soL "Köşebaşı + Gündem" -9 Şubat 2025-

Defne Halk Temsilcileri Meclisi Merkezi açıldı: ‘Hatay devam ediyor demek için’

Türkiye Halk Temsilcileri yerel meclislerinin ilki olarak Hatay’da kurulan Defne Halk Temsilcileri Meclisi’nin sosyal merkezi açıldı.

On binlerce yurttaşın yaşamını yitirdiği, yaralandığı ve evsiz kaldığı 6 Şubat depreminin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen bölgedeki sorunlar sürerken, Hatay halkı örgütlendikleri Defne Halk Temsilcileri Meclisi’yle yaralarını sarmaya devam ediyor.

Türkiye Halk Temsilcileri yerel meclislerinin ilki olarak Hatay’da kurulan Defne Halk Temsilcileri Meclisi’nin sosyal merkezi bugün açıldı.  

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Defne Sümerler Mahallesi’ndeki merkezin yüzlerce yurttaşın buluştuğu açılışına katılarak konuşma yaptı.

‘Onlar bu kentin ruhunu yok etmeye çalışıyorlar’

Depremin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen iktidarın yaptığı tek şeyin kente beton dökmek olduğunu belirten Okuyan, buna rağmen halkın kenti ayakta tutmaya çalıştığını şu sözlerle ifade etti:

"İki yıl geçti. Biz iki yıl önce depremden hemen sonra buraya geldiğimizde çaresizlik içerisinde bırakılmış bir kent vardı. Şimdi iki yıl geçti. Deprem bölgesinde dolanıyorlar, ne güzel binalar yapıyoruz diyorlar. Bildikleri tek şey sağa sola betona dökmek. Ancak benim gördüğüm başka bir kent. Onlar bu kentin ruhunu yok etmeye çalışıyorlar. Bizim bildiğimiz Armutlu’yu da Defne’yi de değiştirmeye çalışıyorlar. Ancak siz burada toplanarak Hatay’ı ayakta tutmaya çalışıyorsunuz."

‘Beton dökmeyi iyi biliyorlar ancak canlarımızı korumayı bilmiyorlar’

Kemal Okuyan yaşanan tüm felaketlerde hükümetin üzerindeki sorumluluğu kabul etmediğini, iktidarın halkı korumadığını ifade ederek şöyle konuştu:

"Çünkü on binlerce canımızı aldılar. Beton dökmeyi iyi biliyorlar ancak canlarımızı korumayı bilmiyorlar. Deprem olduktan sonraki ilk anlar ve sonrası bir ay ortada bıraktılar. Depremde böyle, selde böyle, yangında böyleler. Karşımızda insanı sevmeyen bir zihniyet var ama binaları dikiyorlar. Diyorlar ki deprem bu suçumuz yok. Sel olur bizim suçumuz yok, yangın olur suçumuz yok diyorlar. Bunlar olmadan ne oluyor peki? Memlekette adaletsizlik yoksulluk hepsi var. Sonra gelmiş diyorlar ki bina dikiyoruz."

RTÜK Başkanına yanıt: ‘Depremde ölen insanlar, süren yoksulluk algı operasyonu mu?’

Kemal Okuyan, RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin’in ana haber bültenlerinde ülkede olumlu olaylar yaşanmadığı algısı yaratıldığını öne sürerek en üst sınırdan yaptırım uygulanacağına yönelik tehdit içeren açıklamasına da şu sözlerle yanıt verdi:

RTÜK bugün demiş ki memlekette hep olumsuzluk var gibi konuşuyorlar. Depremde ölen onca insan, bugün süren yoksulluk , bunlar algı operasyonu mu? Bunlar neden bahsediyorlar, ayıptır ya!

Paraya tapmayanların, tarikatlara savaş açanların adresi DHTM binası

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, sermaye sınıfı ve gericilerden halka fayda gelmeyeceğini belirttiği konuşmasında Defnelilere DHTM’yi adres göstererek şu ifadeleri kullandı:

"Boyun eğmediğimiz için buradayız. Depremi yaşadınız ancak aradan günler aylar yıllar geçiyor. Depremin sonrasını tüm hayatı kurmak için mücadele ediyoruz. Depremden sonra ne dedik. ‘Tarikatlardan, holdinglerden hayır gelmez’ dedik. Neden? Çünkü her ikisi de paraya ve cehalete tapmaktır. Her ikisinden de fayda gelmez. Şurada gördüğünüz bina paraya tapmayanların, holdinglere ve tarikatlara savaş açanların binasıdır. Defne Halk Temsilcileri Meclisi binamızdır."

Defnelilere çağrı: ‘Hatay devam ediyor demek için var mısınız?’

Okuyan, Defnelilere seçimden seçime değil her zaman yanlarında olduklarını belirttiği konuşmasını şu sözlerle sonlandırdı:

"Kente sahip çıkmak, insana sahip çıkmak, birbirimize sahip çıkmak için işte size bina. Ne demiştik. Seçimden seçime bizleri görürseniz yüzümüze tükürün demiştik. Öyle mi oldu? Biz buradayız, Hizam Hasırcı burada. Defnelilerin, Hataylıların yok etmeye çalıştıkları kenti holdinglere ve tarikatlara teslim etmemek için mücadele etmeye var mısınız dostlar. Bizim sevdiğimiz, görmek istediğimiz Hatay devam ediyor demek için var mısınız arkadaşlar? Varsanız bu bina sizindir. Çocuklarınız, öğretmenler, mahalleliler, emekliler tepe tepe kullanın hayırlı olsun."

'İçimizdeki halk sevgisini asla değiştirmeyeceğiz'

Defne Halk Temsilcileri Meclisi’nin sosyal merkezinin açılışında THTM kurucularından sanatçı Levent Üzümcü, DHTM Sözcüsü Hizam Hasırcı, TÖB-Sen Genel Başkanı Deniz Ezer, DHTM Üyeleri Hasan Çelik ve Ali Habip de konuşma yaptılar. 

Üzümcü, konuşmasında, kendisi için çok önemli bir yerin, anıların tahrip olduğunu gördüğünü ifade ederek şunları söyledi: 

"Sizler yaşamış olduğunuz şehrin elinizden kayıp gitmesini acıyla gördünüz. Ancak bizim bu binalarda sizlerle birlikte olabilmemiz, sizin gibi insanlarla buralarda bir arada olabilmemiz çok önemli, çünkü böyle yalnızlık zamanlarında acı zamanlarında insanları hayatta tutabilen tek şey birbirlerine verdikleri destek. Birbirimizi yalnız bırakmamalıyız. Çocuklarımıza da bunu aşılayalım, omuz omuza olmayı, idealimiz olan o güzel dünyayı yaratacak çocukları yetiştirmeyi ihmal etmeyelim."

DHTM Sözcüsü Hasırcı ise, şunları kaydetti:

"Biz yola çıkarken 'Bir yol kavşağındasın ey Defne ve mutlaka değişecek kaderin' demiştik. Köhnemiş zihniyeti değiştirmek için mücadele vermeye devam ediyoruz. Bizi takım elbise ve son model arabalarıyla kapımızı bir daha çalmayan siyasetçilere benzetmeyin demiştik. Seçimden bu yana on ay geçmesine rağmen biz mücadeleye devam ediyoruz. Ama bizler Hizam Hasırcı belediye başkanı olsun diye değil bir zihniyeti değiştirmek için yola çıktık. Bu zihniyet bizi ayakta tutuyor. Bunu hepimizin bir arada başaracağına inanıyorum.

Sizlere buradan tekrar söz veriyorum, koşullar ne olursa olsun içimizdeki halk sevgisini asla değiştirmeyeceğiz."

TÖB-SEN Genel Başkanı Deniz Ezer, zor süreçten geçtiklerini belirterek şunları söyledi:

"Halkımızın açlıkla terbiye edildiği dönemde umut olabilmek asıl mesele. Şu an yaşadığımız süreç her bakımdan umutsuzluk veriyor. En temel yaşam haklarımızdan, sağlık, barınma haklarımızdan mahrum bırakılmış haldeyiz. Gençlerimiz bataktalar. Geldiğimiz noktada gelirin çoğunu yüzde birlik sermaye sınıfı alırken, yüzde doksan dokuzu açlık içinde yaşamaya devam ederken, arsızca şov yapmaya gelen insanlar var burada. Bugün gençlerimiz üniversiteye gidiyor, sonrasında işsizlikle karşı karşıya. Çocuklarımız merkezi sınava tabi olup her türlü işsizlik karşısında umutsuzluğa sürükleniyor. Bugün açılan DHTM binası bu anlamda çok değerli. Aslında buradan başlıyor dayanışma ve umut olmak. Bu umudu yeşertenlere bin selam."

Ardından söz alan DHTM üyesi Hasan Çelik, şöyle konuştu:

"Asbest tozu içerisinde ölüm kokan bir kentin olmayan kaldırımlarında, otostop çekerek okula gidip gelen yüzlerce çocuğumuzun yüzü gülümsesin, içinde bir umut ışığı olsun diyedir bu mücadele. Çamurlu sokaklara bizi muhtaç edenlere, eğitimden halkımızı uzak tutmak isteyenlere inat bu kavga. Defne Halk Temsilcileri Merkezi, sadece bir eğitim yuvası değil, çok ötesinde, psikolojik olarak çökmüş birçok canımıza psikolog desteği ile çocuklara pedagog desteği olacak, uyuşturucuyla mücadele edecek bir merkez."

DHTM üyesi Ali Habip de şunları kaydetti:

"Yıkımlar toz toprak altında yeniden var olmaya çalışıyoruz. Bu sadece binaların varoluşu değil, halkımızın var olma mücadelesi. Tarafımızda katliamlar var, işsizlik var açlık var. Tek yapmamız gereken tüm bu olumsuzluklara karşı bir arada dayanışmak, yeniden var olabilmek; omuz omuza ve hep birlikte. Biz bir arada ve omuz omuza mücadele ederek bizi yok edeceklerle ancak baş edebiliriz."

Defnelilerin yoğun ilgi gösterdiği açılış sanatçı Hasan Baklacı’nın konseriyle devam etti.

                                                       ***

Yönetmek, yönetememek -Aydemir Güler-

Türkiye’de de bu düzensiz yağma bir hesaplaşmanın habercisidir. Büyük Devrimler köklü hesaplaşmadan çıkar dedim. Ama acele etmeye gelmez.

Dünya, üzerindeki her bir toplum, her zaman mücadele arenasıdır. Mücadele süreklidir, ama zaman zaman kalıcı duygusu veren statükolar oluşabilir. 

İki yüz yıl önce, Büyük Fransız Devriminin yarattığı dalgalar Avrupa’yı sarsıyordu. Devrimin statükosu, düzeni olmaz. 

1815’de Waterloo’da Britanya İmparatorluğu, arkasına Devrimin mirasını alan Napolyon’un savaşlarını sonlandırdığında bir statüko ilan edilmiş oldu. Adına Pax Britannica dendi. Britanya Barışı aynı zamanda Britanya egemenliği demekti ve Roma çağını anlatan Pax Romana’ya göndermede bulunuyordu. İngiliz emperyalizminin hegemonyası Birinci Dünya Savaşı’nda bir daha düzeltilemeyecek biçimde karaya oturdu. Şimdi sıra Büyük Rus Devriminin dalgalarındaydı. 

Modern kapitalizm döneminin ilk Pax’ı nasıl İngiliz toplarıyla ilan edildiyse, ikincisi de ABD’nin 1944 Normandiya Çıkarması, ama asıl 1945 Hiroşima-Nagasaki bombardımanıyla gelmiştir. 

Amerikan Barışı 20. yüzyılın sonlarında Ekim Devriminin etkilerinin neredeyse süpürülmesiyle taçlandı. Ama bu son zafer, tartışmayı durdurmadı. Uzun zamandır ABD’nin dünyanın bir numaralı gücü, hegemonik devleti, baş emperyalisti olduğunu söylüyoruz. Baksanıza, her sabah ABD Başkanının ne dediğini dinlemek üzere uyanıyor insanlık. Delilikle öncülük arasında gidip gelen bir yeni mesaj, tek gün bile eksik olmuyor. Böylece ABD’nin gücü her gün yeniden kanıtlanıyor ve hatırlatılıyor. 

Ama bir Pax Americana’dan söz edemiyoruz. 

O büyük “barışların” da tarihini mücadeleler yazıyordu. Statükodan ziyade kaotik görünüm veren dönemlerde de, aslolan elbette değişimdir. 

Ama arada ciddi fark var. Dünyamız 21. yüzyıla dağınık girdi ve toparlanamıyor. Bir büyük Barış veya statükonun inşa edilmesine kimse imza atamayınca, başka bir kriter öne çıktı: O da inisiyatif almak. 
İşte Trump, çılgınca, akıl almaz bir acele, hatta telaş içinde ABD emperyalizminin birbirini kovalayan inisiyatiflerini dile getiriyor. Buradan bir düzenin çıkacağı yok. Ama bu uzun süreli düzensizlik, daha önceki örneklerde olduğu gibi bir devrim çağına da denk düşmüyor. Tersine işaret fişekleri 1970’lerde atılmaya başlanan karşıdevrimi yaşamaya devam ediyoruz. 

Karşıdevrim düzenini kuramıyor. Bu delilik çağına Pax adını vermek, Barış demek, toz dumanın arasından oturaklı bir hegemonyayı ayrımsamak imkânsız. 

Amerikan inisiyatiflerinin önemli bir bölümünün herhangi bir karşılığının olmayacağını öngörmek için dahi olmak gerekmez. Gazze’nin bir Rivieara’ya dönüşmesi, Filistinlilerin Suudi Arabistan veya İspanya’ya göçmeleri, bir göktaşının çarpması sonucu gezegenimizin yok olması kadar olası olabilir ancak. Ama artık bunlar telaffuz edilebiliyor. Mücadelenin ekseni sağa, daha sağa, insanlık dışı koordinatlara taşınıyor. Bu bir statüko olmayacak, kalıcılaşamayacak. Ve dünya böyle böyle köklü bir hesaplaşmaya yaklaşacak. 

Büyük Devrimler köklü hesaplaşmalardan çıkar. 

*    *    *

Başka ülkeler bir yana, Türkiye’de de bir statükodan, bir Erdoğan düzeninden söz edemiyoruz. Bir karşıdevrim tablosunun içindeyiz. Tabloda kendine özgü bir düzen de seçilmiyor. Türkiye’de olup biten yönetilmiyor. 

Depremin üstünden iki yıl geçmiş ve ortalık gözümüzün içine bakarak söylenen yalanlardan geçilmiyor. Egemenlerin yapabildiği felaketi fırsata çevirmek, yani tüccar siyaseti. Ama bu icraatın bir adı zaten var: Yağma. 

Sömürgeler önce yağmalanır; bu politikaya kolonyalizm diyoruz. Ama sömürgeci ülkeden gelip sömürgeye yerleşenler, çoğu örnekte, eninde sonunda yağmadan farklı bir işleyişe ihtiyaç duyacaklar, var olanı tüketmekten üretmeye geçecekler, giderek yeni toprakları vatan belleyeceklerdir. Yağma ne kadar sürerse sürsün, geçici olmak zorundadır. Yönetmek başka bir şeydir. 

Türkiye’de karşıdevrim, kendisinden önceki bütün toplumsal ilerlemeyi yağma konusu olarak gördü. Kamusal ekonomiyi yok ederek başladılar. Sağlığı gerçek anlamda tüketip hastaneleri sağlık turizmi kapsamına alıyorlar. Eğitimi yağmalayıp çocuk emeğine çöktükleri gibi... Her gün birkaç işçinin işbaşında öldüğünü görüyorlar ve bu sayıyı azaltmak için herhangi bir adım atmıyorlar. Her gün bir ya da birkaç kadın öldürülüyor; yargı ise katillere ceza değil indirim üstüne çalışıyor. Bir de kamu spotları hazırlanıyor: Tehlikedeki kadının çağrısına anında koşup yetişen polis teşkilatını varmış gibi gösteren bu spotlar reklam sektörüne devletten para aktarmaya yarıyor olmalı! Toplumun tamamını uyuşturucu bağımlısı haline getirmekte de bir beis görmüyorlar. Çünkü bu ülkeyle, bu toplumla kendileri arasında bir bağ kuramıyorlar, kurmuyorlar. 

Bunun adı yönetmek değil. Yukarıda, dünyada kurulan Pax’lardan söz ettik ya. Britanya dünyaya parlamentarizmi, ölçü sistemini armağan ediyor, kendi içinde de, Engels’in ortaya attığı kavramla “işçi aristokrasisi” yaratıyordu. Britanya emekçileri Pax Britannica içinde bir konum elde edebiliyorlardı. 20.yüzyılda “Amerikan yaşam tarzı” beyaz eşya parası biriktirebilen emekçileri de heyecanlandırıyordu. 
Bizde bunlar yok, ama dahası var. Ortalaması laik bir toplum laiklikle yönetilmiyor. 10 milyon kişinin katıldığı, çoğunluğun da yürekten desteklediği Gezi hakkında uyduruk dosyalar hazırlanıyor. Bu saçmalıklar konuşulamasın diye her gün sopa sallanıyor. 

Açıkçası AKP’nin yeni bir düzen kurmak için minicik bir şansı var idiyse, o da yok oluyor. 

Türkiye’de de bu düzensiz yağma bir hesaplaşmanın habercisidir. Büyük Devrimler köklü hesaplaşmadan çıkar dedim. Ama acele etmeye gelmez. Devrim gökten düşmez. Önceden kendini hissettirir, öncü sarsıntıları duyulur. Ne biz ne dünya yolun o noktasında değiliz henüz. Olsak hissederiz… 

Ama yolun başka bir çıkışı da yok. Yönetmiyorlar, yönetemiyorlar. Denemiyorlar bile. 

                                                        /././

Palmiye Sitesi'nin asli kusurlu sanığı ‘yaşlılık ve sağlık' gerekçeleriyle tahliye edildi ve firar etti.

Davanın asli kusurlu sanığı Hacı Mehmet Ersoy, sağlık raporu ve yaşlılık gerekçesiyle 26 Aralık 2024'te tahliye edildi ancak kısa süre sonra hakkında yeniden tutuklama kararı çıkarıldı. Ersoy, bu kararın ardından kayıplara karıştı.(https://haber.sol.org.tr/haber/palmiye-sitesinin-asli-kusurlu-sanigi-yaslilik-ve-saglik-gerekceleriyle-tahliye-edildi-ve)

                                                                 ***

Katı olan her şey -Ayşe Şule Süzük-

Kapitalist düzenin bugün geldiği nokta ne vadediyor bize? Artık politika bir oyun alanı, temsilî demokrasi denilen şey gösteri toplumunun şekilsiz bir yansıması.

Karmakarışık bir dünya, kafamın içi de karmakarışık. “Her şeyi yakala” (catch all) dürtüsü ile saçma bir koşuşturma içinde nefessiz ve bu durumun zorunluluğu olarak hedefsiz sürekli bir çember çiziyorum sanki. Bazen tekil “ben” bazen çoğul “biz” demek istiyorum. Çünkü bu durumun yalnızca beni sıkıştıran bir kerpeten olmadığını düşünüyorum. Her şey seyirlik hâle dönüşüyor, bunu gözlemliyorum hem çevremden hem de kendi yapıp etmelerimden. Bir kadın olarak ben John Berger’in dediği gibi “bakılma” ve “görülme” durumuna zaten yabancı değilim, toplumsal cinsiyet rolleri, toplumun dayattığı cinsiyetçi bakış ile büyürken içkinleştirdik kaçınılmaz olarak bu olguyu.  Ancak bu kez sadece kadınlar değil, her cins ve cinsel yönelimden kişiler kendi özel dünyalarını çok fazla yansıtmak istiyor. 

Osmanlı’nın son döneminde özellikle de Tanzimat edebiyatında yazılan romanlarda işlenen “kadınsılaşmış” erkek hikâyesi bir bakıma Batı karşısında gücünü yitirmek diğer yandan fazla batılılaşmak anlamı taşıyor. O günden bugüne öyle çok zaman geçti ki…  Ama marjinalize edilen, eleştirilen ve monden bulunan durumların bir düstur hâline gelmesine tanık oluyoruz bugün. 

Konuşulacak ve yazılacak çok şey var, şüphesiz. 

Narsistlik mi? Evet, kendini fazlasıyla önemseme, kendinde her türden dayatmayı hak görme ve bu doğrultuda karşıdakini yönlendirme, başkası ile duygudaşlık kuramama, sığlık, böbürlenme… Bunun yanında yazık ki çok sık karşılaştığımız ve bugünün siyasetini de önemli ölçüde belirleyen kişinin yapıştığı kimlikler üzerinden var olma çabası. 

Korkunç. 

Bitmiyor dahası bu yapışılan kimlik üzerinden bağnazca kendinin dışındaki herkesi ötekileştirme pratiği kişileri ve siyasi hatları deforme ediyor. Bakınız çevrenize, göreceksiniz.  Kimlik siyaseti yaparak aslında kimlik toplumları yaratıyor ve bu çember içinde bizleri yaşamaya zorluyorlar. Bu bir bakıma körlük siyaseti demek, bu ise bencillik ve narsistlik çağı ile çok örtüşüyor. Nihayetinde başta milliyetçilik olmak üzere her türden kimliğin üzerinde tepinmek elbette kollektif bir narsizm içeriyor.  

Kapitalist düzenin bugün geldiği nokta ne vadediyor bize? Artık politika bir oyun alanı, temsilî demokrasi denilen şey gösteri toplumunun şekilsiz bir yansıması. Şımarık zenginlerin doymak bilmez hırsları, Trump ve Netanyahu’nun kutsal biraderlik gösterisi ile aba altından dünyanın ezilenlerine, yersiz yurtsuzlarına, yerden göğe kadar haklılarına kısaca bizlere sopa sallamaları gına getirdi artık. Marx, “Komünist Manifesto”da şöyle diyor: “Modern burjuva toplumu, böylesine devasa üretim ve mübadele araçlarını bir araya getirebilmiş olan bu toplum, tılsımlarla çağırdığı yer altı güçlerini artık kontrol edemeyen bir büyücüye benziyor.”  Acep bugünü görse ne derdi? 

Peki, ne yapmalı?

Bu VIP’lere [very importan person (çok önemli kişi)], deli evinde birbirinin sırtını sıvazlayıp gaza getirenlere, oturdukları Kafdağı’ndan aşağıya bize, böcek olarak gördükleri halka bakan zalım yeni tür liderlere bize yaptıklarını iade etmeli, dünyanın ezilenleri olarak ne istatistiki veri ne de böcek olduğumuzu gözlerine sokmalıyız. 

Nasıl?

Nasılı şu: Ancak başta kendimizden başlayarak bir şeyleri değiştirmeye başladığımızda. Bizler, o çok eleştirdiğimiz kapitalist toplum içinde sürüler hâlinde tüketiyor, toplumsal ilişkileri seyirlik vodvillere dönüştürüyor, imaj denizinde derinliksiz ve sahte ilişkiler kuruyoruz. Teslim olduğumuz tüketim kültürü bizi silahsız ve savunmasız bırakıyor. Gerçek ilişkiler yerini sosyal medyaya,  film platformlarına, insansızlığa ve başkası için kılını kıpırdatmama hareketsizliğine, dedikoduya bıraktıkça deli başkanlar büyüyor, şişiyor, semiriyor ve kuyrukları ile (annemin deyişi ile)  kum oynuyor. Büyük siyaseti çekirdek çitleyerek izlerken kendimize hiç pay çıkarmayarak sürekli söylenip duruyoruz;  mutsuzluk içinde ama gerçekten söylemeye sıra gelince sessizlik hâkim oluyor. O vakit, bu oyunu bozarak, bu sanal büyüyü etkisizleştirerek gerçek deneyimlere yönelmek gerekmiyor mu?  Kesinlikle bu konuda eski tarz ilişkilere dönmek önümüze koymamız gereken hedeflerin en başında yer almalı. Yan yana, diz dize, bir arada. İşte buna örgütlülük diyorum. 

Not al yavrum. 

O zaman Goethe’nin Faust’undan bir bölüm:

“İşitmiyor mumsun? Aklımdan bile geçmez neşe;

döne döne sarsılmak, kendimden geçmek 

                                                              benim istediğim,

en kederli aşırılıklar,

Aşkın nefreti ve hayat veren düşkırıklığı.

… zihnim

bundan böyle hiçbir kedere kapamayacak kendini;

tüm insanlığa düşen neyse,

ben de alacağım payımı, tüm yüreğimle, 

taşıyacağım

zirvesinde ruhumun ve en derin kuyularında,

onların mutluluk ve kederlerini göğsümde

                                                           biriktireceğim.

ve kendi benliğimi onlarınkine bırakacağım olduğu gibi

tâ ki ben de sonunda onlar kadar yıkılıncaya dek.” 

                                                            /././

KFC ve Pizza Hut işçileri İzmir'den seslendi: 'Hakkımızı istiyoruz'

Yum Brands ile İş Gıda arasındaki anlaşmanın sona ermesiyle binlerce KFC ve Pizza Hut işçisi işsiz kaldı. İzmir’de de işçiler, hakları için Alsancak Kıbrıs Şehitleri Caddesi'nde bulunan KFC önünde bugün basın açıklaması gerçekleşti.

İşçiler adına konuşan Doğan Oral, İş Gıda Mağdurları İzmir Temsilcisi olarak açıklamayı okudu.

İz Gazete'de yer alan habere göre, Oral konuşmasında, şirketin çalışanlarına verdiği sözleri tutmadığını, işçilerin haklarının görmezden gelindiğini ve güvensiz bir çalışma ortamında bırakıldıklarını vurguladı. 

'Finansal sıkıntılarının arka planı detaylı bir şekilde araştırılmalı'

Doğan Oral “KFC ve Pizza Hut markaları için yıllarca emek verdik, bu süreçte hakkaniyetten uzak bir yönetim anlayışıyla karşılaştık. İş Gıda’nın yaşadığı ekonomik kriz nedeniyle çalışanlar olarak büyük mağduriyet yaşıyoruz. Şirketin finansal sıkıntılarının arka planı detaylı bir şekilde araştırılmalı” dedi.

Maaş yok, tazminat yok, gelecek belirsiz

İşçilerin en büyük sorunlarından biri, hak ettikleri maaşları alamamaları ve işten resmi olarak çıkarılmadıkları için başka bir yerde çalışamamaları. 

İş Gıda, ekonomik çıkmazın içine girerken şirket bünyesindeki varlıklarını farklı isimler altında devretmekle suçlanıyor. Açıklamada, Krispy Kreme’in İş Gıda’dan ayrılarak farklı bir isimle faaliyet göstermeye devam ettiği, İş Teknik ve diğer iştiraklerin devredildiği iddia edildi.

'Lüks harcamalar devam etti'

Oral, şirketin işçileri mağdur ederken lüks harcamalar yapmaya devam ettiğini de belirtti: “Ocak ayında 24 gün boyunca çalışmış ama tek kuruş almamış insanlar var. Buna rağmen Krispy Kreme çalışanlarına ikramiye dağıtıldı. Şirketin en tepe yöneticileri, milyonluk malikanelerde otururken biz geçim sıkıntısı çekiyoruz.”

Konkordato öncesi 'mal kaçırma' iddiaları

İşçilerin dikkat çektiği en önemli noktalardan biri de konkordato ilanından hemen önce yaşanan hareketlilik. 5 Şubat’ta İş Gıda’nın merkez binasının tamamen boşaltıldığı, şirkete ait varlıkların el değiştirdiği ve mal kaçırma şüphesi doğuran işlemler yapıldığı öne sürüldü.

'Açık ve net bilgi verin'

İşçiler, Yum Brands’in de sorumluluk alması gerektiğini belirtiyor. KFC ve Pizza Hut’ın Türkiye operasyonlarını İş Gıda’ya devreden Yum Brands’in, binlerce çalışanın yaşadığı mağduriyete karşı sessiz kaldığı ifade ediliyor. Çalışanlar, belirsizliğin devam ettiğini ve farklı bir firmada çalışıp çalışamayacakları konusunda bile bilgi alamadıklarını dile getiriyor.

“Biz sadece hakkımızı istiyoruz. Çalışanların maaşlarını ve tazminatlarını ödeyin. Devletin kandırılmasına izin vermeyin. Biz 6 bin çalışan ve ailelerimizle birlikte bu sürecin takipçisi olacağız” diyen mağdur işçiler, adalet arayışlarını sürdüreceklerini belirtti.

                                       ***
İktidar medyasında 'Trump'a yanıt' arayışı: Erdoğan'ın suskunluğu Gazze'nin iyiliğineymiş
Ahmet Hakan, Erdoğan'a tavsiye verdi "Trump’a hak ettiği cevabı vermeyin. Sizin Gazze’ye yapabileceğiniz en büyük iyilik" dedi. Sabah ve Yeni Şafak, Trump'a verilmeyen yanıtı Filistin'e yatırım teşviğinde buldu.

AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ABD Başkanı Donald Trump'ın Gazze'yi "devralma" ve Filistinlileri zorla yerinden etme planına dair suskunluğunu koruyor.

Ortadoğu'dan Batı'ya birçok ülkenin devlet başkanı Trump'ın açıklamalarını eleştirirken Erdoğan, 5 gündür açıklama yapmadı.

Erdoğan'ın sessizliğini ikame etme görevini ilk olarak Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan üstlendi. Kurtulmuş Trump'ı "uyarırken", Fidan planın tartışmaya açılmasının "yanlış" olacağını belirtti.

Tepkiler dinmeyince devreye iktidar medyası girdi.

'Trump’a hak ettiği cevabı vermeyin; muhalefete aldırış etmeyin'

Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan, bugünkü köşe yazısında Erdoğan'ın suskunluğuna övgüler yağdırdı, Trump'a yanıt vermemenin de bir yanıt olduğunu savundu.

Erdoğan cephesindeki sessizliği derin bir stratejinin parçası olarak gören Ahmet Hakan'ın yorumu şöyle: "Sayın Cumhurbaşkanı. Trump’a kırıp dökücü bir cevap vermemeniz çok doğru. Muhalefetin 'Susuyorsun, neden cevap vermiyorsun' demesine hiç aldırış etmeyin. Onlar Gazze’nin iyiliği için istemiyorlar ki bunu. Onlar sizin Trump’la kurabileceğiniz diyalog potansiyelini ortadan kaldırmayı hedefliyorlar.

Sayın Cumhurbaşkanı. Trump’a hak ettiği cevabı vermeyin. Sizin Gazze’ye yapabileceğiniz en büyük iyilik, Trump’a esaslı bir cevap vermekten geçmiyor. Sizin Gazze’ye yapabileceğiniz en büyük iyilik, Trump’la kuracağınız diyalogdan geçiyor.

Sayın Cumhurbaşkanı. Sizin Trump’la kuracağınız diyalog, Gazze’nin yararınadır. Dünya alem şunu biliyor ki: Siz Trump’la “Gazze’nin temsilcisi” olarak konuşursunuz.

Ayrıca şunu unutmayın ki: Trump’a karşı en sert tepkiyi gösteren Erdoğan, Netanyahu’nun acayip hoşuna gider. Trump’la diyalog kuran Erdoğan ise Netanyahu’yu azıcık da olsa endişelendirir." 

Patronlara vergi muafiyeti 'Trump'a yanıt' sayıldı 

Erdoğan'ın sessizliğine yeni anlamlar yükleyenler kadar satır aralarında ses arayanlar da oldu.

Sabah Gazetesi gazeteciliğin sınırlarını zorlayarak, iktidarın Filistin'e yatırım yapacak patronlardan vergi almamasını "Trump'a cevap" olarak duyurdu.

Yeni Şafak'ın da "TBMM’den Trump’a Gazze cevabı" başlığıyla aktardığı haberde ne Trump'a yönelik söylenmiş bir söz ne de Gazze planına karşı bir adım vardı.

Haber yalnızca Meclis'teki Dışişleri Komisyonu'nun Filistin ile imzalamak üzere iki anlaşmayı gündemine aldığından bahsediyordu.

Henüz taslak aşamasındaki bu anlaşmalar Türkiye-Filistin arasında gelir üzerinden alınan vergilerde çifte vergilendirmenin kaldırılması ve "yatırımların karşılıklı teşvikini" içeriyor.

Sabah ve Yeni Şafak, bu anlaşmaların "Trump'a tepki ve yanıt anlamına da geldiği"ni savundu. 

Trump'ın Filistinlileri zorla yerinden etme planı

Trump, Beyaz Saray'da kabul ettiği İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile düzenlenen ortak basın toplantısında, ABD'nin Gazze Şeridi'ni devralacağını ve oradaki patlamamış bombalar ile diğer silahların sökülmesinden ve yıkılmış binalardan kurtulmaktan sorumlu olacağını söylemişti.

Gazze'nin artık tamamen yerle bir olmuş devasa bir yıkım alanı olduğunu kaydeden Trump, Gazze'deki Filistinlilerin başta Mısır ve Ürdün olmak üzere komşu ülkelerde inşa edilecek yeni yerleşim yerlerine gitmelerinin çok daha iyi olacağını savunmuştu.

Trump, "ABD, Gazze Şeridi'ni devralacak ve orada bir iş yapacağız. Oraya sahip olacağız ve sahadaki tüm tehlikeli patlamamış bombaların ve diğer silahların sökülmesinden, yıkılmış binalardan kurtulmaktan sorumlu olacağız" ifadesini kullanmıştı.

                                                                   ***
RTÜK'ten haber bültenlerine üst sınırdan yaptırım tehdidi: 'Sunucular tarafsızlıktan uzak'
RTÜK Başkanı, haber bültenlerinde "vatandaşların karamsarlığa düşürülmek istendiğini ve sunucuların siyasi maksatlı yorumlarda bulunduğunu" ileri sürdü, üst sınırdan yaptırımla tehdit etti.
(
https://haber.sol.org.tr/haber/rtukten-haber-bultenlerine-ust-sinirdan-yaptirim-tehdidi-sunucular-tarafsizliktan-uzak-396047)

                                                            ***

Kapitalizm neden ulusların bütünleşmesini sağlayamaz: NAFTA örneği -Erhan Nalçacı-

NAFTA ile girişilen üç ülkenin bütünleşmesi; kamuculuktan ve planlamadan yoksunluk ve emekçi düşmanlığı nedeniyle çöküyor. Bu çelişkiyi çözebilecek tek özneyiz.

Trump bütün dünyayı sallamaya devam ediyor. Dünya küçük belki ama yine de ABD sermayesi adına yediği naneler bir seferde ele alınacak gibi değil. Bu yazıda ulusların bütünleşmesi sürecine etkisinden bahsedelim.

Ulus kategorisi özellikle Fransız Devrimi sonrası burjuvazinin öncülüğünde tarihsel bir ilerleme olarak belirdi. Feodal parçalanmışlığa karşı burjuvazi kendi tasarrufunda geniş bir pazar ve serbest emek gücü elde ettiği kapitalist üretim ilişkilerini kurmak için ulus devletleri inşa etti.

Dünyada emekçi sınıflarının ise 21. yüzyılda ileri hedefi ulusların ekonomik, kültürel ve siyasi olarak bütünleştikleri bir sosyalizmdir. Tabi ki bu aşama ulusal düzeydeki sosyalist iktidar ve kuruluşları izleyecektir.

1990’larda bir zafer türküsü gibi söylenen “küreselleşme” ise emperyalizmin bütün uluslardan emekçi sınıfların gırtlağına çöktüğü bir yağma ve sömürü düzeninin adı oldu.

Buna karşılık emperyalizm ileride sosyalist bütünleşme için bir nesnel zemin de üretmeye devam etti. Bu gelişme üretim araçlarının özel mülkiyetine karşılık üretimin ileri derece toplumsallaşmasına dayanıyordu. Artık bir nihai ürünün pazara çıkmadan önce kapsadığı ham madde ve ara ürünlerin defalarca ulusal sınırları aştığına tanıklık ediyoruz. Bu durum tarihte hiç görülmedik bir dünya ticaret hacminde sıçramaya neden oldu.

Öte yandan bu koşullarda emperyalist devletler daha büyük bir pazar, ham madde kaynağı ve en nihayet emperyalist hegemonya için ulusların bütünleşmesi yolunda adımlar attılar. Bunun günümüzde en gelişkin örneği Avrupa Birliği (AB) oldu. Buradaki çelişkileri, nelere mal olduğunu ve parçalanma olasılığını başka bir yazıda ele alalım.

Diğer bir örnek ise, ABD sermayesinin öncülüğünde ABD, Meksika ve Kanada arasındaki Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşmasıydı (NAFTA). Uzun görüşmeler ve devletler arasındaki birçok ikili anlaşmadan sonra 1994 yılında yürürlüğe girdi. AB gibi ortak para birimi, ortak maliye politikaları ve diğer ülkelere karşı bağlayıcı ticaret politikaları içermiyordu. Ayrıntıları atlarsak bu üç ülke birbirine karşı ticarette gümrük uygulamayacak, ticarette ve yatırımlarda kolaylık sağlayacaktı.

Bugün Trump’ın her iki ülkeye %25 gümrük vergisi getirmesiyle fiilen yıktığı NAFTA 30 yıl önce ABD tekelci sermayesinin bir zaferi olarak görülüyordu. Yirmi trilyon dolar civarında ulusal geliri olan geniş bir coğrafyayı ticari açıdan bütünleştiriyordu.

Bu anlaşmanın neden üç ülkenin sermaye sınıflarının bir projesi olduğunu sonuçlarına bakarak anlayabiliriz.
Öncelikle 1990’lara kadar planlamacı, kamucu ve korumacı bir ülke olan Meksika NAFTA ile hızla serbest piyasa ilişkilerine geçti. Evet, Meksika büyüdü ve sanayileşti ama emekçiler yerlerinde saydılar ve kaybeden taraf oldular.

ABD işçileri de kaybetti, çünkü Meksika’daki ucuz emek gücü nedeniyle fabrikalar ve yeni yatırımlar Meksika’ya taşındı. ABD’li işçiler kuralsız ve üretken olmayan bir emek rejimi ile karşı karşıya kaldılar. Meksika’da ise sınırsız sömürü anlamına gelen birçok serbest ticaret ve sanayi bölgesi oluştu.

Meksikalı emekçiler ayrıca hızlı ve plansız sanayileşme nedeniyle yükselen çevre kirliliğine bağlı olarak da bedel ödediler. Çevre kirliliği bir emekçi sorunudur, çünkü işçiler mekânı terk edemezler, ama burjuvazi o esnada havasını, suyunu henüz kirletmedikleri yerlerde eğleşir.

NAFTA’nın getirdiği bir diğer sorun ise ABD’nin iki ortak ülkeye karşı verdiği büyük ticaret açığı oldu. Aşağıdaki grafik bize bu konuda fikir veriyor:

Grafik 1: Grafikte ABD’nin NAFTA’daki ortakları olan Kanada ve Meksika’ya karşı verdiği toplam dış ticaret açığının yıllara göre değişimi görülüyor. ABD’nin Trump’ın ilk başkanlık dönemindeki ısrarlı baskısı sonrası 2020’de yürürlüğe giren ABD-Meksika-Kanada Anlaşması(USMCA)’ndan sonra açığın beklenenin tersine daha da büyüdüğü görülüyor. 2023 yılında ABD’nin 230 milyar dolar civarındaki ticaret açığının 153 milyar doları Meksika’ya karşı verilmiş.

Açığın Kanada ile ilgili kısmının Kanada’dan ABD’ye ham petrol ihracatına bağlı olduğu söyleniyor. Meksika ile olan ticaret açığının ise asıl nedeni ABD sermayesinin Meksika’ya yaptığı açgözlü yatırımlar sonrasında Meksika sanayileşirken ABD’nin giderek daha az üreten bir ülke haline gelmesi olarak gözüküyor.

Örneğin, 2017’de otomobil üretiminde ABD’den Meksika’ya 30 milyarlık ara ürün giderken, Meksika’dan ABD’ye 110 milyar dolarlık ara ürün ihracatı yapılmış.

Grafik 1’de ayrıca Trump’ın ilk başkanlık dönemindeki NAFTA’ya müdahalesinin etkileri izlenebiliyor. Gümrük vergileri yükseltilerek yapılan müdahale sonucunda ABD-Meksika ve Kanada Anlaşması (USMKA) 2020’de imzalanıyor. Bu anlaşmaya göre otomobil ihracatında ara ürünlerin %75’inin Kuzey Amerika kökenli olması şartı konuyor.

Bu düzeltmenin niye yapıldığını ana hatlarıyla anlamak için Grafik 2’ye bakabiliriz:

Grafik 2: Grafik Meksika ve Çin arasındaki ticari dengesizliği gösteriyor. Meksika giderek büyüyen bir ticari açık verirken, 2023’te açık 100 milyar doları geçiyor. (Şu kaynaktan yararlanılarak yeniden üretilmiştir. https://www.statista.com/statistics/1105881/mexico-trade-value-china/ )

Görüldüğü gibi Meksika Çin’e karşı ticaret açığı verirken bunu ABD’den elde ettiği gelirle telafi ediyor. Muhtemelen Çin ara ürünleri bu şekilde Meksika malları içinde ABD’ye satılıyor.

ABD’nin dolar hegemonyası ve kolay borçlanması nedeniyle dev ticari açığını bir yere kadar tolere edebildiğini daha önce incelemiştik. ABD, Dolar hegemonyasındaki gerileme ve dünya üretimine yaptığı katkının azalması nedeniyle bir kısır döngünün içinde buldu kendini. Artık ticaret açığı ve iç borcu sürdürülemez bir noktaya doğru gidiyor. Bu nedenle umutsuz gözüken önlemler almaya çalışıyor.

Bu açmazdan çıkması için ABD sermayesinin ABD’nin içinde emek gücünün değerini düşürmesi gerekecek. Trump’ın etrafındaki burjuva kliklerinin kapışmasının bir süre sonra sermaye ve işçi sınıfı arasında şiddetli bir sınıf savaşına döneceğini tahmin edebiliriz.

Ulusların bütünleşmesi ise bizim işimiz, çünkü bütünleşmeyi asıl engelleyenin üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkiden kaynaklandığını biliyoruz. NAFTA ile girişilen üç ülkenin bütünleşmesi; kamuculuktan ve planlamadan yoksunluk ve emekçi düşmanlığı nedeniyle çöküyor. Bu çelişkiyi çözebilecek tek özneyiz.

Gücümüz sadece dünya halklarının ezici çoğunluğunu oluşturan emekçi sınıflara dayanmamızdan değil, aynı zamanda ne yapacağımızı bilmemizden kaynaklanıyor.

                                                      /././

Almanya’da 'lobi-kratik' seçimlere ramak kala!-Cemil Fuat Hendek-

Almanya’da seçimlere ramak kaldı. Fakat hayret! Siyaset sahnesinde “mülteciler”, “sığınmacılar” -ne derseniz deyin- yabancılar üzerine bir kakofoni sürüp gitmekte.

Almanya’da seçimlere ramak kaldı. Fakat hayret! Siyaset sahnesinde “mülteciler”, “sığınmacılar” -ne derseniz deyin- yabancılar üzerine bir kakofoni sürüp gitmekte. Aslına bakılırsa, herkes bu tartışmada genel olarak yabancıların kastedilmediğini biliyor. Örneğin Ukrayna’dan gelmiş bir milyonu geçtiği bilinen sığınmacılar değil söz konusu olan.

Öyleyse kimlerin üstünde tepiniyorlar?

Afganistan’da, Orta Doğu’da kendilerinin para ve silahla donatarak kışkırttığı içsavaşlardan, işgallerden kaçanların… Afrika’da yüzyılları bulan talanın yarattığı açlık ve sefaletten, o ülkeleri yönetmek için birbirine düşman ettikleri kabilelerin katliamından kaçan siyah Afrikalıların… En başta da Müslümanların üstünde tepinmekteler. (Parantez içinde not edelim: Bunlar arasında Filistinliler yok. Çünkü, İsrail’le anlaşmaları nedeniyle, Almanya başından bu yana Filistinlilere resmen sığınma hakkı tanımıyor!)

Birbiri ardına şokların suskunluğu

Almanya’daki siyasetle megul tayfa Trump’ın ortalığı karıştıracağı fikrini benimsemişti. Filin porselen dükkânına gireceğini biliyor ve bekliyorlardı. Ama filin hepten kudurarak, Kanada’yı, Grönland’ı, Panama’yı falan işgal sinyalleri vermesi fazlaydı. (Son olarak Gazze planı başta eylediklerinin üstüne tüy dikti.) Artık söz konusu olan, alışıldığı gibi Afrika’nın kabileleri, Asya’nın az gelişmişleri falan değil. Kudurgan fil doğrudan Avrupa’ya ait porselenlerin yakınında tepinmekteydi. Atlantik’in ötesiyle uzlaşmaya ve onun çizgisinde yürümeye kararlı figürler ister istemez şoka girdiler.

Derken Almanya’da bir şok daha yaşandı: Herkesin bildiği, fakat medyada söylenmesi yasak olan bir gerçek görünür hale geliverdi. Yabancıları ülkeden göndermek için yasa değişikliği tasarısını Hıristiyan demokratlar (CDU ve CSU) ve içinde faşistlerin de yuvalandığı bilinen AfD (Almanya için Seçenek) birlikte imzalayıverdiler. Bunların birbirine yakınlığı ortaya döküldü. Maske düştüğü için herkes durduğu yerde sarsıldı. Hıristiyan demokratlar arasından bile itirazlar, protestolar yükseldi. Neredeyse her iki parti içinde de kavga çıkıyordu. Emekliye ayrılmış Merkel bile araya girmek zorunda kaldı. Yasa tasarısı Yüksek Seçim Kurulu’nda az bir oy farkıyla reddedilince, istatistikler kazanacağına yüzde yüz gözüyle bakılan Hıristiyan demokrat saftaki oy kaybını not ediverdi

Yabancılardan başka konu yok mu?

İyi de çok ciddi bir dizi tehlike Almanya’nın gündeminde olması gerekirken bunların birden unutuluvermesini nasıl anlamak gerekir ki? Ukrayna Savaşı ne oldu? Almanya’nın savaşma yeteneğini geliştirme kampanyası ve buna karşı görüşler nerede kaldı? Sanayisizleşme, kapanan fabrikalar, artacak olan işsizlik? Enflasyon... Pahalılaşmayı karşılamayan toplu sözleşmeler... Tırmanan kiralar, enerji fiyatları… Fakirlik sınırının çoktan geride kalmış olması, açlık sınırında yaşamaya başlayan yurttaşların hızla artışı? Seçime “üç gün kala” bunlar ve benzeri, emekçi halkın yaşamsal meselelerini konuşan yok, yok, yok!

Örnek gösterilen demokrasi

Olmaz tabii. Çoğu safların bilmeden, ya da hınzırların bilerek Almanya’dan örnek gösterdiği “demokrasi” işte tam da budur! Ve o demokrasinin siyaset sahnesinde bunların konuşulmasını, tartışılmasını isteyen hiç kimseye yer yoktur!

İşin gerçeği şu: Birbiri ardına gelen şoklar üzerine şu anda kapalı kapılar ardında hummalı bir faaliyet, müthiş bir çekişme sürmekte. Uluslararası pazarda at koşturan tekellerin ve Almanya’daki finans oligarşisinin en tepe yöneticileri kendi aralarında nihai kararı vermeye çabalıyorlar. Onların hizmetindeki siyasetçiler de alacakları emre göre hareket etmek üzere aportta beklemeye geçmiş, arada boş laflarla top çevirmekteler. Bu arada medyaya da “sus” emri verilmiş olduğu açıkça görülüyor.

Çok partili demokrasi

Demokrasi şampiyonu Almanya’da epeyce siyasi parti faaliyet gösteriyor. Tam 48 (yazıyla kırk sekiz) tane! Bunlardan 42 tanesi kısmen eyalet bazında da olsa geçen seçimlere katılmış. Bu sayıyı demokrasinin kanıtlarından biri olarak göstermeye kalkanlar çıkar mı, bilmem. Kızımın kuşlarının ne denli “akıllı”, bellek sahibi ve aile fertlerinin her birini tanıyarak onlara ayrı ayrı muamele ettiklerini gözlemlediğim için bu tiplere “kuş beyinli” demek istemem. Bu arada Türkiye’de de Partiler Yasasına uygun olarak kayıtlı tam 168 siyasi partinin mevcut olduğunu not edip, geçeyim.

İki partili aldatmaca

ABD’den biliyoruz: Ortada iki parti var. İkisini de destekleyen sermaye çevreleri var. Bu çevreler sabit de değil, Değişiyorlar ya da desteklediklerini değiştiriyorlar. Her seçim öncesi on milyonlarca dolar ve bir sürü boş laf fırtınası estiriliyor. Ve bu iki parti sırayla iktidarın dümenine geçiyorlar. İster güzel yüzlü bir çapkın olsun, ister yüz yıllardır ezilen siyah Afrikalılardan biri. Değişen hiçbir şey olmuyor. İçeride sömürü, ezilme, işsizlik, sigortasızlık, köprü altlarını dolduran milyon evsiz, dışarıda da emperyal talan, CIA destekli darbeler, içsavaşlar, Pentagon komutalı işgaller tam hız yola devam.

Almanya’daki 'iki partili sistem' gerçeği

Almanya’da da bu sistemin bir çeşitlemesini sürdürüp duruyorlar. Hiç kimse onca partinin varlığına aldanmasın. Ortada aslen değişmeyen, iki karakter atfedilmekte olan ve kökleri Weimar Cumhuriyeti’ne dek uzanmakta olan iki parti mevcut.

Bunlardan biri, “merkez sağ partiler” denen ve aslen merkezle ilgisi olmayıp, açıkça sağda duran Hıristiyan demokratlar (CDU) ve sadece Bavyera’da mevcut olan Hıristiyan sosyaller (CSU). Medyanın en temel temel görevi, “para işinden, yani ekonomiden asıl bu sağcıların anladığı ve ülke zora girdiğinde onu darboğazdan çıkaracak kadrolara sahip olduğu” safsatasını halkın kafasına yerleştirmektir. Geri kalan “liberal”, “serbest seçmenler”, “demokratlar” falan ve başkaca ıvır zıvır adlara kadar ortalıkta dolaşan ne kadar ufak tefek, döküntü parti varsa, tümü CDU-CSU çeperinde yer alır. Bu döküntüler parlamentoya giremeseler bile, asıl görevleri ülke çapında sağ görüşlerin yaygınlaşmasına katkı koymaktır. Kandırdıkları seçmenlerin çoğunluğunun sonuçta "aman boşa gitmesin" diye oyunu Hıristiyan partilere verdiği de malumdur.

Şu sıralarda sivrilmekte olan “Almanya için Seçenek” (AfD) adlı parti gibi, uzun yıllar içlerinde sakladıkları bazı kanatların arada bir bağımsızlaşması kimseyi şaşırtmamalı. Geçmişte de oldu böylesi kaymalar. Hepsi sonuçta aynı sermaye çevrelerine hizmette yarışmakta. Zaman içinde ya bu uçtakiler zamanla yok olur ve tekrar yuvalarına sığınırlar ya da bunları uca yaklaştırırlar. (En uç haline geldikleri de tarihe kaydedildi.) Ne olursa olsun, sonuçta sermayeye hizmet alanında tekleşirler.

Diğeri de “merkezin sağındaki sollar”, yani sosyal demokratlardır. Bunlara atfedilen karakter de, adı üstünde, “sosyal” oluşlarıdır. Halkın kafasına yerleşmesi istenen, “yapabildikleri en iyi işin muhalefet etmek olduğu”dur. Bu iddiaya göre, onların muhalefeti sayesinde sağcı partiler belli sınırlar içinde kalmaktadır. Aslına bakılırsa, bu sınırların sermaye çevrelerinin kabul edebileceği çizgiyi aşmaması gerektiği üzerine yazılı olmayan bir anlaşma mevcuttur. Bunların emekçilere karşı sağ partilerin cesaret edemeyeceği saldırıları gerçekleştirdikleri de sık rastlanan vakalardandır.

Bunların dışında ortalıkta dolaşan sol parti ve benzerleri “sollar”ın tümü işte bu partinin çeperini oluşturmaktadır. Bunlar, olsa olsa bir koalisyon söz konusu olduğunda, özellikle eyaletlerde sosyal demokratlara kan verecek, güç akıtacak pınar görevi yüklenmiş bulunmaktadırlar.

Siyaset çemberi işte bu iki kutup arasında dönüyor. Değişe değişe, dönem dönem iktidarı birbirlerinden devralıyorlar. (Yanlış kavramlardan kaçınalım: İktidar değişmiyor. O hep finans oligarşisinin elinde. Değişen, hükümeti onlar adına yönetmek üzere hükümeti kurup, görevi sırtlananlar.) Ayrıca, Almanya’da sermaye çevrelerinin iktidarı asla tek başına sosyal demokratlara bırakmadığı da unutulmamalı. Bugüne dek onların yanına muhakkak bir de doğrudan sermaye sözcüsü çengellemeyi ihmal etmediler.

Son 100 yılın en büyük siyasi dolandırıcılığı

Yavaş yavaş belirmekte olan soru işaretini görür gibiyim: Ya Yeşiller? Evet onlar! Şu müthiş siyaset dolandırıcıları! Sermayenin neoliberal ve militarist savaşçıları...

Geçen yüzyılın sonlarına doğru sırtlarında bir yeşil pelerinle fırladılar siyaset sahnesine. Sanki doğayı koruma misyonuyla doğmuşlardı. Aynı zamanda barış melekleriydiler. O yıllarda yükselmekte olan barış hareketinin içine balıklama daldılar. O hareketi yıllarca sırtında taşıyarak o günlere getiren komünistlerden rol çalmayı da başardılar. O yıllarda bazı komünistlerin ikazları para etmedi. “Doğa dostu ve barıştan yana”, yani “sol” imajını üstlerine başlarına iyice sıvadılar.

Ne var ki, Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni yıkan karşıdevrimcilerin “90 İttifakı” ile birleştikten sonra ve ilk kez sosyal demokrat Gerhard Schröder hükümetine ortak olduklarında yüzlerindeki maske sıyrılmaya, yeşil pelerinleri iplik iplik dökülmeye başladı. Son olarak trafik lambası koalisyonuna geldiklerinde ise artık ne maske ne de pelerin kaldı. Yıllar önce ilk kez parlamentoya giderken giydikleri spor ayakkabıları mahmuzlu çizmelerle, bisikletlerini tanklarla, pankartlarındaki barış güvercinlerini de savaş çığlığı atan şahinlerle değiştirdiler.

Yeşiller artık sermayenin en modern partisi olarak tüm çıplaklıklarıyla karşımızda duruyorlar: Aşırı liberaldirler, ABD emperyalizminin aparatı ve savaş tutkunudurlar. Demek ki, onları da Hıristiyan sağcıların bir “fraksiyonu” olarak kayda geçirecek, başta saydığımız bloka dahil edeceğiz. Ve geçende dağılan koalisyon ve düşürülen federal hükümette ABD emperyalizminin ve uluslararası sermaye spekülatörlerinin baştemsilcisi olarak görev yaptıklarını kayda geçeceğiz.

İki karakteristik nokta daha

Tekrar edelim: Ha iki parti, ha iki yüz! Düzenin idaresi iki birbirinin benzeri arasında gidip gelmekte. Bu arada parlamentoları dolduranların başka benzerlikleri daha mevcut.

Birincisi, halkın oylarıyla gelip o koltuklara yerleştikten sonra hemen canla başla yapmaya başladıkları bir iş var: Lobi faaliyeti! Hemen hepsinin belli şirketlerle, sermaye gruplarıyla, çıkar çevreleriyle doğrudan ilişkisi vardır. Kendi lobi şirketi olmasa bile böylesi kurumlardan görev alırlar. Başardıkları iş oranında komisyonla beslendikleri arada bir kapıların altından sızıp kamunun kulağına geliyor. Bazılarının bir süre sonra parlamentodan ayrılıp kendi lobi şirketini kurduğu da bilinen bir gerçek. Nitekim geçenlerde bir kadın kabare artisti bu lobicileri saydıktan sonra, “Bizdeki demo-krasi değil, lobi-krasi!” deyken seyircileri kahkayı basıyordu. (Bence gülmek değil, dehşet içinde kalıp ayaklanmak gerekir.)

İkinci benzerliğe gelince, Hangi partiden oldukları pek fark etmiyor. Ve bu aslen dünya çapında bir karakteristik “değişim”: Bunlar arasında bizzat milyoner, milyarder olanların sayısı da hızla artıyor. Tekelci patronlar artık lobi çalışanlarına da itimat etmeyerek, bizzat direksiyona geçiyorlar.

Önümüzdeki seçimlerden sonra başbakan olacağına kesin gözüyle baktıkları sağcı da, “kara” sermaye şirketi “BlackRock”un temsilcisi ve orada milyonları olan bir zengin.

Ya komünistler?

Aslen onlar gerçek bir “üçüncü” parti olmalıydılar, ama şu sıralarda ortada görünmüyorlar. Sosyalist sistemin yıkılışı ardından uğradıkları sarsıntı ve özgüven kaybıyla hastalandılar. Asıl varlık nedenin olan görevi bir tarafa bırakırsan... Yani tavizsiz biçimde devrimi, sosyalizmi savunmazsan… O yıkılışa büyük savaştaki kısmi bir kayıp ve geçici geri çekilme olarak bakmazsan… Her şeye rağmen “Biz daha iyisini yapacağız!” deme kararlılığını göstermezsen… “Antitekel demokrasi” gibi zırvalarla megul olursan… İşte böyle olur! Profilini kaybeder, ufalanır gidersin. Geriye tozun, külün kalır.

Kül mü dedim? Eğer kül varsa, komünistlerin o küllerden tekrar doğması da mümkün değil, muhakkaktır!

                                                    /././

Apsolit İsmail -Tunç Tatoğlu-

Rüzgârın sesi, kapının gıcırtısı, ekin biçme hışırtısı, uzaktan gelen çatışma sesi… hepsi kulaklarında İsmail’in. Her duyduğu melodiyi, sözü hemen ezberleyip söylemeye, halay çekmeye başlayan değişik bir çocuk.

Koruyamadığımız çocuklar, göç, ırkçılık, sermayenin işgali altındaki İstanbul… 

Yaşadığı köyü, arkadaşlarını, şarkı söylemeyi, kuşları, böcekleri ve anasını çok seven, neşeli, cıvıl cıvıl bir çocuk İsmail. Öfkesiyle deniz kurutabilen babasından başka korkusu yok. 

Uğultularla yaşıyor hep… Rüzgârın sesi, kapının gıcırtısı, ekin biçme hışırtısı, uzaktan gelen çatışma sesi… hepsi kulaklarında İsmail’in. Her duyduğu melodiyi, sözü hemen ezberleyip söylemeye, halay çekmeye başlayan değişik bir çocuk.

Bir gün İstanbul’a göç etmeye karar veriyor ailesi. Hiç istemiyor İsmail, köyünde uğultularıyla mutlu. Üç gün sonra İstanbul’da açıyor gözünü. Farklı uğultular, dumanlı bir hava, minare boyu evler… Sonra okul, yeni arkadaşlar, kendi gibi güzel türkü söyleyen Metin ve yeteneğini fark eden müzik öğretmeni, her mahallenin İllegal Yusuf Abi’si…

Merakının ve uğultunun peşinden gitmekten kendini alamayan İsmail sonunda sokakları kendine mesken beller. Sokakta kalmaz koruyamadığımız diğer çocuklar ile sokaklarda yaşamaya başlar. Yaşadığı sokağa adı verilsin ister, Apsolit1 İsmail Sokağı…

İbrahim Barulay yazıp yönetmiş. Belli ki sevmiş bu kendi gibi muzip  Kürt çocuğunu. Hem çalıp, hem söyleyip hem de oynamak kolay değildir tiyatroda. Sadece boynunda mendil, elinde gitar  ile  seyirciyi kaybetmeden seksen dakika sahnede kalmak metnin ve oyunculuğun iyi olduğunu gösteriyor.

İbrahim Barulay’ın İsmail’i oynarken ki çocuksuluğu ile yetişkin dünyasının kıyıcılığını net olarak ayırması usta işi. İbrahim Barulay, İsmail’in sokaktaki günlerini ise tek gözü kapalı oynuyor, muhtemelen yediği tokatların arazlarında biri olarak evdeki hayatından ayırmak için…

Kulaklarını kanatları olarak hayal eden İsmail, dünyanın bütün seslerindeki ahenge çağırıyor oyun boyunca seyirciyi. Bu neşeli, muzip ve eğlenceli oyunu izleyin derim. Umutsuzluğun romanının bolca yazıldığı, filminin çokça çekildiği günümüzde hakkı yenen çocukların neşeli ve zor hikayesini izleyin. Sonra İllegal Yusuf Abi’mizin mahalleyi uyandırma çağrısına nasıl omuz vereceğimizin yolunu düşünün…

                                                       /././

soL



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...