz olarak okullara dağıtılıyor.

Valilik ilk olarak projeyi "TÜBİTAK popüler bilim kitaplarının okul kütüphaneleriyle buluşturulması" olarak duyurmuştu.

Ancak daha sonra açıklanan tavsiye listesinde dini içerikli kitapların ağırlığı ortaya çıkmıştı. Kitapların seçimi Türkiye Yayıncılar Birliği’nin de tepkisine yol açmıştı.

Projeye başlarken okullarla ‘’tavsiye kitap listesi’’ paylaşan valilik okulların bu listeye göre kitap listelerini güncellemelerini istemişti.

Listede; Herkes İçin Siyer Mekke, Herkes İçin Siyer Medine, Kutlu Kudüs, Allah Cümlemizi Korusun, Müslüman gibi Düşünmek, Nasıl Oruç Tutulur?, Çöle İnen Nur, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, Cennete Otostop Namaz, Bir Tevhid Eylemi, Haydi Namaza, Cehennemden Selam, Cinci Hoca gibi kitaplar yer alıyor.

Türkiye Yayıncılar Birliği “Proje kapsamındaki kitaplar seçilirken kriterlerde tarafsız olunmadığını, bilimsel ve siyasetten uzak hareket edilmediğini görüyoruz” diyerek kurumlara ve İstanbul Valisi’ne “yanlıştan dönülmesi” çağrısı yapmıştı.

'Sanki İlk Defa Namaz Kılıyorum, Tadı Bir Başkaydı'

Valilik geçen Eylül ayından bu yana okullara proje kapsamında okutulması için kitap göndermeye devam ediyor.

İstanbul’da ikinci dönemde bir liseye gönderilen kitap listesinde şu kitaplar yer aldı: “Sanki İlk Defa Namaz Kılıyorum, Tadı Bir Başkaydı”, “Sünneti Anlamada Yöntem”, “Ortak Dilimiz Ezan”…

                                    İkinci dönemde liselerde okutulması istenen kitaplar...

Bu ay da İstanbul’da okullara aralarında “Peygamberler Bize Ne Söyler?”, “Kur’an Kıssalarından Bugüne / Gizemli Misafir”, “Sudaki Umut Benoy" adlı kitapların da bulunduğu 6 kitap gönderildi.

                                         Valilikçe bu ay okullara gönderilen kitaplar...

Kitapların içeriği dikkat çekiyor: 'Kahrolsun düşmaan, yaşasın İslaam'

Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları’ndan çıkan “Sudaki Umut Benoy” kitabından bir bölüm şöyle:

“Aleyküm selam, bu ne güzel kelaam, kahrolsun düşmaan, yaşasın İslaam!”

                                              Sudaki Umut Benoy adlı kitaptan...

Öğrencilerin bu ay okumaları istenenlerden biri de “Kendi Şiirini Yaşayanlar” adlı kitap. Kitap Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu ve İsmet Özel’i anlatıyor. Necip Fazıl Kısakürek’in Nâzım Hikmet'le polemiğini tek taraflı yansıtan kitapta komünist şair için Kısakürek'in “kendini ateşe atmış, yanık bir kafa” gibi ifadelerine yer veriliyor.

                                               "Kendi Şiirini Yaşayanlar" adlı kitaptan.

Öğretmenler tepkili: 'Gerici müfredatın tamamlayıcısı'

Öğretmenler gelen kitaplara tepkili. Kitapların tamamının müfredatta da uygulanan gericileşmenin tamamlayıcısı olduğunu söyleyen öğretmenler, dini içerikli kitapların neredeyse zorla çocuklara okutulduğunu, kitapların içeriklerinin çocuklara uygun olmadığını belirtiyorlar.

‘Sessiz dayatma’

Valiliğin okullara gönderdiği bu kitapların yerine öğretmenlerin öğrencilerin okuyacağı kitaplar için dünya ve Türk edebiyatından klasik örnekleri sunmalarının mümkün olup olmadığını sorduğumuz bir öğretmen bir tür “sessiz dayatma” yapıldığını söyledi.

Ataşehir’de bir okulda görevli öğretmen, il milli eğitim müdürlüğünden gönderilen takip formlarıyla bu kitapların okutulup okutulmadığının kontrol edildiğini, aksi durumlarda okullara uyarı yazıları gönderildiğini dile getirdi.

Gönderilen uyarı yazısına bir örnek şöyle:

Ocak-Şubat ayının değeri 'sabır' oldu

Öte yandan Ataşehir İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü de okullarda “Çınarın Gölgesi/Gör-Yorumla” adlı bir proje yürütüyor. Proje kapsamında Ocak-Şubat ayı değeri “sabır” olarak belirlendi. Bu kapsamda sınıf rehber öğretmenleri ve değerler kulübü danışman öğretmenlerinin “sabır değeri” ile ilgili duyarlılık ve farkındalık oluşturacak etkinlikle düzenlemesi istendi.

'Geleceğin Yazarları' Ramazan Risalesi yazıyor

İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün yürüttüğü bir proje de “Geleceğin Yazarları” projesi. Proje kapsamında hazırlanacak “Ramazan Risalesi” kitabı için ortaokul ve lise öğrencilerine duyuru yapılması ve her okulda belirlenecek “en iyi bir yazının” 14 Şubat mesai bitimine dek müdürlüğün Strateji Geliştirme Şubesi’ne gönderilmesi istendi.                                          /././

12 Mart'ın teğmenlerinden günümüze…-Atilla Özsever-

5 teğmen, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” dedikleri için ordudan ihraç edildi. Aynı rütbelerde olan bizler de, 12 Mart 1971 muhtırası sonrasında devrimci olduğumuz için re’sen emekliye sevk edilmiştik. Şimdiki uygulamanın darbe döneminden farkı yok, hatta daha rövanşist…

Kara Harp Okulu’ndaki mezuniyet töreni sonrasında “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” şeklinde slogan attıkları gerekçesiyle 5 teğmen ve 3 sicil amiri subay, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) ihraç edildi.

Bu olay toplumda büyük bir yankı yaptı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da, olay sonrası teğmenlerin bu sloganına büyük bir tepki gösterdi. AKP’nin Harp okullarına girecek öğrencileri çok sıkı olarak araştırmasına rağmen önemli bir bölümünün mezuniyet sonrası Atatürkçü bir tavır ortaya koyması Erdoğan’ı şaşkına çevirdi.

Kuşkusuz Harp Okulu öğrencileri de, bu toplumun bir parçasını oluşturuyor. Toplumsal gelişmelerden etkileniyorlar ve siyasal İslamcı anlayışın Mustafa Kemal karşıtı tutumuna karşı bir tavır alıyorlar.

12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri döneminde devrimci, solcu oldukları için TSK’dan çıkarılan subayların oluşturduğu ADAM-DER de (Askeri Darbelerin Askeri Muhalifleri Derneği) teğmenlere sahip çıktı. (Ben de bu derneğin üyesiyim).

12 Mart’taki tasfiye

Bizler de, daha doğrusu 12 Mart 1971 darbesi döneminde teğmen, üsteğmen rütbesindeki devrimci subaylar da, üçlü kararnameyle disiplinsizlik nedeniyle re’sen emekliye sevk edilmişti. (O dönemde sosyalist ve ağırlıklı olarak sol Kemalist 600 dolayında subay, astsubay ve askeri öğrenci ordudan çıkarılmıştı.)

Henüz mahkemelerde yargılamaların başlamadığı bir dönemde, gözaltına alınıp tutuklandıktan sonra Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genel Kurmay Başkanı’nın imzaladığı üçlü kararnameyle re’sen emekliye sevk edilip TSK ile ilişkimiz kesilmişti.

Herhangi bir emeklilik hakkına sahip değildik, sadece OYAK’a (Ordu Yardımlaşma Kurumu) kesilen primlerimiz toptan ödeme olarak bizlere iade edilmişti. Daha sonra mahkeme sürecinde de yargılama sonucunda hüküm giymemiz halinde ordudan ihracımız söz konusu olacaktı.

Ancak 1974 yılında Bülent Ecevit’in Başbakan olduğu CHP-MSP koalisyon hükümetinin çıkardığı af kanunu ile bu süreçler gerçekleşmedi. TSK’dan disiplinsizlik nedeniyle herhangi bir özlük hakkına sahip olmaksızın çıkarılmış olduk.

                                           Atilla Özsever'in teğmenlik fotoğrafı.

Bu günkü teğmenlerin durumu

Bizler, bir takım siyasi faaliyetler içinde bulunmamız nedeniyle TCK’nın (Türk Ceza Kanunu) o zamanki 146, 141 ve 142 maddeleri gereğince örgüt kurmak, örgüt üyesi olmak gibi iddialarla yargılanma öncesi re’sen emekliye sevk edilmiştik.

Bugünkü teğmenler ise, böyle bir “suçlama” ile karşı karşıya olmayıp sadece “Mustafa Kemal’in askeriyiz” sloganını attıkları için TSK’dan ihraç edilmiş oldular. 12 Mart 1971 darbe hukuku ile bugünkü durumu karşılaştırdığımızda 5 teğmen ve 3 sicil amirinin “sudan sebeplerle” ordudan ihraç edildiği gözüküyor.

Kuşkusuz burada siyasal İslamcı anlayışın Mustafa Kemal karşıtı ideolojik pozisyonu, rövanşist (intikamcı) bir tepkisi daha fazla dikkati çekiyor. Umarız bu teğmen arkadaşlarımızın daha sonraki yargılama süreçlerinde uğradıkları “derin haksızlıklar” giderilip tekrar TSK’ya dönme yolu açılmış olur.    

68’in subayları

Kendi durumumuzdan kısaca söz edecek olursak özetle şunları söyleyebilirim: 1967 yılında Kara Harp Okulu’ndan piyade subayı olarak mezun olduktan sonra 1968 döneminin koşulları çerçevesinde devrimci, sosyalist düşüncelere sahip bir kişi olmuştum.

O dönemde 1961 Anayasası’nın getirdiği nispi özgürlük ortamı, sol yayınlar, öğrenci ve işçi olayları, Türkiye İşçi Partisi (TİP) gibi bir sosyalist partinin varlığı ve etkinliği, bizim de bu tür eylem ve düşüncelerden etkilenmemizi sağlamıştı.

Ordu içinde diğer devrimci arkadaşlarımızla da bağlantı içindeydik. İlk tayin yerim olan Kartal Maltepe’deki 2. Zırhlı Tugay’da göreve başlamıştım. THKP-C  (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Cephesi) lideri Mahir Çayan ve arkadaşları da benim bulunduğum birlikteki askeri hapishanede yatıyorlardı.

Mahir Çayan’ın kayınbiraderi Hava Yüzbaşı Orhan Savaşçı ile tanışıklığım vardı. Orhan Savaşçı, Mahir’lerin tünel kazarak cezaevinden kaçma planı olduklarından söz etti. Ve benden bu konuda yardımcı olmamı istedi. Benim de Mahir Çayan ve dört devrimcinin cezaevinden kaçmasına yardımım oldu. 

53 yıl önce bugün

Mahir’ler 29 Kasım 1971 tarihinde Kartal/Maltepe Askeri Cezaevi’nden tünel kazarak kaçmışlardı. Ben ise, 1971 yılının temmuz ayında Tatvan’daki 10. Tümen Karargah Bölük Komutanlığı’na tayin olmuştum.

Mahir’ler kaçmadan önce Ekim 1971’de izinli olarak İstanbul’a geldim ve kaçma planı ile ilgili krokiyi çizerek cezaevindeki arkadaşlara bir şekilde iletmiştim. Daha sonra Tatvan’a döndüm.

Mahir Çayan ve arkadaşlarının Kartal Maltepe’deki askeri cezaevinden kaçışından sonra ordu içinde geniş bir takibat başlatılmıştı Bizim karacı subaylar olarak havacılarla ve bu arada Mahir Çayan’ın kayınbiraderi Hava Yüzbaşı Orhan Savaşçı ile olan ilişkimiz, sivil devrimci kesimle olan bağlantılar, kaçma olayının ardından geniş bir tutuklama zincirine yol açtı.

Bundan tam 53 yıl önce bugün, yani 13 Şubat 1972 günü Tatvan’da ikamet ettiğim otel odasının kapısı açıldı. Bizim Tümen’in Merkez Komutanı, İstihbarat subayı üzüntülü bir ifadeyle odamın aranacağını ve hakkımda 1. Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nın gözaltı kararı olduğunu söylediler.

                 Üsteğmen Atilla Özsever, Tatvan 10. Tümen Komutanlığı bahçesinde...

Komutanlara kolonya

Tümen’de görevini iyi yapan, çevresinde saygılı bir insan olarak tanınmış olmam nedeniyle beni gözaltına almaya gelen komutanlar, hem şaşkınlık içindeydiler, hem de “Atilla, herhalde bu işte bir yanlışlık var” diyorlardı.

Benim için ise o andan itibaren “film kopmuştu, olay netleşmişti”. Birkaç aydır süren endişe ve kaygılı durum, artık sona ermiş ve açıklığa kavuşmuştu. Garip bir şekilde bir rahatlama hissettim. İçimdeki ses, “Neyse bu iş, şöyle ya da böyle çözümlendi” diyordu. Beni gözaltına almaya gelen yarbay ve yüzbaşının üzgün tavırları karşısında onlara kolonya bile ikram etmiştim.

Tatvan’daki görevim sırasında 1.071 Malazgirt Savaşı’nın 900. yılı nedeniyle Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, bölgeye gelmişti. Tatvan’da Karargah Bölük Komutanı olduğum için Ağustos 1971’de Cumhurbaşkanı Sunay’ın koruma görevi bana verilmişti. Kim bilir gözaltına alınmamı öğrenen tümen komutanı geçmişteki bu görevimi hatırlayarak ne düşünmüştür?

Hapislik ve sonrası

Gözaltı işlemi sonrasında önce beni Tümen cezaevine koydular. Orada adli bir soruşturma nedeniyle bulanan bir astsubay başçavuş vardı. Ben kendisine heyecanlı bir şekilde devrimci propaganda yapmaya başladım, Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’lardan bahsettim. Ben 24, astsubay 45 yaş civarındaydı.

Beni sakin bir şekilde dinledikten sonra, “Üsteğmenim, siz şimdi İstanbul’a gideceksiniz, orada belki hücreye koyacaklar. Ben size bir librium vereyim” dedi. Librium, sakinleştirici ve insanı rahatlatan bir ilaçtı. Ben ilacı, pek fazla önemsemeden aldım. Aslında astsubay başçavuşun ne kadar gerçekçi olduğu daha sonra ortaya çıkacaktı…

Kısa bir süre sonra İstanbul’a getirilip Harbiye Merkez Komutanlığı’ndaki bir hücreye kondum. Sadece bir yatağın olduğu, dört tarafı duvarla çevrili hücrede, librium ilacını içip biraz rahatlamak istedim.

Evet, daha sonra yargılama süreçleri, 2.5 yıllık mahpusluktan sonra af kanunuyla serbest bırakılmamız ve sivil hayat. Uzun bir gazetecilik dönemi ve akademik yaşamdan sonra SSK emeklisi olarak hayata devam etmek…

              Teğmen Atilla Özsever, Kartal/Maltepe'deki 2. Zırhlı Tugay'da görev yaparken...

Darbe mağdurlarına ayrımcılık

27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında emekliye sevk edilen 5 bin yakın subay (EMİNSU’cular – Emekli İnkilap Subayları) için AP (Adalet Partisi) ve sonraki dönemlerde yasa çıkartılıp özlük hakları sağlandı, Daha kısa bir ifade ile albaylık maaşı üzerinden emeklilik hakları verildi.

AKP döneminde de, 2011 yılında çıkartılan bir yasa ile özellikle YAŞ (Yüksek Askeri Şura) kararıyla 28 Şubat 1997 sonrasında dini gerekçeler ağırlıklı olmak üzere TSK ile ilişkisi kesilen subay ve astsubaylar da özlük haklarına kavuştu.

Bu yasa kapsamında olup YAŞ kararıyla 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında ordudan çıkartılan bir kısım sol görüşlü subay ve astsubay da bu haklardan yararlandı. Geriye “askeri darbe mağduru” olarak büyük ölçüde 12 Mart 1971 darbesi sonrası ordudan çıkartılan subay, astsubay ve askeri öğrenciler kaldı. Bu kesimin özlük hakları verilmedi.

Dilerim “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” dedikleri için ordudan ihraç edilen teğmenlerimiz haklarını kazanıp TSK’daki görevlerine dönerler…

                                                          /././

Milli irade fetişizminden faşizme heves etmeye -Fatih Yaşlı-

"Eğer müdahale edip durdurulamazsa rejim inşasının yeni aşaması, serbest seçimlerin ve sandığın formaliteden ibaret bir veçheye kavuşması, çok partili hayatın da göstermelik bir hal alması olacaktır."

Faşizm üzerine çalışmalarıyla tanınan Arjantinli tarihçi Federico Finchelstein, Türkçeye yakın zamanda çevrilen “Faşizme Heves Etmek” adlı çalışmasında tüm dünyada yükselişte olan sağ popülizmin tarihsel olarak faşizmin mirasını devraldığını ama kimi noktalarda ondan farklılaştığını söyler.

Finchelstein’a göre faşist rejimlerle sağ popülist iktidarlar arasındaki temel farklardan biri seçimlerdir. Faşist rejimler ve tepelerindeki liderler, işbaşına seçimle geldikleri durumda bile yeterli gücü toplar toplamaz seçimleri ve sandığı devre dışı bırakarak bir diktatörlük inşasına girişirler. Sağ popülist rejimler ise otoriter bir karakter taşımakla birlikte meşruiyetlerini seçimlerden alırlar. Sağ popülist lider kendisini halka sandıkta onaylatır, gücünün kaynağı halkın iradesidir, bu nedenle de “milli irade” sağ popülizmin en büyük fetiş kavramıdır. 

Ancak Finchelstein, artık günümüzde işlerin değişmekte olduğunu ve sağ popülist liderlerin faşizme heves etmeye başladıklarını öne sürer; yani eğer fırsatını bulabilseler, mevcut güç ilişkileri ve güç dengeleri izin verse, seçimleri ve sandığı da ortadan kaldıracak şekilde faşist bir rejim, kalıcı bir diktatörlük kuracaklardır.

Örneğin Trump 2020’deki başkanlık seçimlerini kaybettiğinde bir süre yenilgiyi kabul etmemiş, hatta 6 Ocak 2021’de Trump taraftarları ABD Kongre Binası’nı basıp bir tür darbe girişiminde bulunmuşlar, ancak Trump devlet ve sermayeden yeterli desteği bulamayınca geri adım atmıştır. Benzer bir şeyi Brezilya’da Bolsonaro denemiş, 2022 yılında seçimleri kaybetmesine rağmen bir süre sonuçları kabullenmemiş, ancak o da Trump gibi düzen güçlerinden ve aynı zamanda ABD yönetiminden destek alamadığı için koltuğu devretmek zorunda kalmıştır. 

Dolayısıyla bugün sağ popülist liderler ve iktidarlar sandıktan çıkmakta, meşruiyetlerini sandıktan almakta ama giderek artan oranda seçimleri manipüle etme ya da sonuçları kabullenmeme yönünde bir eğilim göstermekte, yani faşizme daha fazla heveslenmektedirler. 

Peki ya Türkiye, Finchelstein’ın çalışmasından yola çıkarak Türkiye için neler diyebiliriz? 

Türkiye’de de 22 yıldır sağ popülist bir lider ve iktidar iş başındadır ve o lider ve rejim de sağ popülizmin doğasına ve eğilimlerine uygun bir şekilde hareket etmektedir. Yani iktidar bir yandan “milli irade” adı altında meşruluğunu ve gücünü sandıktan almakta, kendisini seçmene onaylatmaktadır ama öte yandan serbest seçimleri giderek serbest olmaktan çıkarmaya çalışmakta, sandığı her seferinde kendisinin birinci olarak çıkacağı bir mekanizmaya dönüştürmek istemektedir.

Bunun için parti ile devlet özdeşliğine başvurulmakta, seçimlerde başta bürokrasi ve yargı olmak üzere devletin bütün olanakları kullanılmakta ve dolayısıyla Türkiye’de aslında bir süredir seçime sahiden de basitçe iktidar partisi değil devlet girmekte, muhalefet devletle yarışmaktadır. Dahası seçimler kimi zaman manipüle edilmekte kimi zaman da fiilen ya da resmen tanınmamaktadır. 

Somut örnekler vererek hatırlayalım: İktidar partisi 7 Haziran 2015 seçimlerinden istediği sonucu alamayınca, yani tek başına hükümet kuracak vekil sayısına ulaşamayınca fiili olarak seçim sonuçlarını tanımamış, ülke kan ve şiddetin damgasını vurduğu beş ayın sonunda 1 Kasım seçimlerine götürülmüş ve istenilen sonuç alınmıştır. 

Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin oylandığı 16 Nisan 2017 referandumuna Türkiye 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL idaresi altında, yani anayasada yer alan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırıldığı olağanüstü koşullarda götürülmüş, dahası YSK mühürsüz oyları geçerli saymış ve referandum böyle kazanılmıştır. Muhalefet de buna ciddi bir direnç göstermemiş ve rejimin anayasal bir statüye kavuşması yönünde son derece önemli bir adım atılmıştır. 

2019’da ise CHP’nin kazandığı İstanbul seçimleri hiçbir hukuki temeli olmaksızın, “bir şey olmadıysa bile mutlaka bir şey oldu” keyfiliğiyle iptal edilmiş ve seçimler tekrar ettirilmiş, tekrar edilen seçimdeki yenilgi mecburen kabul edilmiştir.

Bugün Türkiye’de olan biteni ve özellikle son aylarda yargı sopasının giderek yoğunlaşan bir şekilde muhalefetin farklı kesimlerine doğru sallanmasını bu bağlama yerleştirerek okuyabiliriz. İktidarın bir ayağı halen sandığa basmaktadır ama öteki adım faşizme meyletmekte, diktatörlüğe heves etmektedir.

Rejim bu işler için adeta merkez üssü İstanbul olan fiili bir “özel yetkili savcılık” mekanizması ihdas etmiş durumdadır ve o da elindeki sopayı siyasetçilerden gazetecilere doğru uzanan bir genişlikte, bütün muhalif kesimlere doğru pervasızca sallamaktadır. 

Bugün bir yandan belediyelere yapılan kayyım atamaları yoluyla serbest seçimlerde ortaya çıkan sonuçlar ve dolayısıyla halk iradesi tanınmamakta, öte yandan belediyeler çeşitli polisiye operasyonlara maruz bırakılmakta ve bunun üzerinden itibarsızlaştırılmaya çalışılmaktadır.

Ancak mesele basitçe bu değildir; CHP’li belediyelere yönelik genişleyerek devam eden operasyonların varacağı yerin CHP’nin favori cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu olduğu, dolayısıyla masadaki planlardan birinin İmamoğlu’nu seçime sokmamayı hedeflediği açıktır. Dolayısıyla aslında bu operasyonlar sadece belediye seçimleriyle ilgili değildir, cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik bir ön alma hamlesinin ilk adımlarıdır. 

CHP’ye yönelik başlatılan son “şaibeli kurultay” soruşturması ise sadece İmamoğlu’nun değil, bütün bir CHP’nin, hatta bütün bir muhalefetin hedef tahtasına yerleştirildiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. İktidar siyaseti yargıyla dizayn etmek için arka arkaya adımlar atmakta, daha önceki yazılarda da kullandığım bir kavrama tekrar başvuracak olursam “seçimle gitmeme konsepti”nin taşlarını hızlı bir şekilde döşemektedir. 

Tıpkı dünyadaki sağ popülist rejimlerde olduğu gibi bugün Türkiye’de de seçimler ve sandık resmi bir şekilde iptal edilip faşizme ve diktatörlüğe geçilemez. Çünkü en azından şu an için dünyada da Türkiye’de de sermaye düzeni açık faşizme ihtiyaç duyacağı kriz koşullarında yaşamamakta, kendisine yönelik o çapta büyük bir beka tehdidi görmemektedir. 

Ancak gidişat bildiğimiz anlamda seçimlerin sonuna doğrudur; eğer müdahale edip durdurulamazsa rejim inşasının yeni aşaması, serbest seçimlerin ve sandığın formaliteden ibaret bir veçheye kavuşması, çok partili hayatın da göstermelik bir hal alması olacaktır; buradan varılmak istenen yerin Erdoğan’ın o koltukta ömrü vefa edene kadar oturması olduğu ise açıktır. 

Peki bu gidişat nasıl durdurulabilir, nasıl bir müdahale yapılabilir? İlk başta çelişkili gibi gelebilir ama sandığı ve seçimleri formaliteden ibaret hale getirmeyi amaçlayan faşizm hevesi, ancak sandık dışı müdahalelerle bertaraf edilebilir. 

Tıpkı faşizmle olduğu gibi faşizm hevesiyle de kürsülere, meclis koridorlarına, grup toplantılarına ve konuşmalarına sıkışmış bir siyasetle mücadele edilemez. Faşizm hevesinin daralttığı siyasal alanı yeniden genişletmenin yolu halkı siyasete taşımaktır, anayasal ve demokratik hakları sokakta, alanlarda, meydanlarda kullanmaktır. 

Bu iktidarın sandık yoluyla değiştirilmesi de mümkündür ama bunun için sandığın sokaktan beslenmesi, gücünü ve meşruiyetini oradan alması, ülkenin asıl gündemi ve meselesi olan ekmeğinin küçülmesinin siyasetin merkezine yerleşmesi, halkın aktif bir şekilde siyasete katılması, kendi taleplerini yine bizzat kendisinin dile getirmesi gerekmektedir. Çünkü halkın eşitlik ve adalet talebinin karşısında durabilecek hiçbir heves yoktur.

                                                   /././

Yolun sonu değil: Çayırhan madencileri Ankara'da -Özkan Öztaş-

Hava soğuk, yol uzun. Ama işçiler "Ankara yolun sonu değil" diyor inatçı bir biçimde ve ekliyor: "Varlık satışına izin vermeyeceğiz!"

Sert rüzgârın madencilerin yüzüne vurması aylara yayılan direnişte artık alıştıkları bir durum. Çayırhan Maden Sahası'nda çalışan madenci Volkan, yorgun ama kararlı bakışlarıyla anlatıyor gülümseyerek: “Durmak yok, yola devam.”

85 gün önce başlayan bir yürüyüş…

Bugün yürüyüşün üçüncü günü. Beypazarı’ndan Ayaş’a, Ayaş’tan Yenikent’e, Yenikent’ten Özelleştirme İdaresi’nin önüne kadar uzanacak bir rota. Yolun her adımı, madenin satılmasına karşı yükselen bir itiraz. Yürüyüş, Çayırhan’ın kara elmasından çıkan ekmeği savunma mücadelesi.

Volkan anlatıyor: “Biz bu yürüyüşe daha önce başlamıştık. Günlerce direndik, satış takvimini ertelettik ama hiçbir somut kazanım elde edemedik. Şimdi tekrar yollardayız.”

Gözleri uzaklara dalıyor. Çevresindeki arkadaşlarına bakıyor. Omuz omuza yürüyen işçileri göstererek, “Bu sadece bizim davamız değil” diyor: 

“Beypazarı, Nallıhan, Çayırhan… Buraların ekmeği bu madenden çıkıyor. Bize ‘özelleştirme’ dedikleri şey, aslında bir tasfiye süreci. Biz buna karşı duruyoruz.”

Volkan’ın sesi giderek yükseliyor: “Bize sunulan şartnameye iki madde eklenmiş. İşçi sayısını 2050’ye sabitlemişler. Lojman hakkımız dört aydan bir yıla çıkartılmış. Ama sosyal haklarımız, sendikal haklarımız? Onlardan hiç bahseden yok! Yarın maaşımızı kim ödeyecek, güvencemiz ne olacak, onu söyleyen yok!”

Çayırhan maden sahasındaki madenciler 6 Şubat'ı hatırlatıyor her seferinde. Yaptıkları iyilik ve dayanışma için değil. "Çayırhan maden sahası o dönem özelleştirilmiş olsaydı belki de patron izin vermezdi madencilerin deprem bölgesine gitmesine" diyorlar. Haksız da değiller. 

'Sonuç alamazsak açlık grevine başlayacağız'

Çayırhan’da çalışan maden işçileri, maden sahası ve termik santralin özelleştirilmesine karşı uzun süredir direniyor. Mart ayında satılması planlanan maden yatağı ve santral için hazırlanan satış takvimini geçtiğimiz aylarda erteletmeyi başaran işçiler Ankara’ya doğru yürüyerek kamuoyunun dikkatini bir kez daha çekmek istiyor.

Satış sürecindeki maden sahası ve termik santralin yeni sözleşmesinde üç farklı sorun olduğu gibi duruyor. 

Yapılan son değişikliklere göre devam eden sorunlar ve belirsizliğini koruyan maddeler şu şekilde:

  • İş güvencesi: Şartnamede, maden işletmesinde en az 2050 işçinin çalışmaya devam edeceği belirtiliyor. Ancak bu, mevcut işçilerin satış sonrasında da istihdam edileceği anlamına gelmiyor. İşçilerin kadrolarının korunmasına dair hiçbir güvence verilmemiş durumda.
   • Sendikal haklar ve maaş güvencesi: Şartnamede işçilerin maaşları, sosyal hakları ve sendikal haklarıyla ilgili hiçbir maddeye yer verilmemiş. Bu da, özelleştirme sonrası işçilerin mevcut haklarını kaybetme riskiyle karşı karşıya kalması anlamına geliyor.
   • Barınma hakkı: İşçiler ve aileleri için kritik öneme sahip olan lojman hakları da tehdit altında. Daha önce işten çıkarılan işçilerin 4 ay içinde lojmanları boşaltması gerekirken, bu süre 12 aya çıkarıldı. Ancak bu düzenleme, işçilerin uzun vadede barınma hakkının elinden alınmasına yönelik bir adım olarak değerlendiriliyor.

Öfke, yorgunluk ve umut iç içe geçmiş. Yürüyüşçüler arasında tansiyonu düşen, bacağı şişen işçiler var ama kimse geri dönmüyor. Herkesin dilinde aynı söz: “Buradan da sonuç alamazsak yeraltına ineceğiz. Açlık grevine başlayacağız.”

Çayırhanlı madenciler, yollarını Ankara’da, Özelleştirme İdaresi’nin önünde tamamlayacaklar. Ama biliyoruz ki bu yolun sonu değil. Çünkü "yılgınlık yok" diyorlar.

Çayırhan madencilerinin direnişi, sadece bir iş mücadelesi değil, aynı zamanda yerel kaynakların korunması ve vatan topraklarının satılamayacağına dair bir duruş olarak da dikkat çekiyor. Mart ayında gerçekleşmesi planlanan satışa karşı madencilerin mücadelesi, bölge halkının da desteğiyle devam edecek gibi görünüyor.                                  /././

soL


                         

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Haziran 2025-

  Fatih Altaylı’nın tartışılan videosundaki 1,5 dakika ayrıntısı -Eray Özer- Aldığımız bir bilgiye göre Altaylı’nın pazartesi günü hakim kar...