soL "Köşebaşı + Gündem" -16 Şubat 2025 -

 15 Şubat’tan sonra -Aydemir Güler-

Amacın barış falan değil Cumhuriyet karşıtı bir cepheleşme olduğu gözle görünür hale gelecek.

Öcalan adına verilen sözün tutulup tutulmayacağını bilmiyoruz. Adsız sürecin bir dönüm noktası 15 Şubat, yani bugün olacaktı; esneyebileceği eklenmişti…

Tek belirsizlik bu değil. Ancak belirginleşmiş unsurlar da hiç yok değil. Aralık ayında bu köşede iki hafta yazdıklarımı tekrarlamaktan kaçınarak, bilinmeyenler değil de bilinmesi gerekenler hakkında devam edeceğim. 

Türkiye’de Kürt sorununa ilişkin iki karşıt konumlanış olageldi. Birincisi “Türkiyeli çözüm” olarak adlandırıldı. Kürt legal partilerinin “Türkiyelileşme” söylemi bu yaklaşıma göz kırpar. 1990’larda Türkiye solunun Kürt siyasi hareketiyle ilişkilerinde benzer bir güdü söz konusu olmuştur; kimilerinin demokrasi mücadelesi, bizim ortak sınıf gündemi dediğimiz denemeler bu kapsamdadır. Öcalan’ın hapse girmesinden epey sonra TSK içinde bir eğilimin “vur kurtul” yerine, ülke sınırları içinde bir çözüm denemesinde bulunduğu söylenir…

Hatta AKP’nin başlattığı sürecin TSK girişiminin önünü kestiği de düşünülmüştür. AKP açıkça Atlantikçi bir zeminde bir oyun kuruyor, Ortadoğu için Amerikan Barışı’nın ayrılmaz öğesi olarak bir Kürt çözümü tasarlıyordu. Elbette Britanya istihbaratı MI6 gayet belirgin operasyon merkeziydi. Türkçede bir türlü oturmayan çevirisiyle “çatışmaların çözümü”, conflict resolution bir Atlantik ekolüdür… 

Bu da ikinci konumlanıştı. Kürt sorunu uluslararası nitelik taşımanın ötesinde, uluslararası siyaset alanına taşınmalı, çözüm formülleri oralardan gelmeliydi. Emperyalist dense de, Batı demokrasinin beşiği değil miydi! 

İlk örneği Turgut Özal’ın bir koyup-üç alma fırsatçılığı olan geniş bir ekol oluştu. Uluslararası Kürt konferansları düzenlendi, Batılı liderler en demokrat kostümleriyle bunları himaye ettiler. Mesut Yılmaz AB yolunu Diyarbakır’dan geçirdi; bu yetmedi, Washington’un askerlerinin de Bağdat seferine bizim Kürt coğrafyamızdan çıkmaları TBMM’ye tezkere olarak getirilebildi! Türkiye’ye pazarlanan konsept bugün de cari olandır: Türkiye Kürtlerle barışarak, barıştığı ölçüde büyür, güçlenir…

AB denince aklı hemen dağılan Türkiye soluna Amerikancılık sığmaz. Solun 1 Mart 2003 tezkeresinde topyekûn aldığı pozisyon emperyalist senaryonun aksamasında rol sahibi olmuştu. 

Evet, Kürt sorununu uluslararasılaştırmak emperyalist bir projedir. Ancak bu, tersinden, Türkiyeli çözüm fikrinin antiemperyalist olmasını garanti etmiyor. Türkiyelileşme perspektifi Kürt siyasi hareketinin liderliği için demagojik bir ikna argümanı olmaktan öteye geçmedi. Örneğin 2015’te tıkanan süreç Atlantikçi projenin geniş kitlelere yutturulması amacıyla yerli renklere boyanmıştı. 

Gerçekten Türkiyeli diye adlandırabileceğimiz bir çözümün, belki gelecek haftalarda konuşacağımız açık seçik ilkeleri olmalıdır. En başta antiemperyalizm gibi…

Başka bir isim konulmadığı için “Devlet Bahçeli-Ahmet Türk süreci” diyeceğim açılımın belirginleşen bir özelliği bu Türkiyelilik iddiasıdır. Artık Özal’ın, Yılmaz’ın “açık sözlü” beyanlarına dönülemez. Bölgede kartların karıldığı bir konjonktüre, önce içeriyi, yani ülkeyi konsolide ederek girmek argümanı, lafta Türkiye’yi veri almaktadır. Son Kandil açıklamalarında da Kürt hareketinin Türkiye’yi bölmeyi asla amaçlamadığı dile getirilmektedir. Öcalan’a atfedilen rol ise Apo’nun halk önderi karakterinden ziyade, hapislik yıllarında geliştirdiği “demokratik konfederalizm” tezinin herhangi bir devlet sınırını değiştirmemeyi vaat etmesiyle ilgili olmalıdır. 

Kesin olan şeyler var, demiştim. Birincisi, yeni süreç Türkiyelilikte ısrar edecektir. 

Ancak ikincisi, bu ısrarın hiçbir gerçekliği yoktur ve bunun gizlenmesi de olanaksızdır. 

Çünkü emperyalizm, Suriye’de rejimin yıkılması, Rusya’nın çekilmesi, İran’ın kurduğu Şii hattın kırılması ile neredeyse bölgeye el koymuş durumdadır. El koymak derken, Trump’ın ne dilerse yapacak güce kavuştuğunu söylemiyorum. Tersine Beyaz Saray’ın çenesi o kadar düştü ki, artık sözle icraat arasındaki ilişki kopmuş durumda! Konumuz açısından önemli olan, bölgede herhangi bir egemen gücün ABD’den ve Britanya’dan özerk bir proje geliştirmesinin nesnel olarak olanaksız hale gelmiş olmasıdır. Bu, AKP-MHP için tamamen yalandır.

Süreci zor günler bekliyor. Ankara’nın “içeriyi tahkim etmenin” göstergesi olarak ilan ettiği Kuzeydoğu Suriye veya Rojava’nın tasfiyesi gerçekleşeceğe hiç benzemiyor. “Demokratik konfederalizm” tezinin birleştiriciliği yakında çok anlatılan bir hikâye olacaktır. Ama bu teori mevcut sınırların korunmasını değil, korunması gerekmeyecek kadar silikleşmesini önererek, eskimiş emperyalist küreselleşme teorisine zamanında yeni bir soluk katmıştı. Kandil’e gelince, ulusal bir hareketin, bütün sınırların masaya yatırıldığı altüst oluş konjonktürlerinden kendi devletine kavuşmak için yararlanmayı düşünmemesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Tekrar AKP-MHP iktidarına dönersem, emperyalist merkezlerle ilişkide Türk sağının eski “ileri karakol” rolünden öteye geçtiği doğru olmakla birlikte, özerk hareket etmek adına gidebileceği sınır çizgisi yine Atlantik’te belirlenir. 

Özetle açılımcılar sabah akşam kimsenin inanmadığı bir fikri tekrarlayacak, nafile dayatmaya çalışacaklar. Bu koşullarda, bir ara sonuç ve tez olarak şunu yazabiliriz: Türkiyeli bir çözüm fikri meşru, güçlü, ama sahipsizdir. 

Madem öyle, sol bu fikri ete kemiğe kavuşturma şansına sahiptir, daha doğrusu bu zorunludur. Kürt sorununa Türkiye ölçeğinde bir çözüm stratejisi geliştirmeden ülkenin varlığı ve bütünlüğü korunamayacaktır. Sol gündemdeki sürece, bir yandan da pozitif bir konumlanış geliştirmeden kolay kolay karşı bile çıkamaz. 

Hatırlarsak, bir önceki dönemde sol büyük bir baskı altına alınmış, değil kendi alternatif politikasını geliştirmek, ateş altında başını kaldırmakta zorlanmıştı. O zamanki bir onur ve ilke direnişiydi. Şimdi sol siyasete alan var. 

İnandırıcılık bahsinde bir büyük sorun daha var. O da elimizdeki üçüncü belirgin unsur. 

Kürt siyasi hareketi bir kez daha seküler karakterini terk etmeksizin İslam’ın birleştiriciliği tezine sarılacak. Bu çelişik birliktelik farklı ideolojilere ve kesimlere seslenme yeteneği kazandırıyor sanılabilir, bir ölçüde öyledir de. Ama bir yandan da, bünyesinde ciddi bir çözülüş dinamiği barındırmaktadır.

Kürt hareketinin peşine takılan Alevi örgütlenmeleri, İslamcılık diye diye dışlanırken “ama aynı zamanda laikiz” rezervi bir şey kazandıracak mıdır? Kürt siyasi ittifakının içindeki sol unsurlara, Alevileri teskin etme işi mi verilecektir? Bunun yapılma şansı var mıdır?

Genel olarak “sol kamuoyu” Erdoğan-Demirtaş sürecini bağrına basmıştı. Bana sorarsanız, Bahçeli-Türk sürecinin toplumsal düzeyde sol bir tepki çekmesi kaçınılmazdır. Bu tepki kaçınılmaz, ama temsilcisizdir. Madem öyle, bir sol alternatifin toplumsal zemini geniştir. 

Çünkü bugün ne iktidar ne de Kürt hareketi 2009-2015 dönemi kadar güçlüdür. O açılım AKP’nin yeni bir rejim kurma hamlesiyle anlam kazanıyordu, bugün kurulacak bir şey yok, sürdürülmek istenen bir toplumsal enkaz var. Ortada kamuoyunun ne pahasına olursa olsun bitsin istediği bir iç savaş ortamı da yok. Tersine Türkiye’de halkın çoğunluğunun kurtulmak istediği şey, yoksulluktur, hayatın çekilmez hale getirilmişliğidir. Öcalan dâhil sürecin herhangi bir sözcüsünün bu başlıklarda cebinden tavşan çıkarma ihtimali bulunmamaktadır.

Şimdilik son olarak, Bahçeli’nin daha önce burada da dile getirdiğim gibi ülkenin bütün modernleşme, yani burjuva devrim sürecini “iki yüz yıllık ağırlık” diye damgaladığını hatırlatmalıyım. Önümüzdeki günlerde bu sözün satır arasında kalması imkânsızdır. Amacın barış falan değil Cumhuriyet karşıtı bir cepheleşme olduğu gözle görünür hale gelecek. Bu ise, sermayenin, emperyalizmin, İslamcıların yirmi yılı aşkın yapamadığı işin ta kendisidir. Cumhuriyet’in yerine başka bir şey konulamamaktadır. 

Madem öyle, sol Cumhuriyeti yeniden kurmalıdır. 

                                                          /././

İran’ın yanında kim duracak?-Erhan Nalçacı-

Şimdi bu koşullarda tekrar sorabiliriz, İran’a saldırılması durumunda Çin ve Rusya’nın duruşu ne olacak diye.

Trump döneminde ulusal sınır ve egemenliklerin tehdit altında olduğunu, sosyalizmin damgasını vurduğu geçen yüzyılda oluşan uluslararası hukukun ve değerlerin ortadan kalktığı bir döneme girdiğimizi yazmıştık

Trump’ın ABD’nin kesin desteği ile 50 bin civarında Filistinlinin İsrail tarafından katledildiği Gazze’yi ABD’nin mandası haline getirme, 2 milyon Filistinliyi Gazze’den sürme, Gazze şeridini oteller zincirine çevirme girişimi yukardaki saptamanın bir uç örneği olarak çok çabuk yüzümüze vuruldu.

Belki siz bu yazıyı okurken, çeşitli bahanelerle İsrail tekrar Gazze’de yıkmaya, öldürmeye başlamış olacak.

Ancak bu bir paket ve içinde İran’a saldırı da var. Trump göreve gelir gelmez, İran’a dönük baskıyı en yüksek seviyeye çıkaracağını açıkladı. 

2015’te ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa, Almanya arasında imzalanan Kapsamlı Ortak Eylem Planı çerçevesinde İran nükleer çalışmalarını barışçıl şekilde yürüteceği ve denetlenmeye açılacağını garanti etmiş, böylece İran’a uygulanan yaptırımlar kaldırılmıştı. Ancak Trump’ın ilk başkanlık döneminde ABD tek taraflı olarak anlaşmadan çekilmiş ve yaptırımlar 2018’de yeniden başlatılmıştı. Yaptırımlar ABD’nin mali hegemonyasına dayanarak İran’ı adeta ekonomik olarak boğmayı amaçlıyordu. İran ile uluslararası ticareti birçok başlıkta kısıtlıyor, ticaret yapan şirketleri de cezalandırıyordu. 

Şimdi Trump bu yaptırımları daha da genişletmeyi hedefliyor. Sebep olarak İran’ın nükleer silah üretme kapasitesine ulaşmasının önlenmesini ileri sürüyor.

Ayrıca Trump daha önceki dönemi de dâhil olmak üzere hiçbir ABD başkanlık döneminde İsrail’in talebine rağmen verilmeyen ve bombaların anası olarak bilinen, nükleer olmayan en yıkıcı silah olarak değerlendirilen 11 tonluk bombaları İsrail’e gönderme kararı aldı. İsrail’in olası bir İran’a saldırısında İran’ın nükleer tesislerini yok etmek için kullanacağı tahmin ediliyor.

İsrail yayılmacılığı bölgede İran’ı en büyük engel olarak görüyor, ABD’nin sabiti ise İsrail’in her koşulda desteklenmesi. 

Buna karşılık ABD’nin günümüzde Çin’de biriken dev sermayenin hegemonyasını tehdit etmesi gibi daha büyük bir sorunu var. Trump dönemi bir yerde bütün bu gürültünün içinde Çin’le doğrudan savaşmadan Çin’i geriletmek ve ABD’yi Çin ile üretim kapasitesi, ticaret ve sermaye transferi başlıklarında başa çıkabilecek hale getirmeyi hedefliyor. Panama’ya, Meksika’ya, Kanada’ya yapılan baskı aslında hep dolaylı olarak Çin’i geriletmeyi amaçlıyor. Bu yüzden İran’a bir de bu gözle, ABD ve İsrail’in saldırması durumunda İran’ın yanında kim yer alabilecek diye bakmalıyız.

Gazze katliamında Çin ve Rusya’nın iyi bir sınav verdiği söylenemez, çabaları diplomatik düzeyde ve etkisiz kaldı. Bu göstere göstere gerçekleştirilen katliamdan yapanlar kadar stratejilerine bağlı kalarak önleyemeyenler de sorumlu.

Öte yandan İran bu ağır ambargo koşullarında ayakta kalabildiyse Çin ve Rusya’nın burada büyük bir rolü olduğu belirtmek gerekiyor.

Tablo 1 ve 2 biraz eskimiş verilere dayansa da bu konuda çok şey söylüyor. Dünyada satılan petrolün %20 kadarını sanayisi için kullanan Çin kaynaklarını her zaman çeşitli tutmayı stratejik olarak benimsiyor. İran’dan aldığı petrol nispeten Çin için çok kritik gözükmüyor, buna karşılık İran ambargo altında satabildiği petrolün yarısından fazlasını Çin’e gönderiyor.

Çin ABD yaptırımlarından kurtulmak için muhtemelen çeşitli yollar deniyor. Örneğin, küçük şirketler üzerinden ticaretin sürdürülmesi, tanımlı olmayan tankerlerin kullanılması, Malezya’nın aracılık etmesi, yerel para birimlerinin tercih edilmesi vb.

Ayrıca İran’ın üretim kapasitesini sürdürebilmesi için de Çin ve Rusya’dan ithal ettiği ürünlere gereksinimi var.

2021’de İran Şangay İşbirliği Örgütü(ŞİÖ)’ne üye olarak kabul edildi. Her ne kadar ŞİÖ bir NATO değilse de bir güvenlik örgütü olarak tanımlanıyor. 2024 yılında ise İran Mısır, Etiyopya ve BAE ile birlikte BRICS üyesi oldu.

Ayrıca İran 2020’de Çin ile kapsamlı bir Ekonomik İşbirliği ve Güvenlik Anlaşması imzaladı. Bu anlaşma Çin’in İran’a yoğun bir yatırım yapmasını içeriyordu, ancak nasıl geliştiği müphem kaldı.

İran Rusya ile ise 2025’te Stratejik Ortaklık Anlaşması imzaladı. Her ne kadar bu anlaşma bir ülkeye saldırılması durumunda diğerinin de onun yanında savaşa gireceğini kapsamıyor, buna karşılık önemli bir askeri işbirliğini öngörüyor. Ayrıca Kuzey-Güney koridoru içinde Rusya’nın Basra Körfezine ulaşmasına olanak tanıyor.

Şimdi bu koşullarda tekrar sorabiliriz, İran’a saldırılması durumunda Çin ve Rusya’nın duruşu ne olacak diye. Her iki ülke için de İran pazarı ve ticaret olanakları çok büyük önem taşımıyor, ancak İran ile ittifakın stratejik önemi bulunuyor. Körfez’de bir savaşın Çin’in petrole ulaşımını aksatması örneğin çok büyük bir sorun. Çin bu nedenle ŞİÖ üzerinden güvenlik sınırının İran’dan başladığını söylüyor.

Rusya’nın durumu ise Trump ile başlayan yeni dönemde sadeliğini yitirmiş gözüküyor. Belli ki geçen yüzyılda oluşmuş ve tabu gibi sadık kalınan emperyalist düzen içi ittifaklar bozulup yeniden oluşacaklar. 

Trump’ın Rusya’nın Ukrayna’dan elde ettiği toprakların en azından bir kısmını koruyacağı bir anlaşmaya sıcak bakması örneğin, bütün şemayı altüst ediyor. Rusya Trump’a güvenip her şeyi sil baştan yazmayacak kadar devlet aklıyla hareket ediyor gözükse de işin nereye varacağını söylemek için erken.

Bu adaletten ve ahlaktan yoksun dünyayı böyle pencereden seyretmemek için emekçi sınıfların güç biriktirmesinin yaşamsal önemi var.

                                                        /././

'Uzak Değil'den 'Yanımda Kal'a Eylem Ata Güleç öyküleri -Erkan Yıldız-

"Kurmacada ve gerçek hayatta saldırıya rıza gösterenlerin, mağduriyetin gölgesine sığınanların değil önünde sonunda saldırıya karşı koyup, kendilerini itirazlarıyla tanımlayanların hikâyesi devam ediyor."
Uzunca bir süredir birbirini tekrar edip duran metinler okuyoruz. Benzer mekânlar ve karakterler hemen her eserde karşımıza çıkıyor.

Son dönem sinema filmlerinde de benzer bir durum var; köy, kasaba, plaza üçgeninde, insanın giderek azaldığı hikâyelerle başbaşayız. Öncesiz ve sonrasız hikâyeler. Nerede, nasıl, hangi ilişkiler sonucu oluştular belli değil.

Bu belirsizliğin içinde insan, umut, değiştirme iradesi, mücadele (mücadele dediğim çoğunluk olan insanların yaşama tutunma çabası) yok denecek kadar az anlatılırken, kötülük, yenilgi, mağduriyet, teslimiyetin kaçınılmazlığı hemen her yerde kendisini gösteriyor.

Yalnızlığını meziyete dönüştürmeye çalışan bir yazar kuşağının sesi bu eserler. Bu kuşak kendi gerçekliğinden, yaşadığı kentlerden, o kentlerde çoğunluk olan insanlardan kaçmanın ama aynı zamanda yazar olarak kabul görmenin bir yolu olarak bu içeriği keşfetmiş görünüyor.

Yeni nesil edebiyatımızın belki de en zayıf noktası bu içerik(sizlik). Biçimsel olarak kusursuzluğu arayan, anlattıklarıyla gerçekliğe karşı körleşmenin temsiline dönüşen eserler… Görüntü net ama ekranda kusursuz bir beyazlıktan başka hiçbir şey görünmüyor.

Elbette bunun istisnaları, bu döngünün dışına çıkan yazarlarımız var.

1980, Diyarbakır doğumlu Eylem Ata Güleç onlardan birisi. Güleç’in ilk öykü kitabı “Boşlukta Büyüyen” 2016, ikinci öykü kitabı “Uzak Değil” 2021 ve son kitabı “Yanımda Kal” 2024 yılında yayımlandı.

Yüzünü yaşadığı kente, kendisini inşa eden topluma, toplumsal ilişkilere, insanlara dönen bir yazarın öykülerini okuyoruz. Neden-sonuç ilişkisini görmezden gelmeyen, yaşayan, zamanıyla, gerçekliğiyle bağı olan bu edebi metinler biz okurlara başka türlü bir edebiyat olasılığını hatırlatıyor.

Üstelik yazar, bunu görüntüde tek bir karıncalanmaya izin vermeden yapıyor. Evet, görüntü çok net ve içeride hayatımız var.

Güleç’in ikinci öykü kitabı “Uzak Değil”i okurken aldığım bir notu sizinle paylaşmak isterim.

“Orada, Kürtlerin yaşadığı hiçbir sorun, taşıdıkları hiçbir dert burada, batıda yaşayan bizlere uzak değil. Aynı yoksulluğu yaşayıp aynı yoksunluğu paylaşıyoruz. Aynı zenginler, aynı yobazlar, aynı kötüler kılıçlarını başımızın üstünde sallayıp duruyor. İşte aramızdaki bu yakınlığı bir ayna gibi yüzümüze tutuyor Güleç. Bunu incelikle, bizi incitmeden, aynayı gözümüze sokmadan yapıyor üstelik. Güleç'in dili ve öyküleri anadilinde konuşamamanın ne demek olduğunu anlayabilmemiz, birlikte yaşamanın kaçınılmazlığını hissedebilmemiz için bir kapı aralıyor. Bu kapıdan ortak dilimiz Türkçe ile geçmesi de ayrı bir zenginlik ve hepimiz için büyük bir olanak.”

Okurken heyecanlanmışım belli.

Yaşadığını, gördüğünü yazmak, daha doğrusu bunların yazdıklarına geçmesi, sızması ilk akla gelecek olan ve yazarın işini oldukça kolaylaştıran şeyler. Elbette bu bir ustalık aynı zamanda. “Uzak Değil”de kendisini gösteren bu ustalığın heyecanıyla “Yanımda Kal”ı okumaya başlıyorum.

2024 yılında yayımlanan “Yanımda Kal” yazarın üçüncü öykü kitabı. Kitapta yer alan 9 öykü birbirinin içinde genişleyip bir evren yaratırken kendi sınırlarını da korumayı biliyor. Güleç öykülerdeki her bir karakterin birbiriyle ilintili, birbirinden bağımsız hikâyelerini anlatarak sizi o evrene dahil ediyor.

Karaktere yakından bakmak…

“Uzak Değil”den farklı olarak “Yanımda Kal"ın karakterleriyle aramızdaki mesafenin kısalmış olduğunu görüyoruz. Güleç'in elinde sanki bir büyüteç var. Ve biz okurlar o büyüteçle karakterleri daha yakından görüyor, mercek altına alarak inceliyor, adeta onların içlerine bakıyoruz. Sanırım bu etkiyi öykülerin merkezine yerleşen travma anlatısı yaratıyor. Her bir karakterin evreni, yaşadığı ya da yaşamak zorunda kaldığı olaylar, durumların yarattığı travmalar üzerinden şekilleniyor.

Kitabın ilk öyküsü “Ahiret Ana”da istenmeyen bir çocuk olarak dünyaya gelen “Ayten”in “Ahiret Ana"ya dönüşmesinin hikâyesini okuyoruz.

“... seni bir ayleye verecekler bahçeli güzel bir evmiş hem bahçede tulumpa varmış ben okulu bırakıp çalışacağım sonra seni gelip oradan alacağım” s.15

Karanlık bir tünelle geçilen evinde kararlılıkla ağabeyinin gelmesini beklerken istenmeyen başka çocuklarda kendi taşıdığı gibi yaralar açılmasın diye kendince bir çaba içinde “Ayten”.

“Ahiret Ana” ilk öykü olmanın ötesinde diğer öyküleri de koynunda taşıyan, onlara bir anlamda yataklık eden öykü olarak da önem kazanıyor. 

Ve “Yanımda Kal” ın tüm kadın ve erkek karakterleri her gün hatırladıkları, izlerini bir türlü silemedikleri benzer yaralar taşıyorlar ruhlarında. Ruhiye’nin ojeli tırnaklarında; geçmişinden kurtulamayan Ferhat’ın “Bütün bahçeli evleri yıktım, yeniden yaptım. Bahçesinde tulumba olan o ev hangisiydi?” (s.35) diyerek çıldırmanın eşiğine gelmiş sesinde; duvar diplerinden, gölgelere sığınarak yürümeyi alışkanlık edinmek zorunda kalmış Yılmaz’ın 
“Adımın Yezras Yılmaz olduğunu bildiğiniz halde neden sadece Yılmaz deyip duruyorsunuz?” (s.60) isyanıyla duvar dibinden çıkışında bu travmaların açtığı yaraların izlerini görüyoruz.

Kitaptaki her karaktere, bize gösterilen her yaraya yakından bakıyoruz. Bir nesneye, kişiye yakından baktığınızda etrafı bir tür blurlaşmaya uğrar, görüşünüz daralır. Güleç'in öykülerinde bu böyle olmuyor. Güleç herkese ve her yaraya hem yakından bakıp hem de etrafıyla birlikte görmemizi sağlıyor. Bana göre bunun iki nedeni var…

Birincisi, yazarın dili travmaların yarattığı mağduriyeti değil karakterlerin bu travmalarla öyle ya da böyle mücadele etmesini öne çıkarıyor.

Oysa ilki yani mağduriyet dili daha kolay, popüler ve sonuç alıcı. Ülkenin siyasetçisi, patronu, esnafı gibi sanat erbabı da mağdur hikâyesi anlatmayı seviyor. Bu dili 12 Eylül’ün bakiyelerinden birisi olarak kabul etmek yanlış değil ancak tek başına yeterli de değil. Başlangıçta, kaybedenlerin kaybetme gerekçelerini görünmez kılıp, hiç olmazsa elindekinin bir kısmını koruma umuduyla boyun eğmesinin, bir tür uzlaşmanın, evet en çok da uzlaşmanın cisimleşmiş hali olan bu mağduriyet anlatısının AKP'li yıllarda nasıl bir iktidar diline dönüştüğünü ve çürütücü etkisini yaşayarak görüyoruz. Edebiyatta da yarattığı bir karşılık oldu bu durumun. Başlangıçta umutsuz, gadre uğramış, var olma sancıları içinde kıvranan, sinik, yenik, sadece kendisiyle meşgul, mağdur karakterlerin hiçbir şekilde umut beslemedikleri bu hayatta döne evrile “ama bir şekilde itiraz eden” tiplere dönüşerek varlıklarını koruduğunu görüyoruz. Tam bir zavallılık.

“Yanımda Kal"ın tüm karakterleri ise saldırıya karşı zamana yayılan ve farklı biçimlerde kendisini gösteren bir direnç ortaya koyuyor. Çizilen sınırlara bir itiraz, kendi içine dönmeye karşı dışarısı ile ilişki kurma isteği, özneleşme çabası var bu dirençte. Sonuçta Güleç'in bu tercihi okurun görüş alanını genişletirken karakterlerini darbe bakiyesi bir bakışın parçası olmaktan kurtarıyor.

İkinci unsur ise yazarın mekânı kullanma biçimi. Mekân, hikâyeleştirilen travmaları karakterlerin kişisel meseleleri olmaktan kurtarırken bizi bu travmalara neden olan davranışların nesnelliğine, toplumsal, politik köklerine ulaştıran bir köprü vazifesi görüyor. Öykülerde öne çıkan en önemli mekân “ev”. Beklemenin, sabır göstermenin, saklanmanın, zenginliğin, yoksulluğun, güvende hissetmenin, tutsaklığın, çocukluğun, oyuna ve yeni bir hayata başlamanın mekânı olan ev aynı zamanda inşa ettiğimiz kimliğin de yansıması. “Ahiret Ana”nın karanlık bir tünelden yeraltındaki evine açılan yol, bizi başka evlerin kapılarına, sokaklara, öğrenci yurtlarına, beyaz badanalı evlerle dolu mahallelere taşıyor. Bu mekânsal izlek coğrafyanın insan eliyle çizilmiş sınırlarını belirsizleştirirken öykülerin kendi içindeki sınırlarını ve okurun zihninde oluşan fotoğrafı netleştiriyor.

Yeni nesil edebiyatımız genelde iyi sayılabilecek, umut vaat eden ilk kitaplar mezarlığı gibi. İlk kitabın sonrasında tökezleyen, ikinci kitabıyla ilk kitabın gerisinde kalan pek çok yazarımız var. Eylem Ata Güleç istikrarlı bir şekilde iyi yazıyor ve “Uzak Değil"de kendisini gösteren ustalığını “Yanımda Kal”da tekrar ediyor.

Kurmacada ve gerçek hayatta saldırıya rıza gösterenlerin, mağduriyetin gölgesine sığınanların değil önünde sonunda saldırıya karşı koyup, kendilerini itirazlarıyla tanımlayanların hikâyesi devam ediyor.

Umalım ki Eylem Ata Güleç de yazacağı öykülerde bu insanların izini sürmeye devam etsin.

                                                          /././

Bekliyoruz… neyi beklediğimizi unutuyoruz…-Tunç Tatoğlu-

Nizam peşinde koşanlar ile kentin keşmekeşine karışanların hikayesi. Tek kişilik çok kişili bir oyun “Kalabalık Duası”. 2-3 kez gidenler mi ararsın, her seferinde yeni bir sırrı anlayanlar mı ararsın kendine özgü bir seyirci kitlesi de var anlayacağınız.

"Kalabalık Duası” son dönemde, Clown Tiyatrosu örneklerini izlediğimiz Fiziksel Tiyatro Araştırmaları Topluluğu’nun bir oyunu. Tolga İskit’in meddahlığında, izlemesi çok da kolay olmayan bir metnin ustaca sergilendiği bir oyun. Oyunun yazarı Volkan Çıkıntoğlu yönetmeniyse Güray Dinçol.

Bir süredir edebiyatımızın yeni yazarlarını tanıtıyoruz okumayı sevenler buluşur belki diye. İki yüz sayfayı geçmeyen romanlar, kendi yaşantılarını ilk roman olarak yazanlar, hayata dair aforizmalar, genelde “ıssız insanlar”ın hikayeleri, biraz mizah yeni edebiyatımızın formatı. Bu kaosun içinden seçtiklerimizi paylaşıyoruz.

Tiyatro için de benzer bir durum söz konusu. İyi bir oyun seyretmek için çok oyun seyretmek gerekiyor. Gittiği her oyunda yerli yersiz kahkaha atan seyircinin, her şeyle interaktivite yaşama hevesine kapılmadan oyun seyretmek de zor. Artık yüz kişilik salonlarda, az oyunculu oyunların, cesur denemelerinin peşine düşmeniz gerekiyor.

Geçenlerde bir dostum “soldan girer sağdan çıkar oyunlarına n’oldu?” diye sormuştu. Belli ki sahnedekini izlemeye/anlamaya çalışmaktan yorulmuştu. Belki birileri zor şiir, zor oyun, zor roman tartışmasını bir yerlerde yapıyordur. Neyse dağılmadan yazmak da zor…

İhsan Oktay Anar tadında dokuz sekizlik ritimle oynanan bir oyun “Kalabalık Duası”. Mistik birçok İstanbul hikayesinin iç içe geçerek kurgulandığı güzel bir oyun. Efsunlu bir kentin kaybolmak isteyeceğiniz sokaklarının hikayesi.

“sen anlattıkça oldu bu dünya, sen yoksan o da yok.
hikayen varsa yaşarsın, hikayen yok, sen de yok.”

Nizam peşinde koşanlar ile kentin keşmekeşine karışanların hikayesi. Abdullah Efendi nizamı muştularken; Cüce Rıfkı Efendi ise keşmekeş'in tarafındadır. Tek kişilik çok kişili bir oyun “Kalabalık Duası”.  2-3 kez gidenler mi ararsın, her seferinde yeni bir sırrı anlayanlar mı ararsın kendine özgü bir seyirci kitlesi de var anlayacağınız.  

Bekliyoruz… herkes bir şeyi bekliyor. Sevgili Sonay’ın “Afalanın Yüreği” romanında da vardı hatırlarsınız neyi beklediğini unutmuş yaşlılar. Hikayelerimiz anlatamadan geçip gittiğimiz bir dünya.  Birilerini beklemek, anne ve babadan, öğretmenden-hocadan, evlenince eşinden, sonra kendi çocuğundan; din adamlarından, düşünürlerden, sonunda ise yaratıcıdan beklemek. Yaptıklarının sorumluluğunu üstüne almayı beceremeden göklerden umar beklemek, kendi harekete geçmeyip sadece beklemek. Bir süre sonra neyi beklediğini unutmak ve umursamamak.

Beklemekten vazgeçip hikayemizin peşine düşerek, değiştireceğimiz bir dünyanın umuduyla yaşamak… Güzel günler görmek için harekete geçmek. Umursamak çevremizdeki hikayeleri, kulak vermek, dinlemek.

Oyunda da böyle oluyor, herkes elinde tebeşir alıp kendi hikayesini bu efsunlu şehrin, İstanbul’un duvarlarına yazmaya başlıyor. O zaman yaşıyoruz. Ben böyle anladım, böyle anlamak istedim.

İyi bir oyun izlemek için, iyi bir hikâyenin parçası olmak, “sırrıbozukların” arasına katılmak istiyorsanız “Kalabalık Duası” üç senedir sahneleniyor.

1

                                                       /././

Tayfun Demirören tutuklandı: Mevzu yine borç ama bu kez Almanya'dan

Almanya'da inşaat halindeki lüks konutları satan Tayfun Demirören, proje batınca borçlandığı bir alacaklıya 66 milyon lira karşılıksız çek yazdığı için cezaevine gönderildi.

Demirören Holding Yönetim Kurulu üyesi Tayfun Demirören 15 Şubat günü gece yarısı ailesini karşılamak için İstanbul Havalimanı’na gitti. Kimlik kontrolü sırasında arama kaydı ortaya çıkınca polis Demirören’i gözaltına aldı.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilen Demirören'in yüzüne İcra Ceza Mahkemesi’nin kesinleşen tutuklama kararı okundu. Ardından Silivri'deki Marmara Cezaevine gönderildi.

Demirören'in yüzüne okunan tutuklama kararı iki ayrı dosyaya dayanıyor.

Bu dosyalara göre Demirören, 10 Ocak 2024’te 43 milyon 700 bin liralık, 5 Şubat 2024’teyse 22 milyon 770 bin liralık çek kullandı. Çeki karşılıksız çıkan karşı taraf icra mahkemesine başvurdu. 22 Kasım 2024’te kesinleşen iki kararda Demirören'e toplam 66 milyon 770 bin lira adli para cezası kesildi.

Bu çeklerin hikayesi Demirören'in Ziraat Bankası'na yıllardır ödemediği borçlarına değil, Almanya'da ödemediği bir krediye dayanıyor.

Bitmeyen projeden konut sattı, borcunu ödeyemeyince battı

Tayfun Demirören'in tutuklanmasından saatler sonra Demirören Holding bir açıklama yayımladı. Kararın holdingle ilgili olmadığının altı çizilerek "Tayfun Demirören, kendi şahsına ait 'Mikare Real Estate' şirketindeki ticari faaliyetlerinden doğan bir konuyla ilgili tutuklanmıştır" denildi. 

Böylece tutuklama nedeninin şirketin Almanya'da batan projesi olduğu anlaşıldı. 

Tayfun Demirören'in sahibi olduğu emlak şirketi Mikare Real Estate, 2017 yılında Almanya'da yarım kalmış ultra lüks Upside Berlin adlı gayrimenkul projesini devraldı. Yaklaşık 300 milyon avro yatırım değerine sahip proje tamamlanınca 380 daire ve ticaret alanlarından oluşacaktı.

Demirören, 2020 yılında bitirileceğini duyurduğu projeyi henüz inşaat aşamasındayken pazarlamaya başladı ve lüks daireleri aralarında Türkiye'den isimlerin de bulunduğu birçok kişiye sattı.

Ancak proje tamamlanmadı. Demirören'in şirketi, büyük gayrimenkul projelerine yatırım yapan bir fon olan Barings’ten 2020’de 240 milyon avro kredi aldı. Kredi vaktinde ödenmedi ve Barings mahkemeye başvurdu.

Alman mahkemesi Kasım 2023’te Tayfun Demirören’in proje üzerindeki tasarruf hakkını dondurdu.

Demirören'i Türkiye'nin en büyük medya grubunun sahibi yapan borç ne durumda?

Demirören Holding 2018’de Doğan Holding’e ait gazete, Tv, radyo, ajans, matbaa ve dağıtım şirketlerini toplam 916 milyon dolara satın almış, 895 milyon doları Ziraat Bankası’ndan çektiği krediyle ödemişti. 2 yıl anapara ödemesiz, 10 yıl vadeli verilen krediye yüzde 6,5 faiz uygulandı. Ancak holding ödemelerde zorlanacağını belirterek kredinin yapılandırılmasını istedi. Banka yönetimi 2019’da ilk yapılandırmayı yaptı, 2022’de de ikinci bir yapılandırma daha istenildi. Faiz de önce yüzde 6’ya sonra yüzde 4’e düşürüldü. İki kez yapılandırmasına rağmen bu süreçte sınırlı miktardaki teminatlar dışında tahsilat yapılamadı.

                                                      ***

İzmir'in eski ve yeni başkanları işçi düşmanlığında birleşti: 'TİS en az üç sene zamsız geçmeli'

Eski İzBB Başkanı Aziz Kocaoğlu, Tunç Soyer dönemine işaret ederek, "Personel ücretleri beş senede padişahın ulufe dağıtması gibi dağıtıldı. TİS en az üç sene zamsız geçmeli" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/izmirin-eski-ve-yeni-baskanlari-isci-dusmanliginda-birlesti-tis-en-az-uc-sene-zamsiz-gecmeli)

                                                                 ***

Hastane sahibine yine dokunulmadı: Stent pazarlığı skandalı Yenidoğan Çetesi'ne uzandı

Stent pazarlığıyla gündeme gelen Özel Aile Hastanesi'nin patronları aynı zamanda Şafak Hastaneleri'nin de sahibi. Şafak Hastaneleri, Yenidoğan Çetesi skandalında yer alan hastanelerden biri.(https://haber.sol.org.tr/haber/hastane-sahibine-yine-dokunulmadi-stent-pazarligi-skandali-yenidogan-cetesine-uzandi-396177)

                                                              ***

Akkuyu Nükleer için Rusya'dan 'doğalgazla ödeme teklifi', santralde 3 bin kişi işten çıkarıldı iddiası

Akkuyu'daki yaptırım engelinin Rusya'nın "doğalgaz takas sistemi" önerisiyle aşılması planlanıyor. Öte yandan santralde en az 3 bin kişinin belirsizlik nedeniyle işten çıkarıldığı iddia ediliyor.

Rusya, Türkiye’de inşası devam eden Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin (NGS) finansmanı için doğalgaz bazlı bir ödeme mekanizması önerdi. Bloomberg’e konuşan kaynaklara göre, Moskova, yaptırımlar nedeniyle sınır ötesi para transferlerinde yaşanan sıkıntılara alternatif olarak bu modeli gündeme getirdi.

Rusya’nın önerisine göre, Akkuyu NGS’yi inşa eden devlet şirketi Rosatom, santral inşaatı için gereken maliyetin bir kısmını Gazprom’a ruble olarak ödeyecek. Gazprom da bu miktarı Türkiye’nin aylık doğalgaz ithalat faturalarından düşecek. Böylece, proje finansmanı için "doğrudan enerji ticaretiyle ödeme yapılması" sağlanacak.

Rusya'dan 'doğalgaz takas sistemi' önerisi

Akkuyu NGS projesine veya Rosatom ve Gazprom gibi şirketlere doğrudan yaptırım uygulanmamış olsa da, uluslararası bankalar ABD'nin olası cezalarına maruz kalmaktan çekindiği için Rusya’dan Türkiye’ye yapılan ödemelerde gecikmeler yaşanıyor.

Washington yönetimi, Rusya'nın savaş ekonomisini destekleyen üçüncü ülke finans kuruluşlarını hedef alacağını açıklamış, bu da Rusya ile yapılan uluslararası işlemleri daha karmaşık hale getirmişti.

Rusya'nın önerdiği doğalgaz takas sistemi, "hem Akkuyu NGS’nin finansman sürecini hızlandırmayı hem de Rusya-Türkiye arasındaki enerji işbirliğini derinleştirmeyi" amaçlıyor. Ancak teklifin Türkiye tarafından kabul edilip edilmeyeceği henüz netlik kazanmadı.

'Akkuyu’da Rusya Varlık Fonu devreye girecek'

Konuyu HaberTürk'te köşesine taşıyan Güntay Şimşek de, "Akkuyu’da Rusya Varlık Fonu devreye girecek" diye yazdı. Şimşek yazısında, "Kaynak akışı için Rusya Varlık Fonu’nun devreye girmesi sonrasında Batı’nın nükleer santrale yönelik yapacağı başka bir engelleme alanının da kalmayacağına dikkat çekiliyor" ifadelerine yer verdi.

Şimşek'in yazısının bir bölümü şöyle:

ABD’nin 2 milyar dolarlık kredi paketini dondurması sebebiyle Akkuyu NGS’de çok sayıda çalışanın işine son verildiği yönündeki bilgileri de merak ettim. Toplam 40 bin çalışan içinde yüzde 10’u bile bulmayan bir işten çıkarma düzenlemesine gidildiğini teyit ettim. Sahada bir işten çıkarma hareketi var, ama tam olarak sebebi nedir? Projenin yapım sürecinin etkiler mi? Bilemiyorum. Zira net cevaplar alamadım!

"Akkuyu NGS, yaklaşık 30 milyar dolarlık bir maliyetle Türkiye’deki en büyük yabancı yatırım olacak. Proje için bu sene de 5,5 milyar dolar harcanacakmış ve paranın önemli bir kısmı; 3,5 milyarlık bölümü de Türkiye’ye transfer edilmiş.

Anlaşılan Rusya Varlık Fonu devreye girince nükleer santraldeki çalışmalar için 'dış güçlerin' sahaya süreceği başka engel kalmayacak. Ancak pandemiden kaynaklı alt üstlenici şirketlerin bazı problemleri olduğu, geçmişe yönelik hak ediş hesaplamalarında ve dolayısıyla tahsilatlardaki sorunların da bu döneme yansıdığı da unutulmamalı…

Proje büyüdükçe karşılaşılan zorluklar da artıyor. Hakkında konuşulanlar da ciddi ses getiriyor. Son olarak Rusya’nın Akkuyu NGS’de kullanmak üzere ABD bankalarından temin ettiği kredinin dondurulduğunu öğrendik. Yaptırımları gerekçe gösteren ABD Adalet Bakanlığı, JPMorgan’da bulunan Rusya’ya ait 2 milyar doların Akkuyu NGS’nin finansmanında kullanılmasını engellemiş. Daha önce ilk defa bu köşede gündeme getirdiğim üzere Almanya hükümeti de Batı'nın Rusya'ya yaptırımlarını gerekçe göstererek Siemens'ten temin edilen ekipmanların gönderilmesini durdurmuştu.

Almanya’nın, Türkiye’de yapımı devam eden nükleer santrale, Siemens’in ekipman vermesinin engellemesi sonrasında Rusya, aynı ürünleri Çin’den tedarik edeceğini açıklamıştı. Bu gelişmenin de nükleer santralin programında 6 aydan fazla bir süre gecikmeye sebep olabileceği gündeme gelmişti. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı her iki ‘yaptırım bahaneli’ gelişmeye de tepki göstermiş, nükleer santralin Batı’nın müttefiki Türkiye’de inşa edildiğine dikkat çekmişti."

The Wall Street Journal (WSJ) gazetesi de Rusya’nın Türkiye’de yapımını üstlendiği Akkuyu NGS projesi için ABD yaptırımları altında olmayan Gazprombank’ın 2022’de ABD’den 9 milyar dolarlık finansman sağlamak için adım attığını yazdı. Haberde Trump’ın yönetime gelmesiyle birlikte bu finansman kapsamında gönderilecek olan 2 milyar doların dondurulduğuna dikkat çekildi.

akkuyu
Akkuyu Nükleer Güç Santrali'nde birinci güç ünitesinde tüm sistem ve ekipmanların suyunu soğutması amacıyla inşa edilen pompalama istasyonunda iki hafta önce devreye alma aşamasına geçildiği duyurulmuştu.

'Çeşitli formüller üzerinde duruluyor'

Rusya'nın İstanbul Başkonsolosu Andrey Buravov ise önceki gün bir basın toplantısında Rusya'nın Akkuyu Nükleer Santrali için Türkiye'ye doğalgazla ödeme yapma teklif ettiğine dair iddialara ilişkin soruya yanıt verdi. Buravov, "Mevcut koşullar altında en iyi şekilde bu para transferi nasıl yapılabilir? Bununla ilgili olarak çeşitli formüller üzerinde duruluyor" diye konuştu.

'3 bin kişi işten çıkarıldı, binlerce kişi daha çıkarılacak' iddiası

Öte yandan Akkuyu'da 15 bin işçinin işten çıkarılacağı iddiaları var.

Silifke Sesimiz Gazetesi'nin işçilerin anlattıklarına dayandırdığı haberine göre, şimdiye kadar santralde en az 3 bin kişinin işine son verildi. 

Söz konusu belirsizlik durumu nedeniyle santralde faaliyetler yavaşladı. Bazı ulaşım firmalarının da ödeme alamadıkları için işlerini bıraktıkları söyleniyor.

Akkuyu'da ana yüklenici şirketler devlete yüz milyonlarca lira borçlu: SGK icra için neyi bekliyor?  (https://haber.sol.org.tr/haber/akkuyuda-ana-yuklenici-sirketler-devlete-yuz-milyonlarca-lira-borclu-sgk-icra-icin-neyi)

                                                                        ***
(soL)                         

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Kuyruğunu yiyerek… + Erdoğan’ın ‘İslam ittifakı’ neden mümkün değil?+Beyaz Saray’da Pakistanlı komutan -Cumhuriyet-

Kuyruğunu yiyerek…- Ergin Yıldızoğlu- ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard, “ İran nükleer silah yapmıyo r” dedi ama ABD’de bir ira...