T-24 "Köşebaşı + Gündem" -26 Mart 2025-

İnsanların iç dünyasına bağımlı çarpık hukuk anlayışı -Sami Selçuk-

Hukukta “direnme yetkisi” kural değil, ayrıklıdır (istisnai). Ceza Yargılama Yasası’na (m. 307/4) ya da Hukuk Yargılama Yasası’na (m. 373/5) göre, ilk mahkemelerin sadece Yargıtay daire kararlarına karşı “direnme” (ısrar), dolayısıyla daire kararlarını değerlendirme yetkileri bulunmaktadır.

Günümüzde bile sadece masum ve mağdur Türk halkı değil, çoğu hukukular bile, ne yazık ki, küresel çapta hukukun köklü terimlerini, kavramlarını yanlış algılanmıştır. Bu yüzden hukukun olmazsa olmaz ilkelerini bile bilimden ve adalet kavramından kopuk bir hukuk anlayışının kurbanıdırlar. Bu yüzden halkımız, insanlarımız, aylar, hatta yıllar süren ve de çoğunlukça olağan sayılan duruşmalarla haklarının, hukukunun gerçekleşmesini eli böğründe beklemektedirler.

Üzücü, kahredici, katlanılamaz bir durumdur, bu.

Nitekim son dönemlerde yaşanan iki olay, bunun kanıtıdır.

Birinci olay, çok üzücüdür ve şudur: Geleceğin savcılarına, yargıçlarına fakülte sıralarında, hukukun, özellikle suç hukukunun temeli olan, uymaları gereken ve bu kitapta sık sık değinilen ilkeler, elbette derslerde saatlerce öğretilmiş, gelecekte unutmamaları için de sınavlarda bu konularla ilgili sorular sorulmuştur, şimdilerde de sorulmaktadır. Bunlara göre, Roma hukukundan bu yana iki bin yıldır geçerli olan temel ilke gereğince “(Hukukçu,) yargıç, dürtüleri (saik) yargılayamaz” (De internis non judicat praetor), savcı da, taraflar da elbette bunlarla ilgilenmez, ilgilenemez; bunları mahkemenin önüne getiremez. Çünkü çağcıl hukuk, dolayısıyla suç hukuku, insanların iç dünyasıyla ve yaşam biçimiyle asla ve kesinlikle uğraşmaz; uğraşamaz. Dolayısıyla “Hiç kimse açıkladığı düşüncesi yüzünden cezalandırılamaz” (Cogitationis poenam nemo patitur. Ulpianus). Dolayısıyla “yasalar, amacı, niyeti cezalandıramaz” (Beccaria, Cesare, [Sami Selçuk], Suçlar ve Cezalar Hakkında, Ankara, 2004, s. 187). Bu yüzden hukukçu olmayan Düşünür Scheler bile, insanın iç dünyasının bilgimizin dışında olduğunu söyleyerek bu düşünceyi bilim ve de felsefe alanında desteklemiştir.

Dahası, İtalyan hekim ve suç hukukunda olgucu (pozitivist) okulun kurucusu olan Cesare Lombroso (1835-1909) “doğuştan suçlu insan” (homo criminalis, uomo criminale) kavramından yola çıkarak, değerlerin çiğnendiği “suçlu toplum”a geçen, toplumsallaştırılması gereken “tehlikeli suçlu” anlayışına dayanan olgucu (pozitivist) okulun en büyük ustası Enrico Ferri (1856-1929) bile, “Suç istenci (irade) fizik davranışla dış dünyaya yansıtılmayıp, bilinç içinde ve bireysel alanda kaldığı sürece hukuk düzeni bozulmuş ve çiğnenmiş; suç yoluna girilmiş olunmaz” demiştir.

Eski TCY’nin kaynağı olan 1889 tarihli İtalyan Ceza Yasası’nın 1887 tarihli Zanardelli Raporu da, çoğu batılı yazarlarca bilinen ünlü on dördüncü paragrafında “Suç (ceza) hukuku, insanların iç dünyalarıyla ilgilenmez” diyerek bu görüşü desteklemiştir.

Özetle Âşık Veysel gibi “Benim edindiğim tüm bilgiyi herkes edinebilir, ancak yüreğim yalnızca benimdir” diyen Goethe’nin düşünceleri doğrultusunda, hem hukuk, hem de suç ve ceza adaleti, asla insanın iç, inanç dünyasıyla, Kant’ın terimleriyle numenal, görünemez (invisible) dünya ile değil, fenomenal, görünebilir (visible), olaya dayanan gerçeğin (réalité) parçası olan, duyularla algılanıp öğrenilebilen dünya ile ilgilidir. Dolayısıyla asla amaçlarla, içgüdülerle uğraşarak her taşın altında bir suç ve suçlu aramaz, aranamaz.

Hemen vurgulamak gerekir ki, amaç, asla “kasıt” (yönelim, intentio, intention) değildir. Çünkü kasıt, davarışın iradeyle yapılması demektir. O kadar.

Ancak gelin görün ki, bütün bunlara karşın, soruşturma “yeterli kuşku”ya ulaştığı zaman dava açmakla yükümlü Türk savcıları (CYY, m. 170/2), ülkemizde hemen her Allah’ın günü, insanların iç dünyasına girmekte, hukukun yukarıda değinilen temel ilkelerini yıkma pahasına, onların bu dünyalarını, ruhbilimciymişler gibi, didikleyerek çözümlemeye kalkışmakta, çabalamaktadırlar. “Amiraller Bildirisi,” terörü yok etmek için gecesini gündüzünü veren Genel Kurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un terör suçunu eyleyen (fail) olarak tutuklanması olayları, bunun somut, çok çarpıcı ve de çok üzücü örnekleridir.

Şimdi de aynı olay, 2010’lardan bu yana teğmenlerin sık sık dile getirilen “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” olayında da yaşanmaktadır, ülkemizde.

Anımsayalım ve unutmayalım ki, otuz üç yıl padişahlık koltuğunda oturan, Sultan Abdülmecit’in kırk üç çocuğundan biri olan II. Abdülhamit döneminde, bugünkü Türkiye’nin yaklaşık iki katı toprağı yitirilmiştir: Kıbrıs, Girit, Kars, Ardahan, Batum, Oltu, Sırbistan, Karadağ, Teselya, Narda, Romanya, Bulgaristan, Doğu Rumeli, Bosna Hersek, Niş, Dobruca, Tunus, Mısır, Kağızman ve Kotur olmak üzere, 1 milyon 592 bin 806 kilometrekare toprak elden çıkmış; Meclis-i Me-busan, 14 Şubat 1878’den başlayarak otuz yıl, devletin resmi gazetesi “Takvim-i Vekayi” ise, on sekiz yıl kapatılmıştır.

II. Abdülhamit dönemi için Mustafa Kemal Paşa, 27 Ocak 1923’te, İzmir’de annesinin mezarı başında şunları söylemiştir: “Burada yatan annem, eziyetin, zorlamanın, bütün milleti felâket uçurumuna götüren bir keyfi idarenin kurbanı olmuştur (...) Okuldan, henüz kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım (…) Annem, bu olayı, ancak ben hapisten çıktıktan sonra öğrenebilmiştir (...) Kendisiyle, ancak üç beş gün görüşebilmişimdir. Çünkü tekrar baskı idaresinin casusları, cellatları, evimizi kuşatmış, beni de alıp götürmüşlerdi. Annem, beni ağlayarak arkamdan takip ediyordu. Sürgün yerinde geçirdiğim tehlikeler, onun hayatının acılar ve gözyaşları içinde geçmesine yol açmıştır (…) Bizim öğrenim gördüğümüz yıllarda, Padişah İkinci Sultan Hamit, tam bir diktatördü;” Kâzım Karabekir ise, “Abdülhamid’in sadık hizmetkârları, refah ve israf içinde yaşıyor, ama halk fakirleşiyordu” demiştir.

Ve yıllardan 2024.

Demokrasiye geçişimizin yetmiş dokuzuncu yılında bile hâlâ bizler, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye övünülesi bir savsözü (slogan) dile getiren teğmenlerin iç dünyalarına girilerek, onların yargılanarak cezalandırılmalarının istendiği bir Türkiye’de yaşamaktayız.

Evet. İtiraf edelim ki, kısaca yine “tarih tekerrür etmiş,” 2024 Tükiye’sinde, Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılında, İtalya’dan alınan Türk Ceza Yasası’nın doksan sekizinci, Ceza Yargılama Yasası’nın doksan beşinci yılında kimi Türk savcıları, hukuk biliminin söylemine karşın, bu savsözü söyleyenlerin iç dünyasına girerek onları mahkeme önüne çıkartmak için âdeta yarışmakta, güya hukuka dayanmakta, bu eylemin kanıtlarını aramakta ve toplamaya çalışmaktadırlar.

Çok yazık!?

Özetle ülkemizde, bırakınız, yüksek demokrasiye, yani “gün ışığında demokrasi”ye (démokratie à ciel ouvert) dayanan sözüm ona hukuk, yani uygulanan hukuk, ne yazık ki, işte budur. Bir başka anlatımla yazılı ve sözlü görüşlerin ardındaki niyetler, amaçlar, güdüler üzerinde duran, kendinde başlayıp kendinde biten insanların iç dünyalarına, bir bakıma Tanrı’nın dokunulamaz alanına girerek sözüm ona ulaşılan sonuçlara göre davalar açan savcılar, bu sonuçlara göre kararlar veren yargıçlar ve de bu hukukun dayandığı bir rejim söz konusudur.

Gerçekten durum, çok vahim ve de çok yüz kızartıcıdır.

İkinci ve insanları sevindiren olay ise, bu ve başka kitaplarımda ve yazılarımda sık sık değinilen duruşma ve ilkeleri konularıyla ilgili, Türk hukukçularını uyaran, toplumumuzu rahatlatıp mutlu kılan bir kararın, Ayşe teyzelerin “Seni mahkemeye verir, sürüm sürüm süründürürüm” ilencine son vermeyi öngören Anayasa Mahkemesinin 2020 / 23093 başvuru sayılı ve 15 Şubat 2024 tarihli kararının, 15 Kasım 2024 tarih ve 32723 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanmış olmasıdır.

Bu ve “Duruşma” adlı kitaplarımın sonuna eklenen söz konusu karara göre, artık mahkemeler, yargıçlar, yargıç değişikliği söz konusu olduğunda, “eski tutanaklar okundu, duruşma kaldığı yerden sürdürüldü” diyerek duruşma yapamayacaklardır. Söz konusu karar, hiç kuşkusuz herkesi, özellikle de yargıçları bağlayacak, hukukçuları düşünmeye zorlayacak, yargılamanın en önemli aşaması olan duruşma anlayışında ve hukukumuzda A’dan Z’ye büyük bir başkalaşıma, devrim boyutunda bir değişikliğe, uygulamada özellikle duruşma aşamasında köklü bir devrime yol açacaktır.

Çünkü Anayasa Mahkemesinin kararları, yasama, yürütme ve yargılama erklerini, organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri tartışılamaz biçimde kesinlikle bağlayan kararlardır. En sade yurttaştan cumhurbaşkanına dek her kişi ve her boyuttaki mahkemeler ve her organ, sınırsız ve koşulsuz olarak, yasal ve anayasal boyutta bulunan buyruklar gereğince bu karara uyacaktır, uymak zorundadır. Çünkü AYM kararları, başkalarınca ve başka yargılama organlarınca, görevlerinin yaparken asla değerlendirmelere, değer yargılarına bağlı tutulmaksızın uygulanması zorunlu kararlardır. Bu durum, daha önceleri de değinildiği üzere, hem yasal (AyMKYUY, m. 50/2) ve hem de anayasal bir buyruktur (Anayasa, m. 153/4).

Unutulmamalıdır ki, yukarıda da değinildiği üzere, kamusal bir nitelik taşıyan yargılama etkinliğinde yetkiler, yalnıza hukuk çerçevesinde kullanılabilir. Bu yetkinin niteliği ise, elbette “gereklilik (lüzum) koşulu”na göre belirlenecektir. Yasalar, bu türden yetkileri, bazen “yapılır, verilir” gibi kesin buyruk kipiyle belirler; bazen de “verilebilir,” “yapılabilir” diyerek yetkinin kullanılmasını takdire bırakır. Dolayısıyla bu konuda iki tür “kamusal yetki” (pouvoir public) söz konusudur.

Birincisi, “bağımsız, özgür yetki”dir (pouvoir d’appréciation libre, pouvoir discrétionnaire, libre appréciation, libero apprezamento, libera valutazione). Bu türden bir yetki söz konusu olduğunda gerekçe göstermenin zorunlu olup olmamasına göre, birbirinden değişik iki yetki ortaya çıkmaktadır. Sözgelimi, yazılı hukuka göre, seçenekli cezaların belirlenmesinde ya da cezanın ertelenmesinde yargıç, kimseyi incitmemek küşümüyle, kaygısıyla gerekçe gösterme yetkisini ya hiç kullanmamak ya da özenli kullanmak zorundadır.

İkincisi ise, “bağımlı ya da özgür olmayan yetki”dir (pouvoir obligatoire absolu, potere obligatorio absoluto). Gerçekten eğer inceleme konusu olayda yasal bir buyruk söz konusu ise, bağımlı bir yetki var demektir. AYM kararları karşısında başka mahkeme yargıçlarının yetkileri böyledir. Kesinlikle tam anlamıyla bağımlılık söz konusudur. Bu nedenle de böyle bir durum karşısında kalan yargıç, hiçbir değerlendirme yapmaksızın, yasal buyruğa, kısaca hukuka göre, Anayasa Mahkemesinin kararına uymak zorundadır. Özetle yazılı hukuk, Yargıtay başkan ve üyeleri, yargıçları dâhil, bütün Türk mahkemelerine, yargıçlarına, bu konuda asla bir değerlendirme yetkisi tanımamıştır (AyMKYUY, m. 50/2).

Üstelik de bu husus, sadece yasal değil, yineleme pahasına belirtmek gerekir ki, “anayasal bir buyruk”tur da. Çünkü bu buyruk, anayasaların bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesinin gereğidir: “Anayasa Mahkemesi kararları (…), yasama, yürütme ve yargı(lama) organlarını (…) BAĞLAR.” (m. 11, 153/son).

Bir kez daha vurgulamak gerekir ki, bırakınız hukukçu olmayı, ana dili Türkçe olan en iddiasız insanlar, hatta ilkokulun ikinci sınıfındaki bir öğrenci bile, bu hükmün “buyruk kipi”yle yazıldığını, üslubunun açık, anlamının kesin, bu yüzden de yoruma kapalı olduğunu; biraz hukuk, biraz da felsefe okuyanlar ise, bu deyişin Kant’ın terimleriyle uyulması kaçınılamaz bir “kesin buyruk” (A. kategorischer imperative, F. impératif catégorique, İn. categorical imperative, İ. imperativo categorico, İs. imperativo categórico) olduğunu bilirler.

Yeri gelmişken bir noktayı da ayraç içinde belirtmekte yarar vardır. Hukukta “direnme yetkisi” kural değil, ayrıklıdır (istisnai). Ceza Yargılama Yasası’na (m. 307/4) ya da Hukuk Yargılama Yasası’na (m. 373/5) göre, ilk mahkemelerin sadece Yargıtay daire kararlarına karşı “direnme” (ısrar), dolayısıyla daire kararlarını değerlendirme yetkileri bulunmaktadır. Bu yetkiyi kullandıkları takdirde yeni kararı inceleme yetkisi, artık Hukuk ya da Ceza Daireleri Genel Kurullarına aittir. Buna karşılık yerel mahkemelerin, genel kurulların kararını asla değerlendirme yetkileri yoktur. Aynı doğrultuda Anayasa Mahkemesi kararlarına karşı da, Yargıtay, Danıştay ve ilk mahkeme yargıçlarının asla direnme yetkileri yoktur. Tam tersine Anayasa gereğince bu kararlara uymak, onlara göre karar vermek zorundadırlar. Çünkü hukukta temel ilke şudur: “Ayrıklı durumlar, dar yorumlanır” (exceptiones sunt srictissimae interpretationes); asla ve kata genişletilemez.

Kuşkusuz her hukukçu, hukuka giriş derslerinden başlayarak hukuk düzgülerinin (norm) türleri ve ayrımları açısından tanımlayıcı, değerlendirici olup olmadığını elbette bilir, bilmek durumundadır. Dolayısıyla herkes ve her kurum gibi, mahkemeler de, görevlerini yaparken Anayasa’nın emir kipinin, buyurucu kuralının (m. 153/son) gereğini yerine getirmekle, Anayasa Mahkemesinin kararlarına kesinlikle uymakla yükümlüdür. Zira yukarıda vurgulandığı üzere, bu konuda hiçbir organa, kişilere, mahkemelere ve bu arada Yargıtay’a,’ Danıştay’a ve bunların yargıçlarına asla “değerlendirme yetkisi” tanınmamıştır.

Aslında bu durum ve konu, adalet ve genel hukuk yaklaşımı içinde ele alındığı zaman da sonuç yine değişmemektedir. Gerçekten adalet, John Stuart Mill’in belirttiği üzere, yalnızca kişinin hukuksal haklara sahip olması, hak etme, sözünde durma, yansızlık değil, bunların yanı sıra bir “kötü yasaya karşı çıkma”dır da.

Yine unutulmamalıdır ki, ahlakta, Kant’ın “kesin buyruk”una uymak demek, özellikle de hukukta yetkili kılınma (yetke) durumunun, karşılıklı yararın ve etkileşiminin ürünü olan ve buyuran bir düzgü söz konusu olduğu zaman, onun benimsenip benimsenmemesi, yerinde olup olmaması, bütün tartışmaların, değerlendirmelerin artık dışında kalacak demektir. Çünkü böyle bir düzgünün ilk bakışta (prime facie) güvenlik, barış ve toplum yararı için öngörüldüğü, genel, kapsayıcı, yazılı hukukun içeriğinden bağımsız, bir bakıma doğal hukukun ve bilgeliğin ürünü olduğu varsayılmak gerekir. Dolayısıyla böyle bir yetkeye (otorite) dayanan bir buyruk, değerlendirme yetkisini bireyin elinden elbette alacaktır, almıştır da. Nitekim Anayasa, yasa, tüzük, yönetmelik gibi kaynaklara dayanan yetkenin (otorite) ürünü olan hukuksal bir buyruk söz konusu olduğunda durum böyledir.

Demek, böyle bir yetkeyle (otorite) üretilen bir hukuk düzgüsü söz konusu olduğunda, o düzgü, artık “ortak iyi”yi amaçlamış, bilinçli olarak, niteliği ve devlet içindeki konumu ne ve kime ait olursa olsun, uygulayıcılara hiçbir değerlendirme yetkisi ya da hakkı tanımamış, bunu dile getiren bütün karineler geri çekilmiş demektir. Dolayısıyla böyle bir düzgünün dediğine herkes, asla hiçbir tartışma yapmaksızın kesinlikle uyacaktır. Nitekim böyle bir durumda ahlak düzgüleri bile geriye çekilmekte, yol gösterici boyuttaki hukuksal düzgü kesinlikle uygulama ve ona uyma yükümlülüğü alanına girmiş bulunmaktadır. Çünkü böyle bir düzgü, aslında bireylerden sadece doğru, haklı olanı istemiştir. Dolayısıyla ona mutlaka uyulacaktır, uyulmalıdır da (Ayrıntılı bilgi için bkz. Erdoğan Mustafa, Hukuk ve Adalet, Ankara, 2022, s. 91-105, 111-116, 226).

Öyleyse her boydan bütün mahkemeler ve Yargıtay, Danıştay, bu mahkemelerde görev yapan her boydan yargıçlar, AYM’nin bu kararına uyacak, yargılamanın duruşma aşamasında, duruşmanın olmazsa olmaz ilkeleri çiğnenerek asla yargıç değişikliği yapılamayacak; yargıcın ölümü, hastalanması gibi duruşmanın yürütülmesini engelleyen bir durum ortaya çıktığında duruşma, kesinlikle A’dan Z’ye yeni bir yargıçla yeni baştan yapılacak; bundan böyle asla “yargıç değişikliği nedeniyle eski duruşma tutanakları okundu” gibi safsatalara, hile-i şeriyye¬lere asla başvurulamayacaktır.

Demek, ulaşılan son gerçek budur. Dolayısıyla “Bir toplum gerçeklerden ne denli uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o denli uzaklaşır, tiksinir” diyen George Orwell’ı haklı çıkarmamalıyız.

Yineleyerek vurgulayalım ki, Anayasa Mahkemesi, bütün hukuk dünyasında benimsenen ve yaşanan duruşma anlayışına uygun olarak, yargıç değişikliği olmasına karşın duruşmanın yeni baştan yapılmamasının ya da yedek yargıç kullanılmamasının, Anayasa’nın 36’ıncı maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamında kalan “hakkaniyete uygun yargılanma hakkı”na aykırı bulmuş, böylelikle yargılama ve duruşma, deyiş yerindeyse, hız kazanmış, doğru anlamına kavuşmuştur.

Ayrıca baştan belirtmek gerekir ki, hiç kuşkusuz, hukuk, özellikle de duruşma; olayları ve de doğru hukuku, kitabına uydurmak amacıyla bilim dışı, yapay gerekçelere, yanlış algı ve amaçlara göre değil, her şeyden önce duruşmanın olmazsa olmaz ilkelerine, yazılı hukuk düzgülerine, adalet, eşitlik, açıklık, berraklık ve yansızlık ilkelerine ve etik kurallara göre yargıda bulunmak demektir.

Oysa bu olayda yaşananlar, özellikle de karşı oy, böyle bir kaygıyı yansıtır görünmemekte, tam tersine, ne pahasına olursa olsun, uygulamadaki duruşma anlayışını, bu aşamanın olmazsa olmaz ilkelerinden soyutlayarak savunmaktadır.

Gerçekten çoğunluğun kararına karşı çıkan AYM üyelerinin her şeyden önce her konuda doğru bilgiye ulaşmak için yaklaşık yirmi beş yüz yıl önce yaşayan Sokrates’in “bilmediğini bilme bilinci”nden, Emile Durkheim’ın sağlıklı bilimsel araştırma yapmak için “bilinçli bilmezlik”ten (ignorance consciente), Edmund Husserl’in insan “bilincinin boş olmadığı”nı vurgulayarak “ayraca alma”dan söz ettiklerini, aynı doğrultuda yayımlanan bilimsel yapıtları hiç incelemedikleri, dolayısıyla sağlıklı ve doğru sonuçlara ulaşmak için konulara ve sorunlara egemen olmak için yöntemsel yaklaşmanın zorunlu olduğunu bütün dünyaya duyuran görüşleri hiç göz önünde tutmadıkları, bu yüzden de kaba saba yanlış sonuçlara ulaştıkları görülmektedir.

Ancak yeri gelmişken belirtmek ve itiraf etmek gerekir ki, sorunlara bilimsel yöntemlerle yaklaşan Batı dünyasında bu tutum, çok yadırgatıcı; buna karşılık ülkemizde çok olağan, doğal ve sık sık yaşanan bir durumdur.

Gerçekten karşı oyu yazan yargıçlarımız, her şeyden önce bildiklerini sandıkları bilgilerinden, özellikle de duruşma kavramıyla ve duruşmanın vazgeçilemez ilkeleriyle ilgili kendi bilgilerinden, ne yazık ki, hiç mi hiç kuşkulanmamışlardır.

Nitekim birlikte yazdıkları karşı oy, bunun çürütülemez bir kanıtı ve de belgesidir.

Zira karşı oyda yansıtılan azınlık görüşüne göre, değil mi ki, savunma, hiçbir aşamada yargıç değişikliğinin hukuka aykırı olduğunu ileri sürmemiştir. Öyleyse daha sonra AYM’ye başvurulması sırasında bu olayın dile getirilmesi yersizdir; buna hiçbir yargıcın hakkı yoktur.

Bu mantık ve, deyiş yerindeyse, zamanaşımı ya da hak düşürücü süre yaklaşımı, elbette garip, şaşırtıcı, dolayısıyla aslında çok yadırganası bir yaklaşımı yansıtmaktadır.

Demek, azınlık görüşüne göre, hak arama özgürlüğünü kullanırken, bu özgürlüğe ve kamu davasının sonucuna etkili bir yanlışın dile getirilmesi, ilk itirazlardanmış, zamanında ve hak düşürücü sürede yapılmadığı takdirde, artık geriye dönülemezmiş!?

Aklı, mantığı ve bilimsel yöntemi zorlayan, insanın alınyazısını belirleyen duruşma aşamasının başta taraflarla, kanıtlarla doğrudan, aracısız ilişki kurma ana ilkesi olmak üzere, olmazsa olmaz birçok ilkesini göz ardı eden bu bilim dışı, hukuk dışı görüş üzerinde durmaya elbette hiç gerek yoktur.

                                                               /././

Ekonomide irtifa kaybı -Binhan Elif Yılmaz-

Son günlerde ekonomide yaşanan irtifa kaybı olmasaydı, makro ekonomik göstergeler çok mu iyiydi? Mali disiplin risk altında. İhracatçının tek çıkış noktası ve beklentisi kur artışı. Ücretler enflasyon karşısında eriyor ve ücretli, emekli yoksullaştı

enflasyon

Son bir haftadaki siyasi, hukuki gelişmeler ekonomide gerilim yarattı, yaratmaya da devam ediyor. İBB başkanı Sn. Ekrem İmamoğlu’nun üniversite diplomasının iptali, yüzlerce kişiye gözaltı süreci, soruşturmalar, tutuklamalar ard arda geldi.

Ekonomide 19 mart gününün ilk yansımaları; ani kur hareketleri, borsada kayıp, devre kesiciler, yabancı çıkışı, TL’de güven kaybı, yükselişe geçen CDS ve TCMB’nin rezerv satışı oldu.

Ekonomide irtifa kaybı nasıl oldu, madde madde yazalım:

- 19 Mart günü Dolar/TL yüzde 12 oranında sıçrama kaydederek 40 TL’nin üzerini gördü. Haftayı ise yüzde 3,5’a yakın bir artışla kapattı. TCMB kur atağını önlemek için 26 milyar dolar rezerv harcamak durumunda kaldı.

- 18 martta TCMB’nin açıkladığı 224,3 milyar dolar tutarındaki kalan vadeye göre Kısa Vadeli Dış Borç stoku, bir gün sonra TL bazında 1 trilyon TL’ye yakın arttı (Kısa vadeli dış borç stokunun yarısı dolar, beşte biri euro cinsi, kalanı TL’dir).

- Borsada acil durum önlemi olarak devre kesiciler devreye girdi. Endeksin gerilemesini engellemeye çalışsa da yerli-yabancı satışları devam etti. BIST100, 19 martta yüzde 9 düştü, haftayı da yüzde 16 düşüşle kapattı. Banka hisselerinde yüzde 26’lık kayıp, 2000 krizini hatırlattı.

Hazine 10 yıllık iç borçlanma faizi yüzde 33,5’e yükseldi. Hazine’nin toplam döviz cinsi borç stoku 5,424 milyar TL ve 18 Mart dolar/TL kuru ile yaklaşık 148 milyar dolardı. Bir gün sonra stok yaklaşık 18 milyar dolar arttı.

TL mevduat ve para piyasası fonlarından çıkan yaklaşık 50 milyar dolar dövize, döviz fonlarına geçiş yaptı. Yabancı para mevduat hacmi yükselmeye başladı.

5 Yıllık CDS 18 Mart günü 252 idi, haftayı 328 puanla kapattı.

Son iki yılda değerli TL düşük kur ile ülkeye gelmesi sağlanan sınırlı yabancı sermaye çıkışını hızlandırdı ve çıkarken de TCMB rezervlerini eritti. Yabancı sermayeyi ülkeye çeken en önemli faktör, TL’deki değerlenmenin devam edeceği, politikaların buna göre dizayn edileceğiydi ve bu gerekçelerle birçok yabancı Türkiye’de kısa vadeli yatırım yapmayı tercih etti.

Ancak siyasi, hukuki belirsizliklerle birdenbire 19 mart sabahı TL değer kaybıyla yabancı farklı bir pozisyon aldı. TCMB hem piyasaya döviz sürerek kur yükselişini durdurmaya çalıştı hem TL likiditesini azaltıp döviz talebinin önüne geçmek için bazı adımlar attı. Bunlar; likidite senedi ihracı, örtülü faiz artışı olarak da ifade edilen borçlanma faizinin yüzde 44’ten yüzde 46’ya yükseltilmesi, 56 günlük depo ihaleleri ve TL uzlaşmalı vadeli döviz satışlarını başlatma kararı.

Diğer yandan SPK’dan da düzenlemeler geldi. Açığa satışın yasaklanması ve pay senedi alımının kolaylaşması gibi.

Bundan sonra da makro ihtiyati tedbirler ve vergi düzenlemeleriyle TL getirisinin daha yukarıya taşınmasına çalışılacak. TL mevduat ve para piyasası fonlarında stopaj düşürülebilir. Ancak kısa vadede geçen hafta başındaki duruma gelmek zor.

Ancak TL’ye talep nispeten düşük düzeyde kalır. Kurun doğru yerde olup-olmadığı böyle zamanlarda daha net görülüyor. Her ekonomik, toplumsal çalkantıda dövize yöneliş yaşanıyor ve her yöneliş daha da büyük çalkantı yaratıyor. TL’de değerlenme ile hem yabancı girişi hem enflasyonla mücadele hem kur kontrolünün bir arada sağlanmasının zorluğu da görülmüş oluyor.

Acaba enflasyonla mücadele programı nasıl devam edecek?

Enflasyonla mücadelede iki önemli engel vardı ki, son günlerde kendini iyice hissettirmeye başladı. Bunlar kur geçişkenliği ve enflasyon beklentilerinin bozulması.

Kur geçişkenliğinin ve beklentilerdeki bozulmanın enflasyonist etkisinin ne düzeyde olduğu, 3 Nisan’da açıklanacak mart enflasyonuyla belli olacak. TCMB de 17 nisandaki faiz kararı için bu veriyi gözlemleyecek. Bugünkü gelişmelerle faiz indirimi olasılığı düşük görünüyor.  

Yeni haftada örtülü faiz artışıyla piyasadaki TL çekilirken, kurda da hareketlenme ve TCMB’nin rezerv satışı olasılık dahilinde. Ancak belirsizlikler ve endişe devam ettiği sürece faiz daha yüksek düzeyde kalacak. Bu da hem içeride finansman olanaklarını kısıtlar ve ekonomiyi yavaşlatır hem de hazinenin faiz maliyetini yükseltir. Dolayısıyla kamu maliyesi de bozulacak. Bütçe açığı ve faiz dışı açık büyüyecek.

Peki carry-tradeciler yeniden giriş yapabilirler mi? Artık riski ölçmekte zorlanıyor olsalar da risk iştahı daha yüksek olanlar tekrar gelebilir. Ancak yabancının ülkeye geliyor ya da gidiyor olmasının yanında yerli yatırımcının pozisyonu büyük önem kazanıyor. TL’de değer kaybı ortaya çıkarken ve bu güvensizlik ortamında dövize yöneliş ve yerli yatırımcıda risk iştahı azalışı, yabancının geliyor ya da gidiyor olmasından çok daha önemli olacak. Çünkü dışarıdan ülkemizi inceleyen ve bir karar vermeye çalışanlar, içeridekilerin ne yaptığına tahmin ettiğimizden daha dikkatle bakıyorlar.

Başka bir merak konusu da şu: Son günlerde ekonomide yaşanan irtifa kaybı olmasaydı, makro ekonomik göstergeler çok mu iyiydi? Bir bakalım; geniş tanımlı işsizlik yüzde 30’a dayandı, ekonomi geçen yılın iki çeyreğinde küçüldü, cari fazla verince küçülen cari açık ile büyüyen bir ekonomiyiz. Mali disiplin risk altında. İhracatçının tek çıkış noktası ve beklentisi kur artışı. Ücretler enflasyon karşısında eriyor ve ücretli, emekli yoksullaştı.

Geçen haftaki gelişmelerin ekonomik açıdan mesajı şöyle: Fiyat istikrarının, finansal istikrarın emniyet supabı para politikası mı yoksa hukuka güven, adalet algısı mı?

                                                                /././

İBB soruşturması: Ankara ve İstanbul’da ışıklar daha ne kadar yanacak?-Tolga Şardan-

“AKP yönetiminin beklentisi, tepkilerin CHP ile sınırlı olacağı ve kısa sürede sönümlenebileceği şeklindeydi. Ancak, tablo beklenildiği gibi olmadı. Toplumun farklı kesimlerinden tepkilerin yükselmesi, AKP’de rahatsızlık yaratan diğer bir konu oldu”

Türkiye, çarşamba sabahından beri ayakta!

Ülkenin neredeyse tamamı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ve iştiraklerine yönelik iki ayrı soruşturma çerçevesinde başlatılan operasyonlarla gerçekleşen gözaltılar ve sonrasındaki tutuklamalara odaklanmış durumda. 

Muhalefetin 2028’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki adayı İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve ekibinden bazı isimlerin tutuklanmasının yarattığı rüzgâr kısa sürede dinecek gibi gözükmüyor.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın koordinesinde İstanbul polisince yürütülen adli soruşturmalarda ortaya çıkan siyasi ve toplumsal tablo, ülkenin yakın gelecekteki sürecini çok fazla etkileyecek doğal olarak.

İktidar ve muhalefet bloklarının özellikle anayasa değişikliği, 2028 Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerine yönelik siyaseti bugünden şekillenmeye başladı bile. Elbette, iktidarın Kürt hareketine yönelik yeni yaklaşımının da sürecin etkili faktörleri arasında olduğunu söylemek yanlış olmaz.

*          *          *

Bu ortamda, İBB merkezli yolsuzluk ve terör örgütleriyle bağlantının araştırıldığı her iki soruşturmada oluşan fotoğrafı, kendi içinde ayrı ayrı değerlendirmek mümkün.

Önce iktidar açısından bakalım.

Her ne kadar iktidara yakın uzmanlar, gazeteciler ve analistler her iki soruşturmada, siyasi süreç yerine dosyayı konuşmayı tercih etse de yaşananların merkezinde AKP’nin siyasetteki konumu var.

Edindiğim bilgilere göre; CHP’nin İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun ön seçim yoluyla seçmedeki karşılığı ya da diğer bir deyişle siyasi ağırlığının test edilmesi, AKP üst yönetiminde rahatsızlık yarattı.

İmamoğlu’nun bir bakıma “Erdoğan’a meydan okuma” olarak okunabilecek ön seçimde başkan adayı olarak çıkmasının, tüm siyasetini “millet oyuna güvenen” lider olarak kurgulayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’da rahatsızlık yaratabileceği değerlendiriliyor. İmamoğlu’nun, yıllar içinde tıpkı Erdoğan gibi “millete güvenme” stratejisini uygulamaya koyması, eski İBB Başkanı’nı doğal hedef haline getirdi.

Görüştüğüm kaynaklar; CHP ön seçim uygulamasının, İmamoğlu’na yönelik usulsüz diploma süreciyle ortaya çıkan “olumsuz durumu toparlama” şeklinde kamuoyuna yansıtılması ihtimâlinin önünü kesmek amacıyla öne çekildiğine dikkati çekti.

Bu nedenle diploma iptalinin hemen ertesi gün sabaha karşı İBB operasyonu için düğmeye basılmasına bu gözle bakılmasında fayda olduğunu aynı kaynaklarım aktardı.

Diğer yandan; AKP’nin, İBB’ye yönelik böylesi bir toplumsal tepkiyi hesap etmediği kulislere yansıyanlardan.

İmamoğlu ve ekibine yönelik adli soruşturmanın sadece CHP çevresinde etkili olabileceği yönündeki değerlendirmenin saha gerçeği ile örtüşmediği, gözaltıların başlamasıyla gün ışığına çıktı.

Bir başka kaynağım bu konuda, “AKP yönetiminin beklentisi, tepkilerin CHP ile sınırlı olacağı ve kısa sürede sönümlenebileceği şeklindeydi. Ancak, tablo beklenildiği gibi olmadı. Toplumun farklı kesimlerinden tepkilerin yükselmesi, AKP’de rahatsızlık yaratan diğer bir konu oldu” değerlendirmesini yaptı.

Bu yorumu destekleyen ülke genelinden veriler ortaya çıktı. Sadece büyük kentlerde değil, başta Sakarya, Konya, Rize gibi AKP’nin etkili olduğu kentlerde de protesto eylemleri yapılması dikkat çekici.

Hatta Ankara’daki protesto eylemlerinde yer alan üniversite öğrencileri arasında Bilkent Üniversitesi öğrencilerinin bulunmasına da bu gözle bakmak hatalı olmayacak.

Şimdiye kadar neredeyse hiçbir öğrenci eyleminde yer almadıkları bilinen Bilkentli öğrencilerin bu kez sokağa çıkması dikkat çeken diğer bir görüntü.

Yerlikaya’nın İstanbul’a gidişi ve kayyım konusu

İmamoğlu ve belediye yöneticileriyle birlikte bazı iş insanlarının tutuklanmasıyla birlikte akıllara gelen konulardan birisi de İBB’ye kayyım atanması konusuydu kuşkusuz.

İmamoğlu ve ekibinin haklarındaki terör örgütüyle bağlantı iddiaları sonrasında İBB’ye kayyım atanmayacağının belli olması, iktidar tarafından sokaktan gelen tepki tansiyonunun düşürülmesinin hedeflendiğinin göstergesi oldu.

Bu konuda küçük bir bilgi vereyim; gözaltıların başlamasından itibaren yurt genelinde başlayan protesto gösterileri İçişleri Bakanlığı’nda yakından takip ediliyor.

İlk andan itibaren İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya başta olmak üzere dört bakan yardımcısı Bülent Turan, Mehmet Sağlam, Münir Karaloğlu ve Mehmet Aktaş, Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Ali Çardakçı ve diğer yöneticiler İstanbul ve Türkiye’yi anbean izlemeye aldı.

GAMER’de gelişmeleri izleyen bakanlık yönetimi talimatlar vererek süreci yönetmek istese de kalabalıkların her akşam daha artması “kayyım atanması” meselesinin tartışılmasına neden oldu.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, cumartesi günü İstanbul’a gitti. Pazar sabahı Ankara’ya döndü. Yerlikaya’nın İstanbul’da hem gelişmeleri yakından izlediği, hem de Cumhurbaşkanı Erdoğan’la bir araya gelerek İBB’ye kayyım atanması konusunu değerlendirdiği ifade ediliyor, kaynaklarca. 

İBB Başkanı İmamoğlu ile birlikte Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan ve Beylikdüzü Belediye Başkanı Mehmet Murat Çalık’la ilgili İçişleri Bakanlığı’nca “görevden alınma ve Şişli Belediyesi’ne kayyım atanması” açıklamasının kamuoyu ile paylaşılmasının, Yerlikaya’nın İstanbul’dan Ankara’ya dönüşü sonrasında gerçekleştiğini vurgulamakta fayda var.

İstanbul’dan pazar günü Ankara’ya dönen Yerlikaya, ekibiyle birlikte gece 02.30’a kadar bakanlıkta kalarak GAMER’den gelişmeleri izledi.

Yerlikaya, dün sabah yine bakanlığa gelip GAMER’e geçerek gelişmeleri takip etti.

Bu arada hafta sonunda İstanbul başta Ankara, İzmir ve diğer kentlerdeki protesto eylemlerinde kalabalıkların artışı nedeniyle İçişleri Bakanlığı’nın valiliklere verilen eylem yasakları kararları çerçevesinde, yasaya aykırı görülen “toplanmalara müdahale edilmesi” talimatı verdiği belirtiliyor.

Söz konusu kalabalıkların oluşmasını önlemek amacıyla İBB Merkez Binası’nın bulunduğu Saraçhane başta olmak üzere protestoların yapıldığı alanlarda polisin, bu kararları uygulamak konusunda daha sert müdahalelerde bulunmasının önünü açacak talimatların valiliklere dün sabah iletildiği ifade ediliyor.

Ayrıca çevre iller başta olmak üzere bazı kentlerden İstanbul’a Çevik Kuvvet personeli takviyesi yapıldığını belirteyim.

Yeni gelen personel, yeni dönemde iş başında olacak.

Provokasyon tedbiri

İBB operasyonlarıyla birlikte başlayan sokak hareketlerinde / eylemlerinde bundan sonra riskli sürece giriliyor.

Benzer süreçleri yakından takip eden bir gazeteci olarak uzun soluklu protesto eylemlerinde provokasyon ve kriminalize süreçlerin yaşanması riskinin oluşabileceğinin altını çizmem gerekiyor.

Hele ki, Özgür Özel’in boykot söylemiyle beraber, kalabalıkların tepki vermesi halinde yaşanacak olası gerginlikler bu sonuçlara yol açabilir.

Gizli tanık konusu

Öte yandan, taraflı tarafsız pek çok hukukçu, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca hazırlanan iki ayrı soruşturma dosyasında yer alan gizli tanık uygulamasına eleştiriler getiriyor.

Gizli tanıklardan elde edilen bilgilerin büyük bölümünün belgelenememesi, deyim yerindeyse “dedikodu” şeklinde olması ve somuta ulaşamaması, tartışmaları büyüttü.

Terör dosyasındaki gizli tanıkların anlatımlarının delillendirilememesiyle birlikte ortaya çıkan tablonun – her ne kadar savcılık itiraz etmiş olsa da – kayyım atanmamasının bir başka gerekçesi olduğunu yorumlamak yanlış olmayacak.

*          *          *

Yaşananlardan anlaşılıyor ki; Ankara’da ve İstanbul’da süreçte yer alan kurum / kuruluşların ışıkları bir süre daha yanacak.

Her an yeni gelişmelerin yaşanması olası.

                                                            /././

Oylamanın ardından...-Ercan Uygur-

Vardığım noktayı söylemem gerekiyor; iktidarın yarattığı öyle bir korku ve baskı ortamı var ki, sürdürülmesi mümkün değil.

CHP’nin 23 Mart 2025’te gerçekleştirdiği Cumhurbaşkanlığı aday adaylığı oylaması,  oylama sonuçlarının ötesinde, siyasi yapı ve gelişmeler konusunda önemli bilgiler verdi. Bazı gözlemler yapmak için olanak yarattı.

Dilerim CHP, oylama sonuçlarını ayrıntılı olarak yayımlar. Böylece sosyal bilimciler sonuçları geniş biçimde inceleme olanağı bulurlar.

Bu oylamayı, nüfus ve ekonomi olarak orta ölçekte bir Akdeniz ilçesi olan Anamur’da izledim. Kendim de oy kullandım. Gözlemlerimi burada kısaca aktarmak istiyorum. Vardığım noktayı söylemem gerekiyor; iktidarın yarattığı öyle bir korku ve baskı ortamı var ki, sürdürülmesi mümkün değil.

 Oylama öncesi

Oylamadan önce nasıl ve nerede oy kullanacağımı anlamak, ortamı gözlemek için CHP ilçe başkanlığı ile haberleştim ve bizzat ziyaret ettim. Ayrıca tanıdıklarımla konuşup kimlerin oy kullanacağını anlamak istedim. Gözlemlerim şöyledir.

1). Genel bilgilendirme ve duyurular dışında CHP’nin oy kullanan sayısını arttırmak için özel bir çabası yoktu. Örneğin, görebildiğim kadarıyla, mahalle ve ev ziyaretleri ve afişler yoktu. Ancak oylamaya katılımı zorlaştıran, hatta engelleyen unsurlar vardı.

2). Bu unsurlardan en önemlisi iktidar korkusu idi. Katılım konusunda soru sorduğum kişilerin bazılarından şöyle yanıtlar aldım;

“Benim kız ... kurumunda çalışıyor, gidip oy versem kızı işten atarlar mı diye korkarım.” Bu anneye “Yok canım, o kadar da değil” dedim ama korkusunun şiddetiyle de sarsıldım. 

“Benim damat devlet memuru, gidip oy atsam başına bir iş gelir mi acaba? Başka yere sürerlerse? Küçük çocuklarla rezil olurlar.” Bunu söyleyen baba ve konuştuğum bazı kişiler, başka yere “sürülen” memur örnekleri verdiler.   

“Benim ... bankasına yaptığım kredi başvurusu var. Oy kullansam, öğrenirlerse bu krediyi vermezler, zaten araya iktidar partisinden adamlar koydum.”

Bu korkunun var olduğunu anlayınca demokrasinin ne kadar derinden yara aldığını gördüm. İktidar korku salmıştı. Sohbet ettiğim birkaç kişi, cumhurbaşkanlığı için değil, “cumhuriyeti ve devleti bunlardan kurtarmak” için oy kullanacaklarını söylediler.

CHP ilçe merkezine oylamadan önce iki kez gittim. İlkinde emekli bir öğretmen arkadaşımla (ilkokul sınıf arkadaşım Hüseyin Hoca ile) birlikte idik. Her iki günde de merkez kalabalık sayılırdı. Oy sandıklarının yer alacağı salonda hazırlıklar vardı.

İlk gidişimizde ilçe başkanını odasında ziyaret ettik. Geniş odada olanların çoğunluğu CHP’liler olmalıydı, ancak başka partilerden de vardı. Biz oturduktan kısa süre sonra uzun ve pos bıyıklı birisi geldi, sol yanıma oturdu, herkesi selamladı. Başında, ön tarafı kızıl yıldızlı, siyah beresi vardı.

Bizim baktığımızı görünce “Bu Che beresi” dedi. Tam anlaşılmadığını düşünüp tekrarladı: “Che Guavera beresi.” Karşısında/karşımızda oturan ciddi duruşlu hanımefendi de başıyla onayladı. Bereli adam hanımefendi için “eşim olur” dedi. Tam anlamadım ama sanırım ikisi de Sol Partiden idiler.  

İlçe başkanlığı odasından birlikte çıktığımız başka birisi de İyi Partili idi. Anlattı: CHP’ye gidip geldiğini duymuşlar ve kendisine kızmışlar. “Kızarlarsa kızsınlar, bu vatan meselesi” dedi.

CHP ilçe merkezine ikinci gidişimde oy kullanmam için neler gerektiğini sordum. Yalnızca kimlik kartı gerekiyor imiş. Bilgiler aldığım genç CHP'liler yoğun çalışıyorlar, listeler yapıyorlardı. Bilgiler verip yardımcı olan genç CHP'lilere, Naz Erkan, Muharrem Aslan ve adlarını bilemediğim diğerlerine çok teşekkür ederim. 

Bu ziyarette, oylama konusunda benim gibi sorular soran bir hanımefendi ile karşılaştım. CHP'li gençlerle sohbet ediyordu. Kendisinin, hatta “tüm sülalesinin” MHP’li olduğunu, ancak son dönemde MHP’den koptuğunu anlatıyordu.

“Bizimki Atatürk milliyetçiliğidir, ümmetçilikle bağdaşmaz” dedi. “Altı okun birisi milliyetçilik olduğu için CHP'ye geldim” dedi. Ailesi ve yakınları da gelip oy kullanacaktı.

Oy kullanmadan önceki günler CHP sanki doğum sancısı çekiyordu. Oylama günü nasıl bir sonuç alınacaktı? Şunu öğrendik ki, CHP'nin oylamasında birçok farklı partiden vatandaş oy kullanacaktı.

Ancak iktidar korkusundan oy kullanamayanların sayısı oldukça kabarıktı. Bu korkular olmasa kullanılan oylar tahminen yüzde 50 daha fazla olacaktı.

Oy verme günü

Oy verme günü, saat 11.00 gibi genç bir yakınım “Henüz gelme, burası kalabalık” dedi. Bunun üzerine saat 15.30’da oy kullandım. Dayanışma sandıklarında hala kuyruk vardı.

Sonradan öğrendim ki, üyelerin yüzde 88’i oy kullanmıştı. Bu oran Türkiye ortalamasına yakındı. Ancak dayanışma için kullanılan oylar görece düşük kalmıştı. Dayanışma oyları, üye oylarının 1,4 katı idi.

Halbuki Türkiye genelinde kullanılan dayanışma oyları, CHP'den alınan son verilere göre, kullanılan üye oylarının yaklaşık 8,5 katı idi.

Dayanışma oylarının düşük kalmasında bence önemli bir etken iktidar korkusu idi. Dayanışma oyu verenler bir şekilde zarar görürler duygusu hakim idi. Bu korkunun, bu duygunun bir başka yansımasını daha yaşadım.

Şöyle ki, oy verme salonunun fotoğrafını çekmek istedim. Ancak görevliler fotoğraf çekmemin  uygun olmayacağını söylediler. Çektiğim fotoğrafta oy verme işlemine yardımcı olanların görüntüsü olacaktı ve bu görüntüleri iktidar farklı biçimlerde kullanabilirdi.

Böylece fotoğraf ve video çekimi yapmadım. Halbuki başka il ve ilçelerden bana gönderilen fotoğraf ve videolara ben de Anamur görüntüleri ile karşılık verecektim. Olmadı, olamadı. Böyle bir ortamda özgürlükten, bireysel haklardan nasıl söz edeceğiz?

Büyük şehirlerimizde bu kısıtlamalar ve sınırlamalar daha az hissediliyor olabilir. Ama işte bir orta ölçekli ilçede açıkladığım bu baskı ve kısıtlama vardır.

CHP, oy kullanılan günün akşamında bir de yürüyüş düzenledi. Yürüyüşün başladığı noktaya doğru giderken, yolda 14-15 kadar üniversite/yüksek okul öğrencisine rastladım. İkisi dışında hepsi kız öğrencilerdi.

"Başka katılan var mı?" dedim, "Varsa bile azdır" dediler. Ben sormadım, kendileri söyledi; sınırlı katılımın bir nedeni yurtların uzakta ve ulaşımın zor olmasıydı ve yürüyüş gece yapılıyordu. Bir başka neden de “idareden çekinme” idi.

Yolda rastladığım ikinci bir grup emekliler idi. Onlar grup halinde yürümüyor, genellikle karı-koca çiftler olarak yürüyorlardı. Anamur’da son yıllarda önemli bir emekli nüfusu oluşmuştu.

Oldukça hareketli ve dinamik bir yürüyüş idi. En çok duyulan slogan “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” idi.

CHP'nin yaptığı cumhurbaşkanlığı aday adayı oylamasında vatandaşlar elbette birçok nedenle oy kullandılar. Bu oylar, iktidara karşı bir muhalefet adayına verildi. Oyları belirleyen unsurlar şöyle sıralanabilir: 

1). Ekonomik bunalımın yarattığı yoksulluk ve belirsizlik

2). Kötü yönetim ve yarattığı yolsuzluk, kayırmacılık

3). Buna karşılık kötü yönetimin başkalarının sırtına yüklenmesi

4). Demokrasinin sürekli geriletilmesi

5). Hukuk ve adaletin sürekli geriletilmesi

6). Özgürlüklerin ve bireysel hakların sınırlanması, kısıtlanması

7). Ülkenin ve vatandaşların birey olarak uğradığı aşağılanma ve dışlanma duygusu

Daha birçok unsur sayılabilir. Ama bir iktidara karşı olmak ve onun değişmesini istemek için bunlar da yeterli değil mi?

                                                           /././

Dilinizi kadınlardan çekin!-Candan Yıldız-

Kadınlar sizlerin kum torbanız değil, kadınlar sizlerin malınız değil, erkeklik silahını yere bırakın ve rakibinizle ahlaklı dövüşün!

Siyasetin leş dili kadınların bedenlerine, hayatlarına dil uzatmakta ısrarcı.

Ne de olsa kadınların hayatları değersiz, erkeklerin hayatı ‘tek taş’…

Çünkü rakibini vurmak için kadını araçsallaştırmak hem ucuz hem de erkekler dünyasında alkış alan bir gösteri…

Kadınlara karşı suç işleyen siyasetçilerin listesi kabarık… En tepeden en alta… Erkekler dünyasına ait koddur erkeği erkekliği ile kışkırtmak.

Bunun sonunda kaç cinayet işlendiğini bilir ve kenardan izlerler bunun üreticileri…

Ya Ekrem İmamoğlu nefreti ya da çıkar hizalanması ya da gerçek zihinleri… Dilek İmamoğlu’nun hayatına saldırmanın cüreti erkek piyasasında yine tedavülde…

Muhalefetle savaşın hiçbir etik sınırı yok…

Eski Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek’in Dilek İmamoğlu hakkındaki dili upuzun…

Haneye sızıyor, ilişkiye uzanıyor… Hatta zihin okuyor…

Gökçek, mahalle dedikoduculuğu yüksek lisansıyla Dilek İmamoğlu’nun Ekrem İmamoğlu’nun cezaevine girmesinden memnunmuş!

Bu kirli dile gelen bütün eleştirilere rağmen yazdıklarının kapı gibi arkasında. Aksi erkekliğe yakışır mı!

O nedenle silme gereği bile duymuyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın annesi Tenzile Erdoğan için kullanılan benzer kirli dile karşı çıkarken düşmanına ahlak kırıntısını bile çok görüyor. Çünkü çok yüzlülüğüyle yüzleştirecek ‘eşitlikçi hava sahası’ yok!

Eski AKP MKYK üyesi, avukat Mücahit Birinci’ye ne demeli… Gökçek’in zihin kardeşi olarak benzer zamanlamayla dik duran bir kadının gülümsemesini hazmedememiş olacak. Anlayacağınız kıskançlıkta BİRİNCİ!

Gülen bir kadın olmak ne kadar katlanılmaz değil mi!

Bir siyasiye duyulan öfkeyi onun annesine yöneltmek ve bunu da en pis erkek diliyle yapmak hepsi aynı yerden besleniyor.

Çekin dilinizi, sözlerinizi, ahlakınızı kadınların bedenlerinden, hayatlarından…

Kadınlar sizlerin kum torbanız değil!

Kadınlar sizlerin malınız değil!

Erkeklik silahını yere bırakın ve rakibinizle ahlaklı dövüşün!

Saraçhane’de günlerdir nöbet tutan kadınlardan utanın!

İlham aldığınız Gezi’de ‘küfürsüz hava sahası’nı kadınların açtığını da unutmayın!

                                                          /././

(T-24)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Kapitalizmin grotesk hakikati + ABD’nin yeni harita niyeti -Cumhuriyet-

Kapitalizmin grotesk hakikati - Ergin Yıldızoğlu- İsrail’in Gazze soykırımının ardından İran’a düzenlediği saldırılar, Batı merkezli emperya...