Aslolan Yeni-Osmanlı -Aydemir Güler-
Ancak Yeni-Osmanlı açılımı istikrar ve denge açısından, Cumhuriyet sonrası kapitalist düzenin krizden çıkabilmesi açısından koskoca bir sıfırdır.
Aylardır kamuoyu iktidarın niyetini çözmeye çalışıyor. Gide gele ancak mantık çelişkilerine ulaşılıyor. Deniyor ki, madem “süreç” var, kayyum atamak da neyin nesi? Madem yumuşama olacak, gözaltılar, tutuklamalar niye? Madem barış gelecek, operasyonlar neden sürüyor? Madem barış sağlanacak, savaş dilinin yerine bir barış dili lazım değil mi? Madem, madem…
Bu yüzeydeki çelişki, denklemin baştan yanlış kurulmasından kaynaklanan bir görüntüden ibarettir. İktidar, sanıldığı gibi barışa falan yönelmiş değil, dolayısıyla ortada çelişki değil muazzam bir tutarlılık var. Açmaya çalışacağım.
Ama konunun bir başka yönü var. İktidarın siyaset üreticisi ve uygulayıcısı olan çok sınırlı bir nüfus dışarıda bırakılırsa, bütün toplum, yanlış denklemi kabullenmiş durumda. Geniş kitlelerin şifre çözmekle uğraşmak yerine genel algılarla hareket etmesi gayet normaldir. Bahçeli’nin elini uzatıp ağzını açtığı ilk günden beri, ortada bir toplumsal algı vardır ve buna göre “madem süreç var, ortamın yumuşaması beklenir.”
Bu beklentinin karşılanmamasının, iktidar blokunun toplumsal desteğine darbe vurması ise kaçınılmaz. Üstelik toplumun geneli yoksullaşma nedeniyle iktidara tepki biriktirmekte, en azından soğumaktadır. Dahası var; yoksullaşmanın üstünü örtmeye kalkan yetkililerin mesajları halkla dalga geçmekten ibarettir, kimseyi inandırmamaktadır. Türkiye gerginlik yorgunudur ve iktidar bu kez gerilimin artmasının sorumluluğunu kimseye yıkabilecek durumda değildir. Ortada ne Ergenekoncu var, ne cemaatçi…
Ancak, başa dönersem, iktidarın davranışlarında tutarlı bir bütünlük var. Çünkü maksat barış, yumuşama, “süreç” falan değil. Zaten bunların zerresi olsa, “Geliniz, silahlarınızı öldürülmeden önce siz kendi iradenizle bırakınız” diye bir laf edilebilir miydi? İktidarın sözcüsü Bahçeli bunu da söyledi!
Elbette bu son mesajın gerçek durumu tam olarak yansıttığını da düşünemeyiz. Geri planda pekâlâ müzakereler sürüyor olmalı. Baksanıza, silah bırakacak olanların hangi ülkelere gidebileceği bile basına sızdırılıyor. Demek ki, hükümetin Rojava’yı ezip geçme tehditleri de, Kürt siyasetçilerin şiddetli protestoları da, halkın işin içinden çıkamaması, göz gözü görmemesi için atılan sis bombalarından ibaret. Çünkü ne Ankara’nın sözü ABD’ninkinden üstündür, ne Kürt hareketi kapıyı vurup çıkabilir.
Ne de sermaye sınıfımızın Suriye’nin yeniden imarından başlayıp, enerji koridorlarına, oradan savunma sanayiine uzanan heyecanı boşa düşürülebilir. Bu heyecan düzen siyaseti için bir ilke, bir komuttur.
Peki, nedir doğru denklem? Erdoğan iktidarının güncel açılımı nedir?
Başlıktaki gibi, aslolan Yeni-Osmanlı’dır!
AKP’nin, yıktığı Cumhuriyet’in yerine yeni bir düzen kuramayacağını, Türkiye’nin oraya sığmayacağını biz 2011’den bu yana söylüyoruz. Cumhuriyet mitinglerini yaşayan, 2009 yerel seçimlerinde duraklayan, 2010 Anayasa referandumunda sınırlarını gören AKP’nin 2011 genel seçimlerini kazanması bu anlama gelmişti. Karşıdevrim kazanabilir, Cumhuriyet yıkılabilirdi. Ama yerine kuracakları bir şeyleri yoktu. Sadece yıkıcıydılar; kurucu olamayacaklardı.
Karşıdevrim cephesinin bütün unsurları, yani sermaye sınıfı da, emperyalistler de, dinciler de onca zamandır kıvranıp duruyorlar. Türkiye yeni bir denge ve istikrara demir atamıyor. İktidarın zenginleri daha zengin etmek için varını yoğunu ortaya koymasının, sermaye sınıfının ömrü hayatında olmadık bir şımarıklığa sarmasının nedenlerinden biri de bu durumdur. Henüz vakit varken, yarattıkları bataklık kendilerini de yutmadan, heybelerine ne doldurabilirlerse dolduruyorlar. Ülkeye, ele geçirdikleri sömürge toprağı kadar uzak durmaları bundan…
Yeni-Osmanlı bir geçmişe öykünme, uyduruk bir demagoji sayılmamalıdır. Yeni-Osmanlı bu sıkışmanın karşısında geliştirilen bir tarih tezidir. İslamcılar büyük sermayeye bir program sunuyorlar. Yeni-Osmanlı ciddiye alınmalıdır.
Ciddiye alınmalıdır, çünkü arkasında, kabına, sınırlarına sığmayan bir sermaye birikimi var. Türkiye kapitalizmi, dünya piramidinin orta-alt sıralarındaki mazlumlardan değil, üst-orta sıralarındaki emperyalist heves sahiplerinden biri olabilecek kadar gelişmiştir. Dünya sisteminin derin dengesizlikleri hevesleri cürete yükseltmeye olanak veriyor.
İktidarın bütün lafları demagojik olmuyor. Örneğin, “içeriyi tahkim etme” mesajı, gerçeği üç aşağı beş yukarı doğru yansıtabiliyor. Türkiye bölgesel bir güç olarak, en azından, yakın zamana kadar İran’ın sahip olduğuna denk bir konuma geçecekse, siyasal kriz kaynaklarını minimize etmelidir. Mümkünse Kürt dinamiklerinin en yakın konumlandığı merkez Ankara haline gelmelidir.
Sonra; elbette bu bir rekabet işidir. Ankara bu hedef doğrultusunda, başta İsrail ve İran, akla gelebilecek diğer bütün adaylarla mücadele etmelidir.
Uzatılan eller de külliyen yalan sayılmaz. Bahçeli “ağa” övgüsünde samimi bir sınıfsallıkla hareket ediyor. Diyarbakır’ın çevresine beton kuşaklar atan Kürt sermayesi de oranın buranın yeniden imarından coşkulanmış durumdadır. Sermayeyi temsil eden Kürt siyaseti, Anadolu’nun bir diğer ucunda inşaattan düşen Kürt işçisini, çocuğunu okula aç yollayan Kürt kadınını, patronların coşkusunun önüne koyacak değildir ya!
Yeni-Osmanlı bir sermaye barışıdır. Sermaye barışından kitlelerin payına olsa olsa savaşta ölmeye devam etmemek düşer. İş cinayetlerini, selleri, depremleri fıtrat deyip geçelim; bir de Kürtçe müzik dinlerken, halay çekerken başına bir şey gelmese… Bu sonuncusu gayet mümkündür. Türkiye’nin ırkçı faşistleri de yukarıda bahsi geçen ilkeye sadıktırlar. Olmadı, verilen komut onları da bağlar.
Elbette burjuva demokrasisinde muhalefete ayrılmış bir alan da olacak. Beğenmeyen ırkçılar majestelerinin muhalefeti olarak Kürt düşmanlığına kayıt yaptırabilirler. Küfrederler, ip atarlar. Oy alırlar…
Bu kurguyu beğenmeyen Kürt siyasetçileri çıkarsa, onların işi daha zor. Çünkü onların Yeni-Osmanlı’ya uyum göstermemeleri, Ankara’nın rekabet ettiği merkezlere yanaşmalarını zorunlu kılacaktır. Bahçeli, böyle yapanların öldürüleceğini söylemektedir. Tutarlı değil mi?
Bu öyle bir “süreç”tir ki, siyaset alanının daraltılması esastır. Bir müzakere sürmektedir. Ancak iktidar pazarlığı “ölümü göstermekten” açıp, “sıtmaya razı etmeyi” amaçlamaktadır.
Yukarıda “madem” diye başlayan cümlenin geniş kitlelere mal olduğunu, bu algının karşılıksız kalmasının iktidara verilen desteği azaltabileceğini söylemiştim. İktidar açısından böyle bir risk varsa, siyaset alanı daha kuvvetli biçimde kuşatılmalı, iktidara alternatif görülen bir güç kalmamalıdır… Yaşanan tam da budur. Ne dersiniz, bütün bunlarda anlamlı bir tutarlılık yok mudur?
Ancak Yeni-Osmanlı açılımı istikrar ve denge açısından, Cumhuriyet sonrası kapitalist düzenin krizden çıkabilmesi açısından koskoca bir sıfırdır. Bu açılım, yağmacıların servetini katlayabilir. Yağmayı sınırların ötesinde yürütebilmek, cihatçı ve milliyetçi demagojinin ulusal gurur diye satılmasına imkân verebilir… Ama krizin zemini ortadan kaldırılamayacaktır. Türkiye Yeni-Osmanlı bulvarından tarihsel hesaplaşmaya koşar adım yaklaşmaktadır.
/././
Paris Komünü ilk işçi devrimi mi?-Erhan Nalçacı-
Emekçi sınıflar ise tekrar ve tekrar iktidarlarını arıyorlar, 6 hafta için değil, 3 ay değil, 70 yıl değil, sınıfsız bir toplum kurulana kadar iktidarlarını istiyorlar.
1848’de kaleme alınan Komünist Manifesto sonrası işçi sınıfının iktidarı ele geçirecek temel sınıf olacağı, sosyalist üretim tarzı ve sosyalist devletin kurulacak olması uzun süre bir hipotez olarak kaldı. Bu nedenle öncüleri Marksist olmasa da 1871 Paris Komünü bu hipotezin sınanması açısından olağanüstü bir deneyimdi.
Üç aya yaklaşan ve Fransa’ya pek yayılmadan Paris ile sınırlı kalan, bilinen bu ilk işçi iktidarı hipotezin sahipleri tarafından dikkatle incelendi. Marx Fransa’da İç Savaş adlı incelemesinde iktidarın yapısını ve yenilme nedenlerini analiz etti. Engels’in bu kitaba koyduğu önsözünde Paris Komüncülerinin yenilgiden sonra katledilmelerini iç buracak şekilde anlatmıştı.
Lenin ise hemen Ekim Devrimi’nden önce sosyalist devletin karakterini somutlamak için Paris Komünü deneyimini Devlet ve Devrim broşüründe ele aldı. Ekim Devrimi sonrası sosyalist devletin karakterinin belirlenmesinde buradaki genellemeler büyük bir önem taşıdı.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri ise çok büyük bir coğrafyaya yayılmasının dışında uluslararası bir özellik kazanan 70 yıllık bir deneyim olarak insanlık tarihinin yolunu aydınlatıyor. Ne yazık ki bu çok zengin deneyimi içerdiği sınıf mücadeleleri ve geçirdiği aşamalar, güçlü ve zayıf yönleriyle hala tam olarak kavrayabilmiş değiliz.
Altmış yılı geçen Küba sosyalizmi ise Sovyet deneyimine göre çok daha yalın bir deneyim olarak dersler çıkardığımız bir süreç olarak yaşamaya devam ediyor.
Avrupa’da Marx ve Engels’in bilgisine sahip olmadığı bir emekçi iktidarının onlardan çok önce yaşanmış olması önemli bizim için ve işçi sınıfının devrimci karakterinin çok erken bir yansıması olarak kuramın sınanmasına katkıda bulunuyor.
Biraz geriden alarak bu deneyimi okuyucularla paylaşmak yararlı olacak. Çünkü sadece işçi sınıfının devrimci karakterine değil, sermaye sınıfının devrimciyken dönüşüm geçirerek nasıl gerici bir sınıfı haline geldiğine de işaret ediyor. Cumhuriyeti kuran burjuvazi evrensel olarak cumhuriyet yıkıcı bir sınıf olarak tarih sahnesinde ikili bir rol oynuyor.
Tarihte sürekli mekân değiştiren devrim sahnesi bu sefer 1200’lü yıllarda Floransa’da kurulmuştu. Emevi ve Abbasi İmparatorlukları Akdeniz ticaretini ele geçirip Avrupa’nın doğuyla bağlantısını kesince Avrupa koyu bir feodalizme gömülmüştü. Ancak 10. yüzyıldan sonra tekrar Akdeniz ticaretinin başlaması, kurulan pazar yerleri ve özgür bir sınıf olarak burjuvazinin büyümesi ile feodal kaleler kente dönüşür.
Floransa 1250’de 65 bin nüfusu ile Avrupa’nın Venedik, Milano ve Paris’ten sonra dördüncü büyük kenti haline gelmiştir. Tekstil üretiminin merkezlerinden biriydi ve Kuzey Avrupa’dan Ortadoğu’ya ticaret yollarında çok etkili tüccarlara sahipti. Floransa parası olan Florin mali egemenliğini geniş bir coğrafyaya yayacaktı. Ayrıca Floransa Medici ailesi gibi tefeci demeyelim de uluslararası bankerlerin merkeziydi.
Soylular ve burjuvalar arasındaki şiddetli savaş sonrası Floransa 1293’te bir burjuva devrimine tanıklık eder. Artık soylular yönetimden kesinlikle uzaklaştırılmıştı, Floransa Cumhuriyeti’nde asalet bir aşağılanma sözcüğü olarak kullanılıyordu. Şehri yöneten belediye konseyi üyeleri burjuvaların arasından seçimle belirleniyordu.
Cumhuriyet tarihsel bir ilerlemeydi ve aydınlanma ile birlikte gidiyordu. Floransa Avrupa’nın en yüksek okuma yazma bilen kentlerinden biri haline gelmiş, bu yazın ve sanat alanında da bir patlama yaratmıştı.
1300’lü yılların ortasına doğru kent nüfusu 90 bin civarına ulaşmıştı, yünlü kumaş endüstrisinde 200 fabrikada 30 bin işçi çalışıyordu.
1378’de Ciompi İsyanı, başka bir deyişle Yün İşçileri İsyanı toplumda büyük bir sarsıntı yarattı. Toplumun dörtte biri hiçbir lonca üyesi olmadığı için yönetime katılamayan, ağır sömürünün yanında vergi yükü altında ezilen işçilerden oluşuyordu. Evrensel bir şekilde burjuvazi kendiyle birlikte zıttını, işçi sınıfını yaratmıştı.
Bu olaya temkinli olmak için ilk işçi sınıfı devrimi demiyoruz, ancak Paris Komünü ve Ekim Devriminden nerdeyse 500 yıl önce gerçekleşmişti.
Bu olay tarihçilerimiz tarafından incelenmeyi ve tarihimize eklenmeyi hak ediyor. Çok kısaca o dönemde Floransa’da da çok katmanlı, çok yönlü bir sınıf mücadelesi olduğunu söyleyebiliriz. İşçiler ise henüz kendi programlarına sahip değiller, sömürüyü sonlandıracak şekilde fabrika ve bankaların toplumsallaşmasını talep etmiyorlar. Kendileri de bir örgüte sahip olsunlar, konsey seçimlerine temsilci gönderebilsinler ve ağır vergi yüklerinden arınsınlar gibi hak talepleriyle davranıyorlar.
İstekleri karşılanmayıp daha da burjuvazi tarafından ezilmeye kalkınca 22 Temmuz1378’de konseyi basıp iktidarı alıyorlar. İşçi iktidarı 6 hafta kadar sürüyor. Kendi talepleri doğrultusunda yasalar yapıp uyguluyorlar bu kısa süre içinde.
Burjuvazi kanla bastırıyor bu erken işçi iktidarını. Burjuvazinin de sınıf bilinci süreç içinde şekillenir. Bu olaydan sonra baskı ve yeri gelince isyan ettirmeyecek kadar hak vermeyi dengelemeyi öğreniyorlar. Sadece Floransa değil, bütün Avrupa burjuvazisi isyandan ders çıkartıyor.
Cumhuriyete ne oluyor sonra? Çok ayrıntılı şekilde belgelenmiş bu olay ibret verici bir evrensellik barındırıyor. Cumhuriyeti devrimci bir şekilde kuran burjuvazi cumhuriyeti yıkıyor.
Bu gericileşmede iki unsur olduğunu görüyoruz. İşçi sınıfına duyduğu korku nedeniyle giderek genişleyen işçi sınıfını yönetimden uzak ve baskı altında tutuyor. İkincisi ise yağma ve sömürü ile ölçüsüzce zenginleşen bir azınlık cumhuriyeti yok edecek şekilde yönetimi eline geçiriyor. Artık Papalara ve krallara savaşları için kredi açarak büyük bir servete konan Medici ailesi tüm konsey üyelerini belirler hale geliyor.
650 yıl sonra Türkiye bu evrensel sürecin tipik bir örneği olarak karşımızda.
Emekçi sınıflar ise tekrar ve tekrar iktidarlarını arıyorlar, 6 hafta için değil, 3 ay değil, 70 yıl değil, sınıfsız bir toplum kurulana kadar iktidarlarını istiyorlar.
/././
Trump ticaret savaşlarını başlatıyor: Üç ülkeye ek gümrük vergisi geliyor
ABD Başkanı Donald Trump, üç ülkeyle ticaret savaşının zeminini hazırlamaya başladı.Beyaz Saray, Trump'ın bugün Kanada, Meksika ve Çin'e kapsamlı ek gümrük vergileri uygulayacağını duyurdu.
Beyaz Saray'ın basın sekreteri Karoline Leavitt, bugün gazetecilere yaptığı açıklamada, Kanada ve Meksika'dan ABD'ye ihraç edilen mallara yüzde 25 gümrük vergisi koyulacağını, Çin'den gelen ürünlere de yüzde 10 vergi uygulanacağını belirtti.
Kanada ise, ABD'nin bu hamlesine "güçlü ama makul" bir yanıtla misilleme yapma sözü verdi. Meksika da planlar hazırladığını belirtti, ancak konuya ilişkin ayrıntı vermedi. Çin ise çıkarlarını "kesinlikle savunacağını" kaydetti.
Trump, yurtdışından gelen mallara gümrük vergisi koymanın federal hükümet için yüzlerce milyar dolar toplanmasını sağlayacağını ve ülkeleri "taleplerine boyun eğmeye zorlayacağını" iddia etti.
ABD'li yatırımcılarsa konuya ilişkin endişelerini dile getiriyor. Beyaz Saray basın brifinginin ardından Wall Street'teki hisse senetleri düştü ve Dow Jones sanayi ortalaması New York'ta yüzde 0,5 azaldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/trump-ticaret-savaslarini-baslatiyor-uc-ulkeye-ek-gumruk-vergisi-geliyor-395901)
***
Suriye’deki cihatçı iktidar komünistleri de engellemeye çalışıyor
Heyet Tahrir'uş Şam (HTŞ) önderliğinde 29 Ocak’ta Suriye başkenti Şam’da düzenlenen ve “Zafer Konferansı” olarak adlandırılan konferansın sonucunda alınan kararlara göre Baas Partisi ile birlikte, bu partinin müttefiklerinden oluşan Ulusal İlerici Cephe’yi oluşturan partilerin de kapatıldığı açıklandı. Bu partiler arasında Suriye Komünist Partisi ile Suriye Komünist Partisi (Birleşik) de bulunuyor.
Suriye’de komünist geleneğin köklü bir geçmişi var. 1924 yılında kurulan Suriye Komünist Partisi, uzun yıllar sömürgeciliğe karşı etkin bir bağımsızlık ve kurtuluş mücadelesi yürüttü. Ülkenin bağımsızlığını kazanmasının ardından sosyalizm mücadelesini sürdüren parti, gerek sömürge döneminde gerekse ülke bağımsızlığını kazandıktan sonraki dönemde çeşitli baskılara maruz kaldı. Siyonizme karşı Filistin halkının kurtuluş mücadelesine aktif destek verdi. 1980’li yıllarda yaşanan görüş ayrılıkları sonucunda ortaya bugünkü iki parti çıktı.
Esad iktidarının devrilmesinden sonra iki komünist parti, ülkenin yeni döneminde ifade, örgütlenme, sendikalaşma, gösteri yapma, grev düzenleme özgürlüğü gibi temel haklar için; ekonomideki liberal uygulamaların durdurulması için; yeni meclisin ve anayasanın temel hakları koruyacak şekilde oluşturulması için; demokratik ve laik bir ülkenin inşa edilmesi için mücadele edeceklerini açıklamıştı.
İki parti de kapatılma kararına tepki gösteren açıklamalar yaptı. Suriye Komünist Partisi, kararı kabul etmediğini, kitlelerin hakları için ve ülkenin bağımsızlığının ve egemenliğinin yeniden tesis edilmesi için mücadeleye devam edeceğini vurguladı. Tiranlığa ve karanlığa karşı mücadele eden bütün güçlerin birleşmesi gerektiğini belirtti.
Suriye Komünist Partisi (Birleşik)’in açıklamasında ise gerek bu partinin gerekse diğer partilerin kapatılması kararının halkın demokratik beklentileri ile çeliştiği, yeni Suriye’nin inşa edilmesini engellediği belirtildi. Partinin halkın ve ülkenin partisi olmaya devam edeceği vurgulanarak kararın geri alınması çağrısı yapıldı.
Öte yandan Suriye yönetiminin aldığı kararlar, her türlü muhalefetin bastırılması için yeni adımların atılacağının işaretlerini veriyor ve önümüzdeki dönemde ülkenin yeni karmaşalara gebe olduğunu gösteriyor.
***
Danimarka'da anket: Halkın yarısı ABD'yi tehdit olarak görüyor, çoğunluk Grönland'ın satılmasına karşı
Danimarka'da yapılan bir İngiliz anketinde, katılımcıların yüzde 46'sı ABD'yi Danimarka için "büyük bir tehdit" olarak gördüğün söyledi. Yüzde 78'iyse, Grönland'ın ABD'ye satılmasına karşı çıkacaklarını ifade etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/danimarkada-anket-halkin-yarisi-abdyi-tehdit-olarak-goruyor-cogunluk-gronlandin-satilmasina)
***
Almanya'da CDU ve AfD göç ve mülteci karşıtı yasada birleşti -Mehmet Kaynak-
Hıristiyan Birlik, yasa önergesinde AfD’yi yabancı düşmanlığı ve komplo teorileri yaymakla suçlasa da, önergeye oy vermekte bir beis görmedi ve danışıklı dövüş halinde yasanın Meclis’ten geçmesinde önemli bir rol üstlendi.
Almanya’da 23 Şubat tarihinde gerçekleşecek erken seçimlere çok kısa bir süre kalmışken, seçim tartışmalarının merkezindeki göçmen politikalarına ilişkin 29 Ocak Çarsamba günü çok önemli bir yasa teklifi Hıristiyan CDU/CSU Birlik tarafından Meclis’e sunuldu. 348 milletvekilinin lehte, 345 milletvekilinin ise aleyhte oy kullandığı oturum sonucunda yasa tasarısı Meclis’in onayından geçmiş oldu. Böylece Birlik’in “Beş Maddelik Plan” olarak adlandırdığı, göçmen ve mülteci politikalarında katılaşmayı amaçlayan yasa önergesi, faşist ve göçmen düşmanı parti Almanya İçin Alternatif'in (AfD) de katkısıyla Meclis’ten geçmiş oldu.
Trafik Lambası Koalisyonu’nun unsurları SPD, Yeşiller ve FDP arasındaki krizin derinleşmesi üzerine koalisyon hükümeti dağılmış, Cumhurbaşkanı Steinmeier Meclis’i feshetmiş ve 23 Şubat’ta erken seçimlere gidileceğini duyurmuştu. Partilerin seçim çalışmaları hızla başlamış hem Şansölye adaylarını hem de seçim bölgelerindeki adayları seçim atmosferine hızlı bir giriş yapmıştı. Ekonomideki durgunluk, artan enflasyon, savaş sanayine yapılan yüksek yatırımlar, kapanan fabrikalar, vergi artışları veya kamu yararına kullanılan bütçedeki kesintiler… Bunların hiçbiri göçmen politikaları kadar seçim gündemini oluşturamadılar. AfD ve CDU/CSU’nun göçmen karşıtlığını odak haline getirdiği bu süreçte diğer partiler herhangi bir alternatif oluşturamadı ve Alman siyasiler son bir aydır yalnızca göçmenleri ve göçmen politikalarını konuşur hale geldi. Mannheim’deki bıçaklı saldırı, Magdeburg’daki Noel pazarı saldırısı ve son olarak geçen hafta Aschaffenburg’da yaşanan bıçaklı saldırı faillerinin yabancı kökenli olması bu gündem için işleri daha da kolaylaştırdı. Yükselen göçmen karşıtlığı ise ilk meyvesini Meclis’ten geçen oylama ile CDU/CSU’nun “Beş Maddelik Plan”ı ile toplamış oldu.
Göçmen ve mülteci karşıtlığını dilinden düşürmeyen CDU/CSU Birliği’nin bu başarısı yasal olarak bir bağlayıcılığa sahip olmasa da Alman siyaseti açısından önemli bir dönüm noktası oldu. Almanca olarak “Brandmauerfeuer” olarak nitelendirilen ve AfD’ye karşı uygulanan siyasi izolasyonu ifade eden duvar bu oylama ile bir ölçüde kırılmış oldu. Birlik yasa önergesinde AfD’yi yabancı düşmanlığı ve komplo teorileri yaymakla suçlasa da, önergeye oy vermekte bir beis görmedi ve danışıklı dövüş halinde yasanın Meclis’ten geçmesinde önemli bir rol üstlendi. Bu oylama 23 Şubat seçimlerinde her iki partinin de alacakları oy potansiyeli düşünüldüğünde çıkarılacak yeni yasalarda benzer bir işbirliğine gidebileceklerine dair önemli bir sinyal oldu.
Beş maddelik plan ne içeriyor?
Almanya’nın özellikle iltica politikalarında daha sertleşmesini çalışmalarının temeline alan Birlik lideri Friedrich Merz sunduğu yasa tasarısında “Beş Maddelik Plan”a ilişkin son dönemde yaşanan saldırılara ve cinayetlere değinilerek, Alman Federal Meclisi’nin bunun Almanya’daki yeni normallik olduğunu reddetmeye davet ediyor. Tasarıda hükümetin son yıllardaki uyguladığı göç politikaları ile göç üzerindeki kontrolü sağlamayı başaramadığını, ulusal hukuku etkin bir şekilde uygulayamadığını, yasa dışı göçü teşvik edici sosyal yardımları ortadan kaldırmadığına değinilmiş, şu beş maddenin uygulanması talep edildi:
- Sürekli Sınır Kontrolleri: Almanya’nın tüm komşu ülkelerle olan sınırları kalıcı olarak kontrol altına alınmalıdır.
- Ülkeye Yasa Dışı Girişlerin İstisnasız Geri Çevrilmesi: Geçerli bir oturumu veya vizesi bulunmayan ya da Avrupa’daki serbest dolaşımdan yararlanmayan kimselerin Almanya’ya girişi fiilen engellenmelidir. Bu kişiler iltica talebinde bulunup bulunmadığına bakılmaksızın geri çevrilmelidir.
- Hakkında Sınır Dışı Kararı Bulunan Kimseler Serbest Bırakılmamalıdır: Hakkında sınır dışı kararı verilmiş yasa dışı göçmenlerin gözaltında tutulması gerekmektedir. Bu gözaltılar için yerleşke kapasiteleri artırılmalı, hızlıca kamuya ait boşluktaki tesisler tahsis edilmeli, eksik kalması halinde yeni tesislerin ve konteynerların inşasına başlanmalıdır. Sınır dışı etme işlemleri günlük hale getirilmeli, Suriye ve Afganistan’a iadeler düzenli hale gelmelidir.
- Eyaletlere Sınır Dışı İşlemlerinde Daha Fazla Destek Verilmesi: Federal Devlet sınır dışı işlemlerini gerçekleştirebilmesi için eyaletlere daha fazla destek vermelidir. Federal geri gönderme merkezleri kurulmalı ve sınır dışı işlemleri kolaylaştırılmalıdır. Federal Polis’e hakkında sınır dışı edilme kararı bulunan kimseler için doğrudan tutuklama emri çıkarma yetkisi tanınmalıdır.
- Suçlular ve Güvenlik Tehdidi Oluşturan Kimseler İçin İkamet Yasasının Sertleştirilmesi: Sınır dışı edilmesi gereken suçlular ve güvenlik riski oluşturan kişiler süresiz olarak gözetim altında tutulmalı, sınır dışı süreci tamamlanana dek serbest bırakılmamalıdır. Bu kişilerin Almanya’ya dönüşleri kesin olarak engellenmelidir.
Önergenin kabul edilmesi yasal olarak ne anlama gelmektedir?
Öncelikle bu bir yasa önergesi (Entschließungsantrag) olup, yasal bir bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Ancak yarın (31.01.2025) yapılacak oturumda hukuki bağlayıcılığı olan yasa tasarısı Zustrombegrenzungsgesetz (Akışı Sınırlandırma Yasası) oylamaya sunulacak. Eğer bu tasarı Meclis’te yine çoğunluğu elde eder ve Bundesrat da onaylarsa, hükümetin yasayı uygulaması gerekecek. Bu tasarı Aufenthaltsgesetz (İkamet Yasası) maddelerinde bazı değişiklikleri öngörüyor. Almanya’daki entegrasyon kapasitesinin dolduğuna değinilerek sınırlı koruma (subsidiärer Schutz) sahibi kişilerin aile birleşimi (Familiennachzug) taleplerinin süresiz olarak durdurulması öngörülüyor. Federal Polis’in tren istasyonları gibi yetki alanına giren noktalarda yasa dışı göçmen tespit edilmesi halinde sınır dışı işlemlerini doğrudan başlatabilme yetkisine sahip olması amaçlanıyor. Ayrıca polise bu kimseler için gözaltı veya tutuklama talebinde bulunması yetkisini vermek istiyor.
Türkiye’den gelen iltica başvurucuları
Özellikle Türkiye’den gelip iltica başvurusunda bulunan Duldung belgesine sahip kimselerin de sınır dışı edilmesi bu yasayla mümkün hale gelecek. Almanya Federal Göç ve Mülteciler Dairesi´nin (BAMF) ilk başvurularını reddettiği ancak İdare Mahkemesi’ne (Verwaltungsgericht) itirazlarını sunan kimseler Duldung sayesinde gecici olarak Almanya'da kalmaya devam edebiliyor. Bu Almanya'da oturma hakkı olmayan ancak henüz sınır dışı edilmesi mümkün olmayan kişilere verilen bir statüdür. Yani, yasal olarak bir oturum izni değil, yalnızca sınır dışı işleminin geçici olarak askıya alınmasıdır.
Uygulamada genellikle Duldung statüsüne sahip kimselerin sınır dışı edilmesi için mahkeme kararının aleyhte sona ermesi beklenmektedir. Bu yasa ise Duldung sahibi kimselerin de sınır dışı edilme sürecinin hızlandırılması amaçlanıyor.
Yasa tasarısındaki diğer bir detay ise sınır dışı etme sürecinde Federal Polis’in yetkilerinin artırılmasında gözlemleniyor. Kural olarak Federal Polis sınır dışı etme işlemlerinde Yabancılar Dairesi ile birlikte hareket etmek zorundadır. Ancak yeni yasa ile sınır dışı kararının resmi çalışma saatleri dışında alınması gerektiği halde Federal Polis’in Yabancılar Dairesi’ni es geçerek tek başına karar verebilmesi amaçlanıyor. Kapsamı keyfi kullanıma açık bu madde sayesinde Federal Polis’in hafta sonu veya çalışma saatleri haricinde karar alarak hızlı bir şekilde sınır dışı sürecini ilerletmesi mümkün hale gelebilir.
Bundesrat yasa tasarısını reddedebilir
Yasa önergesinin yasal bir bağlayıcılığının bulunmamasının yanı sıra yasa tasarısının meclisten geçmesi halinde dahi eyaletlerdeki Bundesrat’lar onaylamaksızın yürürlüğe girmiyor. Dolayısıyla Bundesrat’ın yasayı reddetmesi halinde uzlaşma komitelerinin de kurulabileceği karmaşık bir sürece girilebilir. Bu noktada eyaletlerin ve Federal Devlet’in yetkileri, yasanın uygulanıp uygulanmaması konusunda hukuki tartışmaların başlaması oldukça muhtemel görülüyor.
Berlin’in CDU’lu Eyalet Başbakanı Kai Wagner, AfD’nin oyları sayesinde kabul edilen bir yasaya Bundesrat’ın asla onay vermeyeceğini derken, yine Schleswig-Holstein Eyalet Başbakanı Daniel Günther (CDU), AfD’nin oylarıyla çoğunluk elde eden bir yasayı Bundesrat’ta engelleyeceğini duyurdu. Birlik’in AfD ile hiçbir şekilde işbirliği içinde olmayacağını sürekli duyurmasından sonra, AfD oylarıyla meclisten geçecek bir tasarının CDU’lu eyalet başkanlarının söz konusu dik duruşu ile yürürlüğe girmesi ihtimali pek de olası gözükmüyor.
/././
Diyarbakır’da radyoloji uzmanı eksikliği: Doktorlar iş yoğunluğu ve baskı nedeniyle istifa etti -Yekta Armanc Hatipoğlu-
Diyarbakır’daki devlet hastanelerinde baskı ve iş yoğunluğu sebebiyle radyoloji uzmanları istifa ediyor. Bu durum MR ve tomografi sonuçlarının geç çıkmasına yol açarken, çözüm olarak hastanelerin söz konusu birimleri özelleştiriliyor. (https://haber.sol.org.tr/haber/diyarbakirda-radyoloji-uzmani-eksikligi-doktorlar-yogunlugu-ve-baski-nedeniyle-istifa-etti)
***
Halk TV'ye üst sınırdan ‘bilirkişi’ yaptırımı, TELE 1, NOW ve SZC TV’ye ‘Kartalkaya’ cezası
RTÜK, Halk TV'ye bilirkişi röportajını yayınladıkları gerekçesiyle, en ağır cezalardan biri olan yüzde 3 idari para cezası verdi. TV 100 sunucusu Par'a ceza çıkmadı. Kanal yorumcusu, "TV 100 her daim Erdoğan'a destek olmuştur" diye savunmuştu.(https://haber.sol.org.tr/haber/halk-tvye-ust-sinirdan-bilirkisi-yaptirimi-tele-1-now-ve-szc-tvye-kartalkaya-cezasi-395893)
***
7 tutuklu gazeteci hakkında tahliye kararı verildi
Suriye'de Nazım Daştan ve Cihan Bilgin'in öldürülmesinin ardından İstanbul'da basın açıklaması yaptıkları sırada gözaltına alınan ve 21 Aralık'ta tutuklanan 7 gazeteci tahliye edildi.
Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği, Suriye'de öldürülen Daştan ve Bilgin hakkında basın açıklaması yapmak isterken gözaltına alınıp “Örgüt propagandası yapmak, kanuna aykırı toplantı ve yürüyüşlere silahsız katılarak ihtara rağmen kendiliğinden dağılmama ile Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet” suçlamasıyla tutuklanan gazetecilerin tahliye edildiğini duyurdu.
Buna göre, gazeteciler Gülistan Dursun, Can Papila, Pınar Gayıp, Serpil Ünal, Hayri Tunç, Muhammed Enes Sezgin ve Osman Akın hakkında tahliye kararı verildi.
Ne olmuştu?
Suriye’nin kuzeyindeki gelişmeleri takip ederken SİHA saldırısında öldürülen gazeteciler Nazım Daştan ve Cihan Bilgin için dün İstanbul Şişhane Meydanı’nda yapılmak istenen basın açıklamasını engelleyen polis 59 kişiyi gözaltına almıştı.
Dicle Fırat Gazeteciler Derneği (DFG), Mezopotamya Kadın Gazeteciler Derneği (MKG) ve DİSK Basın-İş’in çağrısıyla düzenlenen basın açıklamasında gözaltına alınan 45 kişi emniyetteki işlemlerinin ardından serbest bırakılırken 14 kişi savcılığa sevk edilmişti.
Savcılık, 14 kişiden 5'ini adli kontrol, 9 kişiyi ise "örgüt propagandası yapmak" ve "2911 sayılı toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanuna muhalefet” iddiasıyla tutuklama talebiyle hakimliğe sevk etmişti.
Hakimlik, 14 kişiden 5'inin adli kontrol şartıyla serbest bırakılmasına, 9'unun ise tutuklanmasına karar vermişti.
Tutuklama gerekçesi ise gazeteciler Nazım Daştan ve Cihan Bilgin'in fotoğraflarını taşımak olarak gösterilmişti.
***
AKP'li vekilin kardeşinin çocuk istismarı davasında 'kararı bozun' baskısı: 'Çocuğun rızası var' dediler
AKP'li Ali İnci’nin kardeşi Yusuf İnci, 14 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismar suçundan 26 yıl 6 ay 22 gün hapis cezasına çarptırıldı. Yargıtay’ın onadığı ceza kesinleşirken, daha önce üç kez reddedilen "karar düzeltme" talebi dördüncü başvuruda "çocuğun rızası var" denilerek kabul edildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/akpli-vekilin-kardesinin-cocuk-istismari-davasinda-karari-bozun-baskisi-cocugun-rizasi-var)
***
17 yaşındaki gencin ölümüne neden olan eski Kızılay Başkanının kızı yurt dışı yasağının kaldırılmasını istedi
Bir motosiklete çarparak 17 yaşında bir gencin ölümüne neden olan ancak tutuksuz yargılanıp adli kontrol kararı da kaldırılan eski Kızılay Başkanı Kerem Kınık'ın kızı Fatıma Zehra Kınık Demir, son duruşmada yurt dışı çıkış yasağının kaldırılmasını istedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/17-yasindaki-gencin-olumune-neden-olan-eski-kizilay-baskaninin-kizi-yurt-disi-yasaginin)
***
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder