Aptallıktan söz açılmışken -Ergin Yıldızoğlu-
Aptallık, bir tür bilişsel, ahlaki körlüktür. Aptal, gerçeği kabul etmek istemez, onu mantıkla, bilimle ikna etmek de zor, hatta imkânsızdır.
Aptallıktan söz açılmışken totaliter rejimleri, liderleri (kapitalizm de bunlara faşist demek gerekir) destekleyenlerin yanı sıra totaliter bir rejim kurmaya ya da yönetmeye çalışan elitlerin aptallığını da konuşmak gerekir. Bunların aptallığı halkların başına büyük dertler açıyor.
Bu tiplerde en sık görülen aptallık türü, bir alanda başarılı olunca, her alanda konuşabileceğine inanmaktır. Başarılı bir iş insanı, sporcu hatta siyasetçi, sanat, askerlik, ekonomi gibi alanlarda da bilgiçlik taslayabileceğine inanabilir. Bu çoğu zaman gülünç düşmekle, kimi zaman da ekonomik siyasi felaketlerle sonuçlanır.
MUSK VE TRUMP
Musk, dünyanın en zengin adamı olabildiğine göre, ABD’de hatta tüm Avrupa’da siyaseti şekillendirebileceğine inanıyor. Musk, devlet bürokrasisini, sosyal hizmetleri, emeklilik, sağlık sistemlerini parçalamaya başladı; Avrupa ülkelerinde faşist partileri destekliyor. Musk ve “adamlarının” ABD vatandaşlarının en önemli ve gizli demografik verilerine ulaşmaya başladığı görülüyor.
Devletin, ne seçilmişler ne de atanmışlar kesimine ait Musk’ı tasfiye ederek aptallıklarından kurtulmak zor değil. Ancak Trump seçimle geldi ve dört yıl daha iş başında kalarak aptalca politikalarını uygulamaya devam edebilir. Bu politikaları üç başlık altında toplayabiliriz: (1) Güçler ayrılığını etkisizleştirirken güvenlik bürokrasisini tasviye etmeye, partizanlaştırmaya başladı. (2) Ticarette korumacı tarifeleri dış politika silahı olarak kullanıyor. (3) Başka ülkelerden toprak ve haraç isteyerek ilhakçı anlayışı canlandırıyor.
Trump’ın gümrük tarifeleri, ticaret savaşları politikası Başkan McKinley’nin 19. yüzyıldaki korumacılığının aptalca bir okunmasına dayanıyor. Trump yaklaşık 150 yıllık bir stratejiyi 21. yüzyılın çok daha bağlantılı ve kırılgan dünyasında uygulayarak ABD’de sanayiyi canlandırabileceğini halkın refahını artıracağını iddia ediyor. Buna karşılık mali piyasalar olumsuz tepkiler veriyor, fiyatlar artmaya başlıyor ve Wall Street Journal bir resesyondan (dolayısıyla stagflasyondan) söz ediyor. Bu politikalar en çok Trump’ın kendi sosyal tabanının, emekçi sınıfların refahını tehdit ediyor.
Bu tarifeleri, sadece yanlış yönlendirilmiş bir ekonomik kumar değil. Trump, tarifeleri yerli sanayiyi kademeli olarak güçlendirmek için değil, bir zorbalık aracı olarak kullanıyor. Kanada, Meksika, Çin ve Avrupa Birliği’ne uyguladığı son tarifeler, ekonomik öz yeterlilikten çok tedarik zincirlerini istikrarsızlaştırıyor, ithalata bağımlı Amerikan işletmelerini zorluyor ve ABD’li çiftçilere ve üreticilere zarar veren misillemelere yol açıyor. Bu tarifelerin başka ülkelerin topraklarına, kaynaklarına el koymaya yönelik baskı araçları olarak kullanılması, ABD’nin 1950’lerden bu yana hegemonyasını destekleyen ittifaklar ve kurallar sistemini yıkarken kaynak savaşlarını körüklüyor, toprak ilhak ederek genişleme (sömürgecilik) uygulamalarını yeniden canlandırıyor. Dahası, bu tarifelerin, üretim maliyetleri, artan işsizlik ve enflasyon nihayet mali istikrarsızlık üzerinden, ABD’ye rakiplerinden daha fazla zarar vereceği anlaşılıyor.
Musk ve Trump’ın aptallıkları karşısında, başta ABD olmak üzere dünya borsaları hızla düştüler, S&P 500 bir haftada yüzde 10 geriledi, altın 3 bin dolara vurdu, Musk bir günde 29 milyar dolar kaybetti. Bu aptallıklar, ABD egemen sınıflarının ve halkının, iç ve dış güvenlik risklerini büyütüyor; muhalefet de canlanmaya başladı.
Uluslararası alanda, tarifelerle, körüklenen kaynak milliyetçiliği, ülkeleri hayati materyallere erişim sağlamak için çatışmaya sürükleme riskini artırıyor. Tarih bize ticaret ağları çöktüğünde devletlerin sıklıkla emperyal genişleme ve fetih yoluna başvurduklarını gösteriyor.
Aptallıklar, hükümetleri, küresel ısınmayla mücadele için ayrılan kaynakları militarizme yönlendirmeye, yapay zekânın gelişmesini denetlemek yerine silah sistemlerini geliştirmeye yönlendiriyorlar. Canlanan militarizm, yeni bir “büyük savaş” olasılığını giderek artırıyor. “Tanrılar mahvedecekleri insanları önce delirtirlermiş”, şimdi “aptallaştırıyorlar”.
/././
Aptallığın Teorisi -Ergin Yıldızoğlu-
Günümüzde, “süreç olarak faşizm”, gerek Hıristiyan gerekse Müslüman dünyada kitleselleşerek yükselirken Protestan papaz, Dietrich Bonhoeffer’i, Nazi hapishanesinde, idam edilmeden önce yazdığı mektuplarda geliştirdiği “Aptallığın Teorisi”ni anımsamamak elde değil.
Dietrich BonhoefferGerçekten de MAGA (Make America Great Again), “büyük yer değiştirme” (Yahudilerin yardımıyla gelen göçmenler, Avrupalı ırkın, kültürün yerine geçiriliyor), “yeni Osmanlıcılık”, “üst akıl”, siyasal İslamdan demokratik çözüm beklemek gibi “aptallıklar” yaygınlaştı. Bonhoeffer’inkine benzer bir tarihsel dönemde olduğumuzu, düşünerek “Aptallığın teorisi”ne (YouTube, Vikipedia ve çeşitli makalelerden derlenediğim notlarla) kısaca değinmek istiyorum.
TEMEL FİKİRLER
Aptallık bir entelektüel zaaf değildir, ahlaki bir sorundur. Zekâ eksikliğinden kaynaklanmaz, zeki insanlar da aptallaşabilir. Asıl sorun, bireyin eleştirel düşünme, ahlaki muhakeme yapma yetisini kaybetmesinden kaynaklanır.
Aptallık bireysel değil, toplumsal bir olgudur. Birey yalnızken aptallık nadiren ortaya çıkar. İnsanlar grup içindeyken daha kolay manipüle edilir, otoriteye itaat etmeye meyilli hale gelir. Otoriter rejimler ve propaganda mekanizmaları, insanları bağımsız düşünmekten alıkoyarak aptallığı yaygınlaştırır. En büyük tehlike kötülük değil, aptallıktır çünkü aptal insan kötü olanı desteklediğini fark etmez.
Aptal insanın, gerçeğe karşı bağışıklığı vardır. Aptallık bir tür bilişsel, ahlaki körlüktür. Aptal kişi, gerçeği kabul etmek istemez, bilgi veya mantıklı argümanlar, aptal bir insana ulaşmaz; onu mantıkla, bilimle ikna etmek zor, hatta imkânsızdır. Çünkü bunlar onun dünya görüşünü, duygusal ve ideolojik gerçekliğini, bu gerçeklik içinde şekillenmiş kimliğini tehdit eder.
Aptallık baskıcı rejimler altına yaygınlaşır. Aptallık özellikle tek adam rejimlerinin, yükseldiği dönemlerde, diktatörlükler altında yaygınlaşır. İnsanlar özgür düşünceyi bırakıp güçlü bir lidere ya da ideolojiye bağlandıklarında aptallaşırlar. Friedrich Kellner de Nazi rejimi altında tuttuğu güncelerinde bu aptallaşmanın günbegün ilerleyişini sergiler.
VE ‘YARARLI SALAKLAR’
“Aptallığın teorisi”, özellikle Nazizm döneminde Almanya’da insanların faşizme nasıl boyun eğdiğini, aptallaştığını açıklamak için geliştirilmişti. Bu analiz, günümüzde de “süreç olarak faşizm” yükselirken yalnızca büyük kalabalıklar değil kimi entelektüeller, sanatçılar bağlamında da hâlâ geçerliliğini koruyor.
Süreç olarak faşizmin rejimleri, medya tekeli kurar, muhalefeti, muhalif entelektüelleri, sanatçıları susturur (bazen satın alır). Bunlar “yararlı salaklar” olmayı gönüllü kabullenerek “adamların” yalanlarının, fantezilerinin, türlü komplo teorilerinin peşinden giderken sosyal medya, izleme dinleme sistemleri, keyfi yasal işlemler ile yaratılan kitlesel manipülasyon ortamında Bonhoeffer’i ve saptamalarını anımsamak çok yararlı olacaktır:
Aptallık sadece bir bilgi eksikliği değil, ahlaki bağımsızlığın kaybıdır. Bu yüzden, eğitimle ya da mantıklı tartışmalarla üstesinden gelinemez. Yalnızca bir özgürleşme eylemi aptallığı yenebilir. Bir kişi, kendisini baskılayan dış güçlerden kurtulmadıkça, içsel olarak değişemez. O zamana kadar, onu ikna etmeye çalışmak beyhude bir çabadır.
“Süreç olarak faşizm” yükselirken eleştirel düşünceyi (Sapere Aude-kendi aklınla düşünmeye cesaret et) yücelten Aydınlanma geleneğine dayanan eğitim sistemlerine saldırır, cahilliği yüceltir. Örneğin Trump yönetimi eğitim bakanlığını kapatıyor, eşitliközgürlük-dayanışma paradigmasına ait birçok kavramın federal bürokraside kullanılmasını yasaklıyor. Türkiye’de müfredat, evrim teorisini dışlayarak hurafelere dayanmak üzere yeniden yazılıyor.
Bonhoeffer’den bu yana, faşizm teorileri, psikanaliz (Lacan), sosyoloji (Bourdieu) ve güç teorileri (Foucault) alanında yaşanan gelişmeleri de düşünerek belki şöyle bir ekleme yapılabilir. Baskılayarak ideolojiyle, kişilerin/kitlenin kimliğini şekillendiren “dış güçlerin” karşısında, onlara benzemeye çalışmak yerine, güçlü (duygular ve fanteziler alanında da geçerli) özgürleştirici bir seçenek kurmak gerekiyor. /././
Cumhurbaşkanlığı çarpışması -Mehmet Ali Güller-
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en sert cumhurbaşkanlığı çarpışmasını yaşıyoruz. Sertliğin derecesi üç nedenle arttı: Erdoğan’ın rakibinin gücü, Erdoğan’ın meşruiyet sorunu ve meselenin seçim değil rejim konusu olması.
Açalım:
RAKİBİN GÜCÜ
Gündemdeki diploma konusuyla başlayalım. Diploma konusu aslında bir hukuk konusu değil, İmamoğlu’nun adaylığını önleme operasyonudur. Neden? Çünkü Erdoğan’ı 23 yılda yenen, hem de üç kez yenen tek isim Ekrem İmamoğlu’dur. İktidar bu nedenle İmamoğlu’nu bir kaç cepheden birden sıkıştırmaya çalışıyor. Kuşkusuz İmamoğlu’nun adaylığını bu şekilde kesmek, Erdoğan’a umduğunu vermeyebilir, ters tepebilir. Saray bu nedenle “İmamoğlu’nun kolunu kanadını kırma” operasyonu uyguluyor.
Yani aday olması engellenemezse yıpratılmış bir aday konumuna düşürülmesi isteniyor. İşte CHP’li belediyelere, İmamoğlu’nun yakın çalışma arkadaşlarına, İBB birimlerine yapılan operasyonlar İmamoğlu’nun itibarını zayıflatmaya çalışma operasyonlarıdır. Ayrıca CHP ve medya içinden “adam devşirme” operasyonları, CHP içinde ikilik yaratmak içindir.
SİYASİ REHİNLER
Konumuz CHP’nin çizgisi, Özgür Özel’in normalleşme diyerek yola yanlış taraftan girmesi ya da İmamoğlu’nun ideal aday olup olmaması değildir. Bu konuda ne düşündüğüm, Ufuk Ötesi’nin arşivinde var.Konumuz bugün, sınırsız başkanlıkla yeni rejim inşası için Saray’ın nasıl bir mücadele yürüttüğüdür. Osman Kavala’dan Ümit Özdağ’a, Ahmet Özer’den Selahattin Demirtaş’a, içerideki pek çok aktör, cumhurbaşkanlığı çarpışmalarının siyasi rehinlerdir. Ve evet, Erdoğan, muhalefetin de etkisizliğiyle, bu çarpışmayı şu ana kadar getirebildi. Baksanıza, dün “Seni başkan yaptırmayacağız” diyerek siyasi rehin durumuna düşen Demirtaş, bugün “Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan’ın başarılı olabilmesi için elimden gelenin fazlasını yapacağım” deme durumunda. Arada Erdoğan’ın “Edirne’deki (Demirtaş), İmralı’dakine (Öcalan) hesap verecek” demişliği de var.
MEŞRUİYET SORUNU
Cumhurbaşkanlığı çarpışmasının daha da sertleşmesinin ikinci nedeni, meşruiyet sorununun ağırlaşmasıdır. Erdoğan, anayasa hukukçularının da önemle belirttiği gibi, anayasaya aykırı olarak üçüncü kez “seçilmiş” durumda.
Bu, Erdoğan açısından özellikle “içeride” zaten bir meşruiyet sorunu yaşatıyor. Ancak bunun zorla dörtlenmesi, dışarıda da meşruiyet sorununa dönüşecektir. Devletlerarası hukukun ayaklar altına alındığı, Trump’ın Zelenski’yi meşru görmediğini açıkça ilan edebildiği, yazılı kuralların bile takılmadığı bir süreçte, Erdoğan’ın anayasayı değiştirmeden zorla dördüncü kez seçilmesi, hem Erdoğan için risk ama hem de Türkiye’den taviz koparmak isteyenler için koz olacaktır.
Erdoğan bu nedenle yeni bir anayasa ile yeniden ve hatta bu kez sınırsız seçilme hakkı kazanmak istiyor. Bahçeli’nin koçbaşılığında başlatılan Öcalan’la anlaşma sürecinin “iç nedeni” budur. Erdoğan Öcalan’ın talimatıyla DEM oylarını alarak önce anayasayı değiştirebilmeyi, ardından da seçimi kazanabilmeyi umuyor.
REJİM KONUSU
Ne yazık ki DEM’in demokrasi, laiklik, rejim diye temel bir kaygısının olmadığı daha net ortaya çıkıyor. Erdoğan’ın ihtiyacını fırsata çevirerek statü elde etmeyi laiklikten de demokrasiden de daha önemli görüyorlar. Kürt etnik milliyetçiliği ile NATO’Türkçü ülkücülük, siyasal İslamcılığın potasında birleştiriliyor adım adım. AKP-MHP koalisyonu, yani Türk-İslam sentezi, DEM’in katılımıyla Türk-Kürt-İslam sentezine dönüşüyor. Elbirliğiyle adım adım duvarlarını ve çoğu kolonlarını yıktıkları laik demokratik hukuk devletinin kalan birkaç sağlam kolonunu da kırarak yeni bir rejim inşa etmeyi amaçlıyorlar. İmamoğlu’nun diploması, Vedat Milor’un hesaplı yemek videosu, İsmail Saymaz’ın haberleri, Ahmet Özer’in on yıl önceki taziye telefonu vb. hepsi ama hepsi cumhurbaşkanlığı çarpışması nedeniyle probleme dönüştürülmüştür.
/././
Avrasya güvenlik mimarisi -Mehmet Ali Güller-
Türkiye’nin güvenliği Avrupa güvenlik mimarisinin mi yoksa Avrasya güvenlik mimarisinin mi içinde olmalıdır? Bu soru, önümüzdeki dönemin en temel sorusudur. Çok kutuplu dünya inşası, ABD ile AB’nin ilişkilerindeki yeni dönem, Asya’nın yükselişi gibi etkenler, bu sorunun yanıtını daha yakıcı hale getiriyor.
RUSYA’YI HEDEF ALAN STRATEJİLERİN AÇMAZI
Rusya’nın yeri konusu, coğrafyamızın son iki yüzyıldaki en önemli sorunlarından biri olmuştur. 19. yüzyılın başında Napolyon Fransa’sının, 20. yüzyılın ortalarına doğru Hitler Almanya’sının Rusya’yı hedef alan genişleme stratejileri büyük yıkım yarattı. SSCB’nin dağılması sonrasında ABD’nin NATO’yu Doğu Avrupa’da Rusya’ya doğru genişletme stratejisi de benzer niteliktedir. 30 yıldır süren bu genişleme, en sonunda Rusya’nın çevrelemeyi yarma harekâtıyla başka bir boyut kazandı. ABD’nin şimdi Ukrayna’da barış aramak zorunda kalmasının bir nedeni de bunun sürdürülemezliği. Konu, daha önce bu köşede incelediğimiz gibi ABD’nin Rusya-Çin ortaklığını zayıflatma stratejik amacını da içeriyor ama Avrupa’yla ilişkisine olumsuz yansıma potansiyeli de taşıyor. Son tahlilde “nasıl bir güvenlik mimarisi” sorusunun yanıtına dayanıyor elbette.
TÜRKİYE İÇİN TUZAK
Biden dönemi ABD’si, Avrupa ile Rusya arasına yeni bir demir perde inşa ederek Ukrayna’da “uzun savaş” stratejisiyle Moskova’yı batısından ve güneyinden geri çekilmeye zorlamayı esas almıştı, tutmadı. Trump dönemi, şimdilik bu stratejiyi değiştirme iradesini ortaya koyuyor, sürdürüp sürdüremeyeceği hâlâ kesin değil. Avrupa, bu belirsizlik nedeniyle “Avrupa güvenlik mimarisi” için yeni bir savunma yol haritası hazırlıyor. Bunun Türkiye’ye fırsatlar doğurduğunu düşünen iktidarın, güvenlik katkısı sunarak AB üyeliğini zorlamaya çalıştığını daha önce incelemiştik.
Risk şuydu: Avrupa güvenlik mimarisi, tehdidin Rusya olmasına göre bir savunma planı hazırlıyor. Bu, haliyle Ankara’yı Moskova’yla karşı karşıya getiren bir durum Nitekim İngiltere “güvenlik koalisyonu” adı altında Türkiye de dahil Ukrayna’ya asker göndermeyi tasarlıyor; Fransa Savunma Bakanı Lecornu, “Avrupa’nın savunması Karadeniz’deki güç dengesi dikkate alınmadan düşünülemez” diyor; Polonya Başbakanı Tusk, “Ankara, Avrupa’nın güvenlik çabalarına katılım yollarını nasıl artırabilir, Türkiye ziyaretimde bunu masaya yatıracağız” diyerek Ankara’ya geliyor; Almanya Başbakanı Scholz Türkiye’yi 20-21 Mart’ta yapılacak AB liderleri zirvesine davet ediyor...
TEK KITA, TEK GÜVENLİK
Görüleceği üzere Türkiye’nin “Avrupa güvenlik mimarisine” katkı koyması demek, Avrupa adına Rusya’yla karşı karşıya gelmesi demektir. Daha geniş planda şöyle de söyleyebiliriz: Rusyasız bir Avrupa güvenlik mimarisi tasarlamak, yine ve daha büyük savaş riski demek. Peki bu, Brüksel için Londra için Paris için Berlin için hatta Ankara için bir çıkmaz mı? Bu coğrafyanın güvenlik mimarisi Rusya’ya karşı bir “Avrupa güvenlik mimarisi” olmak zorunda mı? Değil elbette. Çünkü aslında coğrafi olarak Avrupa başka, Asya başka kıta değil öncelikle. İkisini birbirinden ayıran bir okyanus yok ve ikisi birden tek bir kıtayı oluşturuyor. Buna Avrupa+Asya üzerinden pek tabii ki Avrasya diyebiliriz.
TÜRKİYE’NİN STRATEJİK İHTİYACI
İşte “Avrupa güvenlik mimarisi” yerine “Avrasya güvenlik mimarisi” inşası amaçlanırsa ve buradan hareketle hem Rusya’ya hem de Ukrayna’ya güvenlik garantisi sağlanırsa, çıkmaz denilenden çıkılır. Rusya zaten bunu istiyor. ABD’nin barış masası kurmaya çalıştığı süreçte Moskova bunu yeniden gündeme getirdi. Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı Lavrov, “Avrasya’da tüm kıta ülkelerine açık bir güvenlik mimarisi oluşturulabilir” dedi.
Ankara, AB üyeliği hayaliyle Avrupa’ya güvenlik katkısı sağlayarak Rusya’yla düşman olmak yerine, “Avrasya güvenlik mimarisi” ihtiyacını gündeme taşımalıdır. Aslında Avrasya güvenlik mimarisinin inşasına en çok ihtiyaç duyan ülkelerin başında da coğrafyası nedeniyle Türkiye gelmektedir. Ankara’nın 21. yüzyılın ikinci çeyreğindeki stratejik yaklaşımı bu olmalıdır. Karadeniz’in güvenliğinin de Akdeniz’de işbirliğinin de hatta Kürtlerin ve Türklerin ortak yararına bir bölgesel çözümün zemini de Avrasya güvenlik mimarisidir.
/././
Federal Suriye ön anlaşması -Mehmet Ali Güller-
HTŞ lideri Ahmet Şara ile SDG lideri Mazlum Abdi’nin imzaladığı sekiz maddelik anlaşma, Suriye’yi federalizme götürecek sürecin ön anlaşmasıdır, ABD’nin mimarlığıyla projelendirilmiştir ve PYD’yi Suriye devletine ortak yapmaktadır. İnceleyelim:
1) Anlaşmanın mimarı ABD Şara ile Abdi’yi masaya oturtan kuvvet ABD’dir. Abdi, ABD Merkez Kuvvetleri (CENTCOM) Komutanı Michael Kurilla ile görüştükten sonra ABD helikopteriyle Şam’a götürüldü ve Suriye’nin geçiş dönemi Cumhurbaşkanı Şara’yla imza masasına oturtuldu. Nitekim önce SDG Sözcüsü Ferhad Şami, “ABD bu anlaşmanın ana taraflarından biri” dedi, ardından SDG Komutanı Mazlum Abdi “ABD’nin aktif arabulucu” olduğunu doğruladı.
2) Federal anayasanın ön kabulü Bu ön anlaşma ile Suriye’nin siyasal birliğinin yerini önümüzdeki süreçte federasyonun alacağı görülmektedir. Anlaşmanın 2. maddesinde “Kürt toplumu Suriye’nin ayrılmaz bir parçası olarak tanınacak ve anayasal hakları garanti altına alınacak” denerek yeni anayasaya kimliklerin gireceği kabul edilmiş oluyor. Böylece anayasada Araplık, Kürtlük, Türklük, Ermenilik, Çerkeslik şeklinde etnisiteler yer bulmuş olacak. Nitekim Mazlum Abdi de anlaşmayı değerlendirdiği açıklamasında “toprak bütünlüğü, tek başkent, tek bayrak” dedi. Yani Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunduğu ama siyasal birliğinin kalktığı bir federasyona işaret etmiş oldu.
3) Tek ordu değil, birleşik ordu Anlaşmanın 4. maddesinde “askeri kurumların devlet yönetimi altında bütünleştirileceği” belirtiliyor. Bu SDH/ YPG’lilerin tek tek Suriye ordusuna entegre edilmesi anlamına gelmiyor. Nitekim Mazlum Abdi de “toprak bütünlüğü, tek başkent, tek bayrak” dediği açıklamasında “tek ordu” ifadesini kullanmadı, “birleşik ordu” dedi. Abdi ayrıca “Savunma Bakanlığı’nın parçası olma yöntemi ve uygulamasında söz sahibi olacaklarını” söyledi. “Tek ordu” yerine “birleşik ordu” denmesi, SDG ordusunun Suriye ordusu içinde dağıtılmadan yer alacağı, dahası SDG’nin son tahlilde Suriye ordusuna ortak olacağı anlamına gelir.
4) PYD devlete ortak oldu SDG Sözcüsü Ferhad Şami’nin altını çizdiği gibi bu sekiz maddelik anlaşma “ön hazırlık” niteliğinde. Nitekim Mazlum Abdi “mevcut özerk yönetim sisteminin olduğu gibi kalmasında ısrarcı olmadıklarını, konunun anayasa tartışmalarında ele alınacağını” belirtiyor. Sonuçta taraflara göre önemli olan imzalanan “ön hazırlık” anlaşmasının, ABD’nin mimarlığıyla çizilen projenin ruhunu yansıtıp yansıtmadığıdır. Bunun yanıtını da PYD’nin deneyimli yöneticilerinden Salih Müslim’in anlaşmayı yorumladığı açıklamasında görüyoruz: “Bu devletin her şeyine ortak oluyoruz. Yönetimine, anayasasına, yaşamına, ekonomisine ortak oluyoruz.”
SONUÇLAR
1. Sonuç: ABD ve İsrail’in “Suriye’yi parçalamak üzere federalleştirmesi” projesi, tıpkı Irak’ta olduğu gibi, yine Türkiye’nin “kullanışlı desteğiyle” hayata geçiriliyor: Ankara, önce Esad’ı devirme hedefiyle federal Suriye’ye gidecek kapıyı açtı, sonra terörle mücadele üzerinden ABD’nin “nüfuz bölgesini” kabule zorlandı, şimdi de Öcalan’la “silah bırakma” müzakeresi üzerinden PKK/PYD’nin Suriye ordusuna ve devletine ortak yapılmasını onaylıyor. PYD yöneticisi Salih Müslim “anlaşma Öcalan’ın mektubuyla uyumlu” derken, Erdoğan da anlaşmayı “doğru yönde atılmış bir adım” olarak yorumladı.
2. Sonuç: Saddam’a diktatör deyip aşiret lideri Barzani’ye komşu olundu, Esad’a diktatör deyip Öcalan’ın manevi evladı Mazlum Abdi’ye komşu olunuyor.
3. Sonuç: Türk-Kürt-İslam sentezli yeni Cumhur İttifakı, Türkiye tarihinin en antidemokratik rejiminin taşlarını döşüyor. Demokratik yaşam sorunu, ne yazık ki bölgenin en temel sorunlarının başında gelmektedir. Sadece Türkiye’deki Kürtlerin değil, Türklerin de demokratik yaşam sorunu vardır. Türkiye’nin komşularındaki demokratik yaşam sorunu çok daha büyük sorundur. Ama mesele şu ki ABD’nin mimarlığını yaptığı projelerle, ABD-İsrail’in etnik ve mezhep haritalarıyla, demokrasinin ana bileşeni olan laiklikliğin budanmasıyla, Saray rejimiyle demokratik yaşam sağlanmaz, tersine, olan demokrasinin de gerisine düşülür.
/././
(Cumhuriyet)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder