6 Şubat depremleri, felaket kapitalizmi ve ölüm siyaseti -Mustafa Durmuş-
Sadece neo-liberal kapitalizmin felaket kapitalizmi veçhesine değil, aynı zamanda bu sistemin temel koruyucusu ve sürdürücüsü olan ve ölüm siyasetini uygulamaktan çekinmeyen siyasal iktidarlara da karşı çıkmak gerekiyor.
6 Şubat tarihi Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde meydana gelen ve büyük acılara neden olan 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki iki depremin ikinci yıldönümü. Resmî açıklamalara göre, depremlerden etkilenen 11 ilde 53 bin 537 vatandaşımız hayatını kaybetti, 107 bin 213 vatandaşımız da yaralandı. Gerçek rakamların ise çok daha yüksek olduğu ileri sürülüyor.
Depremden etkilenen illerde (6 Mart 2023 itibarıyla) acil yıkılacak, yıkık veya ağır hasarlı kategorilerine giren toplam konut sayısı 518 bin 9 olarak belirlendi. Orta hasarlı konut sayısı 131 bin 577 ve az hasarlı konut sayısı 1 milyon 279 bin 727 olarak tahmin edildi. Bu veriler ışığında deprem sonrasında 2 milyon 273 bin 551 kişi doğrudan yeme içme ve barınma sorunuyla karşı karşıya kaldı. Depremin toplam maliyeti 103,6 milyar dolar olarak hesaplandı (milli gelirin yüzde 9’u). (1) Bu da depremin yol açtığı yıkımın ne kadar büyük olduğunu ortaya koyuyor.
Depremlerin ardından deprem bölgesinden (özelikle de yerle bir olmuş Hatay’dan), ülkenin diğer kentlerine doğru çok büyük bir göç dalgası yaşandı. Aradan iki yıl geçmiş olmasına rağmen, deprem bölgesinde yaşamlarını devam ettirmek zorunda olanlar açısından başta barınma, temiz içme suyu ve güvenilir gıda temini, ısınma, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim konuları olmak üzere birçok alanda hala ciddi sorunlar yaşanıyor. Dahası, birçok yurttaşın konutlarının bulunduğu arsa ve araziler, “rezerv yapı alanı” gibi düzenlemelerle büyük ölçüde ellerinden alınıyor.
Türkiye’nin depremlere karşı hazırlığı yetersiz!
Bu depremler ülkenin doğal afetler karşısında ne kadar hazırlıksız olduğunu ortaya koydu. Nitekim bu hazırlıksız olma hali Almanya, Bohum Ruhr Üniversitesi’nce hazırlanan ‘Dünya Risk Endeksi’ adlı endeksle de doğrulanıyor. Bu endeks deprem kuşağındaki ülkelerdeki depreme hazır olup olmama halini (güvenlik açığı) gösteriyor. Bu anlamda güvenlik açığı üç kategoride ele alınıyor: ‘Sosyal eşitsizlik durumu ve kalkınma yetersizliği’, ‘siyasi istikrar, sağlık hizmetleri ve altyapı yetersizliği’ ve ‘ilerleme yetersizliği’. Buna göre, Türkiye bu tür felaketlere dayanıklılık konusunda son derece vasat bir puana sahip (100 üzerinden 29,6 puan). Özellikle ikinci kategoride olmak üzere Türkiye, doğal afetlere karşı “çok yüksek” kırılganlığa sahip bir ülke olarak nitelendiriliyor. (2)
Diğer yandan, depremin ardından devlet bütçelerinden çok büyük miktarlarda ödenek “yeniden imar ve inşaat çalışmaları için” ayrıldı.
Deprem bütçesi
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in 15 Ocak 2024 tarihinde Anadolu Ajansına yapmış olduğu basın açıklamasına göre, depreme yönelik ihtiyaçlar için 2023 yıl sonunda harcama tutarı 950 milyar lira (milli gelirin yüzde 3,7’si) seviyesine ulaştı. Orta Vadeli Program’da (2024- 26) deprem kaynaklı bütçe ödeneklerine göre 2024 yılında deprem kaynaklı giderlerin milli gelire oranı yüzde 2,5; 2025 yılında yüzde 0,9 ve 2026 yılında ise yüzde 0,8 olarak hedefleniyor. Böylece deprem kaynaklı harcamalar dört yıllık dönemde milli gelirin kümülatifte yaklaşık yüzde 8’i büyüklüğüne erişmiş olacak. (3)
Deprem gibi felaketlerin ekonomik olarak, üretim, milli gelir, istihdam, ihracat, devlet bütçesi, gelir dağılımı ve yoksulluk üzerinde çok büyük çapta olumsuz etkileri olduğu kuşkusuz. Ancak bu felaketler kapitalist sistemin egemen sınıfları ve siyasal seçkinleri açısından inanılmaz fırsatlar da oluşturuyor. Başta inşaat sektörü olmak üzere, birçok sektörde faaliyet gösteren sermaye şirketleri, deprem sonrası yeniden inşa faaliyetleri sayesinde ciddi gelirler ve servetler elde ediyorlar.
Bu yüzden de bu depremlerin neden olduğu sosyal ve ekonomik hasarın ortaya çıkışında mevcut iktidarın yaptığı yanlışlar kadar, içinde bulunduğumuz kapitalist sistemin de sorgulanması gerekiyor. Bu yapılırken, kapitalizm ve bu sistem içinde izlenen politikaların geçirdiği dönüşümün göz önünde tutulması gerekiyor. Bu değerlendirmeyi yaparken iki önemli kavram bize yardımcı olabilir: Felaket Kapitalizmi ve Ölüm Siyaseti (necro-politic).
Felaket Kapitalizmi
2004 yılında Güney Asya’yı 100 metrelik dalgalarla kasıp kavuran ve 230 bin kişinin hayatını kaybetmesine neden olan deprem ve tsunaminin ardından British Columbia Üniversitesi'nde iklim adaleti profesörü olan ve “Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi” başlıklı kitabın yazarı Naomi Klein, sözde yeniden inşa çabalarındaki tuhaf bir durumu fark etti. Öyle ki birçok yerel çiftçi ve bölge sakini tsunami nedeniyle evlerini boşaltmak zorunda kalırken, müteahhitler tatil köyleri ve diğer girişimler inşa etmek için arazilere el koymaya başladılar.
Anılan kitabında Klein, “felaketlerin heyecan verici piyasa fırsatları olarak ele alınmasından ve felaketlerin ardından kamusal alana yapılan bütünleşik ve iyi koordine edilmiş sermaye baskınlarından” söz ediyor. Bu tür baskınların kapitalizmin (özellikle de neo-liberalizmin) 1990’larda gerçekleşmekte olan küresel konsolidasyon döneminde ortaya çıktığını ya da daha belirgin hale geldiğini vurguluyor. (4)
Çağdaş kapitalizm felaketlerden ve şoklardan besleniyor!
Klein kitabında öz itibariyle çağdaş kapitalizmin şoklardan ve felaketlerden nasıl beslendiğini anlatıyor ve ulus devletlerin, genellikle özel şirketlerle iş birliği içinde, normal zamanlarda asla uygulanamayacak politikaları hayata geçirmek için krizleri nasıl kullandığını ortaya koyuyor. Yani toplumdaki varlıklı ve güçlü kesimlerin, politik seçkinlerin genellikle afetten en çok etkilenen insanların zararına olacak şekilde, kendi güçlerini ve kaynaklarını pekiştirmek ve artırmak için bir doğal felaketi nasıl istismar ettiklerini anlatıyor:
“Bir tsunami Asya'yı kasıp kavuruyor ve müteahhitler balıkçı topluluklarını kıyılardan temizleyip lüks oteller inşa etme fırsatını yakalıyor. Katrina Kasırgası Louisiana'yı harap ediyor ve iyi bağlantıları olan şirketler ceset bulma işini para kazanma girişimine dönüştürüyor. Kısaca, kâr için her şey istismar ediliyor”. (5)
Türkiye’de 6 Şubat depremi sonrasında Kızılay’ın kendi çadırlarını piyasada satması ise bir felaketin nasıl istismar edilebileceğinin en acı örneklerinden birisini oluşturdu. Öyle ki bir kamu kuruluşu olan Kızılay’ın depremin üçüncü gününde Ahbap Derneği’ne 46 milyon lira karşılığında çadır sattığı ortaya çıkmıştı. Açıklama yapan Ahbap ve Kızılay da bu yöndeki haberleri doğrulamıştı. (6)
Felaket Kapitalizmi ile askeri diktatörlükler el ele
Klein 'felaket kapitalizminin' köklerini 1970’lerin Latin Amerika’sında buluyor. Özellikle 1973'ten itibaren Şili’yi ekonomik 'şok tedavisi' (sağcı iktisat gurusu M. Friedman tarafından ortaya atılan bir deyim) gören ilk ülke olarak tanımlıyor. Bu özel programı başlatan şok, solcu Başkan S. Allende'yi deviren ve General A. Pinochet liderliğinde askeri bir diktatörlük kuran cuntadır. Cuntanın başı Pinochet yönetiminde uygulanan ekonomi politikaları ise piyasanın serbestleştirilmesi, özelleştirme ve devletin küçültülmesine ilişkin (neo-liberal) teorilerini hayata geçirme fırsatını gören 'Şikago Oğlanları' - Friedman ve müritleri tarafından tasarlandı ve uygulandı. Önerdikleri politikalar ancak silah zoruyla uygulanabilirdi. Bu, 1970’lerde Latin Amerika'da görülen bir model olacaktı: Askeri yönetim (sistematik cinayetleri ve yaygın işkenceyi sürdürürken) ve neo-liberal 'şok terapisi' yan yana yürüyordu.
Benzer gelişmeler Türkiye’de 12 Eylül Askeri Darbesi sonrasında ortaya çıktı. Emek düşmanı neo-liberal 24 Ocak Kararları sivil bir rejim altında uygulanamayınca, CIA destekli bir askeri darbe ile bu kararlar hayata geçirildi ve Şili’dekine benzer sonuçlar alındı. (7) Bugün felaket kapitalizmi Hindistan ve Türkiye örneklerinde olduğu gibi, ağırlıklı olarak otoriter aşırı sağcı rejimler altında hayata geçiriliyor.
Neo-liberal kapitalizm felaket kapitalizminin yaratıcısı
Felaket kapitalizmi kapsamında incelenen pek çok vaka neo-liberal uygulamaların afet risklerinin nedenleri, itici güçleri ve/veya güçlendiricileri olduğunu ortaya koyuyor. Örneğin Brezilya’da Amazon’un çevre korumasının ortadan kaldırılmasından, ABD'de düşük gelirlilerin konutlarından tahliye edilmelerine kadar, ortaya çıkan kanıtlar toplumsal çıkarlar iyi korunmadığında veya piyasa çalkantılarına maruz bırakıldığında, insafsız vurguncuların, insanların çoğunluğu ve gezegenin ekosistemleri açısından sonuçları ne olursa olsun, avantaj elde edebileceğine veya onları yok edebileceğine işaret ediyor.
Bu bağlamda felaket kapitalizminin ortaya çıkışında durmak bilmeyen daha fazla kâr sağlama peşindeki sermaye kesiminin olduğu kadar, özelleştirmeler ve kuralsızlaştırma, de-regülasyon gibi uygulamalarıyla sermayeye hizmet eden neo-liberal iktidarların da büyük sorumluluğu var.
TMMOB’nin yıllardır dile getirdiği üzere, genelde ülkenin özelde ise bölgenin depremselliği görmezden gelinerek yapılan kent planlamaları, yerel yönetimlerde belediye meclisleri tarafından bilim ve tekniğin ilkeleri göz ardı edilerek yapılan plan tadilatları, kamusal denetimin gereği gibi yerine getirilememesi, kaçak yapılaşma kentlerimizi beton yığınlarına dönüştürmüş durumda. 22 yıldır iktidarda olan AKP’nin kentsel dönüşüm adı altında yürüttüğü rant odaklı politikalar, çıkardığı imar afları (2002 yılından bugüne kadar 9 defa imar affı yasası çıkarıldı) ve yerel yönetimlerin çözüme yönelik çabalarını görmezden gelmesi de sorunun giderek derinleşmesine ve çözümsüzlüğe neden oldu. (8)
Kısaca, felaket kapitalizmi tüm ölçekleri etkileyen iki küresel sürecin birleşimiyle ortaya çıkıyor: (Doğal) felaketler ve neo-liberalizm. Dolayısıyla, felaket kapitalizmi, “güçlü özel mülkiyet hakları, serbest piyasalar ve serbest ticaret ile karakterize edilen kurumsal bir çerçeve kurmayı amaçlayan iktidarlar tarafından yürütülen yapısal ve yapısal olmayan neo-liberal politikaların uygulanmasını ifade ediyor. (9)
Felaketler sermaye ve servet birikimi aracı olarak kullanılıyor
Schuller ve Maldonado felaket kapitalizmini, “ulusal ve ulus ötesi devlet kurumlarının bir dizi özel, neo-liberal kapitalist çıkarı teşvik etmek ve güçlendirmek için felaketleri (çatışma sonrası durumlar da dahil olmak üzere) hem sözde doğal hem de insan kaynaklı felaketler) araçsallaştırması yüzünden ortaya çıkan bir durum” olarak tanımlıyor. Yazarlara göre bu tanım üç kurucu unsur içeriyor: (i) Kamusal' müdahalelerde özel şirketlerin artan rolü. (ii) Felaketlerin araçsallaştırılması. (iii) Neo-liberal kapitalist çıkarların desteklenmesi. (10)
Felaket kapitalizmi arazi gaspları ile birlikte yürüyor. Arazi gaspı genelde iki şekilde gerçekleşiyor: İlk olarak, bu tür bir dönüşüm gerçekleşmeden önce, bölge sakinleri genellikle araziden çıkartılıyor ya da yetersiz barınma ve istihdam yüzünden yerlerini terk etmek zorunda bırakılıyor. İkinci olarak, yerel ya da ulusal hükümetler ya kararnamelerle ya da rehabilitasyon kisvesi altında bölge sakinlerini arazilerinden tahliye ederek stratejik arazi gaspı yapıyor. (11)
6 Şubat depremleri sonrasında her iki yönteme de başvurulduğu biliniyor. Yani ya depremzedeler artık dayanamayacak noktaya kadar getirilip yerlerinden edildiler ya da rezerv yapı alanı gibi düzenlemelerle yerlerini terk etmeye zorlandılar.
Felaket sonrası rehabilitasyon ve yeniden inşa sürecinde, bu sürece ilişkin ihalelerin çoğu, genellikle de şeffaf olmayan biçimlerde hızlıca iktidara yakın müteahhit şirketlere veriliyor. Nitekim 6 Şubat depremleri sonrasındaki onlarca milyar liralık inşaat, alt yapı ve yeniden inşa işlerinin iktidara yakın müteahhitlere verildiği biliniyor.
Klein’e göre felaket kapitalizmi; savaş, politik kriz ve doğal afet gibi büyük istikrarsızlaştırıcı olayların ardından sermayenin çıkarlarının belirli bir bölgeye odaklanmasıyla ortaya çıkıyor. Ona göre bu, aslında askeri sanayi kompleksinin bir uzantısıdır ancak sadece savaşlar değil, felaketler sonrasındaki yeniden inşalar ve yapılandırmalar aracılığıyla devasa kârların ve servetlerin yaratılması söz konusudur.
Böylece felaketlerin kapitalizm açısından işlevselliği ortaya çıkıyor. Örneğin iklim değişikliği ya da iklim yıkımı çağında ortaya çıkan felaketler sermaye için sermaye birikimini büyütme biçimi haline geliyor. Nitekim sadece seller, su baskınları, orman yangınları sonrasında yeniden inşa girişimleri değil, aynı zamanda çözüm olarak sunulan ‘yeşil büyüme’ ya da ‘yeşil teknolojiler’ de felaket fırsatçılığının tipik örneklerini oluşturuyor.
Oligarşi ve Felaket Kapitalizmi
“Oligarşi, bir toplumda genellikle en zengin yüzde 1’i oluşturan bir azınlığın yönetimidir. Aristoteles’in siyaset teorisinde oligarşi, demokrasinin evrildiği ve sonunda kalıtsal bir aristokrasiye dönüştüğü aşamadır. “George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanında, “oligarşik yönetimin özü babadan oğula geçen miras değil, belirli bir dünya görüşünün ve belirli bir yaşam biçiminin sürekliliğidir... Bir yönetici grup, haleflerini atayabildiği sürece yönetici gruptur... Hiyerarşik yapı hep aynı kaldığı sürece gücü kimin kullandığı önemli değildir” diye yazar. Bu sözcük B. Yeltsin döneminde doğal kaynakları ve diğer varlıkları ele geçiren Rusya'nın kleptokratlarına atfen kullanıldı. Bu tanım, aynı zamanda, servet zenginliğini piramidin tepesindeki finans ve mülk sahibi sınıfta yoğunlaştıran Latin Amerika ve diğer ülke oligarşileri için de geçerlidir.” (12)
Monbiot, ‘felaket kapitalizmi’ kavramını oligarşi kavramıyla ilişkilendiriyor. Ona göre, “büyük servetler kapitalist girişimcilikten ziyade; tekelcilikle, rant-kollayıcı faaliyetlerle, arazi, emlak, entelektüel mülkiyet hakları gelirleriyle, software, sosyal medya platformları, montaj hizmetleri gibi normalin çok üstünde kâr marjı ve rant sunan faaliyetlerle gerçekleştiriliyor. Öyle ki sermayenin gücü artık iktidardaki oligarşinin gücüne dönüşüyor ve / veya sermaye gücünü oligarşiden alıyor. Bu oligarşik yapı ve sermaye grupları hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu bir demokratik devlet ya da kontrol altında tutulan bir kapitalizm değil, kaosa dayalı, sermayenin kuralları dışında hiçbir kurala tabi olmayan bir “felaket kapitalizmi” istiyor. Çünkü kaos ve felaket kapitalizminden asıl olarak onlar yararlanıyor. Kaos ve hukuksuzluk servetlerinin katlanarak büyümesine hizmet ediyor. (13)
Felaket Kapitalizminin iki yüzü
Felaket kapitalizmi tüm afet risk yönetimi aşamalarında gözlemlenebilir bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Yani afetlerin öncesinde (ex-ante) ve sonrasında (ex-post) gerçekleşen süreçler söz konusudur.
Bazı yazarlar ex-ante felaket kapitalizminin afet risklerine neden olan ya da afet risklerini artıran neo-liberal reform ve uygulamaları kapsadığını, ex-post felaket kapitalizminin ise afetlerin neo-liberal tarzda siyasi düzenlemeleri hayata geçirmek (ya da güçlendirmek) için bir fırsat olarak kullanılmasını ve nihayetinde önceden var olan riskleri daha da artırabilecek bir piyasa fırsatı ve ekonomik vurgunculuğu ifade ettiğini ileri sürüyor. (14)
Ölüm Siyaseti
Büyük depremler sonrasında yaşananları anlamak için başvurulabilecek bir diğer kavram “Ölüm Siyaseti” (necro-politics) kavramıdır.
“Ölüm Siyaseti”, kimin yaşayacağı ve kimin ölmesi gerektiğinin arkasındaki hesaptır. Nekro, Yunanca “ceset” anlamına gelen “nekros” kökünden geliyor. Bu nedenle necro-politics, “ölüm siyaseti” anlamına geliyor. Filozof Achille Mbembe ölüm siyasetini “kimin önemli kimin önemsiz, kimin gözden çıkarılabilir kimin çıkarılamaz olduğunu tanımlama kapasitesi” olarak betimliyor. (15)
Kısaca Ölüm Siyaseti, devletlerin insan hayatına nasıl farklı bir değer biçtiğini aydınlatan bir çerçevedir. Kavramın temelinde kapitalizm ve onunla bağlantılı şiddet kurumları var: Bu, beyazların siyahilere karşı, erkeklerin kadınlara karşı, hâkim ideoloji ve inançların diğerlerine karşı üstünlüğü ve genelde bir sömürgeleştirmedir. Öyle ki “muktedire ne kadar yakınsanız hayatınızın değeri de o kadar fazla olur”.
Muktedire uzak olanlar değersizdir!
Keza Ölüm Siyaseti soyut bir toplumsal iyiliğe ulaşmak için bazı insanların ölmesi gerekebileceğini de ileri sürer. Bu çerçevede bir felaket sırasında ilk el uzatılacaklar muktedire daha yakın olan kimlikler ve sınıflar iken, diğerleri feda edilebilirler.
Nitekim 6 Şubat depremleri sonrasında Hatay’da ilk üç gün devletin kendisini neredeyse hiç göstermemiş olması; bu kentte hatırı sayılır bir Arap Alevi kesiminin yaşaması ve bu kesimlerin iktidar partilerine yakın durmaması, onlara yardım elinin zamanında ve tam olarak ulaşmamasının, hatta bu kentte çadırlara ve konteynerlere sığınan insanların kaderleri ile baş başa bırakılmalarının bir nedeni olarak gösteriliyor.
Ölüm Siyaseti hepimizin bildiği ve içinde yaşadığı toplumsal statükoyu koruyan güçtür, yavaş yavaş ilerleyen bir şiddettir. Birçok ötekileştirilmiş insanın doğuştan mahkûm edildiği, uzun süren bir ölüm halidir. Egemen normdan uzaklaşan insanlar, Mbembe’nin “ölüm-dünyası” olarak adlandırdığı şeyin içine hapsolurlar:
“Ölüm Siyaseti büyük nüfusların kendilerine yaşayan ölü statüsü veren yaşam koşullarına tabi tutulduğu bir toplumsal varoluş biçimidir. Diğer yandan, kasvetli bir çerçeve olsa da iktidarın ölümcül işleyişini nasıl fark edeceğimizi öğretmesi açısından faydalı bir çerçevedir”. (16)
Sonuç
On binlerce insanımızın ölümüne ve yaralanmasına, ağır travmalara maruz kalmasına neden olan depremlerin ya da büyük ölçüde küresel ısınmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan orman yangınlarının, fırtınaların sellerin, su baskınlarının ve en son Kartalkaya’da yaşandığı gibi kâr hırsı ve ihmal ve denetimsizliğin neden olduğu otel yangınlarının bir kısmı önlenebilir ve/veya yol açtığı insani, ekolojik ve ekonomik hasar asgaride tutulabilir.
Ancak bunun önündeki en büyük engel, felaketleri yeni kârlar ve servetler yaratma fırsatı olarak gören ‘felaket kapitalizmi’ ve bunun üzerine inşa edilen ‘Ölüm Siyaseti’dir. Her ikisinde de sermaye sınıfının devletle doğrudan iş birliği söz konusudur. Bu nedenle de sadece neo-liberal kapitalizmin felaket kapitalizmi veçhesine değil, aynı zamanda bu sistemin temel koruyucusu ve sürdürücüsü olan ve ölüm siyasetini uygulamaktan çekinmeyen siyasal iktidarlara da karşı çıkmak gerekiyor.
Dip notlar:
- Strateji ve Bütçe Başkanlığı, 2023 Kahramanmaraş ve Hatay Depremleri Raporu (Mart 2023), s. 36, 130.
- https://www.statista.com/chart/29258/vulnerability-to-natural-disaster (8 February 2023).
- Burcu Aydın Özüdoğru, Kahramanmaraş merkezli depremin etkileri ve politika önerileri, https://www.tepav.org.tr (27 Şubat 2023).
- Naomi Klein, The Shock Doctrine : The Rise of Disaster Capitalism, London: Allen Lane. 2007, s. 6.
- https://www.developmenteducationreview.com/issue/issue-8/shock-doctrine-rise-disaster-capitalism (Spring 2009).
- https://www.diken.com.tr/kizilaydan-cadir-sattik-ama-bir-sor-niye-sattik-aciklamasi (26 Şubat 2023).
- https://yaziportal.org/emperyalizm-ve-eylul-askeri-darbeleri-11-eylul-1973-sili-ve-12-eylul-1980-turkiye (11 Eylül 2021).
- 6 Şubat 2023 Depremlerinin Birinci Yılı Değerlendirmesi, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, https://www.tmmob.org.tr (6 Şubat 2024).
- David Harvey, A brief history of neoliberalism, Oxford University Press.2005, s. 2.
- Schuller & Maldonado, 2016, s.62’den aktaran UN Office for Disaster Risk Reduction, Global Assessment Report on Disaster Risk Reduction,
- Cohen (2011)’den aktaran https://pmc.ncbi.nlm.nih.gov/articles (18 October 2020).
- Michael Hudson, J is for Junk Economics: A Guide to Reality in an Age of Deception, Germany: ISLET-Verlag, 2017, s..172.
- George Monbiot, “from Trump to Johnson, nationalists are on the rise – backed by billionaire oligarchs”, https://www.theguardian.com (26 July 2019).
- Sandoval vd., 2020, s.833’den aktaran UN Office for Disaster Risk Reduction, Global Assessment Report on Disaster Risk Reduction, 2022.
- Achille Mbembe, Necro-politics (translated by Steven Corcoran), Duke University press, Durham and London, 2019, s. 66-93.
- https://www.teenvogue.com/story/what-is-necropolitics (10 March 2021).
/././
6 Şubat'ın ikinci yılı: 53 binden fazla insan öldü, birçok davada iyi hâl indirimi uygulandı, 'olası kast'tan sadece bir müteahhit ceza aldı!
6 Şubat depremlerinin üzerinden iki yıl geçti. Toplam 11 ilde milyonlarca kişiyi etkileyen deprem on binlerce kişinin ölümüne neden oldu. Kahramanmaraş merkezli 7,8 ve 7,5 büyüklüğündeki 6 Şubat depremlerinnde 53 bin 725 kişi hayatını kaybetti, 107 bin 213 kişi yaralandı. Depremde yakınlarını kaybeden aileler ise adalet arayışlarını sürdürüyor.
ANKA verilerine göre, iki yılda deprem davalarında müteahhitlere, 8 yıl ile 21 yıl 9 ay arasında değişen hapis cezaları verildi. Birçok davada sanıklara “İyi hal indirimi” uygulandı ve bazı sanıklar beraat etti. Şu ana kadar verilen en yüksek ceza, Adana'daki Hasan Alpargün Apartmanı davasında çıktı, müteahhit Hasan Alpargün, “Olası kastla birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 62 kez müebbet ve 865 yıl hapis cezası aldı.
Gaziantep’te 51 kişinin öldüğü Furkan Apartmanı’nda kolonu kesmekten yargılanan mağaza sahibi 3 sanık, “Delil yetersizliği” gerekçesiyle beraat etti. Aileler karara, “Adaleti paralarıyla satın aldılar” diye isyan etti.
Deprem bölgesinde sağlık hizmetlerinde durum ne?
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, geçen yıl 2 Şubat Cuma günü yaptığı açıklamada, depremlerde, merkez üs olan Kahramanmaraş dışında Hatay, Osmaniye, Adıyaman, Diyarbakır, Şanlıurfa, Gaziantep, Kilis, Adana, Malatya ve Elazığ'da 53 bin 537 kişinin hayatını kaybettiğini, 107 bin 213 kişinin de yaralandığını söyledi.
BBC Türkçe’nin Sağlık Bakanlığı’ndan aldığı verilere göre 51 bin 665 depremzede hasta ve yaralı başka bölgelerde nakledildi.
Bakanlık, deprem bölgesindeki sağlık tesislerinde 113 bin 759 personel çalışmakta iken; ülkenin dört bir yanından 15 bin 883 UMKE ve 112 Acil Sağlık Hizmetleri personeli, 21 bin 204 hekim, 62 bin 590 sağlık personeli ve 38 bin 513 destek personeli olmak üzere toplam 138 bin 190 personelin deprem bölgesinde görevlendirildiğini açıkladı.
BBC Türkçe’ye konuşan Türk Tabipleri Birliği'ne göre (TTB) ölü sayısı verileri şüpheli ve deprem bölgesinde sağlık sorunları il il çeşitlilik göstererek devam etti.
Depremlerde kaç bina yıkıldı?
Cumhurbaşkanlığı raporuna göre depremden etkilenen 11 ilde toplamda 2 milyon 618 bin 697 bina vardı.
Raporda, 6 Mart 2023 tarihi itibarıyla 1 milyon 712 bin 182 binada yapılan hasar tespit çalışmaları sonucunda 35 bin 355 binanın yıkıldığı, 17 bin 491 binanın da acil olarak yıkılması gerektiği ve 179 bin 786 binanın ağır, 40 bin 228 binanın orta ve 431 bin 421 binanın az hasarlı olduğu tespit edildiği ifade ediliyor.
Yıkılan veya büyük hasar gören binaların arasında mesken olarak kullanılanların dışında tarihi ve kültürel yapılar, okullar, idari binalar, hastaneler, oteller de yer alıyor.
Ağır hasarlı binaların yıkımıyla birlikte bölgedeki yeniden yapılaşma da sürüyor.
Ancak orta hasarlı binalarla ilgili süreç devam ediyor.
BBC Türkçe’nin konuştuğu Şehir Plancıları Odası Hatay İl Temsilciliğine göre hala bu orta hasarlı yapılarda oturan insanlar var.
Fotoğraf: Kazım Kızıl
Oda, mevzuata göre afet sonrası orta hasarlı olarak ilan edilen yapıların, en geç bir yıl içerisinde güçlendirme sürecine girmesinin mecburi olduğunu, güçlendirme yapmadığı durumda ise ağır hasar yapı statüsüne kavuşacağını belirtiyor:
“Bu orta hasarlı binaları ruhsatlandırmak da ayrı bir uzmanlık gerektiriyor. Yeterince yetkin mühendisimizin olup olmaması önemli bir konu. Evet var ama yerelde yok. Yeni mezun herkes güçlendirme çalışması yapabilecek yetkiye sahip. Ama bunun uygulaması da var. Projelendirmeden çok uygulamada profesyonel ekipler gerekiyor. Maalesef yerelde de bu kadar profesyonelimiz yok.
“Kırsaldaki birçok orta hasarlı binanın ruhsatsız olduğunu, ruhsatlandırılamayacağını da biliyoruz. Vatandaş, yerel yönetimle karşı karşıya kaldı. Devlet ruhsatlandırılamayacağını bile bile bu yapılara orta hasar tespiti koydu ve yerel yönetimle de vatandaş karşı karşıya kaldı.”
Resmi prosedüre göre bu yapıların 4 Nisan’a kadar kadar ruhsat alamazlarsa yıkılması söz konusu.
Orta hasarlı yapıların bir kısmının kaçak yapılar olduğunu vurgulayan Koç, bu yapılara güçlendirme izni verince bir nevi ruhsatlandırılmasının da önünün açılacağını söylüyor.
Ancak Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlık yetkililerinin kendileriyle yaptığı görüşmede buna ilişkin bir karar almayacaklarını açıkladığını aktarıyor.
Fotoğraf: Cengiz Anıl Bölükbaş
Kaç konteyner kent kuruldu?
İçişleri Bakanlığı, Nisan 2023'te yaptığı açıklamada 345 noktada çadır kent ve 305 noktada da konteyner kent kurulduğunu açıkladı.
Bu çadırlarda barınan kişi sayısının 2 milyon 626 bin 212 olduğu belirtildi. Açıklamada konteynerde barınan kişi sayısının 78 bin 718 olduğu kaydedildi
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise 3 Şubat 2024'te yaptığı açıklamada, "Deprem bölgesine 1 milyon çadır gönderilmiş, 215 binin üzerinde konteyner kurulmuş, 349 bin haneye kira yardımı yapılmış, taşınma ve destek ödemelerinde bulunulmuştur" dedi.
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Göç Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin Durum Değerlendirme Raporu’na göre depremden etkilenen illerde kayıtlı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının sayısı 14 milyon 13 bin 196, bu da oransal olarak Türkiye nüfusunun yüzde 16,43’üne tekabül ediyor.
Üniversitenin raporuna göre depremden sonraki 21'inci günde bölgeden tahliye edilen insan sayısı 528 bini buldu. 1 Mart tarihinde ise bu sayı 811 bini geçti. Depremin ilk haftasında 2,2 milyon kişinin bölgeden ayrıldığını aktaran rapor, 1 Mart tarihinde bu sayının 3,3 milyon olarak güncellendiğini bildirdi.
Fotoğraf: Cengiz Anıl Bölükbaş
İmar barışı kapsamında yasal statü kazanan binaların kaçı yıkıldı?
6 Şubat depremlerinde yıkılan binalardan kaçının imar affı kapsamında yasal statü kazandığına ilişkin herhangi bir veri açıklanmadı.
Hatay Akademik Meslek Odaları Sözcüsü Serkan Koç, defalarca talep etmelerine rağmen bu konuyla ilgili verilerin de kendileriyle paylaşılmadığını söylüyor.
İmar affı çıktığında Hatay’da 30 bine yakın binanın başvurduğunu ve 200 bine yakın bağımsız bölümün de bu aftan faydalandığını bildiklerini dile getiren Koç’a göre imar affı ve depremde yıkılan yapılar tartışmasında, kanunda yer alan “sorumluluğun yapı sahibinde” olması ile ilgili madde çok önemli.
Koç, “Devlet, kendi sorumluluğunu vatandaşın üzerine atma konusunda çaba içerisinde yer aldı” diyor ve şöyle devam ediyor: “3 katlı bir bina yapılmış. Vatandaş izin ve mühendislik hizmeti almadan iki kat çıkıyor. Ve bina daha sonra affediliyor. Depremde de yıkılıyor. Sorumlusu kim? Bunu denetlemeyen mi, buna izni veren mi, imar barışından faydalandıran mı, yoksa bunu yapan mı? Kimin sorumluluğu nerede başlıyor, nerede bitiyor?”
***
40 milyar dolar deprem vergisi…-Murat Batı-
Bir yıl için getirilen deprem vergisi bugün itibariyle yaklaşık 25 yıldır sürekli olarak alınmaktadır. Cep ve sabit telefon faturalarından, dijital ve kablolu TV yayınlarından, internet hizmeti faturalarından vs. şu an yüzde 10 oranında özel iletişim vergisi (deprem vergisi) alınmaktadır.
Bugün 6 Şubat 2023 tarihli depremin ikinci yıl dönümü. Çok canımızı kaybettik, çok da canımız yandı. Kaybettiklerimize Allah’tan rahmet diliyorum.
Deprem sonrası hepimiz seferber olduk, belki bir Can’a umut olabiliriz diye. Bazılarımız fiziken yardıma koştu, bazılarımız para, eşya, araba, yiyecek, yakacak, kıyafet vs. yardımında bulunarak.
Devletimiz de depremin ülkemiz için kaçınılmaz bir gerçek olduğunu hatırladı ve olası bir depremin yaralarını sarmak adına 21 Mart 2023 tarihinde 7441 sayılı Afet Yeniden İmar Fonunun Kurulması Hakkında Kanun ile Afet Yeniden İmar Fonunu namı diğer deprem fonunu aynı gün yürürlüğe girmek üzere kurdu. Ancak Fon’un adından başka hiçbir şey yok; ne internet sitesi ne de başka bir şey. Umarım en kısa sürede bir açıklama yapılır.
Ayrıca 6 Şubat depreminin ardından ek MTV, ek kurumlar vergisi adı altında yeni deprem vergileri de alındı. Ancak herkesçe bilinen asıl deprem vergisi 17 Ağustos depreminin ardından getirilmişti. Ve her seferinde herkesçe nerede bu vergiler, ne kadar tahsil edildi? gibi sorular sorulmakta.
17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 depremlerinin yarattığı tahribatı kısmen de olsa finanse etmek için 26 Kasım 1999 tarihli mükerrer sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4481 sayılı Kanun[1] ile yeni vergiler getirildi.
Bu getirilen vergilerden bir tanesi adı herkesçe deprem vergisi olarak bilinen özel iletişim vergisidir. Aslında deprem vergisi adında bir vergi yok, bu ismi biz yakıştırdık. Bu verginin tam adı özel iletişim vergisidir. Hatta bu vergi Gider Vergileri Kanunu m.39’da düzenlemiş tek maddelik bir vergidir.
Özel iletişim vergisi yani deprem vergisi bir yıllığına getirildi. 4481 sayılı Kanun’un 8’inci maddesinin ilk fıkrasında 31.12.2000 tarihine kadar uygulanmak üzere denilerek kısıtlı bir süre için getirilmişti.
Ancak 31 Aralık 2000’de sona ermesi planlanan özel iletişim vergisi önce 4605 sayılı Kanunla 31 Aralık 2002’ye kadar daha sonra tekrar 31 Aralık 2003 tarihine kadar uzatıldı.
Bir yıllığına getirilen özel iletişim vergisi, 31.07.2004 tarihinde Gider Vergileri Kanunu’nun 39’uncu maddesine eklenerek kalıcı ve sürekli hale getirildi.
Bir yıl için getirilen deprem vergisi bugün itibariyle yaklaşık 25 yıldır sürekli olarak alınmaktadır. Cep ve sabit telefon faturalarından, dijital ve kablolu TV yayınlarından, internet hizmeti faturalarından vs. şu an yüzde 10 oranında özel iletişim vergisi (deprem vergisi) alınmaktadır.
Deprem vergisinden toplanan vergiler ne kadar oldu?
Özel iletişim vergisi bir yıllığına getirildi ama bugün itibariyle yaklaşık 25 yıldır devamlı surette tahsil edilmektedir.
Aşağıda tabloda 1999 yılından 2024’e kadar (2024 dahil) olan özel iletişim vergisi tahsilat tutarları yer almaktadır.
25 yılın en yüksek tahsilatı 30 milyar 271 milyon TL ile 2024 yılında gerçekleşmiştir. Bu gelirin tamamı hazineye doğrudan gelir yazılmaktadır.
Dolar bazında tahsilat tutarı ne kadar?
Bu tutarları Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası tarafından açıklanan yıllık ortalama dolar kurunu dikkate alarak USD cinsinden hesaplamamız da mümkün. Buna göre her yılın tahsilatını o yılın yıllık ortalama kuru ile hesapladığımızda özel iletişim vergisinden 2024 yılı sonuna kadar tahsil edilen tutar yaklaşık 39 milyar 888 milyon dolardır yani yaklaşık 40 milyar dolardır.
Bu 40 milyar dolarla kaç konut yapılabilir ya da neler yapılabilir? Cevabı size bırakayım.
Neden deprem için harcanmadı?
1 Ocak 2006 tarihinde uygulanmaya başlanan 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun 13/g maddesinde ademi tahsis” olarak da bilinen “Belirli gelirlerin belirli giderlere tahsis edilmemesi esastır” ilkesine yer verilmiştir. 5018 sayılı Kanun’un (I) sayılı cetvelinde yer alan genel bütçeye doğrudan gelir kaydedilen bu vergiler hazinenin havuzuna aktarılır ve yine bu vergiler toplandığı yer ya da konusuna bakılmaksızın bütçe kanununun izin verdiği ölçüde her türlü kamu hizmeti için harcanabilmektedir.
İşte tam da bu noktada genel bütçeye gelir kaydedilen ve depremin yaralarını sarmak amacıyla getirilen özel iletişim vergisinin de sadece deprem için kullanılması 5018 sayılı Kanun’un 13/g maddesi uyarınca mümkün görünmemektedir.
-----------[1] 17.8.1999 ve 12.11.1999 Tarihlerinde Marmara Bölgesi ve Civarında Meydana Gelen Depremin Yol Açtığı Ekonomik Kayıpları Gidermek Amacıyla Bazı Mükellefiyetler İhdası ve Bazı Vergi Kanunlarında Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun
/././
AFAD’dan çarpıcı rapor: 649 bin 632 kişi halen konteynerde yaşıyor.

Bir felaketin ikinci yıl dönümünde, yeni felaketlere gebe bir ülkede, haberlere bakıp partiler arası transferler hakkında, sanki futbol takımları arasındaki transferlermiş gibi yorum yapabiliyorsunuz. Seçim ne zaman olur, adaylar ne zaman belirlenir, muhalefet aday olarak kimi gösterir diye bahislere giriyorsunuz.
Bundan tam iki yıl önce bugün, bu saatlerde neler düşündüğünüzü hatırlıyor musunuz?
Neler hissettiğinizi? Neler yaptığınızı?
Korkularınızı, acılarınızı, çırpınışınızı, kahroluşunuzu?
Depremle yıkılan bir dünyanın ortasında nasıl da dehşet içinde kaldığınızı?
Depremin mahvettiği hayatlara uzaktan ya da yakından tanık olmanın kalbinizde hangi yaraları açtığını ve o yaraların asla kapanmayacağını sandığınızı?
Yapamadıklarınızın yapabildiklerinizden kat be kat çok olmasının yaşattığı çaresizliği?
Kime neden ve ne kadar öfkelendiğinizi hatırlıyor musunuz? Kimleri tahtlarından indirmek istediğinizi, kimlerin saltanatlarına son vermek için delirdiğinizi?
Neyi neden ve nedenli çok değiştirmek istediğinizi hatırlıyor musunuz?
Hatırlamıyorsunuz.
Hatırlasınız…
Bugün bu insanlar hâlâ iktidarda duramazdı, tüm siyasiler hala ezberden bildiğini okuyamazdı, tüm devlet kurumları hala liyakatsizlerin elinde kalmazdı, kimsenin eli yolsuzluğa, rüşvete varamazdı, hukuk en adil şekliyle işler, hiçbir sorumlu cezasız kalmazdı.
Hatırlasanız…
İşçilerin, emeklilerin, memurların, beyaz yakalıların, doktorların, avukatların, öğretmenlerin, akademisyenlerin, sanatçıların, aydınların, iktidarın ve muhalefetin… Yani halkın, yani sizin öncelikleriniz tamamen değişmiş olurdu.
Hatırlasanız…
Bugün bu ülkede beklenen bir depremin şiddetiyle yaşanabilecekler bu denli korkunç olmazdı.
Çok büyük felaketler ve onların sonuçları söz konusu olduğunda hatırlamak, bir meseleyi sadece tekrar tekrar gündeme getirmek değildir. Olanları bilip olabilecekleri tahmin etmek hiç değildir. Böyle durumlarda hatırlamak, aynı zamanda o konuda bilinçlenmek anlamına gelir. Neden sonuç ilişkileri kurulmuş, hatalarla eksiklikler tespit edilmiş ve önlemler alınmışsa hatırlamanın bir anlamı vardır. Yoksa hatırlamak boş bir teferruattır.
6 Şubat 2023’te neler yaşandığını, neler hissettiğinizi, neler düşündüğünüzü dürüstçe hatırlamadığınız, hatırladıklarınızdan bir bilinç oluşturmadığınız için, 6 Şubat 2025’te bu ülkede, bu şekilde, bunca tehdidin gölgesinde hâlâ nefes alabiliyorsunuz.
Aslen kamuya hizmetle yükümlü devlet güçleriyle belediye güçlerinin birbirine azılı düşman olduğu, tarikat, cemaat ve dini vakıflar dışında kalan neredeyse tüm sivil toplum örgütlerinin “terörist damgası” yemekle tehdit edildiği ve iktidara “Gözünün üzerinde kaşın var” diyenin anında gözaltına alındığı bu iklimde…
Kalbinizi en ince yerinden delip geçen gerçeği unutmak, belki de hayatta kalma biçiminiz.
Dayanamayacağınız ve değiştiremeyeceğiniz şeyleri yeniden tarif edip hafızanın makul yerlerine yerleştirdiniz.
Neyi hatırlayıp neyi unutacağınızı ya da neyi nasıl hatırlayıp neyi neden unutacağınızı seçerken kendi doğrularınızdan çok genelin doğrularına tutunmayı yeğliyorsunuz.
Ve nihayetinde kendinizi en tehlikeli ama en konforlu yerde güvende hissediyorsunuz.
İşte belki de bu yüzden, deprem tehlikesinin ve depremden sonra olacakların devamlı gündemde tutulması ya da başka felaketler sonrası yaşananlar sizin için aslen bir kıymet taşımıyor.
Gerçekleri olduğu gibi hatırlamak ve o gerçeklerden bir bilinç yaratmak yerine gerçeği nasıl hatırladığınızın konforunu fark ettiğinizden beri kısırdöngüye kapıldınız ve kendinize bahanelerle dolu bir sığınak yarattınız. Bu arada bilmekle bilinçlenmek arasındaki o önemli bağı da kendi ellerinizle söküp attınız.
Bir felaketin ikinci yıl dönümünde, yeni felaketlere gebe bir ülkede, haberlere bakıp partiler arası transferler hakkında, sanki futbol takımları arasındaki transferlermiş gibi yorum yapabiliyorsunuz. Seçim ne zaman olur, adaylar ne zaman belirlenir, muhalefet aday olarak kimi gösterir diye bahislere giriyorsunuz. Sanatçıların akıl almaz iddianamelerle sorguya çağırılmasını, “Hepimiz Gezi’deydik” diyen sesin gittikçe alçalarak kısılmakta olmasını hızla kanıksıyorsunuz. Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ihraç edilen teğmenlere yapılanları izlerken bir yandan da yeni başlayan dizilere göz atıyorsunuz. Her ay erkeklerin öldürdüğü kadınların sayılarını veren istatistikleri okuyorsunuz. Ve haberlerin arasına sıkıştırılan, olası bir depremde İstanbul’da neler olacağı hakkındaki uzman yorumlarını dinledikten sonra, ilk depremde tepenize yıkılacak bir evde/ülkede mışıl mışıl uyuyorsunuz.
O yüzden;
Bugün payınıza düşen, hileli hafızanın cehenneminde ısınmaya çalıştığınız her açıdan tekinsiz bir kış daha…
/././
MSB'den teğmenler açıklaması: Disiplinsizlik yaptılar, mutlak itaati bozdular, TSK'nın itibarını zedelediler
CHP'den MSB'nin teğmenler açıklamasına tepki: Karnınızdan konuşmayın, kim bu kaynaklar?
CHP Genel Başkan Yardımcısı Burhanettin Bulut, Milli Savunma Bakanlığı kaynaklarının TSK'dan ihraç edilen teğmenlerle ilgili, "Disiplinsizlik yaptıkları, mutlak itaati bozdukları ve TSK’nın itibarını zedeledikleri için cezalandırıldılar" şeklindeki açıklamasına tepki gösterdi."Sayın Bakan, kim bu kaynaklar?" diye soran Bulut, "Kaynakların arkasına saklanıp da karnınızdan konuşmayın. Çıkın milletin karşısına ne diyecekseniz deyin" ifadelerini kullandı. (https://t24.com.tr/haber/chp-den-msb-nin-tegmenler-aciklamasina-tepki-karninizdan-konusmayin-kim-bu-kaynaklar,1216415)
***
MSB: Suriye hükûmetinin talebiyle Suriye ordusunun kapasitesinin geliştirilmesi için müşterek yol haritası oluşturulacak
Millî Savunma Bakanlığı kaynakları, "Yeni Suriye Hükümeti'nin talepleri doğrultusunda, Suriye ordusunun kapasitesinin geliştirilmesi için müşterek yol haritası oluşturularak, somut adımlara yönelik çalışılacaktır" açıklamasında bulundu.(https://t24.com.tr/haber/msb-suriye-hukumetinin-talebi-uzerine-suriye-ordusunun-kapasitesinin-gelistirilmesi-icin-musterek-yol-haritasi-olusturulacak,1216410)
***
Türkiye'nin nüfusu açıklandı, erkek ve kadın sayıları belli oldu | 40 ilin nüfusu azaldı; işte en kalabalık şehirler
İkamet iznine sahip yabancılar ile geçici koruma statüsüyle ülkede bulunan Suriyeliler, nüfusa dahil edilmedi.
Türkiye'nin nüfusu, 2024'te bir önceki yıla göre 292 bin 567 kişi artarak 85 milyon 664 bin 944 oldu.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), "Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi 2024 Sonuçları"nı açıkladı. Buna göre, 2023 yılı itibarıyla 85 milyon 372 bin 377 olan ülke nüfusu geçen yıl 292 bin 567 kişi artarak 85 milyon 664 bin 944 kişiye yükseldi.
Erkek nüfusun oranı yüzde 50,02 (42 milyon 853 bin 110 kişi), kadın nüfusun oranı yüzde 49,98 (42 milyon 811 bin 834 kişi) olarak kaydedildi.
Yıllık nüfus artış hızı, 2023'te binde 1,1 iken, 2024'te binde 3,4'e çıktı.
İl ve ilçe merkezlerinde ikamet edenlerin oranı 2023'te yüzde 93 iken, 2024'te yüzde 93,4 oldu. Belde ve köylerde yaşayanların oranı ise yüzde 7'den yüzde 6,6'ya geriledi.
Türkiye'de ikamet eden yabancı nüfus bir önceki yıla göre 89 bin 996 kişi azalarak 1 milyon 480 bin 547 kişi olarak kayıtlara geçti. Bu nüfusun yüzde 48,3'ünü erkekler, yüzde 51,7'sini kadınlar oluşturdu.
Yabancı uyruklu nüfus kapsamında; referans tarihinde geçerli ikamet veya çalışma iznine sahip kişiler, uluslararası koruma kimlik belgesi gibi ikamet izni yerine geçen kimlik belgesi olan ve referans tarihinde geçerli adres beyanı olan kişiler ve izinle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkmış referans tarihinde geçerli adres beyanı olan mavi kart hamili kişiler değerlendirildi. Kurs, turizm, bilimsel araştırma gibi nedenlerle 90 günden kısa süreli vize veya ikamet iznine sahip yabancılar ile geçici koruma statüsüyle ülkede bulunan Suriyeliler, nüfusa dahil edilmedi.
40 ilin nüfusu azaldı
2023 yılında bir önceki yıla göre 10 ilin nüfusunda azalma görülürken, 2024 yılında 40 ilin nüfusunun azaldığı görüldü. İstanbul'un nüfusu, bir önceki yıla göre 45 bin 678 kişi artarak, 15 milyon 701 bin 602 kişi oldu. Türkiye nüfusunun yüzde 18,3'ünün ikamet ettiği İstanbul'u, 5 milyon 864 bin 49 kişi ile Ankara, 4 milyon 493 bin 242 kişi ile İzmir, 3 milyon 238 bin 618 kişi ile Bursa ve 2 milyon 722 bin 103 kişi ile Antalya izledi. Bayburt, 83 bin 676 kişi ile en az nüfusa sahip olan il oldu. Bayburt'u, 86 bin 612 kişi ile Tunceli, 91 bin 354 kişi ile Ardahan, 142 bin 617 kişi ile Gümüşhane ve 156 bin 739 kişi ile Kilis takip etti.
Nüfusun ortanca yaşı yükseldi
Nüfus piramitleri, nüfusun yaş ve cinsiyet yapısında meydana gelen değişimi gösteren grafikler olarak tanımlanıyor. Türkiye'nin 2007 ve 2024 yılı nüfus piramitleri karşılaştırıldığında, doğurganlık ve ölümlülük hızlarındaki azalmaya bağlı olarak, yaşlı nüfusun arttığı ve ortanca yaşın yükseldiği görüldü. Ortanca yaş, yeni doğan bebekten en yaşlıya kadar nüfusu oluşturan kişilerin yaşları küçükten büyüğe doğru sıralandığında ortada kalan kişinin yaşını ifade ediyor. Ortanca yaş, aynı zamanda nüfusun yaş yapısının yorumlanmasında kullanılan önemli göstergelerden biri olarak kabul ediliyor. Türkiye'de 2023 yılında 34 olan ortanca yaş, 2024 yılında 34,4'e yükseldi.
Cinsiyete göre incelendiğinde, ortanca yaşın erkeklerde 33,2'den 33,7'ye, kadınlarda ise 34,7'den 35,2'ye yükseldiği görüldü. Ortanca yaşın illere göre dağılımına bakıldığında, Sinop'un 43,4 ile en yüksek ortanca yaş değerine sahip il olduğu görüldü. Sinop'u, 42,9 ile Giresun ve Kastamonu izledi. Diğer yandan 21,4 ile Şanlıurfa en düşük ortanca yaşa sahip il oldu. Şanlıurfa'yı, 23 ile Şırnak ve 24,5 ile Ağrı ve Siirt takip etti.
Ortanca yaşın illere ve cinsiyete göre dağılımı incelendiğinde, erkeklerde 42,5 ile Sinop en yüksek ortanca yaşa sahip olan il olurken, 21 ile Şanlıurfa en düşük ortanca yaşa sahip olan il oldu. Kadınlarda 44,3 ile Sinop yine en yüksek ortanca yaş değerine sahip olan il olurken, Şanlıurfa 21,9 ile en düşük ortanca yaş değerine sahip olan il oldu.
Hiç evlenmeyenlerin oranı erkeklerde daha yüksek
2009 ve 2024 yılı cinsiyete göre medeni durumun dağılımı incelendiğinde, erkeklerde hiç evlenmeyenlerin oranının kadınlara göre daha yüksek olduğu, kadınlarda ise eşi ölenlerin ve boşananların oranının erkeklerden daha fazla olduğu görüldü. Diğer yandan, büyük çoğunluğu oluşturan evlilerin oranının 2009 ve 2024 yılında her iki cinsiyette de birbirine yakın oranlarda olduğu görüldü.
Çalışma çağındaki nüfus oranı yüzde 68,4
Çalışma çağı olarak tanımlanan 15-64 yaş grubundaki nüfusun oranı, 2007 yılında yüzde 66,5 iken 2024 yılında yüzde 68,4 oldu. Diğer yandan, çocuk yaş grubu olarak tanımlanan 0-14 yaş grubundaki nüfusun oranı yüzde 26,4'ten yüzde 20,9'a gerilerken, 65 ve daha yukarı yaştaki nüfusun oranı ise yüzde 7,1'den yüzde 10,6'ya yükseldi.
Toplam yaş bağımlılık oranı azaldı
Çalışma çağındaki birey başına düşen çocuk ve yaşlı birey sayısını gösteren toplam yaş bağımlılık oranı, 2023 yılında yüzde 46,3 iken 2024 yılında yüzde 46,1'e düştü. Çalışma çağındaki birey başına düşen çocuk sayısını ifade eden çocuk bağımlılık oranı yüzde 31,4'ten, yüzde 30,6'ya gerilerken, çalışma çağındaki birey başına düşen yaşlı birey sayısını ölçen yaşlı bağımlılık oranı ise yüzde 15'ten yüzde 15,5'e yükseldi. Türkiye'de, çalışma çağındaki her 100 kişi, 30,6 çocuğa ve 15,5 yaşlıya bakıyor.
Kilometrekareye 11 kişi düştü
Nüfus yoğunluğu olarak tanımlanan 1 kilometrekareye düşen kişi sayısı, Türkiye genelinde 111 kişi oldu. İstanbul, kilometrekareye düşen 2 bin 934 kişi ile nüfus yoğunluğu en yüksek olan il oldu. İstanbul'u 623 kişi ile Kocaeli ve 390 kişi ile en küçük yüz ölçümüne sahip il olan Yalova izledi. Nüfus yoğunluğu en az olan il ise bir önceki yılda olduğu gibi, kilometrekareye düşen 11 kişi ile Tunceli oldu. Tunceli'yi, 19 kişi ile Ardahan ve 21 kişi ile Erzincan ve Gümüşhane izledi. Yüz ölçümü büyüklüğünde ilk sırada yer alan Konya'da ise kilometrekareye düşen kişi sayısı 59 oldu.
***
Kayyım uygulaması kutuplaşmayı nasıl etkiliyor?-Candan Yıldız-
Araştırma: İktidar ve muhalefet seçmeni kayyım uygulamasında kutuplaşmış durumda
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder