soL (Köşebaşı + Gündem) -20 Şubat 2025-

Kemal Okuyan: TÜSİAD AKP'den değil, emekçilerin kendini savunmaya başlamasından kaygılanmalı 

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, TÜSİAD'ın AKP'ye dair "kaygılı" ifadeleri için "Gülü seven dikenine katlanır!" vurgusu yaparken, patron örgütlerinin asıl emekçilerin kendini savunmaya başlamasından kaygılanması gerektiğini kaydetti.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, TÜSİAD-AKP gerilimine dair değerlendirmede bulundu.

Sosyal medya hesabından açıklama yapan Okuyan, TÜSİAD yöneticilerinin “solcu”luklarına ilişkin iddialar için, "Son açıklama öncesinde de dillendiriliyordu. Türkiye’nin en tepesindeki patron ailesinin fertlerine dair benzer doğrultuda tanıklıklar yıllardır gündemde" dedi.

İlkel güdülerle, ham öfkeyle, kaba ideolojik referanslarla hareket etmedikleri için bunlardan hiç etkilenmediklerine işaret eden Okuyan, "Karşıt bellediğimiz patron sınıfı ille cahil, yontulmamış, sınıfının kaçınılmaz kötülüklerini her boyutuyla benimsemiş bireylerden oluşmuyordu" diye yazdı.

Patronlardan bazıları için iyi niyetle “Ya bir tanısan, çok aydın biri” dendiğini de anımsatan Okuyan, yıllar önce gazeteciyken biriyle tanıştığını, bir diğeriyle tesadüfen karşılaştığını ifade ederek şunları kaydetti:

"Tarihsel açıdan burjuvaziye karşı fikirlerim hiç değişmedi. Kapitalizm insanlığın bugün çektiği bütün acıların kaynağıdır. Milyarlarca kişinin şu anda sömürü mekanizmalarının doğrudan ve dolaylı sonuçlarından dolayı çektiği ızdıraplar, sermaye sınıfının üyeleriyle bir empati geliştirilmesine izin vermiyor."

'Patronlar çok çalışarak değil çalıştırarak yukarı tırmanır'

TÜSİAD'ın son açıklamasıyla birlikte bazı patronlar için dillendirilen “sıfırdan, çalışarak bu noktalara gelmiş” tezine de değinen Okuyan, "Sıfırdan ya da sıfıra yakın bir noktadan çok büyük servetlere ulaşan patronlar vardı, olmaya devam edecek. Bunların çok çalışıp çalışmadığının bir önemi bulunmuyor. Ancak kapitalist piramidin yukarılarına tırmanmak için çok çalışmak değil çok çalıştırmak gerektiği bilinmeli" vurgusunu yaptı.

"Çalışıp kazanmış” ifadesinin ülkede ve dünyada yoksulların az çalıştığını ima etmek anlamına geldiğine ve bunun ayıp olduğuna dikkat çeken Okuyan, sözlerine şöyle devam etti:

"Patronlar dünyasında hayatını işçi sınıfının kurtuluşuna adayan aydın ve sanatçıların izlenmesi, hatta beğenilmesinde ise şaşırtıcı hiçbir şey yoktur. Kendi sınıfları uzun süredir çürüme dışında bir şey üretemiyor. Beethoven’ı, Schiller’i, Balzac’ı yaratan burjuvaziden eser yok. Ancak ellerindeki sınırsız olanaklarla, bir yandan toplumu karanlığa gömerken diğer yandan 'bireysel' olarak kendilerini aydınlıkta tutmayı becermiş patronlarla karşılaşılması son derece doğal.

Parasıylan değil mi!"

'En çok Nâzım'ı severler çünkü ona hükmetmek isterler'

TÜSİAD patronları arasında anket yapılsa en sevdikleri şairin kuşkusuz Nâzım Hikmet çıkacağını ifade eden Okuyan, "Biraz da her şeye hükmetme, her şeyi kendi dünyalarına bağlama çabasının ürünüdür bu. Hayatta beceremezler Nâzım üzerinde hegemonya kurmayı ama yine de bunu isterler" dedi ve sıkışınca ve tehdit algılayınca tavrının hemen değişeceğini kaydetti. Okuyan Avrupa'da da benzer bir durumun yaşandığına dikkat çekerek şunları söyledi:

"Burjuvazinin çok 'gelişkin' ve 'medeni' olduğu iddia edilen Avrupa’da nasıl olduysa aynısını yaşarız. Zaten yaşadık da…

Nâzım Hikmet bu ülkede yasaklıydı, egemen sınıfımızın keyfi için! Avrupa’da ise Çaykovskiy ve Dostoyevskiy’i yasakladılar daha dün."

'Bu ülkede savunulması gereken bir halk var'

"Boş verin TÜSİAD için kaygılanmaya… Bu ülkede savunulması gereken bir halk var" diyen Okuyan, değerlendirmesini şöyle sonlandırdı:

"TÜSİAD kaygılanabilir elbette. AKP’den değil ama. Gülü seven dikenine katlanır!

Halkın, emekçilerin kendini savunmaya başlamasından kaygılanmalı TÜSİAD ve diğer kardeşleri…"

                                                       /././

1480 kişinin öldüğü Ebrar Sitesi'nin kurucusuna 18 yıl 4 ay ceza, aileler tepkili

Ebrar Sitesi’nin B Blok davasında sitenin kurucusu Tevfik Tepebaşı ile binayı yapan kooperatifin yönetim kurulu üyesi Atilla Öz 18 yıl 8’er ay hapis cezası aldı. Yakınlarını kaybedenler cezaya itiraz edecek.(https://haber.sol.org.tr/haber/1480-kisinin-oldugu-ebrar-sitesinin-kurucusuna-18-yil-4-ay-ceza-aileler-tepkili-396272)

                                                                     ***
Demokratik kuruluşlara faşizan kuşatma!-Atilla Özsever-

Devlet Denetleme Kurulu’na kooperatifler, birlikler gibi kuruluşların yöneticilerini doğrudan görevden alma yetkisi veren yeni yasal düzenleme, TMMOB, TTB gibi kuruluşları da ilgilendiriyor. Yasa zorlanırsa sendikalar da dahil olabilir…

Devlet Denetleme Kurulu’na (DDK) kooperatifler, birlikler gibi kuruluşları denetleme ve yöneticilerini görevden uzaklaştırma yetkisi veren yasal düzenleme, 4 Şubat 2025 tarihli Resmi Gazete’de yayınlandı. CHP de, bu yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu.

CHP’nin “DDK’ya Sultanlık Yetkisi” diye adlandırdığı bu yasa, aslında mevcut siyasal rejime muhalif demokratik kuruluşların yöneticilerinin doğrudan görevden alınmasını sağlayarak otoriter, totaliter yönetimlerdeki faşizan yaptırımları anımsatıyor.

DDK yasasında değişiklik yapan bu yeni yasal düzenlemeyle Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), TTB (Türk Tabipleri Birliği) gibi demokratik kuruluşlara bir baskı ortamı yaratılabilecek.

Yasal değişiklikte doğrudan sendikaların adı geçmemekle birlikte kanunun temel metninde işçi ve işveren kuruluşlarının da DDK tarafından denetime tabi olduğu yer alıyor. Yani, zorlama bir yorumla sendika yöneticileri de görevden alınabilir.    

Yönetime kayyum

7539 sayılı yasa değişikliğinin ikinci maddesinde aynen şöyle deniyor:

Devlet Denetleme Kurulu kamuya yararlı derneklerle vakıflarda, kooperatiflerde, birliklerde ve bu kurum ve kuruluşların her türlü ortaklık ve iştiraklerinde her türlü idari soruşturma, inceleme, araştırma ve denetleme yapabilir.”

Yine yasanın diğer önemli bir maddesinde de, “DDK üyeleri ve denetçilerinin tüm kamu kurum ve kuruluşlarında ve … kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarında, kamuya yararlı derneklerde ve vakıflarda istihdam edilen memurlar ve diğer kamu görevlileri dahil olmak üzere her kademe ve rütbedeki görevlileri görevden uzaklaştırma yetkisi”ne haiz olduğu belirtiliyor.

Böylelikle bu kuruluşların yöneticileri görevden alınıp yerlerine kayyum atanması da mümkün hale gelebiliyor.

'Sultanlık yetkisi'

CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın, 12 Şubat 2025 tarihinde yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvuru sırasında yaptığı konuşmada, DDK’ye verilen yetkiyi “denetimsiz sultanlara verilebilecek bir yetki” şeklinde tanımlayarak “Aslında Devlet Denetleme Kurulu aracılığı ile bu yetkiyi Cumhurbaşkanı kullanacak” dedi.

Gökhan Günaydın, “Yasa, Devlet Denetleme Kurulu denetçilerine Cumhuriyet savcıları gibi yazışma yapma, bilgi ve belge toplama, açıklama isteme yetkisi veriyor. Bu da anayasaya aykırıdır. Keza bu kuruluşların yöneticilerinin denetçinin bir raporuyla görevden uzaklaştırılması da son derece keyfidir.  Cumhurbaşkanının talimatı ile bu tür işlemler yapılabilir. Kayyumdan daha geri bir düzenleme” diye görüş belirtti.

CHP’nin diğer Grup Başkanvekili Murat Emir de, “Devlet Denetleme Kurulu denetçisi hem idarenin, hem yargının yerine geçiyor. Ve verdikleri karar da anında uygulanıyor. Yani kişi görevden alınıyor. DDK’nın olağanüstü yetkilere haiz kılınması, otoriter rejimin iyice güçlendirilmesi amacını taşıyor” dedi.

CHP Gaziantep Milletvekili Hasan Öztürkmen de, “Düzenleme, örgütlenme özgürlüğünün araçları olan dernek ve sendikalara açıktan müdahale etmesi açısından Anayasa’nın 33, 104 ve 108. maddelerine açıkça aykırıdır. Doğrudan örgütlenme özgürlüğünü, hak arama hürriyetini zedeleyen bu düzenleme aynı zamanda 87 sayılı ILO sözleşmesine de açık aykırıdır” diye konuştu.

Sendikalar da risk altında

DDK’ya geniş yetkiler tanıyan yasa değişikliği, TMMOB, TTB gibi kuruluşları doğrudan ilgilendirmekle beraber sendikaların bu yasal düzenlemede açıkça sayılmamasına rağmen Devlet Denetleme Kurulu’nun amacıyla ilgili 2018 yılında çıkarılan yasada şöyle deniyor:

“Devlet Denetleme Kurulu, … tüm kamu kurum ve kuruluşlarında ve sermayesinin yarısından fazlasına bu kurum ve kuruluşların katıldığı her türlü kuruluşta, kamu kurumu niteliğinde olan meslek kuruluşlarında, her düzeydeki işçi ve işveren meslek kuruluşlarında her türlü idari soruşturma, inceleme, araştırma ve denetlemeleri yapma" yetkisine sahiptir.

7539 sayılı yasa değişikliğinde sendikalar ismen sayılmadığı halde DDK ile ilgili genel yasa metninde bu kuruluşların da denetime tabi tutulması sonucu, yasanın bu tür bir zorlama yorumla işçi ve işveren kuruluşlarının yöneticilerinin de görevden alınması risk altına girebilir

Demokratik kuruluşların bu tür baskılarla karşı karşıya kalması, totaliter, faşizan rejimlerdeki uygulamaları hatırlatıyor.

Tarihten örnekler

Mussolini İtalya’sında, 1925 yılından itibaren olağanüstü hal yasaları çıkartılarak muhaliflerin ezilmesi, demokratik partiler ve sendikaların kapatılması, tüm özgürlüklerin ortadan kaldırılması, yasa gücündeki kararnamelerle sağlanmaya çalışılmıştı.

5 Kasım 1926’da bütün muhalefet gazeteleri ve tüm siyasal partiler kapatıldı, faşizmi benimsemeyen bütün siyasal örgütler dağıtıldı. 1927 yılında da sendikalar, faşist hükümetle “teknik anlamda işbirliği” yaptı ve sonra faşist sendika dışında hepsi tasfiye edilmişti.

Hitler Almanya’sı

Almanya’da da, Mart 1933’te seçimle işbaşına gelen Nazi Partisi’nin lideri Hitler, ilk iş olarak sendikaların Sosyalist Parti ile (sosyal demokratlarla) ilişkilerini kesmesini istedi. Alman Sendikalar Birliği (DGB) Sosyalist Parti ile ilişkisini kestiği gibi “hükümetle ayni yüce amaç peşinde koştuklarını” açıkladı.

Naziler, 20 Nisan 1933’te de tüm sendikaların devlet çatısı altında toplanmaları ve 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı ortak kutlamaları çağrısını yaptı. Ertesi gün, yani 2 Mayıs 1933’te de sendikalar dağıtıldı, malları Komünist Partisi’ne yapıldığı gibi Nazi Partisi’ne devredildi. Muhalefetin ileri gelenleri, sendikacılar toplama kamplarına gönderildi.

Faşizme geçiş süreci

1920’li, 1930’lu yıllardaki faşist iktidarların temel özelliği özetle şöyleydi: Ülkede işçi sınıfı hareketinin ve sosyalizmin ciddi bir “tehdit” olması karşısında tekelci sermaye, faşist partilerin sokak gücüne de dayanarak diktatörlüğünü ilan ediyordu.

Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin güçlü olup sosyalizmin egemen sınıflar açısından ciddi bir tehdit olması, mevcut durumda söz konusu değildir. Yine halen iktidarda olan AKP, Mussolini İtalya’sındaki Kara Gömlekliler, Hitler Almanya’sındaki SS ve SA’lar gibi paramiliter güçlerin sayesinde iktidara gelmemiştir.

Bununla birlikte ülkemizde siyasal İslamcı faşizme geçiş süreci inşa edilmek istenmektedir. Bu süreç, henüz tam anlamıyla kurumlaşmış da değildir. Halen ülkemizde özgürlüklerin iyice sınırlandırıldığı, demokratik hakların büyük ölçüde askıya alındığı, baskıcı, otoriter ve de totaliter bir süreç yaşanmaktadır.

Belediye başkanlarının, siyasetçilerin, gazetecilerin ve son olarak da sendikacıların tutuklandığı bir süreç hüküm sürmektedir.    

Sendikacının tutuklanması

Evet son örnek olarak; Gaziantep Başpınar Organize Sanayi Bölgesi'nde (OSB) düşük ücret ve kötü çalışma koşulları nedeniyle iş bırakan işçilere destek veren Birleşik Tekstil, Dokuma ve Deri İşçileri Sendikası (BİRTEK-SEN) Genel Başkanı Mehmet Türkmen tutuklanmıştır.

Aralarında AKP Gaziantep Milletvekili İrfan Çelikaslan’ın da patronu olduğu OSB'deki tekstil fabrikalarında çalışan yaklaşık iki bin işçi, yüzde 30’luk zamma karşı çıkarak uzun çalışma saatlerinin düşürülmesi, ücretlerinin yükseltilmesi gibi taleplerle direnişe geçmişti.

İşçilerin direnişinde öncü konumunda olan BİRTEK-SEN Başkanı Mehmet Türkmen, 14 Şubat 2025 günü gözaltına alındı. Gaziantep Valiliği, işçilerin direnişini yasakladı ardından da Mehmet Türkmen serbest bırakıldı. Ancak işçilerin direnişe devam etmek istemesi ve Türkmen’in de destek vermesi üzerine sendika başkanı tekrar gözaltına alınıp 17 Şubat 2025 günü tutuklandı.

Bu durum, mevcut rejimin emekçi sınıfların en doğal haklarına karşı tutumunu da ortaya koymaktadır. O nedenle ülkemizdeki siyasal İslamcı faşizan gidişe karşı tüm demokrat, sol, sosyalist örgütlerin, mesleki kuruluşların, sendikaların güçlü ve ortak bir mücadele sergilemeleri gerekiyor. Yoksa “Atı alan Üsküdar’ı geçecek”…

                                                             /././

Vergi, ücret, kâr: 'Allah tek size mi veriyor?'-Fatih Yaşlı-

"Sermaye kendisi için dikensiz gül bahçesi yaratan iktidara saldırmıyor, bekası adına birtakım hatırlatmalarda bulunuyor ve o bekanın aynı zamanda iktidarın bekasının teminatı olduğunu söylüyor."

Kapitalist bir ülkede vergilemenin ne kadar adil olduğuna, dolaylı vergilerle dolaysız vergilerin toplam vergi gelirleri içerisindeki oranı karşılaştırılarak bakılır. Eğer dolaysız vergilerin, yani zenginlik, servet ve kazançtan alınan vergilerin oranı dolaylı vergilerden, yani tüketim ve harcamadan alınan vergilerden yüksekse orada görece adil bir vergi sisteminden söz etmek mümkündür.

Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın açıkladığı 2025 yılının ilk bütçe verilerine göre, bunun tam tersi bir şekilde ve uzun yıllardır izlenen politikalara uygun bir şekilde, Türkiye’de ocak ayı içerisinde toplanan vergilerin yüzde 69,5’ini dolaylı vergiler, yüzde 30,5’ini de dolaysız vergiler oluşturmuş. Yani toplanan vergilerin üçte ikisinden fazlası tüketim ve harcama üzerinden, dolayısıyla halktan alınırken, sadece üçte biri kazançtan, zenginlikten, servetten alınmış. 

Ancak mesele bununla sınırlı değil. Dolaysız vergiler içerisindeki en önemli kalemi oluşturan gelir vergisinin yüzde 99’u, yani neredeyse tamamı stopaj yoluyla tahsil edilmiş, bu da vergi gelirlerinin yüzde 19.5’ini oluşturmuş. Bu ise gelir vergisinin tamamına yakınının ücretlilerden yapılan vergi kesintileriyle bordroları üzerinden peşin olarak alındığı anlamına geliyor. Öte yandan kazancını beyanname ile bildirip vergi ödeyenler, yani tüccarlar, esnaflar, serbest çalışanlar, gelir vergisinin sadece yüzde birini ödemiş ve dolayısıyla aslında hiç vergi vermemiş.

Ancak mesele bununla da sınırlı değil, Ocak ayı içerisinde toplanan 772 milyar 667 milyon TL verginin sadece 7 milyar 994 milyon lirası Kurumlar Vergisi olarak tahsil edilmiş, yani kurumlar tahsil edilen tüm vergilerin sadece ve sadece yüzde 1’ini ödemişler. 

Tüm bunların anlamı ise basitçe şu: Bütçe gelirlerinin yüzde 69.5’ini oluşturan dolaylı vergilerin üzerine tamamını çalışanların ödediği yüzde 19.5’lik gelir vergisini koyduğumuzda görüyoruz ki toplanan vergilerin yüzde 90’ı halktan, emekçilerden, ücretlilerden tahsil edilmiş. Holdingler, bankalar, şirketler ise neredeyse hiç Kurumlar Vergisi ödememiş. Dolayısıyla bilinçli bir sınıfsal tercihle, tüm vergi yükü sermaye sınıfının değil halkın sırtına bindirilmiş. 

***

O sermaye sınıfının mensuplarından birinin adı İrfan Çelikaslan. Kendisi AKP Gaziantep milletvekili ve aynı zamanda kardeşleriyle birlikte Gaziantep’teki Çelikaslan Tekstil’in sahibi. Çelikaslan ve kardeşlerinin asgari ücret seviyesinde çalışan işçilere reva gördüğü maaş zammı 2025 yılı için yüzde 30, bu da yaklaşık 25 bin TL’ye tekabül ediyor. İşçilere üç kuruş zamdan kaçınan bu şirket 2023 yılında 2 Milyar 829 milyon liralık net satış yapmış. Türkiye’nin ikinci büyük 500 şirketi içerisinde 31. sırada yer alan şirketin aynı yıl ödediği vergi ise sadece 390 bin lira olmuş, yani kazancıyla kıyasladığında doğru dürüst vergi ödememiş. Fabrikada çalışan ve üç kuruş zammın reva görüldüğü 2 bin işçi ise toplamda patronlardan daha fazla vergi ödemiş.

Ucuz emek sömürüsüne, uzun çalışma saatlerine, sendikasızlığa, son derece yüksek kârlara ve vergi ödememeye dayalı Türkiye kapitalizminin tipik örneklerinden biri olan Çelikaslan’da çalışan işçiler, geçtiğimiz günlerde Gaziantep’teki birçok fabrikada olduğu gibi greve gittiler ve maaşlarına yüzde 50 zam istediler. Patronlar için ise o anda kıyamet koptu. İşçiler ve işçi liderleri tehdit edildi, karalama kampanyaları başlatıldı, güvenlik güçleri devreye sokuldu ve en sonunda valilik kararıyla şehirdeki bütün eylemlere yasak getirildi.

İşte o esnada Çelikaslan kardeşlerden biri, Mehmet Çelikaslan, fabrika önünde toplanan işçilere zorla işbaşına yaptırmak isterken adeta filmlerdekine benzer bir sahne yaşandı. Çelikaslan’la işçiler ve işçi temsilcisi Mehmet Türkmen arasında geçen o sahnedeki replikler ise şöyleydi:

Mehmet Türkmen: İşçiyi kendisi bırakın, karar versin. Ben karar vereyim demiyorum. İşçi karar versin. Ama izin verin, işçi kendi arasında özgürce konuşup karar versin. Senin karşında özgürce konuşamıyor. Bunu bilmen lazım. İşçilerden biri “dört tane fabrikan var” dedi. Adamı pişman ettin söylediğine.
Mehmet Çelikaslan: Ama bak edep lazım, edep.
Mehmet Türkmen: Bu edepsizlik mi? Sen bu kadar para kazandın, zengin oldun, bu işçinin de hakkını ver demek edepsizlik mi? Sen zengin oldun. Olmadın mı abi?
Mehmet Çelikaslan: Allah verdi, Allah verdi.
Mehmet Türkmen: Ya nasıl Allah verdi? Allah tek size mi veriyor? 

Bu sahnenin yaşanmasından çok kısa bir süre sonra Mehmet Türkmen önce gözaltına alındı, ardından da tutuklandı. Aylardır Türkiye toplumunun üzerinde sallanan yargı sopası bu sefer işçi sınıfını ve onun temsilcilerini hedef aldı, bu sefer o sopa Türkmen nezdinde ekmeğinin küçülmesine itiraz eden milyonlara gösterildi. 

***

Bir işçi liderinin tüm halka ibret olsun, kimse ekmeğinin küçültülmesine sesini çıkarmasın diye tutuklandığı günlerde, TÜSİAD’ın son açıklamaları ve iktidarın buna verdiği yanıt üzerinden “iktidar hem sermayeye hem emeğe aynı anda saldırıyor” tarzı analizler havada uçuşuyor, emekle sermayeye birlikte hareket etme çağrıları yapılıyordu. Oysa ne sermayenin ne de iktidarın birbirine saldırdığı vardı. Büyük sermaye AKP’ye gelmekte olana, yani hegemonya krizine dair kaygılarını iletiyor, Şimşek programıyla halkın boğazını sıkan AKP de zenginlerin partisi olmadığına dair bir imaj tazeleme çalışması yapıyordu. 

TÜSİAD 12 Mart darbesinden sonra kuruldu; 15-16 Haziran büyük işçi direnişini görmüş ve bundan ders çıkarmışlardı, en baştan itibaren hep darbeciydiler. Kurulduğu günden 1979 yılına kadar TÜSİAD Başkanlığı yapan Vehbi Koç, 12 Mart generallerinden Memduh Tağmaç’a emekliliği sonrası Koç grubu adına bir araç ve şoför tahsis etmek istemişti. 24 Ocak Kararları’nın ve 12 Eylül’ün ekonomi politiğinin mimarı Turgut Özal, TÜSİAD’ın has adamıydı. Koç, 12 Eylül darbesinden sonra Kenan Evren’e yazdığı mektupta Özal’a kefil olmuştu ve darbecilerden de işçilere ve sendikalara bir daha göz açtırmaması talebinde bulunmuştu. 

90’lı yıllarda, yani herkesin demokrat olduğu yıllarda, TÜSİAD da “demokrat” oldu ve 2000’lerin başında siyasal İslamcıların içerisinden çıkan “demokratlar”ı iş başına getirdi. Türkiye’nin düzeni 90’lı yıllar boyunca dikiş tutmamıştı ve bir hegemonya krizine girmişti. İşte şimdi AKP iş başına gelecek ve Özal’ın başlattığı “büyük dönüşüm”ü tamamlayacak, yani özelleştirmeleri yapacak, sendikal hareketi bitirecek, taşeron ve güvencesiz çalışmayı norm haline getirecek, dinselleşme aracılığıyla da toplumsal rızayı tesis edecekti. 

AKP uzunca bir süre, dünyadaki ekonomik konjonktür nedeniyle hegemonyayı tesis etmeyi, yani halkın rızasını almayı başardı;  ancak 2013’ten itibaren, Türkiye’ye giren sıcak para miktarının azalmasına paralel bir şekilde döviz kurları ve faiz oranları artmaya başlayınca işler değişmeye başladı. Parasal daralmayla aynı zaman dilimine tekabül eden Gezi direnişinden bugüne iktidarın hegemonyası giderek daralıyor, toplumsal rıza tesis edilemedikçe çubuk giderek zora bükülüyor, o zor mekanizması da bugün yargı sopasında somutlaşıyor. 

Sermayenin uzun vadeli aklı olarak TÜSİAD bir yandan ucuz emeğe ve ucuz yerli paraya dayalı bir birikim modelinin ilanihaye sürdürülemeyeceğini bilir ve buna göre iktidardan birtakım yapısal dönüşümler talep ederken diğer yandan da rıza ile değil zor aracılığıyla yönetmenin sınırlarını görüyor ve iktidara da bunu hatırlatıyor. Çünkü kapitalizmde zor ile yönetmek istisnaidir, norm rıza tesisini sağlamaktır ve geniş kitlelerin rızası tesis edilemediği zaman ortaya çıkabilecek riskler kapitalistler açısından arzu edilir değildir.

Velhasıl kelam, sermaye kendisi için dikensiz gül bahçesi yaratan iktidara saldırmıyor, retoriği öyle olsa da hukuk, demokrasi, insan hakları, cumhuriyet, laiklik vb. kaygılarla hareket etmiyor, ona sermayenin bekası adına birtakım hatırlatmalarda bulunuyor ve o bekanın aynı zamanda iktidarın bekasının teminatı olduğunu söylüyor.    

Türkiye ise içinde bulunduğu karanlıktan çıkabilmek için hem sermayeyle hem de iktidarla sahici bir kavgaya ihtiyaç duyuyor. Piyasacılıkla dinciliğin ölümcül sentezinin Türkiye’yi getirdiği noktada, milyonların tıpkı Antep’te olduğu gibi küçülen ekmeğinin peşine düşmesi, boğazını sıkan Şimşek programına itiraz etmesi ve siyasetin kendi hayatına ölümcül bir şekilde müdahil olması karşısında kendi hayatını savunacak bir şekilde doğrudan siyasete müdahale etmesi gerekiyor.

                                                       /././

Düzen içinde hukuk devleti isteği -Ali Rıza Aydın-

Sermaye sınıfının örgütleri arasında ya da kimi patronlarla siyasal iktidar arasında güç çekişmesinden hak ve özgürlükleri gasp edilenlere, yoksullaştırılanlara, işsizleştirilenlere, sömürülenlere ne çıkacak?

Geçen haftaki yazımda “haddi aşan hukuk ve yargı aracılığıyla tasarım”dan, hukuk ve yargı aklının “kimileri doğrudan, kimileri de dinsellik aracılığıyla sömürücü sınıfa teslim edilmesi”nden söz ettim. Bu teslimiyete yasama organının ve siyasal iktidarın ortak olduğunda kuşku yok. Genel deyişle sermaye sınıfı, burjuvazi, gericilik, devlet ve hukuk… Hepsi aynı yerde.

Sevgili Volkan Algan’ın yeni romanı “Eksodos”ta (Yazılama Yayınevi, Aralık 2024) Gülay’ın Avukat Aydın’a söylediği; “Hukuk dediğin soğuk kurallar manzumesinin arkasına sığınıp, insani olana karşı, bana karşı bu kadar körleşmiş olduğunu görmek beni nasıl yaraladı bilemezsin” sözlerinin arkasında “bir işçinin ölümü”nde “işinin gereğini” yaptığını düşünen Aydın’ın patronunun suçlu olmadığını savunması, patronunun yanında yer alması yatıyor; iş kazası değil, işçi cinayeti yatıyor. TÜSİAD’ın hukuk devleti talebinin özeti de buraya, sermaye sınıfının çıkarına oturuyor.

Bugün Türkiye’de yargı aracılığıyla hak ve özgürlük sınırlamasına, engellemesine gidilmesi yoluyla yaşananların kalkış noktasında siyasal iktidarın olduğu tartışmasız. Buradan ne Anayasadaki “meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde hak arama özgürlüğü” ne de “adil yargılanma hakkı” yaşama geçer.  

Ekonomik, siyasal ve toplumsal gerçekleri araştırıp anlatanlar, siyasi faaliyet hakkını kullanarak siyasal iktidarı eleştirenler, farklı siyaset yolları önerenler, siyasal iktidara siyasi faaliyetle talip olanlar, haber verme ve alma hakkını kullananlar, suç duyurusunda bulunanların başına gelenler… Daha birçok başlık hangi “hak arama özgürlüğü” ve “adil yargılanma hakkı”yla anlatılabilir?

Sermaye sınıfının örgütleri “hukuk devleti” derken, “tahkim”, “arabuluculuk” gibi yargı dışı kurumlara başvurmayı isteyenler değil mi? Sınıflarının çıkarını yasalaştırmak için yasa önerilerini yazıp parlamentoda yasalaşmasında etkin olan onlar değil mi? Sermaye sınıfının egemenliği için emekçileri denetim altında tutacak hukukun sahibi olarak, yargıyı da bu hukuka uygun örgütleyerek sömürüyü güvence altına alıp emek gücünü güvencesiz bırakanlar onlar değil mi?

Hak arayan işçilere baskıya, onların tutuklanmasına sessiz kalanlar; grevleri erteletenler; özelleştirme yağmasıyla zenginliğine zenginlik katanlar; ucuz, esnek, güvencesiz emek gücünü isteyenler kim?

İşine gelmeyen yargı kararı için “demokrasiye sıkılan kurşun” denilmesi, seçme seçilme hakkı ihlalinde yerel mahkemeler ve Yargıtay kararları ile Anayasa Mahkemesi hak ihlali kararlarını karşılaştırma bilgiçliğine girilmesi, beğenilmeyen kararları veren mahkemelerin kadrolarıyla oynanması, olmadı mahkemelerin kapatılmasından söz edilmesi hukuk devletine oturtulamıyor ama bu tür başlıklarda takılıp kalındığında da hukukun ve devletin sınıflı toplumdaki yeri unutturuluyor.

Yargıyı adalet gücü olarak gösterenlerin, işine gelmeyen yargı kararlarını dolanarak geçmesine ne demeli… 

İşte yakın tarihli örneklerden biri:

Ankara Beşevler’de, eskiden Uygulamalı Otelcilik Turizm Lisesi’nin ve yanında Konservatuvar’ın bulunduğu yerde cami, dinsel tesis, diyanet akademisi gibi adlandırmalarla yapılan, Melih Gökçek döneminde başlayan plan değişiklikleri üç kez yargı kararıyla iptal edildi. Son iptal Ankara 6. İdare Mahkemesi’nin 25.10.2024 günlü, E.2024/333, K.2024/1505 sayılı kararıyla geldi. Mansur Yavaş dönemindeki bu kararın gerekçesinde plan değişikliğinin “…bilimsel ve teknik temele dayanmadığı, araştırmalara ve ihtiyaç analizine yer verilmediği…”, “…bölgede yer alan mevcut/planlı ibadet yerleri ve bunların hizmet etki alanları göz önüne alındığında … cami alanı düzenlenmesine ihtiyaç bulunmadığı…” ve “…plan değişikliği işleminin, imar mevzuatının ilgili hükümlerine, şehircilik ilkelerine, planlama esaslarına ve kamu yararına uygun olmadığı…” açıkça belirtildi. Hukuk devletinden beklenen nedir? Yargı kararına uymak. Yargı kararına karşın ne yapıldı? Mansur Yavaş, Murat Kurum işbirliğiyle Büyükşehir Belediyesi yerine Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü devreye sokuldu. 30 bin metrekareden fazla inşaatı içeren benzer plan, yargı kararına ve kamu yararına aykırı bir işlemle tekrar askıya çıkarıldı.

Elbirliğiyle yıkıyorlar…  

12 Eylül darbesi sonrasında, 1982 Anayasasında, 2010 Anayasa değişikliklerinde, Hakimler ve Savcılar Kurulu, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay’ın örgütsel yapısı, bileşimi ve kadrolarıyla oynanırken, yargı yürütmenin güdümüne sokulup üzerinde bağımlılık tasarımları yapılırken, yargıya ve mensuplarına saldırılar ve baskılar sürerken, savunma hakkı ihlal edilip savunma yapanlar suçlanırken, yasama organı işlevsiz hale getirilirken, seçme ve seçilme hakkı yok sayılırken susanların hukuk devleti çağrısı samimi olmuyor.

Sermaye sınıfının örgütleri arasında ya da kimi patronlarla siyasal iktidar arasında güç çekişmesinden hak ve özgürlükleri gasp edilenlere, yoksullaştırılanlara, işsizleştirilenlere, sömürülenlere ne çıkacak? Sermaye sınıfını şirin gösterecek arayışlar sömürüyü bitirecek mi?

Sermaye sınıfının çıkarları yönünde yapılan çağrılara, yasa önerilerine ve reformlara onay verirken, halka karşı yapılanlara sessiz kalmak haksız ve eşitsiz gücün kullanılabilmesi için gerekli ortama yarıyor. Bu ortam halkı içine alarak “Cumhuriyet” olması gereken bir devletle de uyuşmuyor.

Halkı piyasaya, gericiliğe, yoksulluğa, hak ve özgürlük yoksunluğuna, eşitsizliğe, adaletsizliğe, sermaye sınıfına ve sömürüye tutsak eden düzeni kendi kural ve kurumlarıyla iyileştirmeye kalkışmak şeytan taşlayarak ya da vampire haç göstererek çözüm beklemeye benziyor.

                                                          /././

HÜDA PAR’lı vekil Meclis’te konuştu: ‘Kemalizm zehirdir, bu zehri yutmayacağız’

Kürt sorununun çözümünün “İslam’da” olduğunu iddia eden HÜDA PAR Mersin milletvekili Faruk Dinç “Kemalizm zehirdir. Bu zehri yutmayacağız” ifadesini kullandı.

HÜDA PAR Mersin milletvekili Faruk Dinç, bugün Meclis’te yaptığı konuşmada “Kürt meselesinin sebebi Kemalizm'dir. Çözümü de İslam’dadır” dedi.

“Kemalizm zehirdir” ifadesini kullanan Dinç “Biz bu zehri yutmayacacağız, İslam’la kardeş olacağız” diye ekledi.

Partisinin haftasonu Diyarbakır’da düzenlediği “Kürt Meselesine İnsani Çözüm Çalıştayı”na yönelik eleştiriler üzerine konuşan Dinç ”Sizin düşmanlığınız İslam’adır. Sizin derdiniz İslam’ladır” iddiasında bulundu.

Dinç şöyle konuştu:

Bizi kardeş kılan İslam'dır dedik. İslam'dır dediğimiz için birileri hopluyor zıplıyor. Başkaları da çalıştay yapıyor ses yok, hatta el yükselten, devlet vaat eden zat tam tuşlara basarak HÜDA PAR'a iftira atıyor.

Biz biliyoruz sizin düşmanlığınız İslam’adır. Derdiniz İslam’ladır.

Kürt meselesinin sebebi Kemalizm'dir. Çözümü de İslam'dadır. Siz bize çözümün zehri olan Kemalizmi öneriyorsunuz, bize bu zehri yutturmaya çalışıyorsunuz. Kemalizm zehirdir. Biz bu zehri yutmayacağız. İlacımız olan aziz İslam’la kardeş olacağız. Ve hep birlikte Türk’üyle, Kürt’üyle, Arap’ıyla, Zaza’sıyla kardeşçe bu ülkede yaşayacağız. Bizim hakkımızda iftirada bulunanlarla ayrıca mahkemede hesaplaşacağız."

                                                       ***

Hürriyet Yaşar ile göç, kentleşme ve iç göçün yarattığı karanlık üzerine -Özkan Öztaş-

Köyden kente göç, yalnızca bir mekân değişimi değil, toplumsal ve kültürel kodların da dönüşümüydü. Peki, bu değişim Türkiye’yi nasıl dönüştürdü? Hürriyet Yaşar'la son kitabını konuştuk.
                               
Kapak resmi: Nuri İyem, Gecekondular Önünde, 1970

Hürriyet Yaşar'ın kısa bir süre önce Yazılama Yayınevi'nden yayınlanan son kitabı, Türkiye'deki göç olgusuna ve bunun kültürel sonuçlarına odaklanıyor. "Göç Penceresinden Kent ve Toplum Yazıları" adını taşıyan çalışmasında yazar, iç göçün değiştirdiği bir yeni insan tipini ve artık yöneten-yönetilen, seçen-seçilen tüm kesimlere rengini veren bu "yeni insan"la içine düşülen sürüklenişi, "alarm çığlığı" denebilecek seslenişlerle göstermeye çalışıyor.

Hürriyet Yaşar ile yaptığımız söyleşide, yazarın yeni kitabı ve Türkiye'deki iç göç olgusu üzerine derinlemesine bir sohbet gerçekleştirdik. Yaşar, kentleşme sürecinde yaşanan dönüşümleri ve kırılmaları çeşitli yönleriyle soL okurları için aktardı. 

Göçün sebep olduğu çürüme...

'Göçmüş Köylü' kavramını ortaya koyarken, kentleşme sürecinde yaşanan kırılmaları hangi etmenler üzerinden değerlendiriyorsunuz?

Evet, bir yangının ateşleyicisini, bir göçüşü büyüte büyüte hızlandıran iç çürümenin varlığını haykırmaya çalışıyorum. Büyük bir hızlandırıcı bu. 

Önce kavramdan başlayalım. ‘Göçmen’ diyemedim, başka çağrışımları var. ‘Köylü’yü ise mutlaka demem gerekiyor, çünkü kentlinin başka kente göçüşünde, böyle bir uygarlık yıkımı çıkmıyor.

Hangi dönemi kapsıyor peki bu? Uzun bir süreci kast ediyorsunuz değil mi?

Evet. Amerikan traktörlerinin gelişiyle 1950’lerde başlayandır ilk büyük kırılma. Gecekonduyu, minibüsü, arabeski doğurduysa da, 80’lerden sonraki büyük çürümeyi doğuramamıştı. İşbirlikçi 12 Eylül faşizminin yarattığı ‘köy göçüren’ uygulamalar, yani kentlerin ve bu yoldan yurtyönetimi kadrolarının, “doğa ile tanışmışlığı yararlanma üzerine kurulu” bir kültürle dolması, bize yaşatılan yıkımın en büyük kolaylaştırıcısı. Bu, sömürüyü de inanılmaz kolaylaştıran, sömürü sözcüğü az gelir, yutulmayı hazırlayan bir bilgisizlik ve körlemesine bir çıkarcılık sürecidir.

'Muhtarlık seçimi İstanbul'un seçiminden daha önemli hale gelebiliyor'

Köyden kente göç, yalnızca mekân değişimi değil, aynı zamanda kültürel ve toplumsal 
kodların dönüşümünü de içeriyor. Bu dönüşümün Türkiye’de nasıl bir kırılma yarattığını düşünüyorsunuz?

Evet, tıpkı yazılımdaki gibi, kodlar değişiyor. İstanbul’da oturuyor ama bıraktığı bin km. uzaktaki köyüne muhtar seçiminde belirleyici olma isteği, ailesiyle, köylüleriyle birlikte yaşadığı yer olan İstanbul’un yerel yöneticilerini belirleme isteğine baskın gelebiliyor. Bunda doğruluğa bir aykırılık görmüyor. Üstelik yerleşim bilgisi olarak, artık oturmadığı köyü yazdırırken, yapacağı bu işlem için gittiği nüfus işleri yönetiminden durumunu gizlemesine gerek kalmayabilir de. 

Yani bazı şeyler kanıksanmış ve olağan hale gelmiş durumda değil mi?

Evet. Çünkü o yönetici de yaşamı o işlemi isteyenin gördüğü gibi görüyor olabilir. Bu tek örnek bile öyle yaygın bir davranış ki, onlara bunun doğru olmadığını bir yazı okutarak ya da tartışmada anlatmak artık çok güç. Büyük bir bölümü, içtenlikle, bunda doğruluğa aykırı bir durum olmadığı duygusunda. Yani kuralların, yasaların yalnızca biçim olarak göründüğü, neden gerektiğinin bilinmediği, içselleştirilemediği bir yaşama geçtik yurtyönetiminde. Bu durum, siyasal partilerin arasındaki benzemezliklerin eskiden olduğu kadarını bile yok ediyor.

Kitabınızda köy kökenli göçmenin kentlerde oluşturduğu kültürel kimliği ele alıyorsunuz. Köylü göçmenlerin kentli olma süreçlerinde karşılaştıkları temel zorluklar neler? Bu zorlukların toplumsal kutuplaşmayı derinleştirdiğini söyleyebilir miyiz?

Hem de nasıl derinleştiriyor. Sorun, çoğunluğa geçmiş olmalarından çıkıyor. Demokrasi dediğimiz yönetim biçimi de daha iyisini bulamadığımız sandık demokrasisi olunca… 

Tanıyıp zararsız bildiğinden ‘başka’ olanla, ‘yeni’ ile karşılaştığında tehlike çanları çalıyor Göçmüş Köylü’nün kafasında. Kentte geliştirdiği tırmanma güdüsüyle zaten, kendinden bir yukarıda olduğunu düşündüğüne kendini bağlamaya kodlanmış bu yeni insandan doğacak tek yönetim biçimi baskı yönetimidir. Köydeki ideolojik eğilimleri, belirleyiciliğini bu kodlanma ile yitirmiştir. Yönünü, kendi gücüyle kendisinin dışından duyumsadığı güçlerin büyüklüğü belirler.  

                                      Yazar Hürriyet Yaşar. Fotoğraf: Kadir İncesu

Köylünün kente göçü: 'Hakkını, kendi savunma özgüveni ve bilinci yok oluyor'

Köyden kente göçenlerin beraberinde getirdiği kültürel sorunlar, kentle bütünleşememesi, bugünün Türkiye’sinde hangi kültürel ve siyasal sonuçlara yol açıyor?

Her örgütlenmede tek adam yönetiminin oluşumunu ve baskıcı yönetimlere teslimiyeti kolaylaştırıyor. Kimliksizlik, donanımsızlık kompleksiyle başa çıkma arayışı, dinsel tutamaklar bulma ve donanımsızlık duygusundan böyle kurtulma sapakları doğuruyor. Bu da bilim düşmanlığının yeşermesi demek. Hakkını kendi savunma özgüveni ve bilinci yok oluyor, yukarıdan kendinin savunulmasını sağlama arayışları dönemine geçiliyor.

'Liyakat liyakat diye bağıranlar...'

Göçle birlikte ortaya çıkan hemşeri dayanışmaları, dernekleşme ve siyasi örgütlenme süreçlerinde hangi olumlu ve olumsuz dinamikleri görüyorsunuz?

Hemşeri dayanışması, doğruluktan korkunç bir sapma. 

Bu aynı zamanda soruna dair çok net ve sert bir ifade sanırım.

Evet çünkü ölçütleri, yani kodları bozan bir sapmadan bahsediyoruz. Yanlış ölçüm kaynağı. Kapitalizm ve emperyalizmin klasik sömürüsü hemşeri dayanışması sapağıyla kol kola girince, insanlığın her şeye karşın gelebildiği uygarlık düzeyinin bile çok gerilerine düşülüyor. Bir yandan herkes liyakat liyakat diye bağırıyor, öte yandan o bağıranlar da yakaladığını sömürüyor. Çünkü doğrunun ölçütü bozulunca, karşımızdakinin elinde yanlış ölçen ölçüt, bizim elimizde de doğruyu göstermiyor. Ama biz ölçtük diye doğru sanıyoruz.

Köyden büyük şehirlere göç edenlerin kentsel mekânlardaki yerleşimleri, kent dokusunu ve toplumsal ilişkileri nasıl dönüştürüyor? İstanbul gibi metropollerde göçün belirlediği kent kültürüyle ilgili ne düşünüyorsunuz? 

Sultanbeyli’de, Zeytinburnu’nda, Ümraniye’de dolaşmanın verdiği duygu, kente egemen olan, hattâ yurtyönetimine 25-30 yıldır egemen olan duyguyu da gösterir. Mimarlı mühendisli, projeli ruhsatlı üç katlı bir yapı edinme seçeneğinin -kente kimliğini verecek ölçüde ezici bir çoğunlukla- beş altı katlı bir yapı edinme seçeneğine kurban edildiğini görürsünüz. Bu seçim, güzelliğin ve doğruluğun mu, başka deyişle barışın ve bilimin mi, yoksa kapışmanın ve bilime boş vermenin mi yeğlendiğini de gösterir. Bunu önümüze bir değer değişimi olgusu olarak koymalıyız ve buna göre çözüm aramalıyız. Kuşkusuz, yeni türemiş yoz değeri benimseyerek değil.

Köylüleşen kentler

Kitabınızda göç eden köylülerin aidiyet krizine sıkça değiniyorsunuz. Bu aidiyet sorununu aşmak için nasıl politikalar geliştirilmelidir?

Buna ben ‘kimlik ve kültür bunalımı’ demeyi daha doğru buluyorum. Köylüleşen kentler üzerinden tüm yurtyönetimini örtmüştür bu bunalım. Kente göçmüş köylünün köyündeki tüm bilgisizliğiyle kentlerde çoğunluk olup ülke yönetme aşaması toplumbilimin de, siyasetbilimin de kendi önüne sorun olarak koyup düşünce ürettiği ve çözüm aradığı bir ilgi alanı olamadı hâlâ. 

'Görevin büyüğü, kendini yurtsever sayanlara düşüyor'

Burada daha tarihsel bir şeyden söz ediyorsunuz değil mi? Yani anladığım kadarıyla kişinin kentte doğmuş olması bahsetiğiniz sorunu çözmüyor aslında.

Evet. Bu sözünü ettiğim yöneticilerin kentte doğmuş kuşaktan olması bu sonucu değiştirmiyor.

Yanlış anlaşılmamak için, ‘çoğunluk olup ülke yönetme aşaması’ diye yineleyeyim. Yoksa toplumbilim Göçmüş Köylüyü kuşkusuz ki tanıyor. Bilim, yaşamın ilerleyişine göre çok yavaş davranan bir uğraş alanı. Biz de 40-50 yılda başımıza geleni, bilim saptayamadan yakalandık bu felakete. 

Başımıza gelen derken neyi kastediyorsunuz peki?

Başımıza gelen derken, kentte çoğunluk, ülkede yönetici olma durumunu kastediyorum. Çözüm, bilimin saptamasından da sonraki aşama. Görevin büyüğü, kendini yurtsever sayanlara düşüyor. Çözümün anahtarını bildiğimi kendim için de söyleyemem. Sorunu saptadığımdan beri, varlığını anlatmaya çalışıyorum. 

Sanırım, bataklıktan birlikte kurtulmaya benzer arayışlarla bulacağız ipuçlarını. Ölçüt bozulmasından hepimiz etkileniyoruz çünkü. Bir bakıyoruz, arabamızı biz de kaldırıma park etmişiz. Ya da bir bakıyoruz, aday olduğumuz seçimde kazanmamızı isteyen dostlara boyun eğip hiç tanımadığımız seçmenlerin doğum günlerini kutluyoruz, onların bize yazamayacağı cep telefonu mesajlarıyla.

Kentlerde köy kökenli nüfusun ağırlık kazanması, sınıfsal mücadeleyi nasıl etkiliyor? Kapitalizm, göçü nasıl kullanarak sınıfsal çelişkileri derinleştiriyor?

Sınıfsal mücadele bırakmıyor ortada. Herkesin kendini gurbetçi duyumsadığı yerde, ortak noktası ‘bizim oralı olmak’ olan ülkücü, cemaatçi, Atatürkçü, sendikacı, işçi, patron bileşiminde sınıf mücadelesi yaşayabilir mi? Sosyalist bilince yeşerme olanağı bırakmayan bir toprak bu.

Peki burada Türkiye’de göçü yönetme politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Devletin göç politikalarındaki temel eksiklikler nelerdir? 

İster kitabın konusu olan iç göç, ister son yılların sorunu yabancı sığınmacı göçü olsun, devletin de, devleti yöneten hükümetlerin de dış güdümlerden bağımsız bir politikası olamadığını görüyoruz. Ta 1950’lerin traktöründeki Amerikan markası bile bu görünümü pekiştiriyor. Hele 12 Eylül ve sonrası ‘köy göçüren’ politikaları, köy yakmalar, zorla köy boşaltmalar, son çeyrek yüzyıllık iktidarın köy tarımını, hayvancılığı bitiren ekonomi politikaları, seçim oyunları uğruna köyleri mahalle mevzuatına sokmalar… Hiçbiri eksik ya da yanlışlıkla yapılan işlere benzemiyor. Daha çok, göçüşü, yani çöküşü göçle gerçekleştirmenin uygulamaları olarak görünüyor.

Kitabınızda göçle oluşan "yeni insan tipi"nden söz ediyorsunuz. Bu insan tipinin kentli topluluklarla yaşadığı gerilimlerin temel nedeni nedir?

Göç alan büyük kentlerde kentli topluluk kalmadı ki. Bu durumda sorunuzu, “kent kültürüyle yaşadığı gerilim” diye anlamak yanlış olmaz sanırım. Gerilimin temel nedeni, bildiğinden, alıştığından ‘başka’ olanı tanımayan ‘köylü’ kapalılığının kentlerde çoğunluk olması. Çoğunluk olmadığı dönemlerde çekingendi,  bilime de, sanata da saygılıydı.Çoğunluk olunca, kültüründe gerekli açılımlar olmadan ülke yönetmeye başladı.  

Kim bunlar? Kimleri kastediyorsunuz?

Burada kentteki köy kökenli mahalle muhtarından belediye meclis üyesine, oda başkanından milletvekiline tüm iktidar derecelerini kastediyorum. Şimdi biri hastanede doktor dövüyor, bir başkası yargıyı baskılıyor, öbürünün oğlu karakolda polisleri sıraya diziyor. Trafikteki tartışmalarda ölümler sayılmıyor ama kadın öldürümlerinden az değilmiş gibi görünüyor. Bu, toplumca hastalanmışlıktır.

Türkiye’de kentleşme süreci, kapitalist modernleşme ile paralel ilerledi. Göçün, neoliberal ekonomi politikalarıyla nasıl bir ilişkisi olduğunu düşünüyorsunuz?  ,

Doğrudan ilgisi var. Tarım politikaları da köyü göçürüyor. Yaşamını kazanamayan köylü, 1950’lerdeki gibi kente göçüyor. Buna, ‘taşımalı eğitim’ adı altında köylerin okulsuzlaştırılmasını da eklemek gerek. Özelleştirmeler toplumu yoksullaştırdı. Yoksulluk, eğitim düzeyini düşürüyor. Göçmüş Köylünün çocuklarının eğitim düzeyinin ya düşük kalmasına ya da tabela üniversitelere mahkûm olmasına yol açıyor. Bir de özel üniversite sorunu var. Özel üniversitede bilim kapitalistlerin çıkarları doğrultusunda ilerler. Şimdi bu benim kitapta anlattığım sorunun özel bir üniversitede özgürce ele alınabileceğini düşünebilir misiniz? Perde arkasındaki toplumbilimsel değerlendirmeler doğrucu bir yaklaşımla yapılır, kapitalist çıkarlar için gerekli önlemler alınır, topluma açık yüzünde ise başka değerlendirmeler yapılır. 

Hürriyet Yaşar'ın Yazılama Yayınevi'nden çıkan "Göç Penceresinden Kent ve Toplum Yazıları" çalışması. 

'Kente köylü göçü, kentte tutuculuğu arttırıyor'

Küreselleşme, göç ve yerleşiklik üzerine düşündüğünüzde, Türkiye’de yerli-muhafazakâr kimlik inşasının göçle nasıl bir ilişkisi var?  

Kente köylü göçü, kentte tutuculuğu arttırıyor.Göçmüş Köylü, tanımadığı kent kültürüne karşı savunma güdüsüyle, kimlik duygusu yetersizliğiyle dinsel yaşamı koyulaştırıyor. Hemşeri örgütlenmeleri onun ‘başka’ olana kapalılığını güçlendiriyor, ‘başka’ olanla tanışıp tutuculuğunun kırılmasını yavaşlatıyor. Bu, kapitalizm ve emperyalizm için tutuculuğun ve bilimdışılığın yeşereceği doğal ortam demektir. Göçmüş Köylü tipinin başka sakıncalarını kitapta göstermeye çalıştım.

Son olarak… Kentlere göç etmiş bireylerin kimlik krizi ile başa çıkabilmesi için nasıl bir toplumsal ve kültürel restorasyon önerirsiniz? 

Ah bunu bilsem birkaç arkadaşla birlikte hemen adım atar harekete geçerim. Göçmüş Köylünün birçok yanlışını, -bilerek ya da bilmeyerek- başka türlüsünü yapamayacağı için öyle yaptığını, “Göçün Karanlığından” başlıklı yazımda onların kendi hemşeri dergilerinde onlara seslenerek anlatmaya çalışmıştım. O yazıyı şimdi bu kitapta okuyan bir arkadaşım, “sorumluyu tüm sorumluluğundan kurtarmışsın” dedi. Başka bir arkadaşım da giriş denemesi için, “Tüm faturayı Göçmüş Köylüye çıkarmışsın” dedi. 

Oysa yapmak istediğim Göçmüş Köylüyü ne suçlamak ne de aklamak. ‘Başka’ olanı bilmeyen, hattâ bilimi bilmeyen bir kültür düzeyinin, çoğunluk olmuşluğunun sonucunda, resmi ya da sivil, kamu ya da özel her kurumda ülkenin gidişini yönlendirdiğini söylüyorum. Çözüm arayışı, hepimizin içinde olması gereken bir ivedi uğraş. Önce durumun saptanması gerekiyor. Bunu haykırıyorum.

                                                      /././

soL



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Okuyan ve Terkoğlu 'Cumhuriyet meselesi'ni konuştu: 'Cumhuriyetçiler ve komünistler ortak programda buluşmalı' -soL-

Urla'da "Cumhuriyet Meselesi" başlıklı söyleşiden konuşan Kemal Okuyan ve Barış Terkoğlu, cumhuriyetin bir mücadele başlığı ol...