EVRENSEL " Köşebaşı+Gündem" -31 Mart 2025-

 AKP, tekellere risksiz kâr için 'hukuki güvence' verdi

Türkiye’yi sermayeye ‘kârlı bir liman’ diye pazarlayan Erdoğan iktidarı tekellere yeni hukuki güvence verdi: Yasal değişikliklerden olumsuz etkilenen sermaye gruplarına teşvik verilecek.

Türkiye’de protesto hakkını kullanan yurttaşlar ağır cezalarla karşılaşırken, iktidar; uluslararası sermayeye “güvenli liman” vaadiyle 1.1 trilyon liralık teşvik ve hukuki güvence paketi açıkladı. Yeni düzenlemelerle, yatırımcıların kârlılığına engel olabilecek yasal değişiklikler durumunda vergi indirimi, kamu alım garantisi, faiz desteği ve mevzuat esnekliği gibi avantajlar sunulacak. Böylece, sermaye için “risk sıfırlanırken”, bu yükün maliyeti halka ve bütçeye yüklenecek.

Son yıllarda küresel sermayeyi cezbetmek adına adım atan iktidar, “Türkiye yüzyılı” vizyonu kapsamında proje bazlı teşviklerle şirketlere geniş imtiyazlar tanıyor. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının 2030 strateji belgesine göre, yatırımcılar “Mevzuat değişikliklerinin olumsuz etkilerinden korunacak”. Oysa aynı hükümet, temel hak ve özgürlükleri kısıtlayan uygulamalarla eleştiriliyor.

Protesto hakkına ağır cezalar, sendikal haklara sınırlamalar, ifade özgürlüğüne yönelik baskılar sürerken uluslararası şirketlere “terzi usulü” hukuki güvenceler sunulacağını açıkladı.

Teşviklerin maliyeti halka kalacak

Türkiye’ye ilgisini artırmak amacıyla, mevzuat değişikliklerinin yatırımın sürdürülebilirliğine muhtemel olumsuz etkilerini minimize edecek proje bazlı risk azaltma uygulamaları hayata geçirilecek, yatırımcılara hukuki güvence verilecek. Büyük ölçekli yatırımlar özelinde, yatırım fizibilitesini olumsuz etkileyecek mevzuat değişikliklerinin etkilerini sınırlandıracak teşvik unsurlarına, proje bazlı teşvik kararlarında yer verilecek.

Açıklanan paketle birlikte; vergi indirimleri, gümrük muafiyetleri, kamu alım garantileri, arsa tahsisleri gibi destekler, bütçede ek yük oluşturacak. Öte yandan, enflasyon ve yaşam maliyetleri nedeniyle zorlanan halk, bu kaynak aktarımının dolaylı maliyetlerini üstlenecek.

Hükümet, yeni teşvik sistemini “Bölgesel eşitsizlikleri azaltmak” ve “yeşil-dijital dönüşüm” gibi hedeflerle meşrulaştırmaya çalışırken, “hukuki güvence” ile hukuk sermaye lehine daha fazla esnekleştirilecek.

Cumhurbaşkanı Erdoğan duyurmuştu

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın duyurduğu teşvik sistemine ilişkin Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır da, “Yeni yatırım teşvik sistemimizi devreye alacağız. Yeni yatırım teşvik sisteminin en önemli unsurlarından biri yerel kalkınma hamlesi olacak. Bu kapsamda her şehrimizde 4 başlığa stratejik teşvik vereceğiz. Yani halihazırda altıncı bölge illerimizde verdiğimiz teşvikten daha ileri teşvikler sunacağı” ifadesini kullanmıştı.

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz Londra Borsasında uluslararası sermaye grupları ile buluştu. Yılmaz, Türkiye’ uluslararası yatırımcılar için kârlı ve güvenli bir liman olduğunu söylemişti.

Sermayenin kârı ‘başkanlık’la yüzde 2 bin arttı

AKP’li yıllarda sermaye kârlılığı siyasal iktidarın 2018 yılında hayata geçirdiği ‘başkanlık sistemi’ ile görülmemiş ölçüde arttı. Türkiye’de kurulu şirketlerin tamamı başkanlık sisteminin hayata geçtiği yıl 83.1 milyar TL net kâr elde ederken, bu tutar 2023 yılında 1.8 trilyon liraya çıktı. Böylece sermayenin yıllık kârı 2018 yılına göre yüzde 2 bin 46 arttı. Türkiye’de faaliyet gösteren şirketler 2009 yılında 53.5 milyar TL net kâr elde etti. Şirketlerin genel kârlılığı 2018 yılına gelindiğinde 83.2 milyar TL’ye yükseldi. 2018 yılında uygulanan başkanlık sistemi ile ivmelenen kârlılık 2019’da 250.5 milyar TL’ye, 2020’de 227.7 milyar TL’ye, 2021’de 275.1 milyar TL’ye, 2022’de 1.5 trilyon TL’ye, 2023’te 1.8 trilyon TL’ye çıktı.

2009 yılında şirketlerin toplam net kârı olan 53.5 milyar TL’nin bugünkü parasal değeri 582 milyar TL iken, şirket kârlılıkları enflasyonun üzerinde artarak 1.8 trilyon TL’ye ulaştı. Ocak 2009-aralık 2023 arası dönemde tüketici enflasyonu yüzde 1055 olurken, net kâr artışı yüzde 2 bin 46 oldu.

Sektörel bazda incelendiğinde imalat sanayi kârlılığı dikkat çekti. Patronların 2023 yılında elde ettiği 1.8 trilyon liralık net kârın 1 trilyon liralık bölümü imalat sanayi patronlarının cebine girdi. Türkiye’nin en büyük 500 sanayi patronunun elde ettiği net kâr ise 937 milyar liraya çıktı.

                                                        *** 

Kızıldere Katliamı 53’üncü yılında: "Mahir olma zamanıdır"

Mahir Çayan ve yoldaşlarının anmasında konuşan Devrimci 78’liler Federasyonu Başkanı Hüseyin Esentürk, “Mahir olmanın tam zamanıdır. Unutmayacağız, unutturmayacağız” dedi.

Mahir Çayan, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru, Ertan Saruhan, Hüdai Arıkan, Ahmet Atasoy, Ömer Ayna ve Cihan Alptekin’in Kızıldere’de katledilmesinin üzerinden 53 yıl geçti. Katliamın 53. yıl dönümünde Ankara Karşıyaka Mezarlığı’nda düzenlenen ortak anmada, sol, sosyalist siyasi parti ve örgütler bir araya geldi. Mahir Çayan ve yoldaşlarının anmasında konuşan Devrimci 78’liler Federasyonu Başkanı Hüseyin Esentürk, “Mahir olmanın tam zamanıdır. Unutmayacağız, unutturmayacağız” dedi. 

Kitle mezarlık girişinde bir araya gelerek, Mahir Çayan'ın mezarına yürüdü. "Kızıldere son değil direnişte Mahirleşiyor devrime yürüyoruz” pankartının açıldığı yürüyüşte, “Mahir, İbo, Deniz sürüyor sürecek mücadelemiz”, “Yaşasın devrim ve sosyalizm” ve “Devrim şehitleri ölümsüzdür” sloganları atıldı. 

Mezarlığa karanfiller bırakıldıktan sonra saygı duruşunda bulunuldu. 

"Mahir olma zamanıdır"

Daha sonra konuşan Devrimci 78’liler Federasyonu Başkanı Hüseyin Esentürk, “Bugün bizi yönetenler, 6’ncı Filo'yu kıble yapanlardır. Kanlı Pazar’ı yaratanlar bizi yönetiyor. Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı yaratanlar bizi yönetiyor. 53 yıl sonra Mahir olmanın tam zamanıdır. Yarın için direnenlere, yarınlara gidenlere selam olsun. Unutmayacağız, unutturmayacağız” diyerek, mücadelelerini sürdüreceklerinin sözünü yineledi. 

Anma sloganlarla son buldu.

                                                           ***

Üretimden mi yoksa tüketimden gelen güç mü değerli?-Savaş Karabulut*

Sömürüsüz bir Türkiye için, işçi sınıfının merkezi demokrasisi ve üretimden gelen gücünü mücadeleye taşıması olmazsa olmazdır.

Üretim, ihtiyacı hasıl olunan ürünün tüketim maddesi olarak imal edilmesi için girişilen eylemi ifade etmektedir. Sebebi üretim, sonucu ise tüketim olan bu ilişkinin sebep-sonuç bağlamında “ihtiyaçlar hiyerarşisiyle” belirlenmesi ise tesadüfi değildir. Son 400 yıllık süreçte mikro-ekonomi ile açıklanan adına piyasa denen ve bu sebep sonuç ilişkisini arz-talep kanunlarına indirgeyerek ilk olarak açıklayan Adam Smith, David Ricardo gibi bu kanunların yaratıcıları ise üretim-tüketim ilişkisini arz ve talep kanunlarıyla açıklamaktadır. Piyasada bir ürünün fiyatının oluşmasında temel faktörün bu kanunla açıklanacağını savunurlar. Sanayileşme ile birlikte ortaya atılan bu kanun ise yeni bir sınıfın, burjuvazinin ortaya çıkmasını doğurmuş, eskinin derebeyini yani toprak ağasını, günümüzün yine en güçlüsü ve her şeyin tek sahibi olanına dönüştürmüştür. Bu durum toplumsal yaşam içinde güçlü olanın yani yine egemen olan bir avuç zümrenin, benzer ekonomik güce sahip olmayan çoğunluğa, o değeri üretene hükmetmesine ve emek vererek üreten köylünün ise “işçi sınıfı” olarak oluşmasına neden olmuştur. Yani bu piyasada köylü kırsal alandaki gibi  toprak ağasına değil, kentte ve yine onu yöneten patronuna emeğini satan kişiye dönüştürülmüştür. Çünkü artık o tek kişi için kırdaki üretimin getirisi ile kentteki fabrikalarda üretimin kazandırdığı artı değer, yani kâr arasında büyük farklar oluşmuştur. 17. yüzyıl sonrası dönem yani yaklaşık insanlık tarihinin son 400 yılı bu dönemi kapsamaktadır. Bu sınıfa sahip görece güçlü ülkeler için önce içerde, sonra dünya savaşlarıyla kendi topraklarının dışında hem yeraltı kaynaklarını hem de daha ucuz emek gücüne sahip olarak işgal ettiği toprakları kullanma ve beraberinde ürettiklerini tükettirecek yeni pazarlar yaratmasıyla yeni bir dönemde başlamıştır. 1950’li yılların ortalarından sonra finansal yöntemler değişmiş (kredi kartları, tahvil, borsa, bono vb.) yani ayakta kalmak için üretim-tüketim ya da arz-talep ilişkileri yeni bir boyuta evrilmiş ve birtakım “değerli” metalara indirgenerek sermayenin dönüşümü için yeni bir silah yaratılmıştır. İşte tarihe damga vuran bu sebep-sonuç ilişkisin de güce sahip olmanın üretimden m yoksa tüketimden mi geldiği, yani sebebin mi yoksa sonucunun mu önemli olduğu bu anlamıyla, üretenin güce sahip olduğunu kesin olarak ortaya koymaktadır. Bu nedenle bu ilişkide üretenin belirleyicisi olduğu, tüketicinin ise sonucuna katlanan anlamı taşıdığı rahatlıkla söylenebilir. Gücü elinde bulunduranın üreten olduğunu ve bu gücü elinde bulunduran sınıfın tarih sayfasında belirleyici olacağını da göstermektedir. 400 yıllık son insanlık tarihinde ise bu sistem kapitalizm olarak adlandırılmış ve üretim için gereken üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduranın o gücü sahip olanı tanımladığını göstermiştir. Bu gücün genel olarak tek bir kişiye ait olduğu, onun da patron olarak adlandırılığı da günümüz koşullarında üreterek çalışan bizler için anlaşılması gayet kolay olduğu söylenebilir. Oysa üretim araçlarının sahibinin emek verip ürünü ortaya çıkaran, ürettiği değerlerin arz-talep piyasasında belirlenmesiyle emeğinin karşılığını alamayan, belirlenen fiyata göre kendi emeğiyle ürettiği ürünü bile tüketemeyenler olarak; üretimden mi yoksa tüketimden mi gelen gücümüzü kullanmanın daha önemli olduğunu konuşmanın önemli olduğu kanısındayım. Çünkü kapitalizm yerine, sınıfsız bir toplumun, yani herkesin üreten olduğu ve üretim araçlarının sahibinin herkes olduğu bir yaşamın mümkün olduğu halde konuşulmasının bile istenmediği bir durumun yaratılmak istendiğini görünce bu yazının günümüz koşulları için gerekli olacağını düşünüyorum.

19 Mart’ı önemli kılan sadece İmamoğlu mu?

19 Mart 2025 günü, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nün 30 yıl önce kazanılmış bir hakkı tanımadan İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun diplomasını “siyasi karar vericilerin talebiyle” iptal etmesi ve ardından milyonlarca oy alarak Büyükşehir’in seçilmiş başkanının gözaltına alınıp tutuklanması sonucuna giden süreç için, “köprüden önce son çıkış mı?​” diye düşündürdüğü günlerden geçiyoruz. Diploması iptal edilecek endişesi taşıyan İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin sadece önüne kurulan seti/engeli değil, milyonların ruhuna karabasan gibi çökmüş korku atmosferini de yıkan çıkışıyla, konunun salt diploma iptal etmenin ötesine geçerek, bu gidişata hesap soran bir tavra bürünmesine dönüştü. Ülkenin bu son çıkış telaşı ise milyonların aniden gelişen refleksiyle belki de sosyolojik olarak önceden okunamayan ve beklenmeyen bir tepkinin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu çıkış noktası memleketin dört bir yanında büyük karşılık buldu ve siyasi atmosferde bu tepkiyi göğüsleyecek aktörlerin sahneye çıkmasına neden oldu.

Yani sebebi yaratacak olan siyasetin belirleyici olmadığı, aksine gelişen tepki nedeniyle siyasi merkezlerin tabandan gelen basınçla kendini var etmesine neden olan bir sürece evrildi. Burada özellikle belirtmek gerekirse, sürecin tam tersi yönden işlemesi gerekirdi.  Gelen tepkiyi göğüsleme merkezi ise özellikle Saraçhane’yi sahiplenen bir noktaya ve CHP’nin kendine biçtiği merkezi irade rolüyle vücud buldu. Yedi gün boyunca da giderek büyüyen bir kitlenin binlerden, milyona ulaşan bir çığlığını bu alanda ve ülkenin diğer satıhlarında çoğalmasına neden oldu. Süreç bir şekilde iyi yönetildi ancak sonrası için yukarıda ifade ettiğim, üretim-tüketim ya da arz-talep gibi sebep sonuç ilişkisinin “tüketimden gelen güce” dem vurarak söylemiyle devamının pekte sonucu o büyük çoğunluk olan emek verenler için değişmeyeceğinin de düşünülmesine yol açtı. CHP’sinin Avrupa sosyal demokrasindeki gibi “tüketimden gelen gücü” kontrol eksinene kaydırdığı bir politik hattın inşasının, neden “üretimden gelen güce” bir çağrıya dönüşmediğini de sormanın bu anlamıyla elzem olduğunu ya da “üretim ve tüketimden gelen güçleri birleşmeyi bile hedeflemediğinin” nedeninin sorulmasının peşin olarak sorgulanması gerektirdiğini de düşünüyorum. Bilindiği üzere sosyal demokrasi, yukarıda özetle ifade ettiğim kapitalist üretim ilişkisini sonlandırmak yerine, yapacağı küçük reformlarla “görece düzelterek” bir yanıyla üreteni de terbiye ederek, sonuç olarak emek verip üretenler açısından eşit olamayacak bir yaşamın oluşmayacağı bir yaşam şekline odaklanır. Zaten fabrikada ürettiğine bile sahip olabilecek geliri elde edemeyen bir işçi sınıfına, tüketimden gelen gücü kullandırılamaz ki. Araba üretiyorsun ama satın alamıyorsun, ya da bir beyaz eşya üretiyorsun ama bir aylık maaşınla değil ancak kredi kartına taksit yaparak birkaç maaşla “tüketim özgürlüğü hakkı ya da tüketmeme hakkı”, işte o terbiye edilerek tanınmış oluyorsa, sosyal demokrasi de tüketimden gelen güce karşılık gelenin ise “terbiye edilerek” yapıldığına açık bir şekilde işaret etmektedir. Yani tüketemediğin birşeyi nasıl boykot edersin, sorusunu da beraberinde sormakta gerektiği ve televizyon alamıyorsan izleyememe hakkının olmayacağı, kira, faturalar ve çocukların eğitim, sağlık, ulaşım vb ihtiyaçları varken kahve satan bir işletmeden satın alıp tüketmenin lüks olacağı bir gerçeklik karşındayken, tüketme hakkının bile olmadığı bir alanda tüketimden gelen güç kullanılabilir mi? diye sorgulanmasını gerekliliği özellikle son 2 yıllık süreçte daha çok anlamlı olacağını düşünüyorum.

Sömürüsüz bir Türkiye için üretimden gelen gücün mücadeleye taşınması 

Yani tüketimden gelen güç sınıflı bir toplumun varlığını yine önceleyen ve koşulları iki adım ileri, bir adım geri ile başlayıp, 100 adım ileri bir adım geriye kadar giderek tüketimi bile kısıtlayan bir gelir düzeyine indirgendiği bir yaşam şeklinin yaşandığı günümüz Türkiye’sinde, biz emeğiyle geçinenlerin yaşamı için nefes aldıracak bir durum bile olmayacağını gösteriyor. Kapitalizmde üretim araçlarının sahibi bir kişi olmasını eleştiren Karl Marks’ın Komünist Manifesto’da bu çelişkiyi ortaya koyduğu ve daha sonra işçi sınıfının el kitabı olan eseri Kapital’de ders niteliğinde nedenlerini açıkladığı; burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki çatışmanın nedenleri tamamen üretim ilişkilerinde üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran sınıfın güçlü olacağını açık bir şekilde ortaya koymuştur. Üretimden gelen gücü elinde bulunduranın üreten, ona hayat veren yani işçi sınıfının olduğu sınıfsız ve sömürüz bir yaşamda ise işçi sınıfın yani çoğunluğun iktidarının üretmek kadar tüketme özgürlüğünün de yine emek verene ait olduğu merkezi politik bir hattı işaret ettiği göstermiştir.

Yani bir fabrikada sendikalarda örgütlenmiş işçi sınıfının üretimden gelen gücü ile halkın görece örgütsüz ve tüketimden gelen gücü iki farklı politik hatta karşılık gelmekte ve asıl önemli olanın sömürüyü tamamen ortadan kaldıracak yani kapitalist düzeni yok edecek kalıcı çözümün neden CHP tarafından hedeflenmediğini ya da reformist bir hareket olarak en azından üretim ve tüketimden gelen gücün birlikte kullanımı söylemi ile işçi sınıfının da sendikalarda örgütlü olan azınlığına bile çağrıya dönüşmemesinin nedenlerinin beraberinde sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.Esping-Andersen, Gøsta'nın ilk olarak 1985 yılında yayınlanan “Politics against Markets : The Social Democratic Road to Power” konu başlıklı yayınında “Sosyal demokrasinin iktidara giden yolunu: Piyasalara karşı Siyaset” ile tanımladığı sürecin emeğin tüketim özgürlüğü için kurtuluş olmadığını söylemenin aradan geçen 40 yıl için (400 sene de aynı şekilde geçmiştir) emek verenler için çözüm olmadığı da tam da bu noktada işaret edilmelidir .

Özgür Özel’in tüketimden gelen güç vurgusu ile belirli kapitalist işletmelere “boykot” çağrısı yapması yanında, kalan diğer kapitalist güçlerin tamamının sanki emeği sömürmediği ve neden onlar içinde benzer boykot çağrısıyla tüketimden gelen gücün kullanmadığının da beraberinde düşünülmediğinin ve sorgulanması gerekmektedir. “Tüm bu beyin fırtınasının günümüz koşullarında gerekli olmadığını ve aslolanın önce koşulları değiştirmek olduğunu söyleyenleri” bu yazıyı okuyanlarda şimdiden mırıldanmaları veya karşı çıkışları da duyar gibiyim. Ortak veya birleşik mücadele çizgisi bu aşamada elzemdir. Evet, ancak doğrudan bu sürecin öznesi olacak sürecin bir paydaşı olmak, emek sömürüsünün sadece şeklini değiştirecek ve işçi sınıfının merkezi demokrasisini kurmada kalıcı bir sonucu onun lehine kesin olarak üretmeyecektir. Ancak o koşulların hiçbir zaman emek veren için değişmeyeceğini aradan geçen 400 yıl sürecince de insanlık tarihinde öğrettiğini ve koşulların üretenler için giderek ağırlaştığını” karşıt olarak söylemekte bize “işçi sınıfına” düştüğünü söylemeden de edemeyeceğiz.

Son tahlilde; Yukarıda ifade edilen tüm bu nedenlerle tüketimden gelen gücün değil, üretimden gelen gücün kullanılması gerekmektedir. Bu gücün sahibini değiştirmedikçe zaten tüketemeyen çoğunluğun söz sahibi olamayacağı bir karşı duruşun sadece anlık bir dönüşümle yeni bir kötü başlangıç için hayat bulacağını ve otokrasi yerine demokrasi, hukuk, eşitliğe geçici olarak getirilecek düzenlemeler ile az da olsa nefes alınabilecek bir ortam oluşabileceğini gösterecektir. Nihayetinde emek verenler için yine çarkların geriye saracağı bir durum oluşmaması için sosyal demokrasinin doğrudan tüketimden gelen gücü reddetmeyeceği veya üretim ilişkilerinin mülkiyetine dem vurarak hareket etmeyeceğini bilerek en azından üretimden gelen gücü de yani işçi sınıfının gücünü de işaret ederek, liberal demokrasisi için mücadele halkasının çapını büyütmesinin “nefes almayı kolaylaştıracak koşulların” gelişimi için hayati olduğunu düşünmesinin vaktinin geldiğini düşünmelidir

*GTÜ Öğretim Üyesi/Siyaset Bilimci

                                                         /././

ABD’nin hazırlığı İran için -Yusuf Ertaş-

ABD ve İsrail; Gazze, Suriye, Lübnan ve Yemen’e saldırıları sürdürürken ABD’nin Ortadoğu’daki yığınağının asıl hedefinin İran olduğu yazılıyor.

Yemen’e yönelik saldırılarını sürdüren ABD’nin “Bölgesel sulardaki askeri hareketliliğine ve Körfez Savaşı’ndan bu yana en büyük askeri yığınağı yaptığına” işaret ediliyor. Ayrıca bu hareketlilik asıl İran’a yönelik bir mesaj olarak değerlendiriliyor. İsrail ise Gazze, Lübnan ve Suriye saldırılarını sürdürüyor. Gazze’de ateşkes anlaşmasının sağlanması yönündeki çabalar sürerken diğer yandan İsrail’in “Gazze’de aç bırakma, öldürme ve baskı politikasına geri döndüğü” açık.

İsrail Gazze’ye açlık ve ölüm dağıtıyor

Gazze, geçtiğimiz iki haftada, son bir buçuk yılın en kanlı günlerine sahne oldu. İsrail Gazze’ye yardım girişini de durdurdu. Gazze’ye neredeyse bir aydır insani yardım girmiyor. Bu, İsrail’in soykırım savaşına başlamasından bu yana yardımların ulaşmadığı en uzun süre. Filistin merkezli Al Kuds Yazarı Baha Rahal, “İsrail, bombardımanlar ve yıkımlarla Gazze’yi, hastaneleri, okulları ve evleri olmayan; yaşam koşullarından tamamen yoksun bir cehenneme çevirdi. Öldürme ve yok etme yetmezmiş gibi, şimdi de toplu cezalandırmanın yeni yöntemlerini icat ederek insanları yiyecekten, sudan ve ilaçtan mahrum bırakıyor” diye yazdı.

Sudan insani bir felakete doğru sürükleniyor

Sudan Ordusu Komutanı Abdülfettah Burhan ile bir zamanlar halka karşı ittifak yaptığı ancak sonra koltuk kavgasına düştüğü paramiliter örgüt Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK-RSF) Komutanı Muhammed Hamdan Dagalo (Hemedti) arasında 15 Nisan 2023 tarihinde patlak veren Sudan iç savaşı iki yılını doldurmak üzere. Sudan ordusu, HDK’nin kontrolündeki başkent Hortum’u geri aldığını açıkladı. Bazı kaynaklar HDK’nin kendisinin buradan çekildiğine işaret ediyor. Gözlemciler, bu iç savaşın Sudan’ı daha derin bir bölünmeye ve insani felakete sürüklediğine dikkat çekiyor.

Ordu ile HDK arasında iktidar ve servet kavgası

Tunus basınında bir makalesi yayımlanan Sudan Komünist Partisi Sözcüsü Fathi Fadıl ise, “Ordu ile HDK arasındaki çatışma, iktidar ve servet mücadelesidir ve ülke üzerinde daha fazla kontrol sağlamak isteyen dış güçler tarafından desteklenmektedir” dedi. Çatışmanın bölgesel ve uluslararası boyutlarına dikkat çeken Fadıl, “Her iki tarafın da bölgesel ve uluslararası aktörlerle bağlantılı olduğu inkar edilemez bir gerçek. Savaşın neredeyse 2 yıl boyunca sürmesi, yalnızca iç veya yerel kaynaklarla mümkün olamazdı. Bu nedenle, askeri zaferden bahsetmek, taraflardan birine yapılan dış müdahalenin devam etmesine bağlı ki bu da fiilen savaşın sürmesi anlamına geliyor” tespitinde bulunuyor. Fadıl, Sudan’ın konumundan dolayı burada yaşananların Ortadoğu’da olup bitenlerle bağlantılı olduğunu belirterek, “Arap dünyasında yeni bir gericilik dalgasının yaşandığına ve Arap özgürlük hareketinin, yakın tarihinin en kötü dönemlerinden birini geçirdiğine” işaret ediyor.

Ana akım Arap basını iktidar dilini kullandı

Türkiye’de, İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından patlak veren protesto dalgası Arap basınında geniş yer aldı. Son gelişmeler, “Siyasi bir deprem” olarak değerlendirildi ve doların yükselişine ve borsanın çöküşüne dikkat çekildi. Ana akım Arap basını Türkiye iktidarının resmi söylemine yakın bir duruş sergiledi. Türkiye’den yapılan canlı bağlantılarda ağırlıklı olarak iktidara yakın gazeteci ve akademisyenlere yer verildi.

Ortadoğu’da nüfuz savaşı… Askeri ve siyasi değişimlerin bir okuması

Muhammed Eymen-Youm Essabi /Mısır

Bölgesel ve uluslararası sahnedeki dalgalanmalar içinde, stratejik ve askeri ilişkilerde yeni dinamikler ortaya çıkmakta ve çatışmalar haritasında kendini dayatmaktadır. ABD’nin bölgesel sulardaki askeri hareketliliği ve Körfez Savaşı’ndan bu yana en büyük askeri yığınağına sahne olan yönelimleri, ABD’nin Ortadoğu ve orta batıda güç dengelerini yeniden şekillendirmeye hazırlandığının bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Bu kapsamda şu soru gündeme geliyor: Bu yığınak, bölgede belirli tarafları desteklemek ve Husiler gibi silahlı grupları ortadan kaldırmaya yönelik bir girişim mi, yoksa nükleer dosyayla ilgili sürenin dolmasının ardından İran’a karşı geniş çaplı bir askeri operasyonun hazırlığı mı?

Farklı yorumlar olsa da bilimsel ve detaylı analizler, bu askeri hazırlığın ve teçhizatın yerel gruplarla veya sınırlı hareketlerle başa çıkma ihtiyacını aşan bir düzeyde olduğunu ortaya koymaktadır. Belirtiler, ABD’nin yerel meseleleri aşan stratejik boyutlara sahip bir hazırlık içinde olduğunu göstermektedir.

Yemen, Amerika ve İsrail

Al Bina/Lübnan

ABD Başkanı Donald Trump, 15 Mart’ta ticari gemilere yönelik saldırıları gerekçe göstererek Husilere karşı yeni bir askeri operasyon başlatıldığını duyurdu. Operasyona, Kızıldeniz’de konuşlanan ve Yemen’de Ensarullah Hareketinin kontrolündeki bölgelere günlük hava saldırıları düzenleyen ABD uçak gemisi grubu “Harry Truman” da katılıyor. Husi liderliğindeki hükümete bağlı Sağlık Bakanlığı, operasyonun ilk gününde Amerikan saldırılarında 53 kişinin öldüğünü ve 98 kişinin yaralandığını açıkladı. Sana’daki hükümetin Sağlık Bakanlığı Temsilcisi Enis el-Subhi’ye göre, Gazze’yi destekleme operasyonu başladığından bu yana Yemen’e yönelik saldırılarda hayatını kaybedenlerin sayısı 189’a ulaştı; bunlar arasında en az 53 çocuk ve 17 kadın bulunuyor.

İki hafta süren yoğun Amerikan saldırıları kapsamında Yemen’deki yüzlerce bölgeye yüzlerce hava saldırısı düzenlenirken, Yemen ordusu ve Husi Ensarullah hareketi, Amerikan savaş gemilerini hedef alma konusundaki istikrarlı duruşunu korudu. Amerikalılar bu saldırıların bazısını kabul ederken bazısını inkar etti. Yine Husi Ensarullah güçleri, İsaril’in derinliklerini hedef alan saldırılarını da arttırarak sürdürdüler. Oysa Amerikan saldırıları, Yemenlileri ABD filoları ile çatışmaya çekerek İsrail’e koruma sağlama amacını taşıyordu.

Yemen, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaş planlarını ciddi şekilde sekteye uğratıyor. Plan, işgal ordusunun Gazze’yi dize getirmek ve ateş altında yok etmek için açık zamana sahip olabilmesi için ABD güçlerinin Yemen’in İsrail içindeki eylemlerini etkisiz hale getirme başarısına dayanıyordu. Böylece İsrail ordusu, Gazze’yi tamamen teslim alabilmek için sınırsız bir zaman kazanmayı hedefliyordu. Ancak Yemen, füze saldırılarıyla zaman faktörünü yeniden devreye sokarak savaşın süresi ve sona erdirilmesi açısından belirleyici bir unsur haline geldi. Müzakereler bir ateşkes anlaşmasına varmayı başardığında, Yemen daha önce olduğu gibi direnişin müzakere pozisyonunu güçlendirmede kilit bir ortak olacaktır.

Gazze… Açlık ve ölüm

Baha Rahal-Al Kuds/Filistin

Ateşkesin sona ermesi ve Gazze’de soykırım savaşının yeniden başlamasının ardından işgalci güç, aç bırakma, öldürme ve baskı politikasına geri döndü. Gıda ve tıbbi yardımların girişini engellemek için ablukayı daha da sıkılaştırarak her yönden kuşatılmış olan Gazze Şeridi’ni boğmaya devam etti. Bunu, öldürme ve etnik temizlik üzerine kurulu sistematik bir soykırım politikası çerçevesinde gerçekleştirdi.

İnsan hakları kuruluşları ve Birleşmiş Milletlerden gelen uluslararası çağrılara rağmen işgalci, vahşi politikalarından geri adım atmadı. Aksine, savaşa yeniden başlamasıyla birlikte saldırılarını daha da artırarak binlerce insanın hayatına mal olan barbarca bombardımanlara devam etti. Kadınları, çocukları ve yaşlıları hedef alarak insanları bir mahalleden diğerine göç etmeye zorladı ve bu şekilde toprakları ele geçirme planlarını sürdürdü.

Bu trajik koşullar altında, Gazze’deki Filistinliler açlık, susuzluk ve sürekli bombardımanın acılarını çekmeye devam ediyor. Hayatta kalmanın hiçbir yolunun kalmadığı bu ortamda, insanlar dünyanın vicdanına seslenerek katliamların ve soykırımın durdurulmasını talep ediyor. Ancak sağır dünya, savaşı durdurmak için hâlâ harekete geçmiyor; dahası, bazıları işgali desteklemeye ve ona yardım etmeye devam ediyor. Fakat tarih onları affetmeyecek. Çünkü savaş er ya da geç sona erecek, ancak soykırımı işleyenler, destekleyenler ve sessiz kalanlar, tarih önünde hesap vermekten kurtulamayacak.

İşgalci güçlerin uyguladığı aç bırakma politikası, savaşlarda eşi benzeri görülmemiş bir vahşet ve devlet terörü seviyesini temsil etmektedir. Son aylarda, tarihin tanık olmadığı kanlı suçlar işleyerek, küçük bir bölgeye hapsedilmiş bir halkı hedef aldı. Bombardımanlar ve yıkımlarla Gazze’yi, hastaneleri, okulları ve evleri olmayan, yaşam koşullarından tamamen yoksun bir cehenneme çevirdi. Öldürme ve yok etme yetmezmiş gibi, şimdi de toplu cezalandırmanın yeni yöntemlerini icat ederek insanları yiyecekten, sudan ve ilaçtan mahrum bırakıyor.

Sivillere gıda ve ilaç girişini engellemek, işgalcinin vahşetini ve etnik temizlik üzerine kurulu ideolojisini gözler önüne seren faşist bir suçtur. Bunu gizleme ihtiyacı bile duymadan suçlarını açıkça itiraf ediyor ve her gün, geçmiştekinden daha kanlı olacak yeni planlarını ilan ediyor. Aylarca süren savaş bile soykırıma olan açlığını doyurmaya yetmedi.

Abluka daha da ağırlaşıyor, bombardıman ve katliamlar sürüyor, soykırım savaşı tüm vahşetiyle devam ediyor. Öte yandan, dünya giderek daha fazla sessizliğe gömülüyor, sorumluluklarından kaçıyor ve olan bitene gözlerini kapatıyor. Sanki insanlık, sesini ve vicdanını tamamen yitirmiş gibi…

Sudan’daki savaş bir vekalet savaşıdır ve savaşı durdurma kararı tarafların elinde değil

Fathi Fadıl* - Savt Eşşaab/Tunus

Ordu ile Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) arasındaki çatışma, iktidar ve servet mücadelesi ve ülke üzerinde daha fazla kontrol sağlamak isteyen dış güçler tarafından destekleniyor. Bu nedenle, çatışmanın bölgesel ve uluslararası boyutları var.

Son dönemde, milisler tarafından desteklenen HDK’nin ilerleme kaydettiği doğrudur. Ancak, savaş boyunca iki taraf arasında doğrudan bir yüzleşmeye tanık olmadık; genel olarak çatışma, bazen ordunun, bazen de HDK’nin geri çekilmesine dayalı bir seyir izledi. Örneğin, kısa süre önce Cezire bölgesinde HDK geri çekildi, buna karşın başkentte ve Darfur’da ordu geri çekildi.

Bu durum, Sudan’da askeri bir zaferin mümkün olmadığını gösteriyor; tıpkı geçmişte Güney Sudan savaşında olduğu gibi. Bu nedenle, herhangi bir tarafın kesin bir askeri zafer kazanmasını beklemiyoruz. Her taraf, kendi çıkarlarını şu ya da bu şekilde koruma çabası içinde hareket ediyor.

Bölgesel ve uluslararası güçler

Her iki tarafın da bölgesel ve uluslararası aktörlerle bağlantılı olduğu inkar edilemez bir gerçek. Savaşın neredeyse 2 yıl boyunca sürmesi, yalnızca iç veya yerel kaynaklarla mümkün olamazdı. Savaşın devamının dış müdahalelerle doğrudan bağlantılı olduğu açıkça ortada. Bu nedenle, askeri zaferden bahsetmek, taraflardan birine yapılan dış müdahalenin devam etmesine bağlı ki bu da fiilen savaşın sürmesi anlamına geliyor.

Sudan geniş ve uçsuz bucaksız bir ülke; dolayısıyla ne ordu ne de HDK ve onlara bağlı milisler ülkenin tamamını kontrol altına alabilir veya kesin bir askeri sonuç elde edebilir. Bu yüzden, bugün en kolay senaryo savaşın devam etmesi. Bölgesel ve uluslararası müdahaleler ise oldukça belirgin.

Bu müdahalelerin merkezinde, bölgedeki askeri rejimlerle geniş ilişkileri olan Amerika Birleşik Devletleri bulunuyor. ABD, Sudan’daki çatışmayı yönlendiren çeşitli aktörlerle bağlantılı. Örneğin, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) doğrudan HDK’yi desteklerken, Mısır rejimi ise Müslüman Kardeşlere (İhvan) bağlı Sudan ordu güçlerini destekliyor. İlginç bir çelişki, Mısır rejiminin, Sudan ordusu ülkesinde İhvan liderlerini barındırmasına rağmen, onu desteklemekte ve ona silah ve insansız hava araçları (İHA) temin ederek müdahalede bulunması.

Bir diğer önemli faktör ise Hızlı Destek Kuvvetlerinin tamamen kabile bağlantılarına dayanması. Özellikle Mali, Çad ve Nijer’deki Arap kabileleriyle olan bağları, milislerin savaşı sürdürmesini sağlayan temel destek unsurlarından biri durumunda.

Bölgesel bir durumun parçası

Sudan’da yaşananlar, jeostratejik ve bölgesel bir durumun parçası ve ülkede olup bitenleri çevremizde yaşananlardan ayrı düşünmek mümkün değil. Bu nedenle, kendi ülkemizde ve Arap dünyasında meydana gelen olaylar karşısında bir duruş sergilememiz gerekiyor.

Sudan, doğal kaynaklar açısından zengin bir ülke (Nil Nehri, verimli topraklar vb.). Sudan yalnızca Arap dünyasının değil, tüm dünyanın tahıl ambarı. Sudan’ın Kızıldeniz’deki konumu, Avrupa, Afrika ve Asya’yı birbirine bağlayan deniz yolunda yer alması ve bu deniz yolunun Ortadoğu’da olup bitenlerle, Gazze ve Batı Şeria’daki savaşla, Yemen’deki durumla bağlantılı olması, Sudan’ın bölgedeki gelişmelerle yakından ilişkili olduğunu gösteriyor.

Suriye, Lübnan ve Filistin’de yaşananlar birbirleriyle iç içe geçmiş durumda. Arap dünyasında yeni bir gericilik dalgası yaşanıyor ve Arap özgürlük hareketi, yakın tarihinin en kötü dönemlerinden birini geçiriyor. Bugün bölgeyi kontrol eden güçler, Gazze ve Lübnan’a müdahale eden Körfez ülkeleri. Suriye’de ise, daha önce şikayet ettiğimiz bir rejim düştü ancak yerine Heyet Tahrir el Şam’ın kalıntılarından oluşan bir rejim geldi. Bu durum, bölgedeki gerici güçlerin, özellikle ABD liderliğindeki gericiliğin hakimiyetini yansıtan bir gerileme.

* Sudan Komünist Partisi Resmi Sözcüsü

‘İstanbul intifadası’ Erdoğan rejiminin direncini test ediyor

Middle East Online

Ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisine mensup İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına karşı başlayan İstanbul intifadası, Türkiye’de yirmi yılı aşkın süredir iktidarda olan muhafazakar İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisinin yönetim sistemi için ciddi bir sınav niteliği taşıyor. Ancak bu “intifada”, yalnızca önde gelen bir muhalif figürün tutuklanmasına karşı bir protesto hareketi olmanın ötesine geçerek, siyasi sahneyi yeniden şekillendirmek ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın partisinin çeşitli yasal ve baskıcı yöntemlerle hakimiyet kurduğu siyasi dengeyi yeniden sağlama fırsatı olarak değerlendiriliyor.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanının tutuklanması ve pazar günü alınan yargı kararıyla görevden uzaklaştırılması, hakkındaki suçlamalar arasından terör suçlamasının çıkarılıp yalnızca yolsuzluk suçlamasının bırakılması, siyasi bir hamle olarak görülüyor. Bu durum, onun 2028’de yapılması planlanan -ancak cumhurbaşkanının bir dönem daha aday olmaya karar vermesi durumunda daha erken gerçekleşebileceği düşünülen- başkanlık yarışından saf dışı bırakılmasını amaçlayan kasıtlı ve siyasi bir hamle olarak değerlendiriliyor. Çünkü İmamoğlu, Erdoğan’ın en güçlü rakiplerinden biri ve başkanlık yarışının dengelerini değiştirme potansiyeline sahip en önemli isimlerden biri olarak görülüyor.

Rakiplerini hukuki kılıflarla saf dışı bırakma konusunda ustalaşmış olan Erdoğan, büyüyen ve giderek genişleyen protestolar karşısında zor bir süreçle karşı karşıya. Türkiye halkı, önceki başkanlık kampanyasında Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından sunulan abartılı ve iyimser propagandaların ve muhalifler tarafından “hayal satışı” olarak nitelendirilen vaatlerin ötesinde, gerçek bir değişim umut ediyor. Ancak en kritik soru şu: Hükümet bu protestoları kontrol altına almayı başarabilecek mi ve bunu nasıl yapacak?

                                                        ***

Kurak iklim çorak ülke!-Özer Akdemir-

İktidarın faşist bir rejim inşası için siyasallaştırdığı yargı sopası ile sivil darbe girişimine karşı son 15 gündür uzun zamanların en büyük kitlesel eylemleri yapılıyor. Yüz binlerce, milyonlarca yurttaş hukuk, adalet, özgürlük, demokrasi talepleri ve yoksulluğa karşı meydanları dolduruyor.

Ülke bir yanda tarihinin en büyük gösterileri ile çalkalanırken öte yandan yağmacı sermaye kesimi tıkır tıkır işlerine devam ediyor. Yargı, iktidardaki sermaye partilerinin direktifleri ile hareket ediyor. Açılan birçok çevre davası da şirketlerden yana sonuçlanıyor.

En son, 2003 yılında Kanadalı TÜPRAG şirketinin Kışladağ Altın Madenine verilen ÇED olumlu kararı ile ilgili AİHM’nin “adil yargılama hakkı ihlali” kararını takmayıp “ÇED raporu hukuka uygun” diyen Uşak İdare Mahkemesini örnek olarak verebiliriz.

Suyumuzun başını altıncılar tuttu!

Öte yandan İzmir’in içme suyu havzasında 14 yıldır altın işletmeciliği yapan yine TÜPRAG Altın Şirketine ait Efemçukuru Altın Madeni kapasite artışına devam ediyor. Hem de yüz binlerce İzmirlinin içme suyunu sağlaması planlanan Çamlı Barajına su taşıyacak derelerin bulunduğu alanlarda.

Çamlı Barajına altın madeni bu bölgede çalışabilsin diye 14 yıldır ÇED izni vermeyen siyasi iktidar geçtiğimiz aylarda bu blokajını kaldırmış, barajla ilgili ÇED süreci başlatılmıştı. Hem altın madeni hem içme suyu barajı, üstelik aynı bölgede nasıl olacak? Aslında bu sadece İzmirlilerin değil, Kaz Dağı’nda içme suyu havzasında işletilen, işletilmek istenen altın madenleri nedeniyle Çanakkalelilerin de merak ettiği bir soru.

BM çoraklık raporu

Ancak, bugün bu sayfada daha önce defalarca anlattığımız bu meseleyi değil, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından 2024 yılı sonunda yayımlanan kuraklık raporu ile ilgili bilgileri paylaşacağım. “Kuruyan toprakların küresel tehdidi. bölgesel ve küresel çoraklaşma eğilimi ve gelecek projeksiyonları” başlıklı rapor ülkemizi doğrudan ilgilendiriyor. Çünkü, önümüzdeki günlerde daha çok gündeme gelebilecek olan (Ülkenin bu baş döndürücü hızlarla değişen yakıcı siyasi gündeminden fırsat bulabilirse tabii) kuraklık, susuzluk olgusu, bu ülkede yaşayan tüm canlılar için yaşamsal önemde bir konu.

Bu konuda erken davranıp önlem almak yerine çiftçilerin suyunu yarıya indirmeyi bir çözüm olarak gören Aydın Valiliğinin geçtiğimiz haftalardaki “Bu sene sulama suyunun sadece yüzde 50’si verilecek” açıklaması ile ilgili tartışmaları hem bu köşede hem Çepeçevre Yaşam programında gündeme getirmiştik. Benzer uygulamaları önümüzdeki günlerde başka başka iller içinde de görmemiz çok büyük bir olasılık aslında. Bu yaklaşım susuzluğa, kuraklığa önlem olmaktan öte, sonuçlarının doğrudan halka bir mağduriyet olarak yansıtılması anlamına geliyor. Önlem alınacaksa eğer suları kirleten, aşırı su tüketen madenler ve enerji projeleri ile ilgili bir önlem alınması gerekir. Gerçek önlem ve kuraklık eylem planına buradan başlanmalı çünkü.

Kuraklık ne demek, çoraklık nasıl oluşur?

BM’nin çoraklık raporuna dönersek; belli bir dönemde yağışlardaki azalma olarak tanımlanan kuraklık, uzun dönem devam etmesi durumunda bitki örtüsünü ve toprak verimliliğinin azalması sonrası çoraklaşmaya dönüşüyor. BM’nin “çölleşmeyle mücadele sözleşmesi” raporuna göre, dünya topraklarının yaklaşık yüzde 77.6’sı, 2020’ye kadar geçen otuz yılda önceki 30 yıllık döneme kıyasla daha kurak koşullarla karşılaştı. Kurak alanlar yaklaşık 4.3 milyon kilometrekare genişledi. Küresel toprakların yaklaşık yüzde 7.6’sı çoraklaşma eşiklerini aştı. Böylece az çorak alandan daha çorak alan sınıfına dahil oldu bu topraklar. Eğer sera gazı emisyonları azaltılamazsa yüzyılın sonuna kadar dünyadaki yağışlı alanların yüzde 3’ünün daha kurak alanlara dönüşeceğine dikkat çekiliyor raporda. Rapor, iklim değişikliği ile artan sıcaklıkların, azalan yağışların dünyanın çorak bölgelerinin artmasına neden olacağını ortaya koyuyor. Raporda bu durumun etkileri ile ilgili görüşler de var.

Rapordan bazı veriler

Buna göre; yüzyılın sonuna kadar artacak çoraklaşma nedeniyle dünyadaki tüm toprakların beşte birinde ani ekosistem değişiklikleri yaşanabilir. Bu, dünyadaki pek çok bitki ve hayvan türünün yok olması anlamına geliyor.

Rapordan bazı veriler şöyle:

* Çoraklaşma, dünyadaki ekilebilir alanların yüzde 40’ını etkileyen, tarımsal sistemlerin bozulmasının ardındaki en büyük etken olarak kabul edilmektedir.

* 1990-2015 yılları arasında Afrika ülkeleri için gayrisafi yurt içi hasılada (GSYİH) kaydedilen yüzde 12’lik düşüşün sorumlusu olarak artan çoraklaşma gösteriliyor.

* Sera gazı emisyonları az da olsa artmaya devam ederse, gezegendeki tüm karaların (Grönland ve Antarktika hariç) üçte ikisinden fazlasının yüzyılın sonuna kadar daha az su depolayacağı tahmin ediliyor

* Çoraklaşma, arazi erozyonu, tuzlanma, organik karbon kaybı ve bitki örtüsünün bozulmasıyla birlikte dünyadaki arazi bozulmasının en önemli beş nedeninden biri olarak kabul ediliyor.

* Ortadoğu’da artan çoraklaşma, bölgede daha sık görülen ve daha büyük kum ve toz fırtınalarıyla ilişkilendiriliyor

* Artan çoraklaşmanın, iklimin değiştiği gelecekte daha büyük ve daha yoğun kontrol edilemeyen yangınlarda rol oynaması bekleniyor,

* Artan çoraklaşmanın yoksulluk, su kıtlığı, toprağın bozulması ve yetersiz gıda üretimi üzerindeki etkileri, dünya çapında, özellikle de çocuklar ve kadınlar arasında, artan hastalık ve ölüm oranlarıyla ilişkilendiriliyor,

* Artan kuraklık ve çoraklaşma dünya çapında, özellikle de Güney Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ile Güney Asya’nın aşırı kurak ve çoraklaşan bölgelerinden insan göçünün artmasında önemli bir rol oynuyor.”

Türkiye’ye etkileri

Peki bu çoraklaşma Türkiye’yi nasıl etkileyecek? Ülkemizin de içinde bulunduğu Akdeniz bölgesi çoraklaşma tehlikesi bakımından dünyanın en riskli alanları arasında gösteriliyor. Bir bölgesel kuraklık ülkesi olarak değerlendirilen Türkiye’deki meraların zaten yüzde 64’ünde yeterli bitki örtüsü yok. Önümüzdeki süreçte yaşanacak kuraklık ve çoraklaşma ile gıda güvenliğimiz çok ciddi bir tehdit altına girecek.

Bir yanda ülkemizde kalan son demokratik kırıntıları da yok ederek tek adam rejiminin çorak iklimini baskı ile ilelebet hakim kılmaya çalışan bir siyasi iktidar, diğer yandan tüm dünyada egemen olan kapitalist sistemin yol açtığı küresel ısınma kaynaklı kuraklık ve çoraklaşma!..

Hem ülkemizde hem dünyada insanca bir yaşamın devamı için işimiz çok zor. Kuraklığın da çoraklaşmanın da eşit, adil ve sömürünün olmadığı barışçıl bir ülke ve dünyada yaşamanın da tek yolu direnmekten geçiyor!..

                                                          /././

(Evrensel)


                                                     



SÖZCÜ "Köşebaşı+Gündem" -31 Mart 2025-

Bayram müteahhitlerle domuz bağcılara güzel -Erdoğan Süzer / Özgür CEBE

Resmi Gazete'de yayınlanan karara göre Cumhurbaşkanı Erdoğan, milyarlık kamu ihalesi alanların ödeyeceği vergiyi yüzde 5’ten 1’e indirdi. Aynı Resmi Gazete'de yayınlanan bir diğer kararla Erdoğan, biri 3, biri 23 kişiyi öldürmekten müebbete mahkum 2 Hizbullahçıyı affetti. 

Resmi Gazete'de yayınlanan karara göre Cumhurbaşkanı Erdoğan, milyarlık kamu ihalesi alanların ödeyeceği vergiyi yüzde 5’ten 1’e indirdi. Aynı Resmi Gazete'de yayınlanan bir diğer kararla Erdoğan, biri 3, biri 23 kişiyi öldürmekten müebbete mahkum 2 Hizbullahçıyı affetti. AĞIRLAŞTIRILMIŞ MÜEBBET   Ankara Etimesgut’ta bir evin bodrum katında işkenceyle sorgulanıp öldürülen 3 kişinin cesetlerini gömen Şeyhmus Alpsoy, örgüt lideri Hüseyin Velioğlu’nun Beykoz Kavacık Villalarında öldürülmesinden sonra bu evde ele geçen dokümanlarda örgüt sorgucusu olduğu ortaya çıkınca babası Mehmet Emin Alpsoy ile birlikte yakalandı. Dönemin Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcısı Nuh Mete Yüksel’in yürüttüğü soruşturma kapsamında baba-oğul kaçırılıp öldürüldükten sonra üzerine beton döktükleri cesetlerin yerlerini gösterdi. Cesetler kazı sonrası çıkarılırken, Şeyhmus ve Mehmet Emin Alpsoy, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. ÖZEL AFLA SERBEST Baba-oğul pişmanlık yasasından yararlanmak için mahkemeye başvurdu ancak samimi olmadıkları gerekçesiyle bu istekleri kabul edilmedi. Şeyhmus Alpsoy’un, sığınak kazan, kaçırılan kişilerin cesetlerini bodrum katlarına gömerek üzerine beton döken babası Mehmet Emin Alpsoy’un da 2023 yılında yine Erdoğan tarafından ‘kocama hali’ gerekçesiyle 71 yaşında tahliye edildi. MAYDONOZCU DA SERBEST Erdoğan’ın dün imzaladığı özel af kararında dikkat çeken bir diğer isim de Hamit Çöklü. Batman nüfusuna kayıtlı 67 yaşındaki Hamit Çöklü de terör örgütü Hizbullah’ın sorgu-infaz biriminde yer alıyordu. Örgüt içinde ‘Maydonozcu’ kod adıyla bilinen Çöklü, Hizbullah’ın Mersin-Tarsus başta olmak üzere Akdeniz Bölgesi’nde kaçırılıp sığınaklara hapsedilen kişilerin işkenceli sorgulardan geçirilerek öldürülmesinden sorumlu tutularak ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılmıştı. 

Hizbullah’ın vahşetleri - 1979 yılında Hüseyin Velioğlu tarafından Batman’da kuruldu.  - Özellikle Doğu ve Güneydoğu’da gerçekleştirilen satırlı ve silahlı eylemlerin sorumlusu olarak Hizbullah gösterildi.  - Diyarbakır’da 23 kişi Takarov marka silahla arkadan sıkılan tek kurşunla katledildi.  - Batman’da 1994 yılında HEP (Halkın Emek Partisi) Milletvekili Mehmet Sincar da Hizbullah üyeleri tarafından öldürüldü.  - 1992 yılında 2000’e Doğru Dergisi’nin Diyarbakır Temsilcisi Halit Güngen infaz edildi.  - Hizbullah’ın domuz bağı adı verilen işkence yöntemiyle işlediği cinayetler ise 1990’ların sonunda ortaya çıktı. Kaçırılan kişilere, domuz bağlı yöntemle günlerce işkence yapıldı ve ve bu vahşet kameraya alındı. - 38 gün işkence yapılan Kuriş’in cesedi 555 gün sonra Konya’da bir evin bodrumuna gümülü halde bulundu.  - Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ve beş koruma polisi yine Hizbullah tarafından 2001 yılında öldürüldü. Yazar Konca Kuriş’i öldürmekten yargılandı

Yargılanmasına 2000 yılında Adana 2 No’lu DGM tarafından başlanan ve terör örgütünün sığnakçıları arasında gösterilen Hamit Çöklü; İslamcı feminist yazar Konca Kuriş ve kapatılan HEP’in milletvekili Mehmet Sincar’ın da aralarında bulunduğu 24 kişiyi öldürme, 10 kişiyi de kaçırma iddiasıyla yargılanmıştı. Hizbullah’ın öldürdüğü isimlerin cesetlerini taşıyan kamyonu kullandığı gerekçesiyle hüküm giyen Şehmus Alpsoy da “Anayasayı cebren değiştirmeye teşebbüs etmek” suçuyla yargılanarak ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmıştı. YANDAŞ MÜTEAHHİDE BAYRAM İKRAMİYESİ Milyonlarca emekli, dul ve yetimin bayram ikramiyesine sadece bin lira zam yapan iktidar metro, hızlı tren, demiryolu ile gemi inşaat ve onarım gibi büyük işlerin verildiği müteahhitlere bayram sabahı milyarlık vergi indirimi yaptı. Vergi indiriminden 3 ay önce 75 milyar liralık Delice-Çorum arasındaki hızlı tren hattı ihalesini kazanan Yapı Merkezi-YSE Yapı (Çelikler Holding) ortaklığı da dahil çok sayıda büyük müteahhitlik firması yararlanacak.  Resmi Gazet’ede yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararına göre demiryolu hattı, tramvay, monoray, finiküler, metro ve şehir içi raylı ulaşım sistemleri inşaat ve onarım işleri ile gemi inşaat ve onarım işlerinin hem Gelir Vergisi hem de Kurumlar Vergisi yüzde 5’ten yüzde 1’e düşürüldü. Diğer işleri yapan müteahhitlerin vergisi yüzde 5 olarak kaldı.

KASALARI DOLACAK Bu kapsamda, bu tür büyük ihaleleri aldıktan sonra devlet tarafından müteahhitlere yapılan hakediş ödemelerinden yüzde 5 yerine sadece yüzde 1 vergi kesintisi yapılacak. Böylece müteahhitlerin kasasına devletin bütçesinden daha fazla para akacak. Müteahhitlere sağlanan indirimli vergi avantajının uygulaması nisan ayı başından itibaren ödenecek istihkak bedelleri üzerinden uygulanacak. Vergi indiriminin, son dönemde döviz kurunda yaşanan artıştan müteahhitleri korumak ve ithalat kaynaklı ek yükün devlet tarafından üstlenilmesi amacıyla yapıldığı ifade ediliyor. Müteahhitlere hakediş üzerinden yapılan vergi kesintisi oranı en son 2021 yılında yüzde 3’ten yüzde 5’e yükseltilmişti. İşi aldı vergi indirimi geldi  İktidar vergi indirimi sağladığı metro, hızlı tren ve gemi inşa gibi büyük işleri İhale Kanununun 21-b yöntemiyle belirli firmaları davet ederek veriyor. En son Delice-Çorum hızlı tren hattı bu yöntemle ihale edilmiş, ihalenin adrese teslim olarak yapılacağı ihaleden önce CHP’li milletvekilleri tarafından ilan edilmiş ve beklendiği gibi ismi geçen firmalar ihaleyi almıştı. Vergi indiriminden bu işi yapacak olan Yapı Merkezi-YSE Yapı (Çelikler Holding) ortaklığı da yararlanacak. Bu şirketler yararlanacak Vergi indiriminden yararlanacak isimler arasında Rönesans da bulunuyor. ‘Mersin-Adana-Osmaniye-Gaziantep Yüksek Standartlı Demiryolu Hattı’ inşaatı Rönesans tarafından gerçekleştiriliyor. Ankara-İzmir hızlı tren projesi de 2 milyar 163 milyon Euro’ya ERG İnşaat’a verilmiş ve ‘usulsüzlük’, ‘hukuka aykırılık’ gerekçeleri ile ihalesine itiraz edilmişti. Öte yandan temeli 2012’de atılan, Çelikler ve Kalyon Holding’in yüklenicisi olduğu Bursa ile Ankara arası Yüksek Hızlı Tren (YHT) Projesi ise hâlâ tamamlanmadı.

                                                  ***

Kapı gibi israf -Deniz Ayhan-

Bir tarafta yurt bulamayan ve yüksek kiraların mağduru öğrenciler diğer tarafta 4.2 milyona kapı yaptıran rektör.

Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi, öğrencilerin barınma sorunu nedeniyle öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldığı bir ortamda rektör için protokol kapısı yaptırıyor. Üniversite, 3 Mart 2025’te ihale düzenleyerek yeni rektörlük binası protokol girişi kapısı yaptıracağını duyurdu. Aynı ihaleyle rektörün makam odasında da duvar kaplaması, meşe kaplama kapaklı gömme dolap, gri lake duvar boyası, meşe duvar kaplaması, meşe TV ünitesi yapılacak.SÖZLEŞME İMZALANDI  Rektörlük protokol girişinde ise kapı laminat ve çift kanat olacak, pirinç kapı kolu eklenecek. Doğal meşe kaplama olacak. İhale kapsamında 26 Mart 2025’te 4 milyon 200 bin TL’lik sözleşme yapıldı. Kapılar, haziran 2025’e kadar tamamlanacak. BAHÇEYE 15 MİLYON Üniversitenin Taşlıçiftlik yerleşkesinde rektörlük binası 2022 yılında 66 milyon 747 bin TL harcandı.  Üniversitede geçen yıl da rektörlük binasının altyapısı yenilendi ve çevre düzenlemesi yapıldı. Bunun için de üniversite kasasından 15 milyon 785 bin lira çıktı. 

                                                       ***

S-400’ü ya imha et ya teslim et

ABD devletine yakınlığıyla bilinen Wall Street Journal, Hakan Fidan’ın Washington ziyaretine ilişkin bir başmakale yayınladı. Makalede, “Türkler fırsat kokusu aldı ama fiyat değişmedi. F-35 istiyorlarsa, S-400’leri ya imha eder ya iade eder” denildi. Üzerinden 24 saat geçti. Ankara’dan açıklama gelmedi. 

BAŞ MAKALE YAYINLADI  Amerikan The Wall Street Journal gazetesi, Türkiye’nin F-35 programına geri dönme çabalarına sert bir editoryal yazıyla yanıt verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ABD Başkanı Trump’la telefon görüşmesi ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Washington temaslarını hatırlatan gazete, “Türkler fırsat kokusu aldı ama fiyat değişmedi” dedi. Yazıya göre, ABD’nin 2019’da Türkiye’ye F-35 teslimatını iptal etmesinin tek nedeni, Ankara’nın Rusya’dan aldığı S-400 hava savunma sistemi. RAFA KALDIRMAK YETMEZ WSJ editörleri, “Bu sorun hiç de karmaşık değil” diyerek Ankara’nın önüne net seçenek koydu. “Eğer Türkiye en iyi sınıf F-35’leri istiyorsa S-400 bataryalarını ya teslim eder ya da imha eder. Yarı yolda kalacak hiçbir önlem ABD için kabul edilebilir değil. Bir bileşenini devre dışı bırakmak ya da rafa kaldırmak yetmez” ifadelerinin yer aldığı yazıda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın füzeleri gelecekte tekrar kullanmak üzere elinde tutmak istediğini ifade edildi.‘ŞANTAJ DAVETİYESİ’ Makaleye göre; Türkiye S-400’leri elden çıkarmadan F-35 almak isterse bu, “Şantaj davetiyesi” anlamına gelir. Batı ittifakı açısından da bu, gereksiz bir güvenlik riski olacaktır. Öte yandan WSJ, Trump’ın artık geleceğin savaş uçağı olan F-47’yi hayal ettiğini kaydetti. Gazete, Trump’ın “Müttefiklerimize bu uçakların yüzde 10 hafif tonajda olan zayıf versiyonlarını vereceğiz. Zira bir gün bizim müttefikimiz olmayabilirler” sözünü hatırlattı. ŞU AN ‘UYGUNSUZ’ DÖNEM  Yazı, Türkiye’nin coğrafi önemine ve bölgesel etkisine dikkat çekse de sert eleştiriden geri kalmadı: “Ankara’nın Hamas’a açık desteği, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerine engeli, Rusya’yla yaptırımların delinmesi gibi konular Washington’ın sabrını zorluyor. Erdoğan’ın içeride Ekrem İmamoğlu’nu ve protestoları bastırdığı bir dönemde ABD’nin taviz vermesi ‘uygunsuz’ bulunuyor” denildi. WSJ’ye göre çözüm basit: “S-400’lerden vazgeçin, müzakereler başlasın.” 2.5 milyar dolar verdik depoya kaldırdık Türkiye 2011’de başlayan Suriye iç savaşında Şam yönetimine karşı muhalifleri destekledi. 2012 sonunda, Suriye’deki savaş ilk kez Türkiye’de sivil ölüme yol açtı. Ankara NATO’dan hava savunma takviyesi talep etti. Ocak 2013’te 5 farklı ülke geçici olarak Türkiye’ye Patriot ve SAMP-T füzesi gönderdi ve talebi karşıladı. KALICI SİSTEM  Ancak, terör örgütü YPG’ye yönelik sınır ötesi harekatlar sonrası, İspanya dışında tüm ülkeler bu sistemleri geri çekti. Türkiye de Aralık 2017’de Rusya ile biri opsiyonlu 2 adet S-400 sisteminin satın alınması konusunda sözleşme imzalandı. Türkiye’ye 2.5 milyar dolara (950 milyar lira) mal olan S-400 parçaları, 12 Temmuz 2019’da Türkiye’ye ulaştı. S400’ler alındığı günden bu yana depoda duruyor.

                                                  ***

Halkın parasıyla ballı burs -Deniz Ayhan-

Aralarında Ravza Kavakçı, Fatma Betül Sayan’ın da olduğu 39 bursiyer, Ekrem İmamoğlu öncesi İBB’den toplam 174 milyon para aldı.(https://www.sozcu.com.tr/halkin-parasiyla-balli-burs-p157209)

                                                                ***

Türkiye kalp krizi geçiriyor!-Sultan Uçar-

https://www.sozcu.com.tr/turkiye-kalp-krizi-geciriyor-p156204

                                                          /././

SÖZCÜ


T-24 "Köşebaşı + Gündem" -29 Mart 2025-

 

Amasra’daki maden faciasının isyan ettiren mahkeme kararı -Tolga Şardan-

Faciada yaşamını yitiren 43 madenci ve diğer yaralılar için binlerce yıllık hapis cezası isteminden, bir kişinin olası kastla öldürülmesinden verilen 20 yıllık hapis cezasının bile altında kalan en yükseği 17 yıllık hapis cezasına!

amasra maden faciası

Gönül istiyor ki, şöyle sakin ve gündem dışı bir “bayram yazısı” yazmak.

Günümüz koşullarında maalesef mümkün değil gönlün bu isteği.

Hele ki, “Yeni Türkiye”de. Hele ki, nefes aldığımız coğrafyada.

Hele ki, hafta sonu başlayacak bayramın adının bile nasıl kullanılacağı yönünde kitleler arasındaki kamplaşmanın yaşandığı topraklarda.

Hele ki, daha yakın geçmişe kadar bayram sebebiyle birbirlerini tebrik eden siyasi parti temsilcilerinin kavgalarının görüldüğü ülkede, hayal ötesi oldu.

Dolayısıyla, pazar günü başlayacak Ramazan/Şeker Bayramı’nda bu satırların yazarından “duygu yüklü” bayram yazı beklememeniz gerektiğini üzülerek hatırlatayım.

Amasra faciasının yargılama sonucu

Geride kalan haftada iki önemli adli yargılama vardı.

İstanbul ve Ankara’da yaşanan adliye bağlantılı siyasi gelişmeler yanında pek akıllara veya gündeme gelmese de her iki olayın onlarca mağduru var.

Kaybettikleri canlarının ardından ağıt yakıp, hak arama çabası içinde ter döken, buna karşın nedense dikkate alınmayan insanlar, boğucu atmosfere karşın nefes almaya çalışıyorlar bu coğrafyada.

Büyüteç’e konu edeceğim ilk yargılama, Amasra’daki maden faciasıyla ilgili dosyada verilen mahkeme kararları...

Hatırlanacağı üzere; Türkiye Taşkömürü Kurumu’na (TTK) bağlı Amasra ocağında 14 Ekim 2022’de facia yaşandı, 43 maden işçisi hayatını yitirdi.

Başlatılan adli soruşturmada, 24 şüpheli gözaltına alındıktan sonra tutuklandı.

Tutuklamanın gerekçesi, “bilinçli taksirle birden fazla insanın ölümüne ve yaralanmasına neden olmak”tı.

Şüphelilerin içinde dört kişiyi ayırmak gerekecek.

Savcılık, hazırladığı iddianamede, Amasra Müessese Müdürü Cihat Özdemir, İşletme Müdürü Selçuk Ekmekçi, İşletme Başmühendisi Mehmet Tural ve İş Güvenliği ve Eğitim Başmühendisi Volkan Soylu hakkında yaşamını yitiren her madenci için ‘olası kast ile öldürme’ suçundan 25’er yıla kadar hapis istedi.

TTK yöneticiler hakkında ayrıca, ‘olası kast ile kişinin yaşamını tehlikeye sokacak şekilde kasten yaralama’ suçundan da ağır yaralanan 4 kişiden her biri için 12 yıla kadar hapis talep edildi. Diğer 19 sanığın ise ‘bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma’ suçundan 22,5 yıla kadar hapsi cezası istendi.

Başlayan yargılama sırasında görüşünü veren savcı, tutuklu sanıklar Cihat Özdemir, Selçuk Ekmekçi, Mehmet Tural ve Volkan Soylu hakkında, yaşamını yitiren her madenci için 43 kez “olası kast ile öldürme” ve yaralı kurtulan 9 işçiden 4'ünün yaşamları tehlikeye girecek şekilde yaralanmaları sebebiyle de dört kez “muhtemel kast ile yaralama” suçlarından ayrı ayrı 1123’er yıla kadar hapis cezası talep etti.

Dikkatinizi çekerim; her sanık için ayrı ayrı 1123’er yıl ceza istendi mütalaada!

Dosyadaki diğer sanıklar hakkında ise işledikleri iddia edilen suçların karşılığıyla orantılı cezalar talep edildi.

Bartın 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam eden yargılama, pazartesi günü karara bağlandı.

Yakınlarını kaybeden aileler, sanıkların yakınları, sanıkların ve mağdurların avukatları, izleyiciler, gazeteciler, kısacası süreci takip eden hemen herkes mahkemenin vereceği karara odaklandı.

Mahkeme Başkanı Harun Ceyhan’ın kararı okumaya başladığı cezalar öğrenilince mağdur ailelerin yüzünde acı, hüzün ve kızgınlık; sanıklar ve aileleri ile avukatlarının yüzlerinde ise belli belirsiz mutluluk yaşandı.

Zira, mahkeme yargılamayı, savcılığın talep ettiği olası kasttan değil, bilinçli taksirden verdi.

Mahkeme heyeti, “bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan tutuklu sanıklar Cihat Özdemir’i 17 yıl, Selçuk Ekmekçi’yi 16 yıl 6 ay, Mehmet Tural’ı 16 yıl 6 ay hapis, Volkan Soylu’yu da 15 yıl hapis cezasına çarptırdı.

Heyetin kararına göre; diğer sanıklardan Levent Aydın 9 yıl, Şahan Kahraman 9 yıl, Recep Orhan 5 yıl, Hakkı Oğuz Karakuş 5 yıl, İbrahim Hakan Mengeş 5 yıl, Hidayet Gökdere 5 yıl, Fazıl Karaküp 5 yıl, Serkan Özdoğan 3 yıl 9 ay, Süleyman Sırrı Bayraktar 3 yıl 1 ay 15 gün, Mustafa Olgun 3 yıl 1 ay 15 gün, Mehmet Özdemir 3 yıl 9 ay, Ferhan Güneş 3 yıl 1 ay 15 gün, Hüseyin Ogan 3 yıl 9 ay, Mehmet Güneş 3 yıl 1 ay 15 gün, Şenol Kaya 3 yıl 1 ay 15 gün ve Selami Yeşilsu da 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezası aldı.

Yanı sıra; sanıklardan Salih Atmaca, Tayfun Uça ve Onur Öztürk ise yargılama sonucunda beraat etti.

İki suç arasındaki “küçük” fark!

Bu noktada mevcut Türk Ceza Kanunu’na göre, olası kastla adam öldürmek/ölümüne sebep olmak ile bilinçli kast ile adam öldürmek/ölümüne neden olmak arasındaki küçük (!) farkı açıklamak gerekecek.

Mevzuata bakıldığında; bilinçli taksirde, fail tarafından öngörülen ve gerçekleşen netice, istenen bir netice olmadığıdır.

Olası kastta ise öngörülen neticenin istenip istenmemesinden bahsedilmemektedir. Dolayısıyla, olası kast ile bilinçli taksir arasında bulunan en önemli fark, failin ‘gerçekleşmesi muhtemel neticeyi ne derece göze aldığı’ konusudur.

Yürürlükteki TCK’da kasten adam öldürmek suçunun karşılığı “müebbet hapis” cezasıdır. Suçun olası kast ile işlenmesi halinde ise, TCK hükmü gereğince, olası kastla bir kişinin ölümüne neden olan sorumlunun alacağı ceza, en az 20 yıl hapis cezası olacaktır.

Yani burada “olası kastla adam öldürmek/ölümüne neden olmak” iddiasıyla yargılanan TTK personeli sanıkların, yaşamını yitiren her madenci için en az 20 yıl hapis cezası alması gerekirdi.

Buna karşın bilinçli taksirle adam öldürmek/ölümüne neden olmak suçunun TCK’daki karşılığı ise şöyle:

“Taksirle adam öldürme neticesinde 2 yıl ceza alacak bir fail, bilinçli taksir halinde 2 yıl 8 ay ile 3 yıl arası ceza alır.”

Kısacası; ortada öldürülmüş bir cenaze var. Ancak kişi, olası kastla öldürüldüyse katile en az yıl 20 yıl, bilinçli taksirle öldürüldüyse öldürene en fazla 3 yıl hapis cezası veriliyor!

İşte, bir öldürme olayına yönelik yargılamada verilecek iki karar arasındaki fark böylesine küçük!

Bin yıl derken 17 yıla bağlanan ceza

Şimdi gelelim, haklarında tam 1123 yıl hapis cezası istenilen dört sanığa verilen cezalara...

Mahkeme, sanıklardan Cihat Özdemir’i 17 yıl, Selçuk Ekmekçi’yi 16 yıl 6 ay, Mehmet Tural’ı 16 yıl 6 ay, Volkan Soylu’yu da 15 yıl hapis cezasına çarptırdı.

Savcılık ne talepte bulunmuş, mahkeme ne karar vermiş?

Faciada yaşamını yitiren 43 madenci ve diğer yaralılar için binlerce yıllık hapis cezası isteminden, bir kişinin olası kastla öldürülmesinden verilen 20 yıllık hapis cezasının bile altında kalan en yükseği 17 yıllık hapis cezasına!

İstanbul’daki İBB operasyonu başta olmak üzere her kritik yargı sürecine yönelik aynı açıklamayı yapan aynı zamanda Bartınlı Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un dediği gibi, bağımsız yargının kararlarına saygı duymak ve güvenmek gerekiyor.

Bu arada, Amasra’daki yargı sürecini yakından takip eden meslektaşım Can Bursalı, yakın zamanda yayınına son veren Gazete Duvar’da 23 Nisan 2023’te ilginç bir yazı kaleme aldı. Bayramda boş zamanınız olursa göz atabilirsiniz.

Bakın; kimler, kimlerle neden beraberler? Kimler, kimleri ne amaçla kullanıyor? Gayet açık tabloyu görünce, mahkeme kararı daha net anlaşılacaktır.

Bayram tatili içinde kalacak salı günkü Büyüteç’te de benzer bir konuyu aktaracağım bir aksilik olmadığı takdirde.

Şeker Bayramınız/Ramazan Bayramınız kutlu olsun.

                                                              /././

“Bak şimdi bunu da benden bilecekler…”-Mustafa Durmuş-

Eğer siyasal iktidar toplumun demokratikleşme, hak hukuk ve adaletin sağlanması ve barış gibi temel taleplerine olumlu yanıt vermeyip daha da sertleşirse, ekonomideki bu göstergelerin daha da kötüleşeceğini tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok.

Son iki yıldır sıkı gelir (ücret), para ve maliye politikalarıyla enflasyonu aşağıya çekmeye, yüksek faiz oranları ve baskılanmış döviz kuruyla sıcak parayı ülkeye çekerek döviz rezervi biriktirmeye çalışan ve tüm bu politikaların bedelini de halka ödettiren Mehmet Şimşek’in başını çektiği ekonomi yönetimi, 19 Mart’ta yargının İmamoğlu ve ekibine yaptığı siyasi operasyonlarla, deyim yerindeyse ters köşe oldu. “Kazanımların” önemli bir kısmı çöpe gitti.

Milyarlarca liralık kurtarma paketi

Durumu toparlayabilmek için ekonomi yönetimi, kapsamı onlarca milyar lirayı bulan bir kurtarma paketi uygulamaya başladı.

Emeklilerine sadece 1,000 lira zam yaparak bayram ikramiyesini 4,000 liraya çıkaran ve bunu yaparken de “daha ne yapalım, elimizden ancak bu kadar geliyor” diyen siyasal iktidar, söz konusu olan yerli ve yabancı sermaye sınıfı ve süper zenginlerin menfaatlerinin korunması olduğunda kesenin ağzını açmakta tereddüt etmiyor. Kamu kaynaklarını bu kesime rahatça akıtıyor.

Haksız operasyon kitleleri sokağa döktü

Zaten son derece kırılgan olan finansal sistem, yargı eliyle yapılan sivil darbenin son perdesi olan bu operasyonun şokunu atlatmakta zorlanıyor. Operasyonun ardından, başta üniversiteli gençler olmak üzere neredeyse tüm toplum sokaklara çıkınca, eş zamanlı olarak üniversitelerde boykotlar başlayınca, ekonomideki bu kırılganlığı siyasetteki sorunlar ve istikrarsızlaşma izledi. Ana muhalefet partisi CHP eylemliliğini artırarak erken seçim için iktidarı zorlamaya başladı. Tüm bu gelişmelerin ekonomi üzerindeki etkilerinin son derece yıkıcı olduğu/olacağı kuşkusuz.

Siyasal iktidarın da ekonominin de yumuşak karnını oluşturan bazı sektörlerden ya da alanlardan başlayalım. Bunların başında finans sektörü geliyor.

Borsa çöktü

* Kapitalizmin tarihinde her büyük ekonomik krizin önce menkul kıymetler borsasında başladığı biliniyor. Çünkü borsanın temeli olan spekülasyon ve manipülasyon krizleri tetikliyor. 1929-33 Büyük Depresyonu bunun bilinen en iyi örneklerinden birisi.

Nitekim 20 Mart’ta değeri 9,000’e kadar düşen İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda (BİST100) bir haftada dört kez devre kesiciler uygulamaya sokulmak durumunda kalındı. Endeks, TL varlıklarda başlayan satış dalgası yüzünden ilk gün yüzde 8,72 kayıpla tarihinin en sert düşüşlerinden birine tanık oldu. Bankacılık endeksi yüzde 8,5’in üzerinde kayıp yaşadı. Borsanın piyasa değerinden sadece 1 günde 31,5 milyar dolar silindi. Borsalarda yaşanan kriz, ardından gelebilecek bir finansal krizin de belirtisi olduğundan ekonomi yönetimi acil müdahaleye başladı.

Yabancı çıkışları arttı!

Merkez Bankası verilerine göre, yabancılar geçen hafta net 443,8 milyon dolarlık hisse senedi ve net 439,5 milyon dolarlık devlet iç borçlanma senedi (DİBS) sattı. Böylece geçen hafta finans piyasalarından yabancıların toplam çıkışı 883,3 milyon dolar oldu. Oysa aynı yabancılar bir önceki hafta yaklaşık 2 milyar dolarlık giriş yapmıştı (7-14 Mart haftasında 480,1 milyon doları hisse senedi için, 1 milyar 465,3 milyon doları da DİBS için olmak üzere toplamda 1 milyar 945,4 milyon dolar getirmişlerdi).

Borsaya can simidi

T. Varlık Fonu bünyesindeki kamu bankalarına ait aracı kurumlar büyük çapta (7 milyar TL’yi aşan) hisse alımı yaparak borsaya destek oldular.

▪ Hisse piyasasına (borsa) yönelik bir destek kararı da Sermaye Piyasası Kurulu’ndan geldi. Kurul, şirketler ile bağlı ortaklıkların, genel kurul kararı olmaksızın yönetim kurulu kararıyla geri alım programı yapabileceğini duyurdu. Duyurunun ardından 18 borsa şirketi toplamı 5,5 milyar lirayı bulan tutarda geri alım yapacağını açıkladı.

▪ Ayrıca bankalara hisse geri alımında sermaye esnekliği tanındı. Bu yılın sonuna kadar geri alım yoluyla edindikleri hisselerin çekirdek sermayeden indirilmeyeceği teminatı verildi.

Böylece borsadaki erime durduruldu. Şirketlerin ve bankaların kendi hisselerini geri satın almaları teşvik edilerek endeks değerinin tekrar yukarı çıkması ve gerçekte temeli olmayan yeni kârlar sağlamalarının yolu da açılmış oldu.

Kârlar özelleştirilirken, zarar sosyalleştiriliyor!

Özetle başta T. Varlık Fonu aracılığıyla yapılan hisse alımlarıyla, batmakta olan şirketlerin hisseleri satın alındı ve bu operasyon sonucunda ortaya çıkan zarar böylece sosyalleştirildi yani tüm topluma mal edildi. Gerisini emekçiler düşünsün…

Bir olumsuzluk da para piyasalarında yaşandı. Para Piyasası Fonları genellikle kısa vadeli devlet tahvilleri, bonolar ve vadeli mevduat gibi düşük riskli araçlardan oluşuyor.

Geçen hafta başlayan ekonomik çalkantıdan sonra devlet tahvillerinin faizinin artması (dolayısıyla fiyatının düşmesi) bünyesinde ağırlıklı olarak tahvil barındıran finansal fonların getirisini düşürdü. Böyle olunca da para piyasası fonlarına olan ilgi azalarak bir anda tersine döndü. Öyle ki Merkez Bankası Para ve Banka İstatistiklerine göre, 14 Mart’ta 1 trilyon 487 milyar lira olan bu fonların büyüklüğü, 21 Mart’ta 1 trilyon 326 milyar liraya geriledi. Yani bu fonlardan 161 milyar liralık çıkış yaşandı.

Dolarizasyona yönelim artıyor!

Bu arada, Merkez Bankası’na göre, aynı haftada yurt içi yerleşiklerin yabancı para mevduatı (parite etkisinden arındırılmış olarak) geçen hafta 5 milyar 862 milyon dolar arttı. (1) Bu da fon piyasasından çıkan paranın büyük ölçüde döviz tevdiat hesaplarına kaydığını ortaya koyuyor.

Bu durum yabancıların tahvil stoku içindeki payını yüzde 10’a kadar geriletti. Aynı zamanda ekonomide bir süredir aşılmaya çalışılan yeni bir dolarizasyon sürecinin başlamakta olduğunu da ortaya koydu.

Kur Korumalı Mevduatların (KKM) hala tasfiye edilemediği bir dönemde para sahiplerinin tekrar Döviz Tevdiat Hesaplarına (DTH) yönelmesi yakın geçmişte yaşanan ekonomik kayıpların ve kamu zararının tekrarlanabileceğinin bir işareti.

Fonlardan çıkışları durdurabilmek amacıyla ekonomi yönetimi çözüm olarak, bu fonların getirilerini artırabilmek için kendi payından vaz geçmeyi planlıyor. Yani bu fonlar aracılığıyla elde edilen gelirler ve TL cinsi mevduatlardan alınan Gelir Vergisinin oranlarının tekrar düşürüleceği açıklandı.

Özetle, bir kez daha “kârlar özelde kalırken, zarar sosyalleştiriliyor”. Üstelik bu son derece adaletsiz bir biçimde yapılıyor: Asgari ücretin biraz üstünde gelir elde eden bir ücretliden net yüzde 15 Gelir Vergisi alan devlet şimdi en zengin para sahibinin milyarlarca liralık gelirinden yüzde 15’in altında bir vergi alacak.  

Döviz kuru fırladı, döviz rezervleri sert bir biçimde azaldı!

* Döviz ve altın piyasaları bu operasyonlardan beklendiği gibi en fazla etkilenen diğer finansal araçlar oldular. Öyle ki 1 günde dolar 41 liraya ve Euro 44 liraya fırladı. 1 gram altının fiyatı 1,400 liraya kadar yükseldi.

Bu durum karşısında ekonomi yönetimi hem TCMB hem de kamu bankalarındaki dövizleri güncel değerinin altında fiyatlardan piyasaya satmak durumunda kaldı. Bu müdahaleye rağmen kurdaki artış ortalama yüzde 4 oldu. Yani küçük çapta bir tür devalüasyon yaşandı.

Piyasaya döviz satışı sonucunda sadece birkaç günde, TCMB Başkanına göre döviz rezervlerindeki azalma 25 milyar doları, diğer bazı hesaplamalara göre 27 milyar doları buldu. Yani son iki yıldır büyük çapta bedeller ödenerek (yüksek faiz başta olmak üzere) biriktirilen döviz rezervlerinin yaklaşık yüzde 40’ı üç günde yok edildi.

Pandemiden daha kötü

Covid-19 Pandemisi sırasında ortaya çıkan gelişmelerle (2020 yılı) bir karşılaştırma yapmak sorunun ciddiyetini anlamak açısından önemli olabilir. 2020 yılının ağustos ayında 1 dolar 7,40 lira, risk primi (CDS) 560 ve reel özel sektör döviz açığı 165 milyar dolardı. MB döviz rezervlerinde 6 ayda 30 milyar dolarlık bir azalma olurken, yurt dışına çıkan sermaye 12 milyar dolar oldu.

Bugün itibarıyla dolar 38 lira civarında, CDS 328, reel özel sektör döviz açığı 148 milyar dolar ve sadece üç günde Merkez Bankası döviz rezervlerindeki azalma 27 milyar dolar civarında. Yurt dışına ne kadar sermaye çıktığını görmek için yeni verilerin açıklanmasını beklemek lazım. Ancak girişler bıçak gibi kesildi. Ne de olsa “hız öldürmez ani duruş öldürür!”

* Merkez Bankası ayrıca, dövizdeki aşırı yükseliş ve oynaklığı azaltmak amacıyla TL uzlaşmalı vadeli döviz satımı işlemini başlattığını açıkladı. Söz konusu adımla, yurtiçi yerleşiklerin olası döviz talebinin, rezerv kaybı yaşamadan karşılanması (kur riski zararının önlenmesi) ve böylelikle kur baskısının azaltılması amaçlanıyor.  Sermayenin kur zararı kimin üzerine yıkılacak bir düşünün!

Faizlerin yükseltilmesi kaçınılmaz hale geliyor!

▪ Liranın değer kaybını azaltmak ve dolarizasyonu yavaşlatmak amacıyla Para Piyasası Kurulu (PPK), bir ara kararıyla, gecelik borç verme faiz oranını 200 baz puan artırarak yüzde 44’ten yüzde 46’ya çıkardı. Politika faizi yüzde 42,5’te, gecelik borçlanma faizi de yüzde 41’de sabit tutuldu.

Bu gelişmenin ardından ticari kredi faizleri kamu bankalarında yüzde 50’ye, özel bankalarda ise yüzde 59’a kadar yükseldi. Mevduata verilen faizler de yüzde 47’ye kadar çıktı. Faizlerdeki bu artışın kredi borcu olan bireyleri de şirketleri de bilançoları bozulacak olan bankaları da olumsuz etkileyeceği açık.

Faiz oranlarının yükselmesinin halihazırda en yüksek konkordato oranına sahip, başta inşaat (453 adet) ve tekstil (258 adet) olmak üzere, tüm ekonomi üzerinde daraltıcı ve işsizliği artırıcı etki yaratması da kaçınılmaz. Burada da zararın bir kez daha sosyalleştirilmesine tanık oluyoruz.

Bazı iş insanları da durumdan rahatsız olsalar gerek ki “bankaların kredi tahsislerini yavaşlattığını, para çekme işlemlerinde sorunlar yaşandığını  yani kendi paralarına ulaşamayarak likidite sorunu yaşadıklarını” ileri sürüyorlar.

Özcesi bir tür “ekonosit” yaşanıyor. Yani yurttaşların, iktidarın bilerek ve isteyerek uyguladığı politikalar yüzünden,  ekonomik olarak hayatta kalamayacak bir duruma getirilmesi hali.

Bu operasyonların kısa vadede somut şu sonuçları olacaktır:

Hâlihazırda yetersiz olan döviz rezervleri daha da azalacak, bunu telafi edebilmek için kamu daha yüksek faizlerden döviz cinsinden dışarıdan ve içeriden borçlanmak durumunda kalacak. CDS’in daha da yükselmesi borçlanma maliyetlerini artacak.

* Kurdaki artış sürecek ve bu durum, yüzde 30-40 geçişkenlik oranıyla, enflasyonu yükseltecek. Hayat, özellikle de emekçiler için çok daha pahalı ve zor bir hale gelecek. Nitekim Bank of Amerika yıl sonu enflasyon tahminini yüzde 28,1’e, politika faizini ise yüzde 32,5 yükseltti.

* Bir yandan enflasyon artarken diğer yandan ekonominin bazı temel sektörlerinde durgunluk yaşanacak, bu da iflasları ve işsizliği artıracak. Yani ülke ekonomisi yeni bir stagflasyonist sürece girecek.

* Döviz kurundaki ve enflasyondaki yükseliş reel ücretlerin düşmesiyle sonuçlanacak. Bu yılın sonuna kadar asgari ücret artırılmayacağı için emekçilerin ve emeklilerin yoksulluğu daha da artacak.

* Son olarak, eğer siyasal iktidar toplumun demokratikleşme, hak hukuk ve adaletin sağlanması ve barış gibi temel taleplerine olumlu yanıt vermeyip daha da sertleşirse, ekonomideki bu göstergelerin daha da kötüleşeceğini tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok.

Kıssadan hisse

Zamanın birinde köyün birinde bir gelin ineğin sütünü sağmak için ahıra gidiyor. İnek yeni buzağılamış, buzağısı da gelip sütü emmesin diye gelin o buzağıyı bir ağaca bir iple bağlıyor. Şeytan da orada duruyor, buzağıya şöyle bir bakıyor ve şu ipi biraz gevşeteyim diyor. İpi gevşetince buzağı da geliyor anasından tam sütünü emecek, gelin bunu önlemek için şöyle elinin tersiyle buzağıya vurunca, bunu gören inek “vay sen benim yavruma nasıl vurursun” diye geline bir tepik atıyor. Gelin kanlar içinde yere yuvarlanıyor. O sırada gürültüyü duyan kayınbaba ahıra geliyor, bir bakıyor gelin kanlar içinde yerde yatıyor. “İnek benim gelinimi öldürdü" diyor ve eve gidip tüfeği alıyor ve ineği vuruyor. O sırada ahıra gelinin kocası geliyor. Bir bakıyor inek kanlar içinde yerde, gelin kanlar içinde yerde, buzağı yerde. Babasının elinde ise tüfek. “Sen benim karımı, ineğimi nasıl vurursun” diyor ve o da babasını vuruyor, sonra da “ben bu acıya dayanamam” deyip kendini vuruyor. Her şeyi bir köşede sessiz sedasız izleyen Şeytan: "Yahu şu işe bak, tüm olan biteni de benden bilecekler, oysa ben sadece ipi bir parça gevşettim…”

Dip notlar:

(1)   TCMB, Haftalık Para ve Banka İstatistikleri, Yabancı Para Mevduatlarda Haftalık Değişim ve Parite Etkisi (Yurt İçi Şubeler, Milyon ABD Doları), 21 Mart 2025.

                                                                            /././

Hadi bakalım, kolay gelsin -Hasan Göğüş-

ABD dış politikasının parlayan harika çocuğu Witkoff, ya Türkiye’de 19 Mart’tan bu yana olup bitenlerden bihaber ya da işine gelmediği için görmezden geliyor. Ayrıca iyi bir iş çıkarttığını belirttiği yeni Ankara Büyükelçisi de henüz görevine başlamadı, bildiğim kadarıyla kongre onayını bekliyor. Witkoff bu zekâyla Ukrayna-Rusya Savaşını sona erdirecek, Filistin sorununu çözecek. Ne diyelim? Allah akıl fikir versin

trump erdoğan

Başkan Biden döneminde, sorunların buzdolabına konulmasıyla dört yıl boyunca bir durgunluk yaşayan Türk-Amerikan ilişkileri, önümüzdeki günlerde önemli gelişmelere gebe. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump’la telefon görüşmesinin üzerinden bir hafta ya geçti ya geçmedi, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan soluğu Vaşington’da aldı. Hakan Fidan’ı, önümüzdeki günlerde MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın izlemesi bekleniyor. Daha sonrasında da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD’yi ziyaretinin gündemde olduğu anlaşılıyor.

Esrarengiz bir telefon görüşmesi

Cumhurbaşkanı Erdoğan, iki aylık icraatıyla herkesi şaşkına çeviren ABD’nin çiçeği burnunda Başkanı Trump ile 16 Mart’ta esrarengiz bir telefon görüşmesi yaptı. Esrarengiz dememin sebebi, kimsenin ne konuşulduğunu bilmemesi. Kim kimi aramış,o da belli değil. Görüşmeyle ilgili tek resmi açıklama, İletişim Başkanlığı’ndan geldi. Görüşmenin ardından internet sitesine konulan altı paragraflık açıklamada, görüşmede Türkiye ile ABD arasındaki ikili ilişkilerin, bölgesel ve küresel konuların ele alındığı belirtiliyor. Açıklamada devamla, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Rusya-Ukrayna savaşının sona erdirilmesi ve Suriye’de istikrarın yeniden sağlanmasına ilişkin Türkiye’nin görüşlerini Trump’a ilettiği ve CAATSA yaptırımlarının kaldırılması, terörle mücadelede işbirliği ve F-16 sürecinde ABD’den beklentilerini dile getirdiği kaydediliyor. Trump’ın söylediklerine ilişkin açıklamada tek bir cümle yok.

Özel Temsilci Witkoff’un Türkiye’ye ilişkin beyanları

Bakmayın siz Trump’ın zaman zaman golf sahasından telefonla konuştuğunun söylenmesine. Bu tür görüşmeler öyle birilerinin telefona sarılmasıyla bir anda gerçekleşmez. Önceden özel kalemler arasında dakikası dakikasına belirli bir saat üzerinde mutabık kalınır, hangi konuların ele alınacağı konusunda karşılıklı bilgilendirme yapılır, ona göre konuşma notları hazırlanır, görüşmenin kayda alınması için gerekli tertibat alınır.

Amerikan Dışişleri Bakanlığı’ndan veya Beyaz Saray’dan telefon görüşmesine ilişkin herhangi bir açıklama yapılmadı. Daha da garibi Amerikan medyasında görüşmenin izine rastlamak da pek mümkün olmadı, taa ki “Gölge Dışişleri Bakanı” Steve Witkoff, ABD’li gazeteci Tucker Carlson’ın internet üzerinden yayınlanan televizyon programına konuk olana kadar. Carlson’ın Türkiye konusundaki görüşlerini sorması üzerine Witkoff, 16 Mart’taki telefon görüşmesini “muhteşem” ve “dönüşümsel” olarak nitelendirdikten sonra gündemdeki Husiler, Rusya-Ukrayna Savaşı ve İsrail’de yaşananlar nedeniyle medyada yeterince yankı bulamadığını, ABD’nin yeni Ankara Büyükelçisi Barrack’ın iyi bir iş çıkardığını, aralarında kişisel  ilişkiler bulunan iki liderin görüşmesinden sonra Türkiye’den iyi ve olumlu haberler geldiğini ve bunun neticelerinin önümüzdeki günlerde görüleceğini belirtiyor.

Türkiye’den iyi ve olumlu haberler geldiğini okuduğumda gözlerime inanamadım. Bir kez de “YouTube” üzerinden kendim dinledim. Gerçekten Witkoff, Türkiye’den gelen haberlerle ilgili olarak “good and positive news” kelimelerini kullanmış. Mülakat 22 Mart’ta yapılmış. ABD dış politikasının parlayan harika çocuğu Witkoff, ya Türkiye’de 19 Mart’tan bu yana olup bitenlerden bihaber, ya da işine gelmediği için görmezden geliyor. Ayrıca iyi bir iş çıkarttığını belirttiği yeni Ankara Büyükelçisi de henüz görevine başlamadı, bildiğim kadarıyla kongre onayını bekliyor. Witkoff bu zekâyla Ukrayna-Rusya Savaşını sona erdirecek, Filistin sorununu çözecek. Ne diyelim? Allah akıl fikir versin.

Türk-Amerikan ilişkilerinin farklı bir ivme kazanması mümkün mü?

Cumhurbaşkanı Erdoğan hafta başındaki Kabine toplantısından sonra yaptığı açıklamada, Başkan Trump’ın ikinci döneminde Türk-Amerikan ilişkilerinin farklı bir ivme yakalamasının mümkün olduğunu ifade etti. Trump da yeni Ankara Büyükelçileri Tom Barrack’ı kabulünde, “Türkiye güzel ülke, lideri de iyi lider” demiş.

Türk-Amerikan ilişkilerinin sorunlar yumağı hayli kabarık. “FETÖ Terör Örgütü” elebaşısı Fethullah Gülen’in iadesi meselesi, kendiliğinden halloldu. Suriye’nin geçici devlet başkanı Ahmet Şara ile YPG başkomutanı Mazlum Abdi arasında imzalanan protokole, gerek ABD’nin, gerek Türkiye’nin en azından zimni onay verdiği dikkate alındığında Suriye’nin geleceği konusunda ana hatlarıyla da olsa bir uzlaşı sağlanmış gibi görünüyor. Trump’ın esas mesleği tüccarlık. Türkiye’ye F-16 ve F-35 satışlarının sırf ticari mülahazalarla önünü açması kuvvetli bir ihtimal.S-400’ler ve CAATSA yaptırımlarının kaldırılması konularındaki görüşmelerde belirli bir mesafe alındığı anlaşılıyor. Savunma ile ilgili sorunlarda paket çözüme de gidilebilir. Ama ikili ilişkilerde farklı bir ivme yakalanmasının önünde öyle bir engel var ki, aşılması kolay kolay mümkün değil. Türkiye’nin Hamas’la arasına mesafe koyması, Filistin konusunda söylemini yumuşatması ve Gazze’de vahşice saldırılarına yeniden başladığı bir dönemde İsrail ile ilişkilerin düzeltilmesi. Savunma Bakanı Pete Hegseth koltuğuna oturmadan, “Amerika’yı seviyorsan, İsrail’i de seveceksin” demişti. Bu mesajın Başkan Trump tarafından Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, Marco Rubio tarafından da Hakan Fidan’a bu kere daha güçlü ifadelerle iletilmiş olması kuvvetle muhtemel.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zor tercihi

Bu kez Türkiye’nin işi daha zor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Orta-Doğu’daki hanedanların pek hoşuna gitmese de Arap sokaklarında karşılığı olan bir lider. Türkiye’de oy tabanı muhafazakâr kesimlere dayanıyor. Trump’ın talepleri, Erdoğan’a Arap sokaklarını, içeride de oylarının düşme eğiliminde olduğu bir dönemde milli görüşten gelen oyları kaybettirebilir. Trump’ın Beyaz Saray’da kendisinin hoşuna gitmeyen sözler sarf edenleri nasıl payladığına birkaç kez şahit olduk.

Bu şartlar altında Vaşington’a gitmek mi zor? Kalmak mı zor?

                                                              /././

İdari izin nedeniyle beyanname verme ve vergi ödeme süreleri uzayacak mı?-Murat Batı-

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun sürelerle ilgili genel esaslar başlıklı 8’inci maddesi dava açma süresinin son günü tatil gününe rastlarsa, süre tatil gününü izleyen çalışma gününün bitimine kadar uzar demektedir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan 26 Mart Çarşamba akşamı basına ve halka açık yaptığı konuşmada Ramazan Bayramının bitiş/son günü olan 1 Nisan Salı gününden sonra gelen 2 Nisan Çarşamba, 3 Nisan Perşembe ve 4 Nisan Cuma günlerini idari izin/tatil ilan etti. Böylece bayram tatili dokuz güne çıktı.

Ancak 31 Mart’a kadar verilmesi gereken beyannameler ile vergi ödemeleri 31 Mart’ın Bayram tatiline rastlaması nedeniyle 2 Nisan Çarşamba gününe uzamıştı. Şimdi 2 Nisan da idari izin/tatil sayıldığından beyanname verme ve vergileri ödeme süresi uzayacak mı?

Normal koşullarda; hayır. Ama…

Bayram dolayısıyla beyanname verme ve ödeme süreleri uzadı. Çünkü Vergi Usul Kanunu’nun 18’inci maddesi sürenin son günü resmî tatile rastlarsa tatili takip eden ilk iş gününün tatil saatinde biter demektedir. Bu nedenle kira gelirinize ilişkin ya da diğer gelirlerinize ilişkin beyanname verme ve/veya ödeme süresinin son günü resmi tatile denk gelirse, bu süre, takip eden ilk iş gününe uzar. Bu sene, 31 Mart günü Ramazan Bayramının ikinci gününe denk geldiğinden beyanname verme ve ödeme süresi Bayramın bitimini takip eden ilk iş günü olan 2 Nisan Çarşamba gününe uzadı. 2 Nisan Çarşamba günü de resmi tatil olmadığından beyanname verme ve ödeme süresi 2 Nisan günü sona erecektir.

Ancak Gelir İdaresi Başkanlığı bir sirküler (https://www.gib.gov.tr/node/183022 ) yayımlayarak 2 Nisan Çarşamba günü sona erecek beyanname verme ve ödeme sürelerini 7 Nisan Pazartesi gününe kadar uzattı. Yani 2 Nisan 2025 günü sonuna kadar verilmesi gereken 2024 takvim yılına ilişkin Yıllık Gelir Vergisi beyannamelerinin verilme süreleri ile bu beyannameler üzerine tahakkuk eden vergilerin ödeme süreleri 7 Nisan 2025 Pazartesi günü sonuna kadar uzatılmıştır.

2 Nisan günü vergi daireleri kapalı mı olacak?

İdari izin/tatil şöyle işlemektedir; bu sene olduğu gibi bayramların diğer günlerle birleştirilmesi ya da kar yağışı gibi hava muhalefeti nedeniyle ya da pandemi gibi nedenlerle hükümet kamu çalışanlarına bir ayrıcalık sunmakta ve izinli saymaktadır. Ancak Devlet daireleri, idari izin/tatil günlerinde tamamen kapalı değildir. Yurttaşı mağdur etmeyecek kadar personel bırakıp kalanlarını izinli saymaktadır.

Örneğin muhtemelen Gelir İdaresi Başkanlığı vergi dairelerine “2 Nisan Çarşamba, 3 Nisan Perşembe ve 4 Nisan Cuma günleri yurttaşı mağdur etmeyecek kadar personel vergi dairesine gelecek ve çalışacaktır. Diğerlerine izin kullandırabilirsiniz”  şeklinde bir yazı gönderecektir.

Bu nedenle idari izin/tatil günlerinde Devlet daireleri resmi tatillerde olduğu gibi tamamen kapalı olmayacak ve Kanunlarımızda da idari izin dolayısıyla bu sürelerin uzayacağına ilişkin bir hüküm de olmadığından beyanname verme, vergi borcunu ödeme, cezada indirime başvuru, uzlaşmaya başvuru gibi süreler uzamayacaktır.

Ancak Gelir İdaresi Başkanlığı, sirküler (https://www.gib.gov.tr/node/183022 ) ile sadece beyanname verme ve ödeme sürelerini  7 Nisan Pazartesi gününe kadar uzattı.

Cezada indirim ve uzlaşma başvuru süreleri ile alakalı bir uzama söz konusu değilÖrneğin uzlaşma ya da cezada indirim başvuru süresinin son günü 2 Nisan, 3 Nisan ya da 4 Nisan Cuma günü sona erecekse o gün sona erecek ve herhangi bir uzama söz konusu olmayacaktır. Amman dikkat!

Anlayacağınız 2024 yılına ilişkin yıllık gelir vergisi beyanname verme süresi ile buna istinaden ödeyeceğiniz vergilerin ödeme süresi uzadı. Bunun dışındaki vergilerin ödeme süreleri ile uzlaşma ve cezada indirim başvuru süreleri uzamadı. Amman dikkat!

Vergi davası açma süresi uzamadı

Olur da vergiyle alakalı -vergi/ceza ihbarnamesine, ödeme emrine vs- bir dava açma durumunuz var ve bu dava açma süresinin son günü de 29 Mart Cumartesi, 30 Mart Pazar, 31 Mart Pazartesi ya da 1 Nisan Salı günü ise bu süre 2 Nisan Çarşamba gününe uzayacaktır. Buraya kadar bir sorun yok ve hemfikiriz.

Ancak 2 Nisan Çarşamba, 3 Nisan Perşembe ve 4 Nisan Cuma günü idari izin/tatil olduğundan dava açma süresi 7 Nisan Pazartesi gününe mi uzayacak? Bu soruya hemen cevap vereyim; HAYIR.

Çünkü vergi davaları, vergi mahkemelerinde görülmesi münasebetiyle dava açma sürelerine ilişkin 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun ilgili hükümleri vergi hukuku açısından önemlidir. 2577 sayılı İYUK m.7 dava açma süresini düzenlemiştir. İYUK’ta düzenlenen süreler vergi yargısı için uygulanacağı için vergi hukuku açısından önem arz etmektedir.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun sürelerle ilgili genel esaslar başlıklı 8’inci maddesi dava açma süresinin son günü tatil gününe rastlarsa, süre tatil gününü izleyen çalışma gününün bitimine kadar uzar demektedir.

Böylece İdari Yargılama Usulü Kanunu da idari izinlerin dava açma süresini uzatacağına ilişkin bir hüküm belirtmediğinden dava açma süresinin son günü 29 Mart Cumartesi, 30 Mart Pazar, 31 Mart Pazartesi ya da 1 Nisan Salı günü ise dava açma süresinin son günü 2 Nisan Çarşamba günü olacaktır.

Ancak dava açma süresinin son günü 2 Nisan Çarşamba, 3 Nisan Perşembe ya da 4 Nisan Cuma günü ise o gün süre sona erecek, idari izin/tatil dolayısıyla uzamayacaktır. Aynı husus istinaf ve temyiz başvuruları için de geçerlidir.

Özetle

2024 yılına ilişkin yıllık gelir vergisi beyanname verme süresi ile buna istinaden ödeyeceğiniz vergilerin ödeme süresi Gelir İdaresi Başkanlığının yayımladığı sirküler (https://www.gib.gov.tr/node/183022 ) ile 7 Nisan Pazartesi gününe uzatıldı. Bunun dışındaki ödeme süreleri ile uzlaşma ve cezada indirim başvuru süreleri uzamadı.

Ayrıca dava açma süreleri ile alakalı bir uzama söz konusu değildir.

                                                              /././

Bu isyan kimin isyanı?-Tuğçe Tatari-

Değişen rejimin bu düzeni kabul etmeyenlere, itirazı olanlara ya da değişmesi gerektiğine inananlara nefes alma şansı bırakmaması ülkeyi yine bir yol ayrımına getirdi.

Bu süreçte muhalefete karşı eleştirel olmamaya özen göstermek gerektiği görüşündeyim. Birlik olmayı önemsiyorum.

Tek bir ses olabilme hâlinin dönüp dolaşıp yaşamsal bir noktaya dayandığını düşünüyorum. Yoksa elbette hepimizin gözü ve kulağı var, eleştirebilecek veya üzerine analizler kurabilecek verilere vakıf olabiliyoruz.

Olası karanlık senaryoları sıralama, yapılabilecek hataları, yaşanabilecek bozgunları ardı ardına dizebilme yetisi çok şükür hepimizde mevcut.

Şahsen, ülkede yaşanan bu barışçıl -anayasal haklarla da koruma altına alınmış- isyan etme hâlinin sadece ortak ses, dağılmamak, ayrışmamak, farklılaşmamak ile beden bulabileceği ve ancak o durumda elle tutulur, sürdürülebilir hâle gelebileceğini düşünüyorum.

Açıkçası alanlara, sokaklara sirayet eden ‘ayrıştırıcı dil’de de organize bir el olduğunu düşünüyorum. Bozkurt işaretlerinin, faşizan söylemlerin, Kürtlere yönelik hakaretlerin, ayrımcılıkların, cinsiyetçi küfürlerin, demokratik protestoya şiddet bulaştırma çabalarının kendiliğinden yükseldiğine inanmıyorum!

Muhalefeti bölmek, ayrıştırmak bu iktidarın belki de en iyi bildiği işlerden biri. O yüzden de bir miktar uyanık olmak gerekiyor, diyorum.

Ekranlarda da ‘doğruyu bilen’ çok fazla kişinin konuştuğunu, yorumlarla meselenin özünün boğulduğunu, oysa yıllardır ortaya attıkları tek bir öngörünün bile doğru çıkmadığını görüyorum.

Hatta kendimi de o konuda frenlemeye çalışıyorum, özeleştirimizi vermekten hiç geri durmayalım, toplumsal okumalarımız yetersiz kaldı çoğu zaman.

Artık kimseden ses çıkamaz dediğimizde seslerin yükseldiğine, bu toplum sandıklardan vazgeçti dediğimizde de tam tersi sonuçlar yaşandığına tanıklık ettik.

Şu anda belki de İmamoğlu’nun kendisinin dahi beklediğinden büyük bir toplumsal isyan yaşandığını düşünüyorum.

Tıpkı Gezi Parkı zamanı gibi; onlarca olumsuz, onlarca hatalı, onlarca insanlıktan uzak, hak ve hukukun çiğnendiği uygulamanın üst üste gelmesi sonucu İmamoğlu ile patlak vermiş ama çok daha büyük, derin ve uzun soluklu sorunlar sebebiyle sokaklara dökülmüş milyonlarca insandan söz ediyoruz.

Hangi kesimden, hangi görüşten olursa olsun bu barışçıl isyan ortak bir halk hareketidir.

Bu isyanın adı kimi için İmamoğlu’na destektir, kimi için geleceksizlik, kimi için demokrasi, kimi için değer kaybeden ülke vatandaşlığı, kimi için hak hukuk mücadelesi, kimi için kimlik meselesi, kimi için eşit eğitim hakkı, kimi için barınma imkânı, kimi için kadın cinayetleri, kimi için güvenliksiz, güvencesiz yaşam şartları…

Ama hepsinin tek bir ortak noktası vardır, o da kaybettiğimiz yaşam haklarımıza ayağa kalkarak, yüksek sesle sahip çıkmaktır.

Değişen rejimin bu düzeni kabul etmeyenlere, itirazı olanlara ya da değişmesi gerektiğine inananlara nefes alma şansı bırakmaması, ülkeyi yine bir yol ayrımına getirdi. Rejim -bir nebze de olsa- ya demokratik bir düzleme doğru meyledecek ya da daha da otoriterleşecek.

Şu an bulunduğumuz bu kritik noktada itişi kakışı, ‘o olur, bu olur’culuğu, ‘onu sevmiyorum, bunu beğenmiyorum, ondan farklı düşünüyorum’culuğu bir kenara bırakıp hep beraber mücadele etmeliyiz diyorum.

Çünkü yaşamakta olduklarımız asla İmamoğlu ve CHP ile sınırlı değil, tamamen her birimizin geleceği ile alakalıdır!

                                                              /././

Örgütsüz itaatsizlik -Mine Söğüt-

Sizden bekleneni yapmadığınız zaman olacakları hayal ettiğinizde içinize bir coşku değil de hep korku doluyorsa… O zaman zalime zalim diyememeye ve yeni nesilleri düzene taammüden kurban etmeye devam bu hayatta.

saraçhane eylem protesto

Vahşete vahşet, hukuksuzluğa hukuksuzluk, ahlaksızlığa ahlaksızlık, yalana yalan, zalime zalim diyemediğiniz tehditkâr bir iklimde…

En azılı muhalif de suya sabuna dokunmayan da, işinin başındaki gazeteci de sokaktaki herhangi bir insan da, inançlısı inançsızı, öfkelisi sakini, kendini ifade edebileni, edemeyeni…  Herkes iktidarın hedefinde ve iktidar gayet net bir şekilde sistemi demokrasi aleyhine iyice dizayn etmekte.

Birileri sokaktaki hareketliliğin ve boykot fikrinin coşkusuyla geleceğe dair hayaller kurmaya devam ederken o kendi planlarını adım adım uyguluyor.

İşin tuhafı herkesi heyecanla sokağa ve boykota çağıran muhalefetin özlenen cüreti insanları şaşırtırken iktidar olan bitene hiç şaşırmıyor.

Gazetecisinden öğrencisine, televizyoncusundan menajerine, parti başkanından belediye başkanına ensesinden tutulup hukuksuzca içeri alınan herkes aslında size bir mektup.

O mektup korkularınızı ve sınırlarınızı belirliyor. Dolayısıyla iktidarın yolunu açmaya devam ediyor.

Bu ülkenin insanları nesiller boyunca gözlerini hayata hayaller kurarak açtılar. Aynı insanlar bir ömür hayal kırıklıkları içinde ölmeye yattılar. Oysa başkanlık sistemine geçildiği taktirde yasama ve yargının başına gelebilecekler konusunda fazlasıyla uyarılmışlardı.

“Parlamenter sistemin ne hayrını gördük, bir de bunu deneyelim” diyerek şuursuzca maceraya açılan bu halk, başkanlık sisteminin hayırsızlığına ziyadesiyle şahit oldu ama bunun ne kadarına vakıf oldu orası hâlâ muamma.

Şu anda ülke her yerinden yanıyor ve o alevlerden nasibini en çok gençler alıyor.

O çocukların çoğu, fırsatını bulup çoktan ülkeyi terk edebilen şanslı yaşıtlarının geride kalanları. Gidemeyenler. Cehenneme terk edilenler. Kaybedecek bir şeyleri olmadığı gibi kazanacak bir şeyleri olmadığını bilenler.

Onların tek bir sorusu var. O soruyu hepinize soruyorlar.

“Bize bunu neden yaptınız?” diyorlar.

İktidarın cevabı belli. Peki sizin bu soruya bir cevabınız var mı?

Güvendiğiniz dağlara karlar yağdığı için mi?

Tehlikenin farkına zamanında varamadığınız için mi?

Siyasal islamı demokrasiye bir tehdit olarak görmeyi demokrasi ahlakına yediremediğiniz için mi?

Cumhuriyetin ve laikliğin yıkılmaz gücüne fazla güvendiğiniz için mi?

Karşınızdakilerin niyetine değil beyanına itibar etme gafletine düştüğünüz için mi?

İslami referanslarla iktidara gelenlerin askeri vesayeti kaldırma, cuntacıları yargılama vaatleri gözünüzü kamaştırdığı, kalbinizi ferahlattığı için mi?

Muhalefeti de iktidarın biçimlendirdiğini görmekte geciktiğiniz için mi?

Korkmakla kayıtsızlık arasına kurulan salıncakta sallanıp, usul usul kendi kabuğunuza çeklimeyi daha güvenli bulduğunuz için mi?

Yılanın eninde sonunda size de dokunacağını ve böylelikle iki bin yıl daha yaşayacağını hesaplayamadığınız için mi?

* * *

İktidar farkında; hiçbir şeyden ders almayan ve devamlı birbirine ders veren bir kalabalığı alaşağı etmek için çok akıllı olmak gerekmiyor. Onları zaaflarından tutup kaba güçle yere çalmak yetiyor.

Ve siz başınıza geleni hala umutlanmakla umudu kaybetmek arasındaki bir boşlukta, coşkudan endişeye, endişeden, kızgınlığa ve muhtemelen kızgınlıktan da yılgınlığa evrilecek bir ruh haliyle izliyorsunuz.

Neyin nereye varacağını, neyin ne işe yarayacağını ve bu kâbusun nasıl sonlanacağını hayal edemiyorsunuz. Ama bunu telaffuz da edemiyorsunuz.

Bugüne kadar hep aynı hatayı yaptınız. Bundan sonra artık başka şeyler yapmayı dener misiniz? Mesela bir kurtarıcı beklemekten vazgeçip kendiniz kurtuluş üzerine düşünebilir misiniz? Örgütlü itaatsizlik nihayetinde yine bir itaat içerir ve öngörülebilirdir. Arada sırada örgütsüz itaatsizliklere ne dersiniz?

Sizden bekleneni yapmadığınız zaman olacakları hayal ettiğinizde içinize bir coşku değil de hep korku doluyorsa…

O zaman zalime zalim diyememeye ve yeni nesilleri düzene taammüden kurban etmeye devam bu hayatta.

                                                               /././

(T-24)

Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -29 Nisan 2025-

  İnfaz ve genel af - Ömer Faruk Eminağaoğlu/Hukukçu- Türk Ceza Yasası (TCY), Ceza Yargılaması Yasası (CYY) ve Ceza ve Güvenlik Tedbirlerini...