soL "Köşebaşı + Gündem" -22 Şubat 2025-

 

Tarihin düğümleri -Aydemir Güler-

Siyasette kimin kazanacağı önceden asla belli olmaz. Ama tarih gericilerden yana değildir.

Son günlerden üç gericilik temennisi... 

Bir: Zorunlu eğitim sınırlansın, örneğin son dört yıl çıksın, ki çalışacak olan çalışsın, evlenecek olan evlensin… 

İki: Hüda-Par’ın “Kemalizm illetinin memleketten çıkarılması” arzusu, ki bu, yerine her derde deva sayılmak üzere İslam geçsin, şeriat ilan edilsin anlamına geliyor… 

Üç: Geçtim “Mustafa Kemal’in askeriyiz” demeyi veya Cumhurbaşkanına itiraz etmeyi, “Türkiye’nin otomobilini” beğenmeyenden devlet bankasının kredi politikasını eleştirene kadar herkese ceza yazılsın.

Bu talepler, bu delirtici düzenin delilerinin icat ettiği zırvalıklar değil. Öyleleri de pekâlâ olabilir. Sonuç olarak delirten bir düzen olan kapitalizmin aklı başında görünümlü yöneticilerden vazgeçtiği bir çağda yaşıyoruz. Dünyanın neresine baksak, görünümüyle misyonu gayet örtüşen liderlere rastlayabiliyoruz! Bu tipolojiye, amiyane tabirle deli denebilir, ağızlarından çıkan sözlerin de çoğu zırva olmaktadır.

Ama bu durum, örneklediğim üç temenni için geçerli değil. Bunlar belirli bir sınıfın çıkarının mantıksal sonuna kadar zorlandığı “uç yorum” örneklerinden ibaret. 

Hakikaten sermayenin, emeğiyle geçinecek olan insanları sömürmeyi birkaç yıl ertelemeye bile sabrı yok… Neymiş, eğitileceklermiş! Olmasa da olur!

Batı dünyasının Doğu'yu ve Güney'i çocuk emeği yüzünden kınadığını, aşağıladığını, yaptırım uyguladığını biliyoruz. Ama sorunun esasen “haksız rekabet” olduğu, çoktan ilgili literatüre girmiş durumda. Bununla başa çıkmak için ya kendi çocuklarını da piyasaya süreceksin, ya da diğer ülkelerin çocuklarının çalışmasını önleyeceksin. Güç dengeleri, yerleşik normlar elveriyorsa, birincinin daha zahmetsiz, hatta sermayedarların üretim ve kâr tutkusu açısından daha uygun olacağı açıktır. Yani, okusa da işçi, okumasa da. Madem öyle…

Türkiye’de zorunlu eğitimi azaltmanın hatta mümkünse kaldırmanın ek bir “faydası” da, muhafazakârlığın “kanayan yarasına”, kızların “gözünün açılması” meselesine çözüm getirecek olmasıdır. Tabii bu yaşam koşullarında eve ekmek getiren nüfustan namus diye vazgeçmek zordur. Ama hem çalışmayıp hem de eğitim diye masraf çıkartana ne demeli! 

Her durumda sermaye kazanıyor. Gericilik de kazanca kılıf imal ediyor. Yakında çocuğu eğitime zorlamanın özgürlüklere aykırı olduğunu “kanıtlayan” liberal bir bakış türerse şaşmayın!

Bizim sorumuzsa şudur: Türkiye’de temel eğitimi azaltmanın ve küçük yaştaki çocukları çalıştırmanın yasal ve meşru hale gelmesi mümkün müdür?

Toplumsal ilerlemenin geri alınması, mümkün olabiliyor elbette. Ama bunun bir sınırı da oluyor. Ne kadar geri alınabileceği yerine ve zamanına göre değişse de, kapsayıcı bir kural formüle edebiliriz. Toplumsal ilerlemelere büyük tarihsel olaylarla, devrimci dönüşümlerle “düğüm atılır.” Geriye gidiş ancak bu düğüme kadar olur. 

Dünyanın bütününe damga vuran iki tarihsel olay var. “Büyük” Fransız ve “büyük” Rus devrimleri. 1789 ve 1917’nin temel ilkelerinin edindiği meşruiyet geri alınamıyor. Karşıdevrim yapılabiliyor, devrimler lanetleniyor, ama insanların doğuştan eşitliği, dinsel kurumların topluma mutlak egemenliği, kadınların erkeklerle eşitliği, herkese çalışma hakkı, devletin temel haklara ilişkin olarak yurttaşlara sorumluluğu, tabii ki temel eğitim… bunlar “lağvedilemiyor.” Bunların hayata geçirilememesi geri kalmışlık sayılıyor, eksiklik utanç vesilesi sayılıyor. 

Dünyanın bütününü kapsayan “devrim düğümlerinin” belirli bir ülkede geçerli olması için, yerel bir düğüme daha ihtiyaç duyuluyor. Bereket, Türkiye’de o var. Türk modernleşmesi 19. yüzyıl başlarında yola çıkar, ilki 1908, ikincisi 1923 olmak üzere iki ciddi devrimden geçer. Ondan sonra çocukların çalıştırılmasını, temel eğitimin kaldırılmasını savunmak meczupluğa indirgenmiştir. Asla yasalaştırılamazlar. 

Hangi kurumları oluşturursanız oluşturun, ne gerekçe uydurursanız uydurun, gericiliğin bu kadarını norm haline getiremezsiniz. 

İkinci ve üçüncü temenniler için de aynı akıl yürütmeyi tekrarlayabilirim. Türkiye’de şeriatçıların varlığı açık; kendilerini saklamıyorlar. Ancak bu, şeriatın ilan edilebileceği anlamına gelmiyor. Elimizde bir devrim var ve o devrim Türkiye’nin genetiğine işlenmiş durumda. Bu topraklarda modern bir devlet kurulmuş ve bu devlet herkese okul, her köye elektrik, hukuksal eşitlik vaat ederek kendisini geri alınamayacak bir taahhüdün altına sokmuş. Burada önemli olan, taahhütlerin ne kadarının yerine geldiği değil, neyin meşru olduğudur. Dünya çapında yani “büyük” devrimlerin insanlığa sunduğu değerler sistemi, özü itibariyle bizim ülkemize taşınmış, burada bir ulusal kurtuluş savaşı bağlamında yeniden üretilmiş. Bu işleme Cumhuriyet denmiş ve altına Kemalizm diye imza atılmış… 

Değil meczupluğun partileşmiş haline sözcülük edenler, devletin bütün temel kurumlarının en tepesindekiler koro kurup hep bir ağızdan bağırsa, bu değerler sistemi, adı ve imzasıyla olduğu yerde durur. Gerilemenin sınırı vardır. İlerleme ise ancak mevcudun üstünden devam ederek yaşanabilir. 

Hukuksallık da öyledir. Türkiye’nin “bir hukuk devleti” olarak tanımlanması, sıradan insanları ilgilendirmeyen ve onların anlayamayacağı bir terminoloji değildir. Keyfi, uydurma, herhangi bir meşruiyet arayışı içermeyen yasa ve uygulama olmaz. En baskıcı adımların bile bir hukuksallık dairesinde varlık kazanması, gerekçelenmesi gerekir. Bu Türkiye’nin sadece Cumhuriyet devrimiyle değil, ondan sonraki sınıf mücadeleleriyle, toplumsal kazanımlarla atılmış düğümüdür. Geriye gidilemez. Egemen güçler hukuk dışı yapılar oluşturabilir, katliam örgütleyebilir, yağma yapabilir. Ama bunları kural, norm haline getiremezler. Toplumun meşruiyet algısının içine sokamazlar…

Bunların her biriyle uğraşıldığı doğrudur. Bu bir mücadeledir ve sınırlar defalarca ihlal de edilmiştir. Mücadele sürmektedir ve hem yukarıdaki temenniler, hem yeni Anayasa zorlaması, hem –bir kez daha tekrarlamak pahasına hatırlatmam gerekirse- Bahçeli’nin tarihimizi “iki yüz yıllık uyku” diye damgalaması saldırının azgınlaştığını göstermektedir. 

Ama ne zorunlu eğitim kaldırılabilir, ne küçücük çocukların çalıştırılması utanç olmaktan çıkarılabilir, ne modernleşme ve Cumhuriyet’in normları toplumdan kazınıp çıkartılabilir. 

Burada ben de karşı-temennilerde bulunmuyorum. Veya “yaptırmayız” diye iddia etmiyorum. 

Sözünü ettiğim maddi duvarlardır. Siyaset kurumu çok önemlidir ama yapabileceğinin tarihsel, toplumsal sınırı vardır. İşte o sınırlardan söz ediyorum.

Peki, bu kadar mı? 

Hayır, gericiliğin önünde bir seçenek daha bulunmaktadır. O da kendisine sınır çeken yapıyı tamamen imha etmektir. Ülkenin nüfusuyla, devletin sınırlarıyla, toplumun bütün değerleriyle imhası halinde elbette düğüm falan da kalmaz... Ancak böyle bir hesaplaşma, birkaç on yıl boyunca ilerlemenin budanmasından farklıdır. Siyasette kimin kazanacağı önceden asla belli olmaz. Ama tarih gericilerden yana değildir. 

Gerici temennilerde bulunanlar, kusura bakmayın, hesaplaşmaya yaklaştıkça şansınız azalmaktadır.

                                                     /././

'OY’una Geldik' filmi oyuna geldi: 'Sinema bir ülkenin ışık kapısıdır'

“OY’una Geldik” filmi gösterime gireceği tarihten 1 gün önce fiili bir yasaklamayla karşı karşıya. Bakanlık gerekli "Eser İşletme Belgesi"ni vermedi. Bu duruma tepki göstermek için bir araya gelen film ekibi de polis engeline maruz kaldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/oyuna-geldik-filmi-oyuna-geldi-sinema-bir-ulkenin-isik-kapisidir-396298)

                                                                       ***

Emperyalizmin yalan dünyası ve dürüstlüğü -Erhan Nalçacı-

Bu kadar yıl sonra emperyalizm kendine dönüyor ve sosyalizmli geçen yüzyılın zorunlu bıraktığı sahtekâr söylemi terk ediyor, en azından ABD olarak.

Trump’ın başkanlığa gelmesiyle birlikte daha önceki yazılarda ele aldığımız Altüst Oluş Çağı bir fırtına gibi esti. Trump’ın geçen dönemdeki utangaçlığı yok, kendi ekibiyle birlikte ABD devletinin bütün mekanizmalarını ele geçirecek şekilde hareket ettiler. Kafalarındaki planı büyük bir hızla devreye soktular.

Öte yandan emperyalizm dünyasında bir tane yalan olmayan laf yok, bir yandan da çok dürüstler!
Bu yazıda yalanlarına ve dürüstlükleri nerden geliyor diye bakalım:

Çok kutuplu bir dünya mı oluşuyor?

Hem uluslararası toplantılarda hem bu konuda yazanların dilinden çok kutuplu dünya lafı düşmüyor.

Geçen yüzyılda dünya gerçekten kutuplu hale gelmişti. Altı bin yıldır sömürülen emekçiler Ekim Devrimiyle iktidarı ele geçirdiler, kendi devletlerini kurdular ve devrimlerini görece uzun süre korumayı başardılar.
İşte o zaman kutuplu bir dünya oluştu, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra temel zıtlık iki sınıf arasında, başka bir deyişle iki dünya görüşü arasında şekillendi. Bütün dünya halklarını sömürmeyi hedefleyen sermeye ile eşit ve özgür bir toplum kurmak isteyen emekçi sınıflar iki kutuptular gerçekten.

Bugün devletler arasında böyle bir güçlü zıtlıktan bahsedebiliyor muyuz? Tabii ki hayır, çok kutuplu dedikleri emperyalist rekabetin yansımasından ve dünyanın yeniden paylaşımından başka bir şey değil.

Geçen yüzyılda oluşan ittifak sistemlerinin dağıldığını görüyoruz. Emperyalist ittifakların yeniden şekillenmesi kutuplaşmaya işaret etmiyor.

ABD ve İngiltere; Nazi Almanyası’nın askerî olarak güçlenmesini ve Sovyetler Birliği’ne saldırmasını kışkırtmış, gizliden gizleye desteklemişlerdi. Ancak Naziler Kızıl Ordu’ya yenilip geri çekilmeye başlayınca ABD ve İngiltere, işçi sınıfını durdurmak için kapitalizmin zayıf halkaları olan Yunanistan, İtalya ve Fransa’ya çıkarma yaptı. 

Savaş sonrası bütün Avrupa’da üstü sahtekârlıkla örtülü bir anti-komünist mekanizma kuruldu. NATO bu dönemin ürünüydü. Yalan propaganda, adam satın alma, sabotaj, cinayet, Nazilerin yeniden görevlendirilmesi, Nazileri destekleyen tekellerin ihya edilmesi, her şey vardı burada. Bu mekanizmayı ayakta tutacak sermaye desteği ABD’den geldi. 

Bu korkunç mekanizmanın üstü ise “demokrasi, çoğulculuk, insan hakları, Nazizm’e bir daha izin vermeme” gibi güya Batının değerleri ile örtüldü, olağanüstü bir riyakârlık günümüze kadar aktı. 

1960’lardaki Fransa’nın nükleer silah üreterek görece ABD’den bağımsızlaşmasını saymazsak bütün soğuk savaş esnasında Avrupa adeta ABD emperyalizmine bağımlı bir alt emperyalist mekanizma gibi çalıştı.
AB de ABD’ye bağımlı bir merkez olarak kuruldu, Yunanistan, Portekiz, İtalya gibi zayıf halkaları düzene bağladılar, 1990 sonrası eski sosyalist ülkelerin sermaye tarafından kapsanmasında operasyon birimi olarak çalıştı AB.

Biden döneminde son kez ABD’nin liderliği altında toplandılar, Ukrayna seferine çıktılar. Muhtemelen kapalı kapılar altında Alman ve Fransız sermayesine Ukrayna’nın zenginlikleri vaat edildi. Bu süreçte ne silah depolarında mühimmat kaldı ne kıpırdayacak halleri.

Ve Münih Güvenlik Konferansı’nda ABD Başkan Yardımcısı Vance bu dönemin bittiğini ilan etti. Vance öyle bir azarladı ki AB liderlerini, neye uğradıklarını anlamadılar. 

Karşılarında bir işçi sınıfı iktidarı yok ki Rusya’ya mutlak bir düşmanlık yapsınlar. ABD hiçbir kazancını bu asalak emperyalist sürüsüyle paylaşmayacak. Almanya’da ise yarın yapılacak seçimlerde yüksek oy alarak hükümete girme olasılığı olan Neonazi partiye dokunmayın sakın diye uyarmayı ihmal etmedi Vance. İronik olarak ikiyüzlülüklerini suratlarına vurdu.

Bu dönemin bittiğinin en çarpıcı sembolü ise bütün kariyerini Batı emperyalizminin kolektif ruh satılmışlığına adayan Münih Güvenlik Konferansı Başkanı Christoph Heusgen’in kapanış konuşmasında gözyaşlarını tutamaması oldu. Sanki 1945’larden beri süren bir dönemin cenaze töreninde konuşma yapıyordu. Bu geçmiş dönemin kalıntısı diplomat Münih Konferansının görevinin demokrasi ve uluslararası diyalog olduğunu söyleyip Zelenkiy’e sahip çıktı.

ch
Alman emperyalizminin kıdemli diplomatı ve Münih Güvenlik Konferansı Başkanı Christoph Heusgen kapanış konuşmasında gözyaşlarını tutamıyor.

Ukrayna-Rusya Savaşını Zelenskiy mi çıkardı?

Trump geçen gün “Hallice bir komedyen olan Zelenskiy ABD’yi 350 milyar dolar harcayarak, hiç kazanılmayacak bir savaşa ikna etti” dedi.

Bu kadar büyük bir yalan olur.

Ukrayna’nın Batı emperyalizmi tarafından yutulması 1990’dan sonra hep gündemdeydi. Sorosçular, ajanlar, diplomatlar, kiralık katiller bunun için çabaladılar. Özellikle 2001 sonrası Rusya’nın kendi başına bir kapitalist güç haline gelip Batı emperyalizminin arka bahçesi olmayı reddetmesinden sonra süreç hızlandı. Batı emperyalizmi tarafından kışkırtılan 2014 Maidan olayları sonrası ABD ve batılı diğer emperyalist devletler hâkimiyet sağladılar.

Biden yönetimi Çin ile ittifak halindeki Rusya’yı savaşamaz hale getirmek için bu savaşı tezgâhladı. Ukrayna’nın NATO’ya alınma girişiminin savaş nedeni olacağını biliyorlardı. Zelenkiy bu dönemin aktörü olarak Batı emperyalizmin ajanları tarafından bir kukla olarak seçildi. Ne bir yurtseverdi ne Ukrayna milliyetçisiydi.

Muhtemelen şimdi pozisyonunu korumaya çalışması ise yüz binlerce Ukraynalının yaşamına mal olan savaştan feci şekilde nemalanan mafyatik bir çete oluşturmaları.

Trump ekibi Rusya’yı diz çöktürme konusunda başarısız olmuş bu planı kökten değiştiriyor ve Rusya’yı yanına çekebilmek için büyük bir manevra yapıyor.

Türkiye’ye bu ortamda olanak mı doğuyor?

Birçok yazar bunu söyleyip duruyor: Şimdi AB’nin bu zayıflamış haliyle Türkiye’ye ihtiyacı doğmuş, Türkiye ordusu ve silahlanmada gösterdiği performans ile AB’ye davet edilebilirmiş veya diğer kutuplar ona yer açabilirmiş.

Bu köşede hiçbir zaman Türkiye sermaye sınıfına ve AKP’ye “şuraya gir daha iyi olur” diye öneride bulunmamayı prensip ediniyoruz.

Ancak emperyalist rekabetin alabildiğine kızıştığı bu ortamda Türkiye’nin bu kadar hızlı bir şekilde silahlanması ve dış ortamlara olan iştahı kaçınılmaz olarak başının belaya gireceğini bize söylüyor.

Gelelim dürüstlüğe

Bundan 177 yıl önce Marx Komünist Manifesto’da şöyle yazmıştı:

Burjuvazi iktidara geldiği her yerde, tüm ataerkil ve feodal ve kırsal ilişkileri yok etti. İnsanı doğal efendilerine bağlayan karmaşık feodal bağları acımasızca kopardı ve insanla insan arasında çıplak çıkardan, duygusuz “nakit ödeme”den başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel coşkunluğun, şövalyece tutkunluğun ve dar kafalılara özgü hüznün kutsal heyecanını bencil hesapçılığın buz gibi soğuk sularında boğdu.

Bu kadar yıl sonra emperyalizm kendine dönüyor ve sosyalizmli geçen yüzyılın zorunlu bıraktığı sahtekâr söylemi terk ediyor, en azından ABD olarak.

Trump “500 milyar doları Ukrayna savaşı için harcadık, aynı tutardaki nadir metallerle borcunuzu ödeyeceksiniz” diyor. Almanya’yı, Polonya’yı vb. dışarıda bırakarak Ukrayna’ya bir sömürge gibi çöküyor.

Gazze’si, Panama’sı, Grönland’ı, yazmaya gerek yok.

Bu dürüstlük iyi emperyalizmin ne olduğunu anlamak için.

Madem o kadar dürüst olmaya başladınız, biz de dürüst davranalım.

“Sermaye sınıfı; elinizdeki üretim araçlarını, bankaları, silahları ve kullanmakta olduğunuz biçimiyle yapay zekâyı yavaşça yere bırakın ve defolun insanlık tarihinden.”

                                                       /././

ABD’nin bir dönem siyaseti yeniden moda mı oluyor? İzolasyonizm, içe kapanma veya yalnızcılık -Ogün Eratalay-

Daha başa geleli bir ay olmadan baş döndürücü kararlara imza atan ABD Başkanı Donald Trump’ın yeni dönemde uyguladığı siyaset dünya çapında etkilere yol açacağa benziyor. Bu yeni adımlar ABD’nin bir dönem izlediği izolasyoncu siyaseti hatırlara getirse de arada bariz farklar da mevcut.

Kasım seçimlerinde ABD Başkanı seçilen Donald Trump beklendiği şekilde 20 Ocak 2025 tarihinde göreve hızlı başladı. Göreve getirdiği kişiler, yaptığı atamalar, kapattığı USAID gibi kurumlar gündem olmaya devam ediyor. Yalnız sıra seçim vaadinde kısa sürede çözeceğini ilan ettiği Ukrayna-Rusya Savaşı’na gelince yapılan analizlerin tonu değişti. Üçüncü yılına giren savaşta emperyalizmin tereddütsüz desteğini almış olan Ukrayna lideri Zelenskiy, ABD-Rusya görüşmelerine davet edilmedi. Dahası ABD tarafından hibe edilen kaynaklara karşılık Ukrayna’nın sahip olduğu nadir elementleri ABD’li şirketlere vermesi konusunu reddedince hiç beklemediği şekilde seçimlerden kaçan “diktatör” ilan edildi. Bunun dışında Trump, görüşmelere Avrupa Birliği üyelerini de davet etmeyerek NATO’nun Batı Avrupalı müttefiklerinin de tepkisini çekmeyi başardı. ABD’nin Avrupa’daki bazı üsleri kapatacağı söylentilerinin dolaşmaya başlaması ise gecikmedi. Bütün bu gelişmeler, ABD’nin bir dönem izlediği “izolasyon” siyasetini getirdi akıllara.

Nedir bu izolasyonizm?

İzolasyonizm, özü itibariyle içe kapanma veya yalnızcılık olarak da nitelenen bir dış siyaset terimi. Siyasi alanda izlenen bu felsefeye göre ilgili ülke diğer ülkelerin izlediği dış siyasete katılmayı reddederken, özellikle savaşlara dahil olmamaya çalışır. Tarafsızlığını korurken, askeri veya ticari hiçbir ittifaka, anlaşmaya bağlı kalmamaya gayret eder.

                                                       Amerikan Devrimi sırasında 13 koloni

ABD tarihindeki yeri

Amerikan Devrimi, 1775-1783 arasında devam etmiş, 13 koloninin İngiltere Krallığına karşı bağımsızlığını kazanmasıyla sonuçlanmıştı. Başta George Washington olmak üzere ortaya çıkan yeni rejimin liderleri, bağımsızlığın kazanılmasının ardından patlak veren ve o dönem Avrupa’yı kasıp kavuran Napolyon Savaşlarında tarafsız kalarak ülkelerini korumaya çalışmıştı. Bunun ötesinde Amerikalı liderler, ülkenin başlı başına ayrı bir kıtada bulunmasının da verdiği rahatlıkla bağımsızlığını koruyacak şekilde adım atarak uluslararası anlaşmalardan, konferanslardan bile uzak durmuştu.

Monroe doktrini

Bu bağlamda ABD’nin beşinci başkanı James Monroe kendi adıyla tanınacak olan doktrini 1823 tarihinde ilan etti. Buna göre dünya Eski Dünya ve Yeni Dünya olarak iki ayrı bölgeye ayrılıyordu. Bu dönemde Latin Amerika ülkelerinin İspanyol boyunduruğunu attığı ve ardı ardında bağımsızlıklarını ilan ettiği hatırlanacaktır. Monroe, ilan ettiği doktrin esasına göre Avrupalı güçlerin Kuzey veya Güney Amerika bölgesine müdahale etmesine karşı olduğunu belirtirken, olası bir müdahalenin ABD’nin güvenliğine karşı olduğunu ilan etmekteydi. Öte yandan ABD’li lider ülkesinin de Avrupa siyasetine müdahil olmayacağının teminatını veriyordu. ABD’nin o dönemde bu doktrini zorla uygulatacağı bir açık deniz donanması bulunmamasına rağmen, İngiltere kendi sömürge imparatorluğunun selameti uyarınca bu doktrine olabildiğince uydu. Doktrin farklı isimler altında çeşitli ABD Başkanları tarafından da uygulandı.

bbf
                          1907 yılında yola çıkan filo, en önde USS Kansas

Amerikan emperyalizmi palazlanıyor

Endüstri devrimini esas alan kapitalist sanayiye dayalı Kuzey eyaletleriyle köle ekonomisine dayalı tarımsal üretim ağırlıklı kapitalist Güney eyaletleri arasındaki Amerikan İç Savaşı’nın Kuzey lehine sonuçlanmasıyla beraber Amerikan kapitalizmi o dönemde sadece sahil bölgelerinden oluşan ülkenin kıtanın içlerine doğru genişletilmesine hız verdi. Yerli halkların geleneksel topraklarını zorla ele geçiren kapitalistler yüzyılın sonlarına doğru gözlerini yavaş yavaş sınır dışına çeviriyordu. Bu dönemde İspanya’ya karşı bağımsızlık savaşı veren Küba’nın fiilen işgal edilmesi, Panama’nın bir “ayaklanmayla” Kolombiya’dan koparılması, Filipinlerin sömürgeleştirilmesi, Hawaii ve Porto Riko gibi toprakların ilhak edilmesi yaşandı. Başkan Teddy Roosevelt iktidarında artık ABD küresel ölçekte emperyal bir role hazır olduğunu dosta düşmana ilan etme peşindeydi. Bu amaçla 1907-1909 yılları arasında Büyük Beyaz Filo projesi başlatılır. Buna göre dört filodan oluşan yeni Amerikan donanması dünyayı dolaşmış ve ABD’nin savaş kabiliyeti tüm ülkelere ilan edilmişti.

İki savaş arası dönem

ABD’nin uzun süre dışında kaldığı ve 1917 Nisan ayında resmen dahil olsa da, cepheye ancak 1918 Ağustosunda girdiği 1. Dünya Savaşı’nın hemen ardından Başkan Woodrow Wilson barış anlaşmalarına dair önerdiği prensiplerle gündeme geldiği hatırlanacaktır. Ancak kendi kamuoyunu kendi sunduğu Milletler Cemiyeti önerisine ikna edemeyecekti. Aslında Wilson’un ölümüyle beraber ABD’nin iki savaş arası dönemde izolasyonist siyaset uyguladığı yazılır. Öte yandan ABD’nin bu dönem izlediği “izolasyonun” sadece resmî anlaşmalar üzerinden olduğunu unutmamak lazım. Büyümekte ve dünyanın en önemli sanayi merkezi durumuna gelmekte olan ABD sanayi, savaşın ardından ortaya çıkan yıkımın ortadan kaldırılması ve askeri alan başta olmak üzere artan talepleri karşılamak için adım atmaya başlamıştır bile. Kapitalizmin plansızlığı ve kâr hırsının ilk örneklerinden birisi de yine bu dönemde ABD’de yaşanır. 1929 Wall Street Krizi olarak bilinen iflas hali, aşırı üretim ve az tüketim nedeniyle piyasalarda başlayan paniğin ülke ekonomisini etkileyecek boyuta yükselmesidir. Ülke içindeki krizi ancak sosyal devlet siyasetiyle aşabilen Franklin Delano Roosevelt bu dönemde Avrupa’da ve Pasifik’te yükselmekte olan faşizme karşı bir söylem geliştirmez. Öte yandan az önce belirtildiği gibi Amerikalı sermaye grupları Avrupa’daki Nazi Almanyasıyla, Mussolini İtalyasıyla çok yakın bağlara sahiptir.

Nazilerle işbirliği yapan ABD sermayesi

Resmî olarak ABD’nin izolasyonist siyaset yürüttüğü iddia edilen 2. Dünya Savaşı öncesi dönemde Almanya’da Nazi iktidarı ile işbirliği yapan pek çok tanıdık şirket vardır. Ford, Coca-Cola, IBM, General Motors, IT&T, Eastman Kodak, Standard Oil, Singer, Gillette, Kraft, Westinghouse, United Fruit Company, Universal Pictures bunlardan sadece birkaçı. ABD’nin 2. Dünya Savaşına ancak Aralık 1941’deki Pearl Harbor Baskınından sonra dahil olduğunu hatırlatalım.

Trump yeniden izolasyonist bir siyaset mi izleyecek?

Görüldüğü gibi emperyalist bir ülke olarak sahneye çıkmasının ardından ABD, tarihte izolasyonist bir yaklaşım içinde olsa da kapitalist mekanizmalar eliyle hiçbir zaman kelimenin tam anlamıyla “yalnızlaşmış” değil. Günümüzde de ülke ekonomisini güçlendirirken ülkesinin temel emperyalist sorun gündemlerini çözmeye kalkışan Trump yönetiminin hangi adımları atacağı henüz kesin değil. Bazı üslerin boşaltılacağı, bazı bölgelerden asker çekileceği gibi dikkat çekici açıklamaların arka planına bakıldığında Amerikan sermayesi ve dünyanın jandarması konumdaki ABD Silahlı Kuvvetleri bu kazanımlardan vazgeçmeyecektir. Hele NATO bünyesinde kurulan silah şirketleri ağları, uluslararası askeri istihbarat şebekeleri ve ortak silahlı kuvvetler güçlerinin geldiği ileri seviye işbirliği düşünüldüğünde… 

                                                      /././

'Sıfır atık' ülkesi olacağını söyleyen Türkiye, Avrupa'nın atıkları için nasıl bir çöplük haline geldi?-soL/Çeviri-

Çin dünyanın atıklarını almayı bırakınca, Türkiye Avrupa'nın geri dönüşüm merkezi haline geldi. Sorun şu ki, plastiklerin çoğu geri dönüştürülemiyor ve geriye kalan zehirli çöp yığınları oluyor.

İngiliz The Guardian gazetesinde, Türkiye'nin Emine Erdoğan'ın "Sıfır Atık Projesi" girişimini duyurmasından kısa bir süre sonra nasıl dünyanın en büyük plastik atık alıcılarından biri olarak öne çıktığı ele alındı.

Dört gün önce Alexander Clapp imzasıyla yayımlanan makalede, Türkiye'nin bu süreçte Avrupa’nın adeta bir çöplüğü haline geldiği vurgulanıyor.

Cumhurbaşkanlığı'ndan İngiliz gazetenin makalesine yanıt ise dün geldi. Yazının bir manipülasyon olduğunu iddia eden İletişim Başkanlığı, Türkiye'nin geri dönüştürülebilir atıklarla ilgili mevzuatı ve uluslararası ödüller de dahil olmak üzere Sıfır Atık Hareketi'nin başarılarının, makalenin bir kara propagandadan ibaret olduğunu gösterdiğini savundu.

Projeye ilişkin birtakım verilerin paylaşıldığı yanıtta, "'Çevre duyarlılığı' kisvesi altında böylesine faydalı bir projeyi hedef almak, kasıtlı bir manipülasyon ve propaganda kampanyasına işaret ediyor" ifadeleri kullanıldı.

The Guardian'da yayımlanan yazıyı okurlarımız için çevirdik.

Çeviri: Yusuf Sağlamoğlu

2016'nın sonlarında serin bir akşamda, Adana'dan birkaç kilometre ötede, İzzettin Akman isimli bir Kürt çiftçi, bir inşaat kamyonu onun narenciye bahçelerinin kenarına yanaşıp durakladıktan sonra yol kenarına büyük bir çöp yığını döktüğünde, beton çiftlik evinin ikinci katındaki balkonunda oturuyordu. Kamyon şoförü, kamyonu çekmeden önce bir kese kağıdını ateşe verip çöp yığınının üzerine atarak içine yükseldikleri gökyüzünden daha siyah bir alev püskürmesini tetikledi. Akman ayağa fırladı, sandaletlerini giydi ve toprak garaj yolundan çatırdayan çöp yığınına doğru koşmaya başladı. Akman ona ulaştığında çöpler tıslayan bir alev kütlesine dönüşmüştü. Plastik, yanarken daha fazla ısı yaymasına rağmen ahşap ya da kağıttan daha az yanıcıdır. En az ikisi kadar, rüzgarda savrulma ve Akman'ın durumundaki gibi yaklaşık 50 dönümlük portakal ve limon ağaçlarını yakma kapasitesine sahip. Akman küfrederek hızla eve döndü, bir kova kaptı ve yol kenarındaki bir dereden aldığı suyla söndürmeye çalıştığı yangına geri döndü. 

Akman su dökmeye devam etti. Yaklaşık bir saat sonra alevler sönmeye başladı, ardından da yarı yarıya yanmış binlerce çöp parçasından oluşan bir yatak ortaya çıktı. Akman yanan yığını incelemek için diz çöktü, şeker ambalajı parçalarını ve makyaj malzemelerini parmak uçlarıyla çevirirken tuhaf bir şeyle karşılaştı. Paketin üzerindeki yazı Kürtçe değildi. Türkçe de değildi. Akman hâlâ yanmakta olan plastiği tırmalamaya devam ederek fiyat etiketlerini aradı. Birkaç tane buldu. Euro ve Pound cinsindendi. 

On yıllardır, kendisinden önceki nesiller gibi Akman da portakal ve limon toplayarak ve bunları Avrupa'ya ihraç ederek geçimini sağlıyordu. Şimdi Avrupa çöplerini ters yöne, onun narenciye bahçelerinin en ucuna gönderiyor gibi duruyordu. Akman, yığının arasından çıkan tek tük kömürleşmiş meyve suyu kutuları karşısında şaşırmaktan kendini alamadı ve arazisinin sınırında yürürken “Bu benim portakallarımla yapılmış olabilir,” dedi bana. Çöp dağı, hoyratça atılmasından altı yıl sonra, kül ve plastikten oluşan yumrulu bir höyük haline gelmişti. Çöpün Akman'ın arazisinin yanına yığılmasından birkaç hafta sonra, narenciye ağaçlarının çoğunun yaprakları sararmaya başladı. Sonraları portakal ve limonlar yere dökülmeye başladı. Bir yıl sonra, Akman'ın kayıpları ailesini ciddi mali sıkıntıların eşiğine getirdiğinde, ağaçlar hiç meyve vermiyordu. Bir narenciye çiftliğinin yan tarafında ateşe verilen bir kamyon dolusu çöpün, yalnızca bir saat kadar yansa bile, çok daha uzun vadeli bir hasarın katalizörü olabileceği görülüyordu. Çöp yığını söndürüldükten günler sonra duman yaymaya devam etti ve büyük olasılıkla Akman'ın narenciye ağaçlarını tozlaştıran arı popülasyonunun yok olmasına neden oldu. Ve Akman'ın sulama sistemine su sağlayan dereye karışan sayısız yarı erimiş plastik parçası, milyarlarca mikroplastik ve kirletici maddeye ayrışıp sonunda ağaçların içine çekilerek köklerini insan atardamarlarındaki yağ parçacıkları gibi sıkıştırmadan önce bahçelerine doğru dolaşmıştı. 

Akman'ın çiftlik evi Türkiye'nin güneydoğusunda, Suriye sınırından arabayla yaklaşık iki saat uzaklıkta, Toros dağlarından eriyen kar sularının, güneyde pırıl pırıl parlayan Akdeniz'e döküldüğü yeşil bir ovada bulunuyor ve büyüleyici bir manzaraya sahip. Yollar gerçekten de taze portakal gibi kokuyor, kayalık çıkıntılar ortaçağ manastırları ve tarihi surlarla çevrili ve toprağın verimliliği efsaneleşmiş durumda. İnsanların gezgin, göçebe bir yaşamdan yerleşik, tarımsal bir yaşama ilk kez burada geçtiğine inanılmasının iyi bir nedeni var. Akman'la tanıştığımda portakal ve limon ağaçları iyileşmeye başlamıştı. Ancak Adana çevresindeki arazi için aynısı söylenemezdi. Çiftliğinin kenarına dökülen birkaç ton çöpün tek seferlik olmadığı ortaya çıktı. Bu, daha büyük, daha organize ve daha uğursuz bir şeyin başlangıcıydı. 

1940'lardaki ticaret fuarlarında ve sergilerde plastiklerin kitlesel olarak piyasaya sürülmesinden bu yana plastik, tüketici onunla işinin bittiğine karar verir vermez gözden kaybolacak bir malzeme olarak halka pazarlanmıştı. Hidrokarbon rafinasyonunun kimyasal yan ürünlerinden üretilen plastiğin iki avantajı bulunuyor: yapıtaşları enerjinin kendi üretiminden elde edildiği için üretimi son derece ucuz ve kullanımı son derece kolaydır. Ancak plastik, saniyeler içinde kullanılan ürünlerin ayrışmasının neredeyse jeolojik zaman ölçekleri gerektirdiği saatli bir gezegensel zaman bombasına eşdeğer, sürdürülemez bir çevresel maliyeti de beraberinde getiriyor. İster bir çim sandalye ister bir paket servis kutusu olsun, insanların 1950'den bu yana attığı 9 milyar ton plastiğin kaderi hemen hemen aynı. Hepsi hâlâ bir yerlerde bir şekilde varlığını sürdürüyor. Büyük bir kısmı binlerce yıl boyunca neredeyse sonsuz sayıda küçük parçaya ve kirleticiye ayrışarak yok olacak ki bunun yıkıcı etkisi ancak şimdi anlaşılmaya başlandı. 

80'li yıllarda plastiğin ortadan kaldırılmasıyla ilgili sorunların giderek daha fazla farkına varılmaya başlandı. Mikroplastikler - 2004 yılına kadar bu terim kullanılmamıştı - Hawaii kıyılarında yeni doğmuş albatros yavrularının midelerinde, Long Island Sound sularında ve balıkların bağırsaklarında tespit edildi. Çöpe attığımız onca plastiğe gerçekten ne oldu? O on yıl içinde petrokimya endüstrisi, giderek büyüyen reklam krizine bir çözüm buldu. İyi finanse edilmiş bir pazarlama atağıyla üreticilerine göre plastiği atmak gezegeni yok etmek zorunda değildi. Hatta yardımcı bile olabilirdi. Çünkü plastiği çöp sahasına atmanıza gerek yoktu. Yakmanıza da gerek yoktu. Çözüm onu geri dönüştürmekti. 

1
                                         İstanbul'daki plastik atıklar.

Geri dönüşüm başlı başına bir mit değil. Sonuçta gazetenin eski bir sayısını gazetenin yeni bir sayısına dönüştürmek mümkündür. Eski bir alüminyum Dr Pepper kutusunu yeni bir alüminyum Dr Pepper kutusuna dönüştürmek de öyle. Elektronik atıklardan elde edilen bakır ve sökülen gemilerden elde edilen çelik, yeni elektronik ürünlere ve yeni çelik yapılara dönüşebiliyor. Ancak plastiklerin çoğunun etkili bir şekilde geri dönüştürülebileceği fikri, büyük ölçüde bir aldatmaca, gerçekte geçerli olmadığı bir malzemeye “döngüsel ekonomi” empoze etme girişimiydi. Çünkü eski plastiğin çoğunu hem işlevsel hem de ekonomik yeni plastiğe çevirmek hiçbir zaman mümkün olmadı. Süreç basitçe işlemiyor. 

En belirgin zorluk malzeme ile ilgili. Plastik, esas olarak kimyasal yapı ve katkı maddesi miktarı bakımından farklılık gösteren binlerce farklı sentetik polimer kombinasyonu için kullanılan geniş bir terimdir. Bir geri dönüşüm uzmanı plastikleri peynilere benzetiyor: mozzarellayı eritip parmesan üretmeyi beklemek ne kadar olanaksızsa, plastikte de polistiren, polipropilen veya polivinil klorür elde etmek için polietileni parçalamak ya da azaltmak mümkün değil. 

Bu sorun daha 1969 yılında Amerikan Petrol Enstitüsü ile beraber Esso ve Chevron tarafından finanse edilen bir dizi çalışmada petrokimya endüstrisi, plastiğin mucizesinin kendine özgü kimyasal yapısından kaynaklandığı gerçeğinden yakındığında ortaya çıkmıştı. "Plastiği bu kadar popüler yapan moleküler yapının kendisinin belli imha sorunlarına yol açması çok ironik" diyor. Kimyasal madde üreten Dow Chemical isimli tekelin yöneticilerinden biri olan Thomas Becnel, "[Plastiği] bu kadar popüler yapan moleküler yapının bazı imha sorunları yaratması çok ironik bir durum," diyor. Plastik çöp sahasında doğal olarak parçalanmıyordu. Yeniden eritilemiyordu. Sadece birikmeye devam ediyordu. 

Bir de geri dönüşümün ekonomik boyutu var. Yeni plastik üretmek eski plastiği diriltmeye çalışmaktan hep daha ucuz olmuştur. American Kimya Konseyi, 1969 yılına ait Cleaning Our Environment ("Çevremizi Temizlemek") başlıklı bir raporunda bilim insanları ve mühendislerin atıkları geri dönüştürmeyi ya da kârlı bir şekilde bertaraf etmeyi öğrenmelerinin her zaman mümkün olduğunu ancak bunun yakın zamanda geniş çaplı olarak gerçekleşmesinin mümkün görünmediğini iddia etmişti. 

Burada bağlantılı bir sorun var. Eski plastik kârlı bir şekilde yeni plastiğe dönüştürülebilse dahi bu, örneğin çelikte olduğu gibi çok fazla tekrarlanabilecek bir süreç değil. İki ya da üç kullanımdan sonra plastik, üretim akışlarına geri döndürülemeyecek kadar aşınır; bu da geri dönüşümün nihai imhayı asla engellemediği, yalnızca geciktirdiği anlamına geliyor. Bir plastik lobisi olan Vinil Enstitüsü'nün 1986'da kabul ettiği gibi: "Geri dönüşüm, bir ürününün imha edilmesine kadar geçen süreyi uzattığı için kalıcı bir katı atık çözümü olarak düşünülemez." 

Geri dönüşümün plastiğin imhasına yönelik makul bir çözüm sunmamasın bir diğer sebebi giderek zehirli bir süreç olduğunun ayyuka çıkmasında yatıyor. Geri dönüşümün plastiğin bertarafı sorununa uygulanabilir bir çözüm sunmamasının son nedeni nedir? Bunun bir zehirleme süreci olduğu giderek daha fazla ortaya çıkıyor. Tüketici plastiği, alev geciktiriciler, plastikleştiriciler, dengeleyiciler gibi çeşitli yeterince regüle edilmeyen katkı maddeleri içeriyor; bunlar atılsa ve çelik variller içinde gelişmekte olan ülkelere gönderilse, tehlikeli toksik atık türleri ve dolayısıyla yasadışı ihracat olarak kabul edilecektir. Geri dönüşüm sürecinin - bu plastiklerin yıkanması, parçalanması ve eritilmesi - bu zehirleri ortadan kaldıracağını düşündüğünüz için bağışlanabilirsiniz, fakat geri dönüşüm aslında tam tersi bir etkiye sahip: bu toksinlerin süzülmesi ve yeni üretilen plastiğe yayılması, göç olarak bilinen bir süreç. 

Yine de, plastik geri dönüşümüne karşı en önemli argüman şu olabilir: işe yarasa bile, kârlı ve güvenli olsa bile, plastiği geri dönüştürmek küresel çöp krizimizi yönlendiren motoru asla hedef alamaz. Bu bizim sürdürülemez üretim çıktımız. Artık ortada daha fazla geri dönüştürme iddiasındaki ülkelerin aynı zamanda daha fazla plastik atık ürettiğini gösteren 40 yıllık kanıt var. Sınırlı sayıda yeniden üretilebildiği için plastik, devamlı olarak işlenmemiş reçine girdisine ihtiyaç duyar; yani plastiği "geri dönüştürme" eylemi bile hiçbir zaman atıkları azaltmaz, aksine daha fazlasını garanti eder. Plastik geri dönüşüm "çözümü" kamuoyuna sunulduğundan bu yana 

ABD'deki net plastik atık çıktıları hızla artarak 1980'de kişi başına yılda 27 kilogram iken 2018'de kişi başına 99 kilograma yükseldi. Petrokimya endüstrisi bütün bunları bir nesilden uzun süredir biliyor. Yine de geri dönüşüm, kendi yarattığı dehşet verici çöp salgınına bir cevap olarak ortaya çıktı. 

2017 yazında Emine Erdoğan başkent Ankara'da bir sahneye çıkarak İzzettin Akman'ın ülkesi için yeni ve büyük bir plan açıkladı: önümüzdeki 15 yıl içinde Türkiye'nin kendisini "sıfır atık" bir ülkeye dönüştürecekti. Elbette, diğer ülkeler yeşil bir geleceğe geçişlerine yakıt emisyonlarını azaltarak, rüzgar santralleri inşa ederek ya da karbon çıktılarını vergilendirerek başladılar. Ancak Erdoğan'a göre, Türkiye'nin dönüşümü başka bir yerden başlayacaktı. Bu dönüşüm 85 milyon Türk vatandaşının evlerinde başlayacak ve Türkler çöplerini yok edeceklerdi. 

Doğrusu, ülkenin çöp atma konusunda yakın geçmişteki sicili korkunçtu. Geçtiğimiz 30 yıl içinde Türkiye, dünyadaki herhangi bir yer kadar plastik bağımlısı haline gelmişti. Yarım bin yıl öncesine, topraklarındaki her topluluğu mermer sebillerle, serbestçe akan su "köşkleriyle" süslemek isteyen Osmanlı sultanlarına kadar uzanan bir gelenek olan halka açık çeşmeler ağının, 1984 yılında Türkiye'ye tanıtılan ve 2000'lerin başında Türklerin günde on milyonlarca satın aldığı polietilen tereflattan veya PET'ten yapılan su şişesinin amansız rahatsızlığı karşısında hiçbir şansı yoktu. Pamuk çuvallarla alışveriş yapanlara meyve ve kuruyemiş satan sokak pazarları yerini, akla gelebilecek her şeyi düşük yoğunluklu polietilen poşetlere (içinden görülebilecek kadar ince olan plastik poşetlere) koyan süpermarketlere bıraktı. 2010 yılına gelindiğinde Türkler yılda 35 milyar adet poşet atıyordu. 

Bu plastiğin %90'ından fazlası katı atık sahalarına, kırsal bölgelere ya da denize karışıyordu; Fatih Akın'ın Cennetteki Çöplük adlı belgeselinde kaydedilen bir trajedi. Belgeselde uzun bir aradan sonra dedesinin Karadeniz'in yukarısındaki dağlarda çay yetiştirdiği pitoresk köyüne dönen ünlü Türk Alman sinemacı, köyün dış mahallelerini bir açık hava çöplüğüne dönüştürme planını gerçek zamanlı olarak ele alıyor. Köydeki hiç kimse çöp sahasını istemiyordu; yetkililer arkalarından iş çevirdi ve sahanın yapımı yine de devam etti. Sonuç, tamamen öngörülebilir bir sorun olan plastiğin kasabaya akması oldu ve Akın'ı acı bir hükme vardırdı: "Çöp, toplumumuzun küresel dışkısıdır." 

First Lady Erdoğan'a göre o Türkiye yakında sadece kötü bir anı olacaktı. Onun kampanyası, plastiği verimli bir şekilde toplayıp geri dönüştürerek "kontrolsüz atıkları önleyecek" ve "gelecek nesiller için yaşanabilir bir dünya" ile sonuçlanacak devlet destekli bir proje aracılığıyla "temiz bir Türkiye" yaratacaktı. 

Temiz bir Türkiye! Yaşanabilir bir dünya! İlerleyen yıllarda Sıfır Atık Projesi Erdoğan'a övgüler yağdıracak - bir İstanbul gazetesi "Sıfır Atık Projesi sadece bir kampanya değil, bir duygudur" diye yazdı - ve BM'den Dünya Bankası'na kadar çeşitli küresel kurumlardan ödül üstüne ödül alacaktı. Erdoğan, girişimini anlatan "Dünya Ortak Evimiz" adlı bir kitaba katkıda bulunmuş ve bu kitabı Ankara'daki Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nin, inşaatı yakın zamanda eski bir ormanı yerle bir eden 1150 odalı sarayın bahçesinde toplanan çocuklara okumuştu. Sıfır Atık Projesi, iklim kriziyle mücadelede kararlılığının altını çizmek için Türkiye'nin dünyanın dört bir yanındaki diplomatik misyonları tarafından benimsenen bir dış politika aracı olarak bile kullanılacaktı. Eski Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, "İsrafın haram olduğu bir dinin ve ekmeği yerden öpüp alnına koyan bir medeniyetin mensupları olarak bu tehdide karşı öncü bir rol üstlendik" diyordu. 

Ancak Türkiye'nin kendini böylesi bir uluslararası öykünmeye layık sıfır atık ülkesi olarak ilan etmesinde küçük bir sorun vardı. Erdoğan girişimini açıkladıktan kısa bir süre sonra Türkiye, gezegendeki en büyük plastik atık alıcılarından - ve en büyük çöplüklerinden - biri olarak öne çıktı. 

İngiltere ve Avrupa'dan gelen bir kamyon dolusu çöpün Akman'ın narenciye ağaçlarının yanında yakılmasından birkaç ay sonra ve Erdoğan'ın Türkiye'yi sıfır atık ülkesi ilan etmesinden sadece birkaç hafta sonra, 2017 yılında Çin Komünist Partisi de artık çöp kabul etmeyeceğini dünyaya bildirdi. 

Petrokimya sektörünün 80'lerdeki geri dönüşüm hamlesi hep bir sahtekârlıktı. İngiltere ve Avrupa'dan gelen bir kamyon dolusu çöpün Akman'ın narenciye ağaçlarının yanında yakılmasından birkaç ay sonra ve Erdoğan'ın Türkiye'yi sıfır atık ülkesi ilan etmesinden sadece birkaç hafta sonra, 2017 yılında Çin Komünist Partisi de artık çöp kabul etmeyeceğini dünyaya bildirdi. 

Petrokimya sektörünün 80'li yıllardaki geri dönüşüm hamlesi hep sahtekârcaydı. Plastik geri dönüşümünün mümkün olmadığı biliniyordu. Ancak burada daha derin bir adaletsizlik söz konusuydu. Çünkü önümüzdeki on yıllar boyunca, vatandaşlarının plastik çöplerinin sürekli artan yığınlarını işlemek zengin ülkelere düşmeyecekti. Plastik atıklar 90'lı yıllarda büyük ölçüde, her türlü ekonomik fırsattan yoksun olan ve Batı'nın çöp kaplarına dönüşmeleri inanılmaz bir ironiyi de beraberinde getiren yoksul ülkelere gönderilecekti: Bu ülkeler, kendi büyüyen çöp çıktılarını zar zor yönetebilen ülkelerin ta kendileriydi. 

90'lı yılların başında Çin, dünyanın herhangi bir yerinde bir geri dönüşüm kutusuna atılan plastiğin yarısının alıcısı haline geldi. Tozlu mısır gevreği torbaları, buruşturulmuş gazoz pipetleri, ezilmiş polistiren yumurta kartonları - yıllarca hiç düşünmeden çöpe attığımız tüm bu şeyler, kamyonlarla yakındaki bir malzeme geri kazanım tesisine, oradan da bir limana, oradan da binlerce mil öteye, geri dönüşüm kutunuzun içindekileri işlemekte uzmanlaşmış yüzlerce Çin köyüne taşınan zorlu, dünyayı saran, karbon kusan yolculukların nesneleri haline geldi. 

2000'lerin başına gelindiğinde, Amerikan atığı ABD'nin Çin'e yaptığı en büyük ihracatlardan biri konumuna gelmişti. 90'lı yılların başında Çin, dünyanın herhangi bir yerindeki geri dönüşüm kutularına atılan plastiğin yarısının alıcısı haline geldi. Tozlu mısır gevreği torbaları, buruşturulmuş gazoz pipetleri, ezilmiş polistiren yumurta kartonları - yıllarca çöpe atmayı düşünmediğiniz tüm bu şeyler, kamyonlarla yakındaki bir malzeme geri kazanım tesisine, oradan da bir limana, oradan da binlerce mil öteye, geri dönüşüm kutunuzun içindekileri işlemekte uzmanlaşmış yüzlerce Çin köyüne taşınan zorlu, dünya çapında, karbon kusan yolculukların nesneleri haline geldi. 

2000'li yılların başında Amerikan atığı ABD'nin Çin'e yaptığı en büyük ihracatlardan biri konumuna gelmişti. En az bu kadar plastik atık, devletin geri dönüşüm kotalarının genellikle kirli bir sırra dayandığı Almanya gibi kendini öven çevre koruyucuları tarafından AB dışına atılıyordu: Almanların geri dönüştürüldüğünü iddia ettiği plastiğin çoğu aslında gerçek akıbetinin pek de belli olmadığı dünyanın öbür ucuna gönderiliyordu. 

Çin artık plastik atıklarını kabul etmeyeceğini dünyaya bildirdiğinde, birçok zengin ülke sadece çaresiz yeni alıcılar ya da korumasız sınırlar buldu ve çöplerinin geri dönüştürüldüğü konusunda ısrar etmeyi sürdürdü. Petrokimya şirketlerine gelince, tüm bu atıkların yön değiştirmesini teşvik etmeye devam etmek için her türlü nedene sahiplerdi: binlerce mil uzağa taşınmaya devam ettiği sürece, batılı tüketicilerin krizin boyutunu - geri dönüşüm hakkında kendilerine anlatılan hikayenin çoğu zaman doğru olmadığını - fark etmeleri daha zor olacaktı. 

Çin'in ithalat yasağını takip eden aylarda, Yunan çöpleri Liberya'da görülmeye başladı; İtalyan çöpleri Tunus sahillerini harap ediyordu; Hollanda plastiği eski kolonisi Endonezya'yı boğmaya başladı ve Polonya, Almanya'dan kamyonlarla getirilen atıklar için devriye gezecek özel bir polis birimi kurmak zorunda kalacaktı. Avrupa'dan Afrika'ya çöp ihracatı dört katına çıktı, Malezya ABD plastik atıklarının dünyadaki en büyük alıcısı olurken, Filipinler başkent Manila'ya kirli çocuk bezi konteynırları gönderdiği için Kanada'yı savaşla tehdit etti. Ve Erdoğan'ın Sıfır Atık Projesi'ni başlatmasının üzerinden bir yıl geçmeden, geçtiğimiz 30 yıl içinde herhangi bir noktada güneydoğu Çin'e gidecek olan 200 bin tondan fazla plastik atık Türkiye'nin güneydoğusuna yöneldi. 

En zararsız haliyle küresel atık ticareti, çöpleri dünyanın en zengin ülkelerinden, bu çöplerle başa çıkmaya en az gücü yeten yerlere kaydırıyor. En alçakça haliyle küresel çöp ticareti düpedüz bir suç girişimidir. Türkiye ise her ikisi için de bir vitrin olacaktı. İthal edilen plastiğin büyük bir kısmı İngiltere'den geliyordu; burada atık komisyoncuları -çöpünüzün (genellikle) kamu tarafından finanse edilen toplanması ile (genellikle) özelleştirilen ona ne olacağı işi arasında aracılık yapan işletmeler- çöp ihracatı için korkunç bir teşvik bulmuşlardı. Brexit'in ardından kamyon şoförü ve liman işçisi bulmakta zorlanan bir devletten maaş alıyorlardı; bu da nakliye maliyetlerinin artmasına, büyük gecikmelere ve çöp yığınlarının artmasına neden oluyordu. Tam da Çin'in artık dünyanın plastik çöpünü kabul etmeyeceğini açıkladığı sırada, Birleşik Krallık ellerini havaya kaldırdı ve atık yönetimi görevini, bu işe soyunmak isteyen hemen herkese yükledi. 

Bir İngiliz atık komisyoncusu, geri dönüşüm için 1 ton ev plastiği topladığını iddia etmesi karşılığında 70 sterline kadar para kazanabiliyor. Birleşik Krallık'taki on binlerce atık komisyoncusunun yasal izinleri olmadan faaliyet gösterdikleri, hepsinin Birleşik Krallık'ın küresel bir çevrecilik timsali gibi görünmeye yönelik umutsuz çabasından ve plastik atıklarını başkalarının sorununa dönüştürmeye yönelik daha da umutsuz ihtiyacından hızlı para kazanmaya çalışan çöp simsarları oldukları sonunda anlaşılacaktı. Durum o kadar absürttü ki Guardian muhabiri George Monbiot uzun süre önce ölen evcil balığını profesyonel bir atık komisyoncusu olarak kaydettirmeyi başardı. 

Çok geçmeden İngiltere'nin geri dönüştürüldüğünde ısrar ettiği plastik çöplerin yarısı yurtdışına, bunun da yaklaşık yarısı Türkiye'ye gönderilmeye başlandı. Üstelik bu daha birinci yıldı. Erdoğan'ın Sıfır Atık Projesi'ni açıklamasından sonraki üç yıl içinde, 750 bin tondan fazla eski plastik Avrupa'nın dört bir yanından Anadolu'ya yönlendirildi ve Türkiye'yi gezegendeki en büyük plastik atık alıcısı konumuna getirdi. Her altı dakikada bir damperli kamyon dolusu yabancı çöp ülkeye giriş yapıyordu. 

Dürüst olmak gerekirse, Türkiye'nin güneydoğusuna gönderilen plastik atıkların bir kısmı gerçekten de değerlendiriliyordu. Ancak bu atıkların kaderi neredeyse hiçbir zaman eski formlarına geri dönmek olmuyor, kalitesiz ev eşyalarına dönüşüm oluyordu. Batı plastiği, şaşırtıcı derecede enerji gerektiren ve çevreyi kirleten bir işlemle temizleniyor, parçalara ayrılıyor, kimyasal olarak indirgeniyor ve son yıllarda ülkenin hazır giyim endüstrisinin tercih ettiği malzeme olarak dünyaca ünlü Türk pamuğunun yerini almaya başlayan polyestere dönüştürülüyordu. Eğer halı dolgusu ya da bulaşık havlusu haline getirilmediyse, plastiğin bir kısmı Türkiye'nin çimento fabrikalarının herhangi birinde yakılıyor ve Anadolu'nun dört bir yanında taburlar halinde kasvetli apartmanlar dikerek kâr eden inşaat sektörüne ucuz - hatta bedava - yakıt sağlıyordu. 

2
Keçiler, Adana'da çöplükte otluyor. Fotoğraf: Emre Çaylak/The Guardian

Fakat Türkiye'nin güneydoğusuna giden plastiğin büyük bir kısmı banyo paspasına dönüştürülemeyecek ya da yakıt olarak yakılamayacak kadar kirliydi. Bu çöplerin kaderi, İzzettin Akman'ın çiftliğinin kenarında tutuşturulurken gözlemlediği çöplerin kaderiyle aynı olacaktı: Kırsal kesimde bir yere gizlice atılacak ve önümüzdeki on binlerce yılı, denize karışacak ve ekin alanlarını mahvedecek milyarlarca küçük plastik parçasına ayrışarak geçirecekti. 

2021'den itibaren Avrupa'daki aktivistler ve gazeteciler, boş çamaşır deterjanı veya bulaşık makinesi sabunu şişelerine GPS çipleri yerleştirme, bunları yerel geri dönüşüm kutularına bırakma ve daha sonra hareketlerini binlerce mil doğuya, Türkiye'nin en uzak ucuna kadar izleme fikrini ortaya attılar; bazen de görünüşte değersiz bir malzemeyi taşımak için harcanan baş döndürücü çabaya inanılmasını zorlaştıran çılgın yolculuklarla. Bir keresinde gazeteciler, sürdürülebilirlik konusundaki duyarlılığını kamuoyuna duyurmayı seven bir süpermarket zinciri olan Tesco'nun bir bayisinin önündeki geri dönüşüm kutusuna bırakılan bir plastik poşetin Londra'dan 80 mil uzaklıktaki liman kenti Harwich'e, oradan gemiyle Hollanda'ya, oradan da kamyonla Polonya'ya ve nihayetinde 2000 mil güneye, Adana'nın eteklerine gönderildiğini ve burada tonlarca başka Avrupa çöpüyle birlikte bir sanayi sitesinde bulunduğunu gözlemledi. 

Şunu söylemek yeterli: 2022 yılına gelindiğinde Adana'nın çevresine, vadiler boyunca, nehirlerin ya da çiftliklerin kenarlarına gece karanlığında o kadar çok yabancı çöp atılıyordu ki, yerel çevrecilerin bu çöplerin gelişini takip edebilmelerinin tek yolu bölgeyi birkaç bin metre yükseklikten drone'larla izlemekti. Onlardan biri, Adana'daki Çukurova Üniversitesi'nde deniz biyoloğu olan Sedat Gündoğdu “Yaklaşık ayda bir yeni ve büyük bir çöp yığını buluyoruz” diyor. Adana'da geçirdiğim birkaç keyifli günün ardından Akman'a veda ettim; bahar neredeyse bir gecede kıştan çıkıp gelmiş gibiydi ve kentin portakal ağaçlarını beyaz çiçeklerin görkemli yığınlarına dönüştürmüştü. İşte Levanten manzarasını arkamda bıraktıktan sonra, 13 saatlik otobüs yolculuğuyla İstanbul'a dönerken telefonumda gezinirken, hükümetin ülkenin “karbon ayak izinde önemli bir azalma” sağlamayı amaçlayan bir başka planıyla ilgili bir habere rastladım. 

Bu plan, pek çok yer arasından, az önce ayrıldığım yere, Akman'ın çiftliğinin hemen güneyinde yer alan güneşin kavurduğu Akdeniz sahiline odaklanıyordu. Ekim 2021'de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2000 futbol sahası uzunluğunda bir sahil şeridini kaplayacak yeni bir petrokimya tesisinin temelini atmak üzere Adana'ya uçmuştu. “Ceyhan mega petrokimya endüstri bölgesi” için 10 milyar doları gözden çıkaran Türkiye Varlık Fonu, çevresel açıdan iyi niyetli olduğu konusunda ısrar ediyordu. Türkiye'nin güneydoğusunu “küresel bir petrokimya merkezi” haline getirmenin sonucunda ülkenin ithal polietilene olan bağımlılığını azaltacağını ve böylece uzun vadede iklim değişikliğiyle mücadelede Türk sermayesini rahat bırakacağını ileri sürüyordu. Bu mantık, kulağa önümüzdeki birkaç yıl içinde karbon üretimini hızlandırmanın, geri kalan zaman için temiz enerji kaynaklarının düzene sokulmasını garanti edebileceğini savunan yeşil enerji dönüşümünün bazı savunucuları tarafından öne sürülen argümanların bir parodisi gibi geliyordu. 

Diğer bir deyişle Adana artık sadece çöp toplamayacaktı. Bunun yerine gelecekteki ekonomisini bunun etrafında inşa edecekti. Türkiye de artık sıfır atıklı bir geleceğe yönelik herhangi bir taahhüdü varmış gibi davranmaya devam etmeyecekti. Bunun yerine kendisini yılda 1,3 milyar kilogram, yani 60 milyar plastik su şişesine eşdeğer plastik üretme çılgınlığına kaptıracaktı. Artık onu izlemek için insansız hava araçlarına da ihtiyacınız olmayacaktı. Tam karşınızda, gözünüzün önünde, pişirilerek var edilecekti. 

Bütün bunlarda - “bereketli hilalin” gezegendeki en büyük plastik alıcılarından birine dönüşmesi ve tepelerini, nehirlerini, çiftliklerini yok eden bu malzemenin üretimine kendini açmaktan başka seçeneği olmadığını hisseden bir yerde - çağımızın sinir bozucu bir sembolünü ve geleceğimiz için korkunç bir uyarıyı fark etmemek elde değildi. 

Bu yazı John Murray tarafından yayınlanan Alexander Clapp'ın “Waste Wars: Dirty Deals, International Rivalries and the Scandalous Afterlife of Rubbish” isimli kitabından derlenmiştir.

                                                      ***

Zorunlu eğitim sorunu!-Rıfat Okçabol-

Maarif Platformu, Enderun Özgün Eğitimciler Derneği ve İstanbul Medeniyet Enstitüsü gibi üç kuruluş, 20 Kasım 2024 tarihinde "Bir Problem Alanı: Zorunlu Eğitim" başlıklı bir çalıştay düzenlemiş. İlgili kuruluşların web sayfaları onları tanımamıza yardımcı oluyor.

Maarif Platformu, Enderun Özgün Eğitimciler Derneği ve İstanbul Medeniyet Enstitüsü gibi üç kuruluş, 20 Kasım 2024 tarihinde "Bir Problem Alanı: Zorunlu Eğitim" başlıklı bir çalıştay düzenlemiş. Konu pek çok insanın sorunlu gördüğü zorunlu eğitim olunca, insan ister istemez bu çalıştayı düzenleyenleri de çalıştayda nelerin konuşulduğunu da merak ediyor. İlgili kuruluşların web sayfaları onları tanımamıza yardımcı oluyor.

Örneğin Maarif Platformu’nun (Maarif Sivil Toplum Kuruluşları (STK) Platformu) web sayfasında yer alan "Kuruluş Amacı ve Gerekçe" kısmında, “Maârif” kelimesinde kişinin kendini, dünyayı, hayatı, Yaratıcı’yı bilme, okuma, anlama çabası veya anlam çabası bulunmaktadır. Hâlbuki 'eğitim' kelimesi, 'maârif' kelimesinin anlam dünyasının zenginliğine ve derinliğine sahip bulunmuyor. Türkiye’nin Maarif Davası kitabının yazarı Nurettin Topçu maarifin amacını şu şekilde hulasa eder: 'İlimden felsefeye, felsefeden sanata ve ahlâka ve nihayet dine yükselmemiz lâzımdır. Böyle adım adım yürüyüş, hasta, hem de şaşkın bir nesli Allah’a götüren yolda yeniden canlandırabilir. Bu iş bir maarif işidir ve bir neslin kurtuluşunu ancak maarifinin yükselmesinde aramak lâzımdır” deniyor.1

Web sayfasına göre bu kuruluşun başkanlığını, yaratılış sırlarına dair felsefe-din-bilim üçgeninde yazıları olan kimyacı bir profesör yürütüyor. Bu kuruluşun danışma kurulu üyeleri arasında, dini öğretime ağırlık veren ve evrim kuramına karşı okullara yaratılış düşüncesini getiren ANAP’ın ilk milli eğitim bakanı bulunuyor. Bir başka üye de, İstanbul Aydın Üniversitesi’nde rektör yardımcısı, Refah Partisi ile AKP’de milletvekili olmuş ve 2018’de Cumhurbaşkanlığınca kurulmuş olan ‘Eğitim ve Öğretim Politikaları Kurulu’ üyesi bir ilahiyatçı. Bu ilahiyatçı, Erbakan-Çiller koalisyon hükümeti zamanında 1998’in başlarında bir televizyon programında, eğitim sisteminde ne gibi değişiklikler yapacakları konusunda yaklaşık olarak “Bildiğiniz gibi biyoloji, fizik gibi ders kitapları Hristiyanlar tarafından hazırlanmıştır. Biz ilahiyatçılardan ve üniversitelerdeki uzmanlardan komisyonlar oluşturup bu derslerdeki Hristiyan öğeleri eleyeceğiz” demesiyle anımsanıyor.

Bu platform Oku adlı bir dergi çıkarıyor; "Mütefekkir Bir Derviş D. Mehmet Doğan" ve "7. Bilimler Işığında Yaratılış Kongresi Değerlendirmeleri" gibi konuların ele alındığı Maarif Sohbetleri ile Aile Okulu adıyla aileyle ilgili konuşmalar düzenliyor. Bu Platformun "Maarif Düşüncemizin Kuramsal Temelleri" ve "Yolunu Arayan Türk Eğitim Sistemine Yeni Bir Model Önerisi: Beş Boyutlu Düşünme (5D Thinking) Modeli" gibi yayınları da bulunuyor.

"Enderun Özgün Eğitimciler Derneği", "İnsan ve Medeniyet Hareketi" tarafından bu hareketin eğitimcilere yönelik faaliyetlerini yürütmek üzere 2013’te bir ihtisas kurulu olarak oluşturulmuş. Bu dernek, 12 Kasım 2022’de düzenlediği ‘Çocuk Edebiyatı Çalıştayı’nın açılışını ‘Kur’an-ı Kerim Tilaveti’ ile yapmış. İnsan ve Medeniyet Hareketi’nin ‘Genç Hareket Spor Kulübü; Balkan Müslümanlarıyla Yardımlaşma Dayanışma Gençlik Ve Spor Derneği (BESADER); Mutlu Aile Mutlu Çocuk Eğt. Kül. ve Day. Der.; Girişimci İş Adamları Vakfı (GİV) ile İnsan Eğitimi Kültür ve Yardımlaşma Vakfı’ gibi başka ihtisas kurulları da bulunuyor.  

İnsan ve Medeniyet Hareketi ile ilgili web sayfasında, bu kuruluş için, “… geçmişinden aldığı birikim ve tecrübeyle geleceğin dünyasını inşa etmek için nitelikli çalışmalara imza atmayı kendine hedef ediniyor. … İnsan ve Medeniyet Hareketi’nin kökleri 70’li yıllarda Milli Türk Talebe Birliği ve Akıncılar Derneği etrafında bir araya gelen, bu topraklarda İslam’ın sesi olmayı kendine şiar edinmiş o yıllardaki üniversite gençliğine dayanmaktadır” deniyor.2

Web sayfasına göre İnsan ve Medeniyet Hareketi’nin çeşitli illerde şubeleri, yayımlanmış videoları, eğitsel etkinlikleri ile

"Ramazan Hoca ve ‘Saf’ İslam Devleti" ve "İnsanın Anlam Arayışına Bir Çıkış Yolu Olarak Tasavvuf" gibi makaleleri içeren ve "Mevlâ bizi afvede, Gör ne güzel ıyd olur Cürm ü hatalar gide, Bayram o bayram olur" sözleriyle başlayan Enderun

"Peygamberin Varisi Cihanşümul Bir Alim: Hüccetü’l-İslam Muhammed el-Gazali et-Tusi" ve "İmam Gazali’den Gençler Öğütler" gibi makaleler içeren ve "Allah’ın adıyla, yardımıyla, ihsan ve ikramıyla" ifadesiyle başlayan İnsicam

"Ramazan ve Cihat", "Bir Tebessüm bir Sevap" ve "Hissedar Mevta, Müdebbir Galip" gibi makaleleri içeren ve "Hamd, övgü ve şükürler, Rabbimiz Allah’a mahsustur. O’na sığınır, O’ndan yardım dileriz. Allah’ın salat ve selamı Peygamberimiz Muhammed’e (s.a.v) ve onun ashabına olsun" ifadesiyle başlayan Yediveren ve yalnız gençlerin yazdığı Sürgün

adlı dergileri bulunuyor.

İstanbul Medeniyet Enstitüsü’nün web sayfasında vizyonları, “Orta Doğu, Balkanlar, Afrika, Avrupa ve Türki Cumhuriyetler olmak üzere eğitim sistemlerinin küresel gelişimi ve yeniden yapılandırılması için eğitim ve danışmanlık çalışmaları yapmaktadır. Bunlara ilaveten bölgedeki olası eğitim yatırım fırsatları için bireylere ve eğitim kurumlarına, birlikte çalışmakta olduğu dünyanın farklı bölgelerinden ileri gelen akademisyenlerin de desteğiyle eğitim ağırlıklı araştırmalar yürütmekte ve karar vericiler için raporlar ve analizler yayınlamaktadır. Bu doğrultuda İME başta müfredat geliştirme çalışmaları olmakla birlikte öğretmen eğitimi, aile ve çocuk eğitimi, öğrenci kulüpleri, mesleki eğitim, dini eğitim, sanat ve kültürel miras konuları ile bu konulara yönelik eğitim politikaları geliştirme konusunda yoğunlaştırmış ve buna yönelik proje ve çalışmalar yürütmektedir” olarak açıklanıyor.3

Bu enstitünün web sayfasındaki "Amaç ve Gayemiz" kısmında ise “a. Fikir, düşünce ve dilde yeni bir hakikat dili inşa edecek bilim, araştırma, eğitim ve sanat pratiği oluşturmak. Varlıkta madde ve manayı birlikte ele alan hakikat dilini destekleyecek, disiplinlerarası ilmi çalışmalar ve araştırmalar yap(tır)mak. b. 'Allah-İnsan-Âlem' bütünlüğüne dayalı bilim, eğitim ve sanat dilinin yaygınlaşması için ulusal ve uluslararası kurum ve kuruluşlarla ortak çalışma ve araştırmalar yap(tır)mak. … e. Oluşturulan hakikat dilini eğitim ve hayatın bütün alanlarında yaygınlaştırmak için tüm ilgililere yönelik panel, seminer, çalıştay ve kongreler düzenlemek” gibi açıklamalar yer alıyor.

Web sayfasına göre bu enstitünün "Bilim Danışma Kurulu"nda yabancı ülke üniversitelerinde çalışan ve çoğu yabancı olan 9 akademisyen bulunuyor. Ayrıca bu enstitünün, düzenlediği etkinlikler yanında, 

"Çocuk Edebiyatında Mana-i Harfi: Dini Eğitim Ve Tefekkür Perspektifi" ve "Van’da Bir Medrese-i Âliyye (Medresetü’z-Zehra) Açma Serüveni" gibi makaleleri içeren Katre Dergisi: Uluslararası İnsan Araştırmaları Dergisi (nedense bu derginin ilk sayfasında "İstanbul İlim ve Kültür Vakfı Yayınları" yazıyor!) ile

"Tebliğ ve İrşadda, Vaaz ve hutbelerde hakikat dilinin inşası" ve İngilizce yayımlanmış olan "Bir Dilin İnşası: İslami Eğitim ve Sosyal Yardım Bağlamında Vaaz ve Vaazlardaki Kur’an Gerçeklerine Dayalı" başlıklı raporları

bulunuyor.    

Maarif Platformu’nun yönetim ve danışma kurulları; İnsan ve Medeniyet Hareketi’nin Yüksek İstişare Kurulu, yönetim ve denetleme kurulu; İstanbul Medeniyet Enstitüsü’nün Mütevelli Heyeti, genel sekreter, müdürü ve akademik koordinatörü yalnız erkek üyelerden oluşuyor.

Yukarıdaki açıklamalar herhalde bu kuruluşları yeterince tanıtıyor. Bu kuruluşların toplumu Osmanlıca ile dini konularda bombardımana tuttukları anlaşılıyor.

Not: Çalıştayda dile getirilen görüşler haftaya

1 www.maarifplatformu.com

2 www.imh.org.tr

3 www.medeniyetenstitu.com        

                                                     /././ 

Yaygınlaşan parçalanma -Mesut Odman-

Yalnız tek tek ülkeler, toplumlar, ulusal örgütlenmeler düzeyinde değil, ülke toplulukları ve uluslararası örgütlenmeler düzeyinde de dikkate değer bir parçalanma gözlemlenebiliyor.

Yalnız tek tek ülkeler, toplumlar, ulusal örgütlenmeler düzeyinde değil, ülke toplulukları ve uluslararası örgütlenmeler düzeyinde de dikkate değer bir parçalanma gözlemlenebiliyor. O kadar ki, zaman zaman, kimi düzeylerde bu bölünüp parçalara ayrılma gözlemini dillendirebilmek için paramparça sözcüğüne başvurmak bile çok da abartılı olmuyor.

Bu durumu nesnelerle örnekleyebilmek bakımından, kimsenin başına gelmesin, hızla yol alan bir otomobilin ön camının parçalanmasını düşünmek yararlı olabilir. Otomobilin hızı ve camın kalitesi gibi içsel, cama çarpan nesnenin sertliği ve büyüklüğü ile çarpma açısı gibi dışsal denebilecek nedenlerle bağlantılı olarak, camda bir iki büyük çatlağın ortaya çıkmasıyla da sonuçlanabilir olay, ama cam yerinde durmaya devam eder. Bu durum, kısa bir süre de olsa, yapıştırma ile idare etmeye izin verebilir. Ancak, camın kuraklıktan çatlayıp yarılmış toprak görünümü alacak kadar çok sayıda parçaya ayrılmakla birlikte her zaman unufak olup dağılmadığı bir sonucun “ucuz atlattık” demeyi haklı çıkarması da mümkün olabilir. Bu sonuncu durumda, eğer cam kendiliğinden dağılıp dökülmediyse, onun en az zarar verecek biçimde tümüyle dökülmesini sağlayıp hemen yenisini takmaktan başka çare yoktur. 

Şimdi, nesneler yerine, insanlar ve toplumsal sınıflar ile onların yapıp ettiklerine bakarak sürdürelim.

Hemen hemen bütün toplumsal sınıflarda şu ya da bu ölçüde bir bölünmeden, bu sözcük o sınıflar adına fazlaca iyimserlik taşıdığı için biraz değiştirerek, basbayağı bir parçalanmadan söz etmek mümkün görünüyor. Egemen sınıfların bile hem nesnel konumları hem de tutumlarında zaman zaman şaşırtıcı farklılıklar ortaya çıkabiliyor. Yönetilen sınıflara gelince, onların nesnel durumlarındaki apaçık benzerliklere karşın, ülkeleri ve sınıfları ile ilgili çeşitli konulardaki tutumlarında daha da şaşırtıcı farklılıklar görülebiliyor. 

Örnek olsun, Cumhuriyet tarihinin en uzun hükümet dönemi rekorunu kırmaya yaklaşan AKP, hep “tek başına” hükümet olma görünümü altında gönüllü ve gönülsüz koalisyonlarla işi götürdü. En az üçünü ayırt etmekte bir güçlük yok, ciddiye alınabilir itirazın da olacağı söylenemez. Birincisi, iktidar döneminin ilk yıllarında dilimizi alıştırdığımız AkParti-AsParti koalisyonudur. İkincisi, ilkiyle aşağı yukarı eşzamanlı olarak yürütülen, sonradan kendi resmi yakıştırmaları olan kısaltma ile söylersek, "Fetö" ile gerçekleştirilen koalisyon. Üçüncüsü, bir zamanlar kendilerine ağzına geleni söylemekten geri durmamış Bahçeli’nin partisi ile kurulan koalisyon. Bunların ilk ikisi parçalanarak sürdürülmüş ve ilki daha küçük, ikincisi daha büyük vartalar atlatılarak, o arada, belli bir “tecrübe” kazanılarak sonuçlandırılmıştır. Üçüncüsünün sürüp gittiği ise bilinmekle birlikte, henüz parçalanma görünümünden çok uzak ufak tefek olayların oluştuğuna ilişkin dedikodu ve işaretler hemen herkesin ulaşabileceği açık kaynaklarda yer bulmaya başlıyor.

Öte yandan, ilan edilmese, hatta gizlenmeye çalışılsa da açık gerçeklik durumundaki koalisyonlar bir yana, gerçek olamayacak kadar tek parça gösterilmeye çalışılan AKP’nin de öyle olmadığı, ilgisi ve bilgisi yeterli düzeydeki hemen herkes için kolayca anlaşılabilir. Sözgelimi, kendi payıma şunu söyleyebilirim: Gerçekten başarılı bir bellek tazeleyici işlevi gören “Medusa’nın Salı” belgeselini izlerken bir kez daha hatırlamış oldum. Bu partinin 4 kurucusundan sadece birincisi gücünü artırmış olarak yerli yerinde duruyor. Ötekilerinse ne güçleri kalmış, ne adları anılıyor… Ayrıca, ikisi yeni, biri kendisinden bile eski İslamcı gelenekten gelen 3 parti hâlâ parlamentoda yer ve söz alabilir durumda… Yine açık kaynaklarda, genel merkezde iki önemli hizip konumundaki grupların asansörlerini bile ayırdıkları iddiaları dile getiriliyor ve, benim izleyebildiğim kadarıyla, ne resmi bir yalanlama oluyor ne de yumuşak ya da sert bir karşı tepki… 

Tuhaf bir biçimde en son yerel seçim sonuçlarındaki kılpayı birinciliğine bakarak övünmeyi “görmemişin bir oğlu olmuş” kutlamalarına dönüştürmekten vazgeçmeyen “ana muhalefet partisi”ne ise ne denebilir! Önceki genel başkanlarının büyük kongrede sahtekârlık imalarını gündeme getirmesi yüzünden başlarına gelenlere ve geleceklere bakmak yeter. Şu anda görünür durumdaki parçaları, bir yanda yeni ve genç genel başkan, bir yanda eski ve yaşlı genel başkan, bir yanda cumhurbaşkanlığı heveslisi belediye başkanı, bir yanda pusuya yatmış cumhurbaşkanı adayı öteki belediye başkanı olarak saydıktan sonra, düşünüyor insan, eksik bir parça kaldı mı diye… 

Kendi ülkemizdeki açık ya da henüz açığa çıkmamış parçalanma örneklerini saymayı bırakıp bakışlarımızı biraz da dışarılara çevirebiliriz.

Dışarılar dediğimiz, emperyalizm aşamasındaki kapitalizmin egemen olduğu dünya. Oralara ilişkin bizdekine benzer ayrıntılı bir parça sayımına girişecek kadar yakın ilgim yok. Ama şu kadarını belirtip geçebiliriz: Avrupa çok uzun zamandır sergilediği “birlik içinde parçalılık” görüntüsünde değişik ülkelerde değişik biçimlerde ağırlık kazanan açık faşist eğilimleri beslerken, bizim dilimizde de yayımlanmış eski bir kitabın adıyla söylersek, “Amerika Birleşmemiş Devletleri”nde o eğilimler ne zamandır sağlama bağlanmış iki partililik içinde özümsenip kendi dışındaki coğrafyalara eli sopalı akıl hocası olarak gönderiliyor. Bunu derken kişi olarak anlatmak istediğim Trump değil, onun kendisine yardımcı olarak seçtiği JD Vance. Kırk yaşını yeni geçmiş ve en az kendisi kadar uçuk kaçık bir politikacı bu. Resmi ziyaret yaptığı Avrupa ülkelerindeki faşist eğilim ve partilere kaba saba destek atarak kırdığı potlarla şimdiden belli bir ün kazanma yolunda adımlar atıyor.

İtiraf etmeliyim, bu yeni Vance’ın adıyla marifetlerini duyduğumda, merak işte, eskisiyle bir akrabalığı var mı diye araştırdım. Yokmuş, anlaşılan. Eskisi dediğim, bizim gençliğimizdeki Cyrus Vance. Başkan Carter döneminde Dışişleri Bakanlığı yapmıştı. İşte o Vance, çok daha önce, 1967 yılının Kasım ayında ABD Başkanı Johnson tarafından Yunanistan ve Türkiye’ye kendisinin “Kıbrıs özel temsilcisi” olarak gönderilmişti. Resmi unvanı buydu galiba. Biz “devrimci öğrenciler” de onu ve onun kişiliğinde Amerikan emperyalizmini protesto etmek için Ankara Esenboğa’ya gidip havaalanı pistinde oturma eylemi yapmıştık. “Birleşik Devletler bizi durduramaz” diye de İngilizce büyücek bir pankart hazırlamıştık. Havaalanı pistinde o pankartın altında otururken fotoğraflarımız vardır. Neden “USA” değil de “US” diye yazmıştık, onu hatırlamıyorum. Herhalde pankartımızın boyu yetmeyecek diyedir.

Ama, eylem hiç işe yaramadı sanılmasın. Uzunca bir bekleyişten sonra Amerikalının uçağının gelmeyeceği açıklanmış ve biz de öyle itiş kakış, hırgür falan olmadan kente dönüp dağılmıştık. Ertesi gün gazetelerde ABD Başkanı özel temsilcisinin uçağının güvenlik gerekçesiyle Esenboğa’ya değil, Mürted askeri havaalanına indirildiğini okuduk.

Uzatmayalım, bu Vance başka Vance. Eskisini şimdiden unutturduğu söylenebilir. 

Az önce dışarılara bakalım derken, oraların emperyalizmin egemenliği altında bir dünya olduğunu da eklemiştik. Onun ne demeye geldiği ise bundan bir yüz yıl bir de yaklaşık on yıl daha önce aynı adı taşıyan bir kitapta öz olarak yazılmıştı. “Öz olarak” derken daha yazılması gerekenler var, demiş oluyoruz.

Orada birtakım ekonomik göstergeleri içeren bir tanım verilmişti. Tekellerin belirleyiciliği, mali sermaye ve mali oligarşi, sermaye ihracının kazandığı önem, uluslararası tekelci birlikler, en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi. Onlarda bir değişiklik ya da yanlışlık yok. Şimdi vurgulamamız gereken şu olmalı: “(…) emperyalizm için başta gelen şey, hegemonya mücadelesindeki büyük güçler arasındaki yarışmadır; yani doğrudan doğruya kendisi için değil, ama rakiplerini zayıflatmak, onların hegemonyasını sarsmak için de toprak ilhak edilmektedir.” 

Şair Cemal Süreya’nın çevirisinden küçük birkaç değişiklikle aktardığım bu cümledeki vurgu noktası, emperyalizm açısından kendi doğrudan çıkarı için değil, rakiplerinin hegemonyasını kırmak için saldırganlaşmanın ve yayılmanın önemidir. Başka türlü anlatırsak, emperyalizm, aynı zamanda bir hegemonya kurma ve başkasının hegemonyasını kırma mücadelesidir. Bu açıdan bakıldığında, hakkında deli, çılgın ve benzeri yakıştırmalar yapılan Trump’ın, bunlardan önce, pek “kitabi” bir emperyalist politikacı olduğunu söylemek mümkündür. Emperyalizmin kitabına son derece uygun davranmaktadır.

Bunların bir büyük savaşa yol açıp açmayacağı sorusuna gelince, yersiz bir soru olmamakla birlikte, herkesi doyurucu bir yanıt verme çabasının kâhinliğe dönüşme tehlikesi vardır. Onun yerine, yine şairimizin çevirisinden aktaracağım şu satırları akılda bulundurmak doğru olur:

“(…) ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı birleşmesi, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak biçiminde olsun, ‘inter-emperyalist’ ya da ‘ultra-emperyalist’ ittifakları, kaçınılmaz olarak, savaşlar arasındaki dönemlerin ‘mütarekeleri’ olmaktan başka anlam taşımamaktadır. Barışçı ittifaklar, savaşları hazırlar ve savaşlardan doğar; tek ve aynı temel üzerinde, dünya siyasetinin ve dünya ekonomisinin emperyalist bağlantı ve ilişkileri temeli üzerinde barışçı olan ve barışçı olmayan savaşımın almaşık biçimlerini yaratarak, biri ötekini koşullandırır.” 

Yeterince açık değil mi? Bundan fazlası gerçekten kehanete girer.

                                                         /././

Gelecek Partili vekil 196 bin liralık maaşından şikayet etti: 'Birçok arkadaşımızın borcu var'

196 bin 775 liralık milletvekili maaşının yetersiz olduğunu söyleyen Gelecek Partisi Milletvekili Demir, tepkilerin ardından açıklamada bulundu. Demir, "Algı oluşturan kim varsa şerefsizdir, namussuzdur" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/gelecek-partili-vekil-196-bin-liralik-maasindan-sikayet-etti-bircok-arkadasimizin-borcu-var)

                                                          ***

Okumasınlar, evlensinler, çalışsınlar': Dinciler eğitimde nasıl patronların ekmeğine yağ sürüyor?

Maarif Platformu, Enderun Özgün Eğitimciler Derneği ve İstanbul Medeniyet Enstitüsü isimli gerici yapıların hazırladığı eğitim çalıştay raporu bugün kamuoyunda gündem oldu. Raporda skandal ifadeler var.
(https://haber.sol.org.tr/haber/okumasinlar-evlensinler-calissinlar-dinciler-egitimde-nasil-patronlarin-ekmegine-yag-suruyor)

                                                                         ***

'Mafya düzeni' sözü Altun'u kızdırdı: 'Erdoğan ve ailesini korumak asli görevimiz'

Fahrettin Altun, "Cumhurbaşkanımızın, kıymetli ailesinin ve kutlu davamızın hukukunu korumak asli görevimiz" dedi, gazetecilik adı altında "dedikodu faaliyetleri, fitne seansları, iftira kampanyaları" yapıldığını öne sürdü.(https://haber.sol.org.tr/haber/mafya-duzeni-sozu-altunu-kizdirdi-erdogan-ve-ailesini-korumak-asli-gorevimiz-396275)

                                                                 ***

Merkez medya TÜSİAD meselesine gözünü kapattı, kabusun geçmesini bekliyor

Patronların sözcülüğünü yapan merkez medya, adliye koridorlarındaki patronları görmedi. Bloomberg HT'den CNBC-e'ye, Hürriyet'ten Milliyet'e birçok yayıncı sessizce iktidar ve TÜSİAD arasındaki krizin sonlanmasını bekliyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/merkez-medya-tusiad-meselesine-gozunu-kapatti-kabusun-gecmesini-bekliyor-396276)

                                                                 ***

AFAD yoksul depremzedelere yardımı kesti: ‘Devletin size bu kadar baktığı yetmiyor mu?’-Burcu Günüşen-

AFAD, kiracıyken evi yıkılan depremzedelerin Esenkart'larına yapılan ödemeleri kesti. Osmaniyeli depremzede, kendilerine "Devletin size bu kadar baktığı yetmiyor mu?" denildiğini aktardı.(https://haber.sol.org.tr/haber/afad-yoksul-depremzedelere-yardimi-kesti-devletin-size-bu-kadar-baktigi-yetmiyor-mu-396294)

(soL)

               

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem"-27 Haziran 2025-

  Turgut Altınok’un dosyalarını “açık” tutan savcı, başsavcı vekilliğine terfi etti -Tolga Şardan- HSK’nın Savcı Mehmet Beşir Güven’i, “başs...