Altı inşaat mühendisi deprem verileriyle oynadı, kullanılacak demir miktarını düşürerek yüzlerce konut yaptı -Özgür Zeren-
Çorum Belediyesi, altı inşaat mühendisinin yürüttükleri projeleri daha ucuza mal etmek için statik hesaplarında kullanılan verileri değiştirdiklerini tespit etti. Buna göre, farklı kentlerdeki 1481 yeni yapı ruhsatının müellifi olan mühendisler, inşa ettikleri yüzlerce konutta olması gerekenden daha düşük demir miktarı kullandı. Çorum Belediyesi, hesaplamadaki hatayı fark edince, projelerden sorumlu olan denetim firmalarından performans analiz raporu hazırlamalarını istedi. İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi de projelerde imzası olan altı mühendis hakkında disiplin soruşturması yapılarak ceza verilmesini talep etti.
Altı inşaat mühendisinin imzaları bulunan bazı projelerde bölgede beklenen deprem ivmelerini değiştirerek düşürdükleri belirlendi. Bu işlem sayesinde inşaatlarda kullanılması gereken demir miktarı daha düşük olarak hesaplandı. Kullanılması gereken betonun niteliği de bu yolla değiştirilerek inşaat maliyetleri düşürüldü. Bu işlemlerin söz konusu yapıların depreme dayanıklılığını ne kadar etkilediği henüz hesaplanmadı.
Belediyenin yapı denetim firmalarına yazdığı yazı“Altı mühendis 1481 yeni yapı ruhsatının müellifi”
Adı geçen altı mühendis hakkında soruşturma yürüten İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi olaya ilişkin yaptığı açıklamada denetim görev ve yetkisinin meslek odalarına verilmesi gerektiğinin altı çizildi.
İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi açıklamasında “Söz konusu altı mühendis, büyük çoğunluğu Çorum merkezi ve ilçelerinde olmak üzere, 1609 farklı parsel üzerinde yaklaşık 1481 yeni yapı ruhsatının müellifi konumundadır. Bu yeni yapı ruhsatları, ülke genelinde 21 farklı şehirdeki, 45 farklı idare tarafından onaylanmıştır. Ancak, hangi projelerde ne tür veri değişiklikleri yapıldığı ve bu durumun yapıların depreme dayanıklılığını ne ölçüde etkilediği henüz netlik kazanmamıştır. Ancak bahse konu birçok yapının imalatlarının tamamlandığı ve insanların hayatlarını bu yapılar içerisinde sürdürdüğü düşünüldüğünde bugüne kadar gelinen süreçte birçok hatanın yapıldığı aşikardır” denildi.
“Usulsüzlüğü görecek ve önleyecek niteliklere sahip bir denetim mekanizmamız yok”
İMO Ankara Şubesinin açıklamasında denetimde en önemli parçalardan birinin eksik olduğunun altı çizildi:
“Statik projeler üzerinden yapılan denetimler yapı güvenliğimizin en önemli halkalarındandır. Bu denetimler olası depremlerde yaşanacak yıkımların ve can kayıplarının önlenmesinde çok önemli katkıda bulunur. Proje müellifleri ile başlayan bu güvenlik zinciri sırasıyla yapı denetimler, müşavirler ve idareler tarafından devam ettirilir. Ancak denetimlerin sadece ürün üzerinden sürdürüleceğinin düşünülmesi de başka paradokslara yol açabilir. Bu proje üretim ve denetim hizmetlerini verenleri kim denetleyecek!
İnşaat mühendislerinin niteliklerinin belirlenmesi konusunda da meslek odaları görevli ve yetkili olmak zorundadır. Uzun yıllar boyunca yaptığımız çalışmalarla meslektaşlarımızın yetkilendirilmesi ve belgelendirilmesi konusundaki tüm çalışmalarımız mevcut iktidarlar eliyle engellendi. Bugün yaşanan bu olayda gördüğümüz üzere bahse konu usulsüzlüğü görecek ve önleyecek niteliklere sahip bir denetim mekanizmamız bulunmamaktadır. Bu yüzlerce proje birçok yapı denetim firmasındaki proje kontrollerinden ve 45 idareden ayrı ayrı geçebilmektedir. Son olarak yapılan tespitler denetim sisteminin zayıflığını hepimizin gözlerinin önüne sermektedir.
Bu vesile ile tekrar etmek istiyoruz ki; çok büyük bir kısmı deprem kuşağında yer alan ülkemizde denetim sistemlerinin gözden geçirilmesi ve meslek odalarının yetkin mühendislik çalışmalarının önündeki engellerin kaldırılması gerekmektedir.”
Eski düzenleme kalsa yapamayacaktı
İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesinin hakkında disiplin soruşturması yürüttüğü inşaat mühendislerden birisi olan M.Ö’nün 2015 yılında üniversiteden mezun olduğu, 2016 yılında proje yürütmeye başladığı belirtiliyor. Oysa Danıştay 8. Dairesi 2009 yılında kaldırdığı “Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği İnşaat Mühendisleri Odası Serbest İnşaat Mühendisliği Hizmetleri Uygulama, Tescil, Denetim ve Belgelendirme Yönetmeliği”ne göre, Serbest İnşaat Mühendisi olmak için en az 3 yıllık mesleki deneyiminin olması ve Oda tarafından düzenlenen serbest inşaat mühendisliği hizmetleri ile ilgili meslek içi eğitim faaliyetlerine ve bilgi yenileme eğitimlerine katılmış olması zorunluluğu bulunuyordu.
İptal edilen yönetmeliğin 7’inci maddesinde “Serbest İnşaat Mühendisi (SİM) belgesini yenilemek isteyenler 2 yıllık periyotlar içerisinde en az 80 kredi puanı toplamak zorundadır. Kredi puanları, mesleki faaliyet, mesleki deneyim, meslek içi eğitim, mesleki etkinlik ve akademik unvan olmak üzere beş ana konu çerçevesinde verilir. Bu puanlar her uzmanlık alanı için ayrı ayrı değerlendirilir. Mesleki faaliyetten en az 30, meslek içi eğitimden en az 20 puan toplamak zorunludur” düzenlemesi yer alıyordu.
Aynı yönetmeliğin 10’uncu maddesinin ç) bendi ise serbest inşaat mühendisliği faaliyetini yürütecek üyelerimizin “Oda tarafından düzenlenen SMM hizmetleri veya SYD hizmetleri ile ilgili meslek içi eğitim faaliyetlerine ve bilgi yenileme eğitimlerine katılmış olması,” d) bendinde ise “Yeterli kredi puanını sağlamış olması” düzenlemesini getiriyordu.
***
21 Mart’ta sokaklarda Öcalan posteri açılırsa, güvenlik güçleri ne yapacak?-Tolga Şardan-
21 Mart, öncesi ya da sonrasında Nevruz kutlamalarında açılacak Öcalan posteri/pankart veya atılacak sloganlar sonrasında ne yapılacak; valiler, kaymakamlar, iller ve ilçelerdeki emniyet ile jandarma birimlerine nasıl yaklaşılacağına ilişkin bilgi verildi mi?
AKP – MHP – DEM Parti – İmralı – Kandil hattında devam eden ve “terörsüz Türkiye” yaratmayı amaçlayan süreç hız kesmeden devam ediyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan temkinli ilerliyor. Henüz, İmralı heyeti ile görüşmedi. Sürecin merkezindeki DEM Parti heyeti İmralı’dan gelen mesaj sonrasında yeni faza geçişe adım attı.
Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan yaptığı açıklamanın satır aralarından her gün farklı değerlendirmeler, saptamalar, analizler kamuoyuna yansıyor.
Geçmişte yaşanan benzer süreçlerin sonu halen akıllarda.
Kafalar karışık. İddialar, birbiri ardına patlıyor. Pek hissettirilmeye çalışılmasa da zihinlerde “dejavu” endişesi var.
Süreç nasıl yürütülecek? Belirsizlik taşıyan köşe taşları var yol haritasında.
Geceden sabaha belli olamayacak çözüm süreci için karar vericiler, yol haritası üzerinden adım atmaya çalışıyor. Bu anlaşılıyor, yaşananlara bakıldığında.
Dolayısıyla, süreç biraz zamana yayılarak götürülmeye çalışılıyor. Belli oldu.
Terörsüz Türkiye projesinde oluşturulan hareket alanı çerçevesinde, teorik uygulamalar kolaylıkla gerçekleşebilme olanağı elbette mevcut.
Ancak madalyonun bir de diğer yüzü var. Yani saha pratiğinde yaşanması olası gelişmeler.
İmralı’dan gelen Öcalan mesajlarından sonra “sokak” yakın zamanda nasıl olacak acaba?
Soruyu açayım.
Oluşan sıcak iklim devam ederken, iki hafta sonra 21 Mart geliyor. 21 Mart Nevruz’un tarihi kökenine girip konuyu dağıtmak istemiyorum.
Ancak, yılın 80. günü bu coğrafyada çok farklı şekilde kutlanır. Kitleler kendi geleneklerine göre kutlamayı tercih eder yıllardır.

Anadolu’daki Kürtler de Nevruz’u kendi geleneklerine göre kutlar. Ancak zaman zaman, meydanları dolduranlardan bazıları şimdilerde silah bıraktığını duyuran PKK lehine slogan atar, kutlama yapar. Örgüt lideri Abdullah Öcalan için Kürtçe sloganlar atar, Öcalan başta kimi örgütle bağdaşan isimlerin posterleri asılır, taşınır.
Tabii bu kutlamalar sırasında güvenlik güçleri, özellikle PKK ve Öcalan ile ilgili slogan atılması, poster ve pankart taşınmasına izin vermez.
Polis/jandarma ile 21 Mart’ı kutlamaya çalışanlar arasında kutlama yöntemi konusunda zıtlaşmalar yaşanır. Zıtlaşma süresince taraflar arasında çatışmalar başlar. Çatışma atmosferinin sertliğine göre can kayıpları ve yaralanmalar yaşanır.
Günün sonunda 21 Mart’ın kutlanmasının son adresi, nezarethane ve adliye olur!
Zira Türk Ceza Kanunu (TCK) ve Terörle Mücadele Kanunu (TMK) hükümlerine göre, 21 Mart kutlamaları sırasında PKK ve Öcalan’la ilgili slogan atıp, poster/pankart açanların terör örgütüne destek vermek, örgüt propagandası yapmak gibi iddialarla yargılanması mümkün.
Şimdi başlıktaki soruya gelelim.
Soru basit. Ama yanıtı, sorunun kendisi kadar basit değil kuşkusuz.
21 Mart, öncesi ya da sonrasında Nevruz kutlamalarında açılacak Öcalan posteri/pankart veya atılacak sloganlar sonrasında ne yapılacak?
Yaşanması olası koatik anlarda polis/jandarma nasıl hareket edecek?
Yasa dışı olarak tanımlanan eylemlere güvenlik güçleri müdahale edecek mi? Müdahale edilecekse sınırı ne olacak?
Valiler, kaymakamlar, iller ve ilçelerdeki emniyet ile jandarma birimlerine nasıl yaklaşılacağına ilişkin bilgi verildi mi?
VKS toplantısının gündemi: Trafikte motosiklet kullananlar
İçişleri Bakanlığı’nın ve bağlı kuruluşları Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı’nın 21 Mart süreci için yol haritası hazır mı acaba?
Edindiğim bilgiye göre, henüz böyle bir hazırlık ya da illerin bilgilendirilmesi yönünde bir çalışma yok.
Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş başkanlığında geçen salı video konferans sisteminin kullanıldığı özel toplantı gerçekleşti. Demirtaş’ın toplantısına, merkezdeki genel müdür yardımcıları ve birim amirleri katıldı. İller de ise il emniyet müdürleri uzaktan erişimli toplantıda hazır bulundu.
Böylesi bir ülke ve siyaset gündeminde Emniyet’in tüm yönetiminin katıldığı strateji belirleme toplantısında polisin üzerinde yoğunlaştığı konunun 21 Mart süreci olması gerekir normalde.
Peki salı günkü toplantının gündemi neydi?
Söyleyeyim; motosikletlere uygulanan trafik ceza işlemleri!
An itibarıyla bu yaklaşımla illerde valiler, ilçelerde kaymakamlar, polis ve jandarma kendi başlarına göre hareket edecekler sanırım.
Bir bakıma, “süreç iyi olursa Allah’tan, kötü olursa kuldan” yaklaşımı var.
Bu arada, tıpkı 2009’da olduğunun bir benzeri görev yaklaşımı ağır basıyor, güvenlik bürokrasisinde.
“Siz yaşananları tespit edin, bir köşeye koyun, zamanı gelir…”
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın da şansı mı yoksa şanssızlığı mı demek lazım, bilemedim.
Yerlikaya, 2009’daki Habur sürecinde Şırnak Valisi’ydi. Aradan geçen 16 yıl sonra başlayan yeni süreçte Yerlikaya, bakan koltuğunda.
Bir ek bilgi daha vereyim; güvenlik bürokrasisi, 21 Mart’tan sonraki döneme odaklanmış durumda.
21 Mart’ta ülke genelinde sokaklarda yaşanacak tablo, PKK – Öcalan sürecinin bir ileri aşamasının temeli olacak. Sakin geçecek 21 Mart günleri, bu sürecin olumlu ilerlemesinde etkili olacak.
CHP’nin Adnan Beker sınavı
Henüz tarihi belli olmamakla birlikte ilk seçimlerde iktidar olmayı hedefleyen ana muhalefet partisi, bu yolda parti tabanına büyük destek vermesi beklenen muhteşem bir siyasi transfere imza attı salı günü!
Şimdiye kadar solun yakınından geçmemiş, sağda siyaset yapmayı tercih etmiş Adnan Beker, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in “baba ocağına” davetini kırmayıp, partiye katıldı.
TBMM’deki rozet takma sırasında Beker, Özel’in baba ocağı davetine icabet ettiğini, baba ocağına döndüğünü anlattı kürsüde.
Normal bir ülkede bu cümleyi kuran kişiye, “o zaman, ne diye sağ siyasetle hemhal oldun? Melih Gökçek’le ne işin oldu? Hangi işleri beraber yürüttünüz? MHP’den İYİ Parti’ye neden geçtin? Meral Akşener’le neyin pazarlığını yaptınız? Ankara’dan aday olmak için İYİ Parti’ye kaç milyon lira bağış yaptın? Bu parayı nereden buldun? Kemal Muratoğlu konuşsa neler anlatır?” sorularını sorup yanıtlarını almak gerekir!
Altılı masa ve seçim dönemiyle ilgili açıklamaları bir yana, şimdi CHP’nin siyasetinde ne değişti de Beker, bundan sonra TBMM’de CHP sıralarında boy gösterecek.
Beker’e rozeti takarken yüzünde gülücükler açan Özel, umarım ki Beker’den CHP’de ortalama siyaset yapma süresiyle ilgili garanti almıştır!
Bugün 50 yaşın üzerinde olup, Ankara’da yaşayan ve biraz da iş dünyası ile siyasetle uğraşan hemen herkesin konuştuğu isimlerden birisidir Adnan Beker.
Bu satırların yazarı da Ankara’da 40 yıla yaklaşan gazeteciliği sırasında pek çok kez ismini duydu Beker’in. Sosyal medyadaki tepkilerle birlikte kimi FETÖ’cü hesapların paylaşımlarında Beker’in geçmişi yeteri kadar ortalıkta. Ancak şunu söyleyim, 1990’ların ortasından itibaren Beker’in ayağı Emniyet’ten hiç kesilmedi.
Beker’i CHP’ye kim monte etti ya da aracılık yaptı bilmiyorum. Öğrenmek gibi bir amacım da yok. Parti kulislerinde Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın adı gündeme geldi. Yavaş, önceki günkü açıklamasıyla bu yolu kapattı. Peşinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun adı ortaya atıldı. İmamoğlu bu iddiaya pek oralı olmadı, zira başı epeyce kalabalık.
Koray Aydın sırada
Ancak kim montelediyse, harikulade siyasi hamle yaptı. Bilerek ya da bilmeyerek.
Hele ki CHP’yi yakından takip ettiklerini kaydeden “muhalif gazeteci” adıyla bilinen kimi isimlerin, ekranlarda ve yazılarında Beker’den böylesine olumlu söz etmeleri dikkate değer!
Parti kulislerinde Beker’den sonra eski MHP’li şimdinin İYİ Partilisi Koray Aydın’ın da CHP’ye katılacağı ifade ediliyor.
Tabii burada amaç Beker’in sahip olduğu kalın cüzdanıyla İYİ Parti’ye yaptığı finans katkısından faydalanmaksa Beker’den bir kuruş alabilmek zordur. Söylemiş olayım.
Cumhurbaşkanı adayı olan Genel Başkanı için seçim döneminde tek bir oy alabilmek amacıyla çaba göstermeyen siyasetçiyi CHP’ye alarak “siyasi savrulmanın en uç noktasına ulaşan” parti yönetimi daha ne kadar savrulacak acaba?
/././
İki şovmen bir sahne: Trump ve Zelenski ya da siyasal bulantı -Hasan Bülent Kahraman-
Gösteri dünyası, show business artınca, siyaset adına sürdürülen şovu izleyen insan, ‘elimden başka ne gelir’ çıkmazına ilerliyor, bir keşişe dönüşüyor, dünyaya politik ikrah içinden bakıyor ama kendisinin de öylelikle bir parçası olduğu politik şovun tek bir sahnesini kaçırmıyor

Trump’la Zelenski’nin Beyaz Saray’da, Oval Ofiste, basının, dolayısıyla kamuoyunun gözleri önünde dünya siyaset ve diplomasi tarihinde görülmemiş bir şekilde tartışması, ardından Ukrayna Devlet Başkanının mekânı terk etmesi, derken eskilerin ‘mezellet’ dediği türden bir mektupla, ‘ben yaptım sen yapma’ demesi muhakkak ki, şaşılacak bir şeydir ama sadece şaşırmak isteyenler için. Muhtemelen her iki devlet başkanı da öyle bir ortama girerken böyle bir şeyin olabileceğini bir ihtimal olarak düşünmüştü. Kendilerini tutmadılar, tersine, saldılar ve içinde bulundukları durumun, o kaosun, o arbedenin insanları, yani şaşırmak isteyenleri şaşırtmasını istediler.
Böyle bir muhakemede, hayır, şaşıracak bir şey yok. Yok, çünkü, her iki devlet başkanı da televizyon, gösteri ve eğlence dünyasından geliyor. Her iki devlet başkanı da bizzat ve bilfiil ülkelerinin televizyon ekranlarında en çok izlenen, kendilerine şöhret kazandıran programlar gerçekleştirmiş insanlar olarak buluşmuşlardı. Onların anladığı, katıldığı ve gerçekleştirdiği televizyon, daha doğrusu eğlence programlarının bir tek özelliği var: insanları şaşırtmak! İnsan bir noktadan sonra şaşırmak, aldatılmak, yanıltılmak isteyen bir varlık. Eğer öyle bir nitelik taşımasaydık, ahir zaman peygamberlerinden Yuval Noah Harari, malum ve meşhur kitabı Homo Sapiens’te, insan soyunun devamlılığını sağlayan, o devamlılığı bir topluluk ruhuna dönüştüren asli unsurun ateşin başında toplanıp öykü anlatmak olduğunu söylemezdi.
* * *
Türkçede hak ettiği karşılığı bulamasa bile, daha 1967’de yazdığı Gösteri Toplumu (La société du spectacle) kitabıyla içinde yaşadığımız dünyaya bugün de eskimeyen, en önemli teşhislerden bazılarını koyan, Fransa’da 1968’i hazırlayan en sivri (düşünce) örgütlerinden Situationist International’in parlak ismi, Socialism ou Barbarie (Sosyalizm ya da Barbarlık) grubundan Guy Debord, andığım kitabında kapitalist dünyada, gösterinin her şeyin önüne geçeceğinin ilk sinyalini vermişti.1968 ruhuyla sarılıp sarmalanmış kitabında, içinde yaşadığımız çağda gösterinin egemen sınıfın imgelerinin (images) belirlediği bir toplumsal ilişkiler ağı olduğunu söylüyordu. Gösteri basit bir olgu değildi. Karmaşıktı. Özünde toplumsal etkileşimi ve iletişimi barındırıyordu, ama o iletişimin aracı, hâkim sınıfların imgeleriydi. Gösteri, hâkim sınıfın imgeleriyle gerçekleştirilen bir tür egemenlik kurma sistemiydi. İkincisi, gösteri varsa temsil (representation) vardı. Gösteri bir şeyin temsiliydi ve artık fiili olan ve yaşanmış her şey bir temsile dönüşmüştü, temsilin bir ögesi hatta öznesi haline gelmişti.
Sonunda, su götürmez, tartışma kaldırmaz biçimde böyle bir dünyaya eriştik. Gerçek, yerini temsiline bıraktı. Neredeyse ‘hayatımız gösteri’ dememiz gerek. Sabahtan akşama kadar televizyonların karşısında hayatımızın temsilini izliyoruz. Bir yandan yaşıyoruz ama onun fazla bir önemi yok. Televizyon ekranı yaşadığımızı bize bir ‘vodvil’ olarak yansıttığında ayağımız suya erip gerçeği anlıyoruz, ama anladığımız gerçek değil, gerçeğin kendisi değil, temsili. Televizyonlar kendimize bir parodi içinde bakmamızın aracı. Şu akşamdan sabaha kadar devam eden ‘tartışma meydan savaşlarında’ da ne yazık ki, sanılanın ve iddia edilenin tersine, ’gerçekler ele alınmıyor’ gerçeğin temsile dayalı olarak yeniden üretimini izliyoruz. O da gerçeğin ‘silinmesinden’ başka bir şey değil.
Siyaset de o temsilin bir başka düzlemi. Nasıl yemek veya evlilik veya ‘ben bilmem eşim bilir’ programında gerçeğin kendisini değil, onunla, gerçekle, ilişkisi koparılmış bir temsili izliyorsak, siyaset de bu tertibin bir parçası, onun da gerçekten koparılmış temsiline kendimizi kaptırıyoruz. (Onca önemine rağmen Öcalan’ın kâğıt okuyan resminin açıklama yapanların arasına katılmasına ne diyeceksiniz?) Gösteri, izleyenin daima daha fazlasını istediği bir alandır. Kısa sürede her şey yetersizleşir, tragedya komedyaya, komedya farsa dönüşür. Ve Beyaz Saray’da biter ama o daha başlangıç.
* * *
İnsan şaşmayı, ürkmeyi, korkmayı isteyen bir yaratık olduğundan, efsaneler, destanlar ve tragedyalar yaratıyor. (Tragedya sözcüğü, etimolojisine göre, elifi elifine keçi şarkısı demektir. Bu garip sözcüğün, keçilerin geviş getirir gibi çiğnemelerine atfen geliştirildiğini, ağızdan ağıza geçen söz manasında olgunlaştığını söyleyenler yok değil.) Tam da bu özelliği nedeniyle, ne kadar akıllı olursa olsun, birileri tarafından dolandırılabiliyor insan, tam da bu nedenle, mesela, kendi kendisi dolandırmak demek olan kumarı oynayabiliyor. Hayal dünyasının ama daha çok da duygu dünyasının bir mahkûmu insan. O kadar ki, hayali Tanrılar yaratmaktan, Tanrılara denk kahramanlar ‘türetmekten’ kaçınmıyor. Tüm bunların olmadığı, bulunmadığı bir dünyayı, yavan, kuru, tatsız sayıyor.
Televizyonlar, sinemalar, insanın bu zaafını tatmin etmek için var. Onların hepsi satrapların, melikosların, trubadurların, aşıkların, ozanların, şamanların, baksıların, kamların icra ettiği sanattan sonra doğdu. Alfred Hitchcock, sinemanın insanın duygu dünyasını alt üst edecek bir araç olduğunu ilk kez sistemik hale getiren yönetmendi. Onu, meseleye daha yumuşak şekilde yaklaşan Truffaut izledi. Ama ahir zamanlarda Hitchcock’un acımasız görüşlerinin en sadık ve yılmaz izleyicisi Tarantino oldu. Bağıra bağıra ilan ediyordu dünyaya izleyiciyi istediği zaman ağlatabileceğini, güldürebileceğini, ürkütebileceğine. Hepimiz, onun o tepeden tırnağa yalan-dolan-şiddet pornografisi diyebileceğimiz filmlerini gözümüzü kırpmadan izledik. Hala Gladyatör izleniyor. Yakında yeni bir Odiseus filmi gelecek ekranlara. Yalana alıştırılmış, ekmeğe muhtaç insanlar, kral ve kraliçelerin, hanedanların hayatını kendi zilletlerinden daha fazla düşünüyor.
* * *
Kimse şu dünyada bu gerçeği Trump ve Zelenski kadar iyi bilmiyor. Oval Ofis’te bir tiyatro yaşandı. İnsanları şaşırtmak istediler ve başardılar. O sahneyi ‘çevirmenin’ bir tek nedeni vardı: daha fazla şöhret. Zelenski, kendisi için ayrılmış ‘15 dakikanın’ (deyişi Andy Warhol’a atfediyoruz ama ondan çok öncesi Fransızcada kullanılmıştır, ona ait kısmını da kendisi söylememiştir, hakkında yazılan bir katalog yazısında geçirilmiştir söz, fakat Warhol herkesten şöhretliydi, o nedenle laf ona yapıştırıldı) dolduğunu fark ediyordu. ‘Oynarsa’ kazanabilecekti. Hiç değilse oynadı. Trump ve çevresi de yeni/den oturdukları koltuğu biraz daha ısıtma ihtiyacı içindeydiler, olmayacak bir öneride bulundular, Zelenski’nin paniğinden ve zavallığından yararlandılar, onun ‘uyanacağı’ anda da kendi şovlarını sahneye sürdüler.
Amerika her şeyi ölçen bir toplumdur. Ölçtü ve son kavganın ertesinde, tutumunun, Trump’a karşı olan kişi ve çevrelerde de onay gördüğünü saptadı. Daha ne olsun? Öyle olduğu için, Trump işin peşini bırakmadı. Bir TV göstericisi olarak şimdi sahneyi genişletiyor ve Zelenski’yi ‘Temu Zelenski’ ilan ediyor, ‘hiç değilse Amazon’dan giyinseydi’ diyor. Bazı insanlar dünyaya hayatı ciddiye almak için gelmiştir. Onlar şu yaşananlara şaşırmayı sürdürüyor. Dahası, tüm bu yaşananların ‘ciddi’ olmadığını düşünüyor. İşte bu muhakemeye şaşırmak gerekir. Nedeni çok açık.
Zelenski’yi ezme senaryosu, daha Beyaz Saray’ın kapısında başlamıştı. Önce Trump alay edercesine ‘tepeden tırnağa giyinmiş’ dedi, ardından başka birisi basın toplantısında ‘elbisen yok mu’ diye sordu. Herhalde dünyanın gerçek manada en şaşırtıcı şeyi o anda cereyan etti ve zavallı Zelenski, hayli sarsılmış bir halde ‘daha ciddi sorulara geçelim’ kabilinden bir şeyler geveledi. Sanki, hayatının maksadı gayrı ciddi bir dünya kurmak olmamış gibi böyle bir söz edebildi. Sonra da perde açıldı ve oyun başladı. Eh, tiyatrocuların da sahneden kaldıkları süre boyunca işlerini ne kadar ciddiyetle yaptığını biliyoruz.
Trump’ın bütün o tavırları, saçları ve upuzun, kötü bağlanmış kırmızı kravatları ne kadar bir gösterinin, kötü bir aktörlüğün parçasıysa Zelenski’nin Che Guavera özentisi kıyafeti de aynı gösteri sahnesindeki bir başka aktörün kostümüdür. (Zaten o da konuşurken ‘kostüm’ diyordu.) Aralarındaki kavga ise tiyatrocuların çok iyi bildiği ‘rol çalma’ya karşı gösterilen bir tepkiydi. Sahneye kimin egemen olacağıyla ilgili bir zıtlaşmaydı. Zavallı Zelenski, kapitalist sistemin ölçek ekonomisine dayandığını, büyük kapitalin küçük kapitali daima yutmaya hazır olduğunu, ana dili Rusçada Lenin’in yazdıklarından okusaydı herhalde daha baştan itibaren farklı bir yol izleyebilirdi.
* * *
İşin fenası, bugün siyaset de böyle bir noktada duruyor: gösterinin bir parçası olarak yapılıyor siyaset. Sınıf ilişkileri üstünden kurgulanan ve çözümlenen bir siyasetin anlayamadığı onca olguyu şimdi duygular siyaseti (emotional politics). Bugün sosyal hayatta görülen ‘yoksayma kültürü’nün (cancel culture), demokrasilerde görülen kutuplaşmanın, tatminsizliğin, öfkenin, hıncın, korkunun, hayal kırıklığının, yıkım duygusunun, kayıp hissinin bir nedeni var: yeni bir tabir olarak hayatımıza giren duygusal yurttaşlık (affective citizenship). İnsanlar ideolojik özdeşleşmelerini bırakınca, daha doğrusu ideolojik özdeşleşmeler insanlara terk ettirilince bağlanma, ilişki kurma ancak bahsettiğim duygular üstünden sağlanıyor.
Böylesi bir siyasal yapıya sürüklenmekten daha doğal bir şey olamaz. Çünkü karşımızda, televizyonun ekranından katlar be katlar büyük sosyal medyanın ekranı duruyor. X’ler, Instagram’lar, TikTok’lar ve daha neler neler, insanları gerçekten uzaklaştırıp, gerçeği herkesin inanmak istediği bir şeyle ikame etmesine yol açıyor. Tüm o troller vs. gerçeğin tek yanlı, tek yönlü ve çarpık, insanların duymak, işitmek istediği şekle sokulması için bir araç ve kötü bir araç. Sonuç, demokrasinin rasyonel seçmene yani ussallığa dayalı bir sistem olmaktan çıkıp bir gösteri sistemine, haydi kandırma demeyeyim, yönlendirme sistemine dönüşmesi. Sonuç sadece duyguya dayalı bir kutuplaşma değil, daha beteri, popülizm. İşin özü, popülizm dediğimiz siyaset yönteminin, son kertede duygular siyasetinin en dramatik, en uç noktası oluşu.
Siyaset biliminde iki kavram vardır birbirini çapraz kesen. Birincisi, elitlerin siyasete karşı geliştirdiği bir tepki olan siyasal bulantı (political nausea) kavramıdır. Halkın siyasete karıştığını ve yönlendirdiği görünce seçkinlerin öne çıkardığı ‘ikrah’ duygusuna verilen addır bu ve çok tartışılmıştır. İkincisi, siyasi bulantı duyan çevrelerin topluma, siyasete küsmesi ve içlerine kapanı, hiçbir şeye karışmamaları, sadece öfkeleriyle yaşaması. Ona da trogloditik (mağara adamlığı) daha nazik bir terimle keşiş siyaseti denir. Sadece kendisiyle meşgul olup başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen, git gide asosyalleşen insan tipinin apatisi, duyarsızlığı.
Yavaş yavaş bütünüyle gösteri toplumu haline gelmiş toplumlar bahsettiğim bu duyarsızlığa ve içe kapanmaya doğru gelişiyor. Siyasete değil siyasetin temsiline ilgi duyuyor. İdeolojisini yitirdiği için her şeyi mubah görüyor. Yapacak bir şey yok. Gösteri dünyası, show business bu düzeyde artınca, siyaset adına sürdürülen şovu izleyen insan, ‘elimden başka ne gelir’ çıkmazına ilerliyor, bir keşişe dönüşüyor, dünyaya politik ikrah içinden bakıyor ama kendisinin de öylelikle bir parçası olduğu politik şovun tek bir sahnesini kaçırmıyor.
Trump’la Zelenski şovunun ikinci perdesini izlemeye hazırlanıyor.
/././
Barış ve demokrasi sınavı -Rıza Türmen-
Barış süreci, Türkiye’de toplumun, farklı kimliklere ait insanların, kimliklerini koruyarak eşit biçimde birlikte yaşadığı bir olgunluğa erişip erişmediğini gösterecek. Toplumsal bir sınavdan geçiyoruz.
Beklenen an gelmişti. Saatler 17’i gösteriyordu. İstanbul’daki otelin balo salonu hıncahınç doluydu. Kürsüde oturan İmralı Heyeti’nin arkasındaki duvarda Türkçe, Kürtçe ve İngilizce olarak yazılı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” toplantıyı özetliyordu.
Toplantının yöneticisi Meclis Başkan Vekili Sırrı Süreyya Önder’di. Barış umudunun altını çizen güzel bir konuşma yaptıktan sonra sözü Ahmet Türk’e bıraktı. Ahmet Türk çağrı metnini Kürtçe okudu. Sonra Pervin Buldan Türkçesini. Salonda bir alkış koptu. Zılgıtlar çekildi.
Barış çağrısının yaşam boyu müebbet hapse mahkum olan PKK lideri tarafından kaleme alınması, yaşamlarının bir bölümünü Kürt sorunu nedeniyle cezaevinde geçiren, halkın seçtiği belediye başkanlığı görevini yerine getirmesine izin verilmeyen kişiler tarafından okunması, devletin Kürt politikasının çarpıklığını gösteriyor. İnsan ister istemez parti kongrelerinde Öcalan lehine slogan attıkları için tutuklanan Kürt gençlerini ya da yurt dışındaki bir Kürt ile konuştuğu için tutuklanan, yerine kayyım atanan Esenyurt Belediye Başkanı’nı anımsıyor.
İstanbul’daki bir otelin balo salonunda düzenlenen toplantı bir basın toplantısından çok bir törendi. Bu törende bir halkın kimliğinin ileri sürüldüğü, bu kimlikle ve eşit vatandaş olarak tanınmasını kamusal alanda açıkça talep edildiği bir Türkiye görüyorduk.
Çağrı metnine Kandil’den olumlu yanıt geldi. Şimdi PKK’nın kongresini toplayıp çağrı metninde belirtilen hususları uygulaması bekleniyor.
Çağrı metnini sadece silahların bırakılması ve PKK’nın feshedilmesi olarak okumak, geri kalanını görmemek yanlış olur. Çağrı metninin okuması bittikten sonra Öcalan’ın yapılmasını istediği ekleme, silahların bırakılmasıyla demokrasi arasında kurulan bağlantıyı açıkça ortaya koyuyor. Öcalan’ın sözlü olarak eklenmesini istediği ifade şöyle: “Pratikte silahların bırakılması ve PKK’nın kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir.”
Bu ifadenin metinde yer almama nedeni olarak Hükümet’in silahların bırakılmasını bir koşula bağlamamak yolundaki tutumu gösteriliyor. Oysa çağrı metninin temel ekseni demokrasi ve barış. Metnin adı da zaten “barış ve demokrasi”. İkisi arasındaki bağlantı çağrı metninin neredeyse her paragrafında vurgulanıyor. “Demokratik toplum ihtiyacı kaçınılmazdır. PKK’nın güç ve taban bulması, demokratik siyaset kanallarının kapalı olmasından kaynaklanmıştır.” “Kimliklere saygı ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür.” “Cumhuriyetin ikinci yüzyılı ancak demokrasiyle taçlandırıldığında kalıcı ve kardeşçe bir sürekliliğe sahip olabilecektir... Demokratik uzlaşma temel yöntemdir.”
Çağrı metninde bu ifadeler yer almasa bile, demokratik bir ortam olmadan barıştan söz etmek olanağı var mı? Demokrasi olmadan barış olabilir mi? Bir yandan seçilmiş belediye başkanları yerine kayyım atayacaksınız, ifade, toplantı özgürlüklerini ortadan kaldıracaksınız, yargı eliyle muhalifleri cezaevine koyup susturacaksınız, ülkede terör ve baskı ortamı yaratacaksınız, öte yandan Kürtlerle barıştan söz edeceksiniz. İktidarın zihin dünyasında bir kompartımanlaşma var. Bir kompartımanda Kürtlerle barış yaparım, başka bir kompartımanda kayyum atarım, muhalifleri cezaevine gönderirim, başka birinde gerekirse Kuzey Suriye’de operasyon yaparım. Her kompartıman bağımsız.
İşte çağrı metni böyle olmadığını söylüyor. Çağrı metninin muhatabı belli. Bir yandan PKK, öbür yandan siyasal iktidar. PKK silah bırakıp kendini feshedecek, siyasal iktidar da demokrasi için gerekli adımları atacak. Bu gerçekleşmezse kalıcı bir barış kurulamaz. PKK ve silahlı mücadele bir sonuç. Bu sonucu doğuran nedenler ortadan kaldırılmazsa, bir süre sonra aynı nedenler aynı sonucu doğurur. Çağrı metni de bunu söylüyor: “PKK... Kürt realitesinin inkarı, başta ifade olmak üzere özgürlükler konusunda yasaklardan kaynaklı oluşan zeminde doğmuştur. … PKK’nın güç ve taban bulması demokratik siyaset kanallarının kapalı olmasından kaynaklanmıştır.”
Sn. Cumhurbaşkanı 28 Şubat günü yaptığı bir konuşmada “Terörsüz Türkiye çabalarında dün itibariyle artık yeni bir safhaya geçilmiştir. … Silah ve terör baskısı ortadan kalkınca doğal olarak siyasetin demokratik alanı daha da genişleyecektir” dedi. İçine girdiğimiz “yeni aşama” yalnızca terörü mü kapsayacak, yoksa bir demokratikleşme de yeni aşamanın bir parçası mı olacak? Demokratikleşme, siyasetin demokratik alanının genişlemesi, mevcut uygulamalarla çelişen bir söylem. Öte yandan Cumhurbaşkanı’nın “demir yumruğumuzu hazır tutuyoruz”, “Devam eden operasyonlarımızı taş üstüne taş, omuz üstünde baş bırakmadan sürdürürüz.” gibi sözleri de var. Bütün bunları nasıl anlamalı?
Sorulması gereken soru şu: AKP iktidarı demokratikleşebilir mi? Bu konuda birinci engel Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi yani mevcut anayasa. Demokrasi iktidarın paylaşılmasına, yaygınlaştırılmasına dayanır. Demokrasilerde iktidar yasama organı ile, yerel yönetimlerle, basınla, sivil toplumla paylaşılır. Hepsinin işlevleri farklıdır. Ama işlevlerini yerine getirirken, merkezi iktidarı denetleyerek, eleştirerek, sınırlayarak kendi yetki alanlarındaki iktidarı kullanırlar. Oysa Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi iktidarın paylaşılmasını değil, iktidarın tek bir elde toplanmasını öngörüyor.
Bunun yanında AKP’nin yönetim anlayışı da demokratik bir yönetime izin vermiyor. AKP’nin yönetim anlayışı ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmayı hedefliyor. Bu anlayışta demokrasiye, hukuk devletine, bireysel hak ve özgürlüklere yer yok. O denli yok ki, 2024 yerel seçimlerden sonra ortaya çıkan, yerelde muhalefet, merkezde Cumhur iktidarı şeklindeki bir tabloyu dahi kabul edemiyor. Kayyımlarla, yargı eliyle, yerelde de iktidarı ele geçirmeye çalışıyor. Muhalefete karşı adeta bir savaş açılmış. İktidarın ürettiği şiddet, barışa giden yolu da tıkıyor.
Bütün bu olumsuz etkenlere karşın Öcalan’ın çağrısı, bunda devletin de onayının bulunması, PKK’nın çağrıya olumlu yanıt vermesi, umut verici gelişmeler. Öcalan’ın çağrısı ve PKK’nın Kongresi’ni toplayarak silah bırakması bir son değil, bir başlangıç. Kürt sorununun barışçı çözümüne giden bir kapı açıldı. Bu kapıdan geçerek barış ve demokrasi yolunda yürümek gerekir.
Bundan sonra birbirleriyle yakından ilintili iki temel yapısal değişikliğin gerçekleştirilmesine gereksinim var. Birincisi, demokratik bir toplumun inşası. Bu amaçla demokrasiyle bağdaşmayan uygulamalara son verilmesi, hukuk devletinin, yargı bağımsızlığının sağlanması, temel hak ve özgürlüklere saygılı olunması gerekmekte. Demokrasinin uluslararası kabul gören standartları var. “Yerli ve milli” değil, uluslararası standartlara uygun bir demokratik toplum yaratılmalı. Bunun için gerekli yasal değişiklikler yapılmalı.
İkincisi, Kürt sorununun barışçı çözümüyle ilgili bir müzakere sürecinin başlatılması. Müzakere tarafların bir araya gelip şiddet içermeyen yöntemlerle sorunları çözmeye çalışmaları demek. Bunun için toplumda şiddete son verilmesi, bir barış ortamı yaratılması önemli.
Bir barış sürecinin başlaması toplumu da değiştirir. Toplumsal gerginliği, kutuplaşmayı, ötekileştirmeyi sona erdirir.
Bu konuda sivil topluma önemli bir rol düşmekte. Sivil toplum, müzakere sürecinin başlaması için bir yandan bir toplumsal talep yaratırken, öbür yandan tarafları, siyasal partileri müzakere masasına oturmaları konusunda ikna edebilir. Barışın inşası ve toplumsallaştırması konusunda sivil toplum kuruluşlarının rolü önemli. Sivil örgütlenmeler, kadın hareketi barışçı çözüm konusunda bir toplumsal mutabakatın ortaya çıkmasında etkili olabilir. Ancak sivil toplum platformlarını örgütleyecek ve bu amaca yöneltecek bir organizasyona gereksinim var.
Müzakereler bakımından en uygun forum TBMM’de kurulacak, bütün siyasal partilerin ve ilgili sivil toplum örgütlerinin katılımına açık bir komisyon kurulması. Böyle bir komisyonun Meclis’te kurulması olanağı bulunmadığı takdirde Meclis dışında kurulması. Bunun yanında, iyi hazırlanmış, Kürt sorununun değişik yönlerinin önceden, ayrı masalarda müzakere edildiği bir Konferans da çözümü kolaylaştırabilir.
Kürt sorununun barışçı çözümü konusunda iki kez başarısızlıkla sonuçlanan deneyimler oldu. 2009 yılında başlayan Oslo süreciyle, 2013-2015 yılları arasındaki çözüm süreci. Her iki süreç de başarısızlıkla sonuçlandıktan sonra çatışmalar daha şiddetli olarak geri döndü. Bu gibi çözüm süreçlerinde şiddet kapı arkasında bekler. Süreç başarısız olunca ortaya çıkar. Aynı deneyimin üçüncü kez yaşanmasına izin verilmemeli.
Sn. Bahçeli’nin açılımı ve Öcalan’ın çağrısıyla silahlı çatışma dışında bir süreç başlamıştır. Bu sürecin toplumsal mutabakata dayanan demokratik bir çözüme evrilmesini sağlamak, sivil toplum örgütlerinin, siyasal partilerin işi olmalıdır. O nedenle herkesin elini taşın altına koyması, meydanı boş bırakmaması, süreci demokratik bir eksene oturtmaya çalışması gerekir. Meydan boş kaldığı takdirde AKP iktidarının oyun kurucu olması ve sürecin iktidarın dar siyasal hesaplarına hizmet etmesi kaçınılmaz olur.
Bu bir birlikte yaşama deneyimidir. Barış süreci, Türkiye’de toplumun, farklı kimliklere ait insanların, kimliklerini koruyarak eşit biçimde birlikte yaşadığı bir olgunluğa erişip erişmediğini gösterecek. Toplumsal bir sınavdan geçiyoruz.
/././
Üst mahkemeye erişimdeki enflasyon engeli AYM tarafından iptal edildi -Murat Batı-
6 Mart 2025 günü yayımlanan Resmi Gazete’de oldukça önemli bir Anayasa Mahkemesi Kararı vardı.
Bu Karar’ın ne olduğunu izah etmeden önce bu Karar’ın neden önemli olduğuna ilişkin bilgi vereyim.
Vergi yargısında öngörülen parasal sınırlar/tutarlar 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun Ek 1’inci maddesi uyarınca her yıl yeniden değerleme oranı kadar artırılarak sonraki yıl uygulanır.
2024 yılı için uygulanan parasal sınır/tutarlar yüzde 43,93 oranında artırılarak 2025 yılı için uygulanacak yeni parasal sınırlar bulunur. Bulunan yeni parasal sınırlar/tutarlar aşağıdaki tabloda gösterilmiştir.

2025 yılında 44 bin TL’yi aşmayan davalarda verilen kararlara karşı istinaf kanun yolu kapalıdır. Ancak konusu 44 bin TL’yi aşan davalarda ise istinaf kanun yolu kullanılabilir. Daha basit bir ifadeyle konusu 44 bin TL ve altında olan davalara karşı istinaf kanun yoluna gidilememektedir.
Öte taraftan bölge idare mahkemelerince (halk arasındaki adıyla istinaf mahkemeleri) yani istinaf sürecinde verilen kararlara konu tutar 1 milyon 324 bin TL’yi aşmazsa temyiz yoluna (Danıştay’a) gidilemez ve karar kesinleşir. Ancak bölge idare mahkemelerince verilen dava konusu tutar 2025 yılı için 1 milyon 324 bin TL’yi aşan kararlara karşı temyiz (Danıştay’a) yoluna gidilebilir.
Ancak
İstinaf kanun yolunu kullanmada 2024 yılı için dava konusu tutarın 31 bin TL’yi aşması şart iken 2025 yılı için 44 bin TL’yi aşması gerekmektedir.
Ya da temyiz yolunu kullanmada 2024 yılı için dava konusu tutarın 920 bin TL’yi aşması şart iken 2025 yılı için 1 milyon 324 bin TL’yi aşması gerekmektedir.
Ancak sorun şu; bu parasal sınırların/tutarların tespitinde, davayı açtığımız tarihteki tutarlar mı yoksa mahkemenin karar verdiği yıldaki parasal tutarlar mı dikkate alınacak?
Örneğin 2024 Ağustos ayında 40 bin TL’lik bir vergi/ceza ihbarnamesi tebliğ edilmiş olsun ve bunu da vergi mahkemesinde dava konusu yaptığımızı varsayalım. Olur da aleyhte karar çıkarsa dava konusu tutar (40 bin TL) 2024 yılında istinaf kanun yolunu kullanma sınırı olan 31 bin TL’yi aştığından istinafa gidilebilir ancak vergi mahkemesi, kararını 2025 yılı içinde örneğin 7 Mart 2025’te verirse bu kez 2024 yılı için istinaf kanun yolunu kullanma sınırı olan 31 bin TL değil, 2025 yılı sınırı olan 44 bin TL uygulanacak. Daha basit bir ifadeyle 2024 yılındaki parasal tutara göre istinafa gidebiliyoruz ama 2025 yılı parasal tutarına göre gidemiyoruz.
Bu sorunu gören Samsun Bölge İdare Mahkemesi 2.Vergi Dava Dairesi konuyu somut norm denetimi yoluyla Anayasa Mahkemesine taşıdı. İstinafa ilişkin bu düzenlemeyi Anayasa Mahkemesi 21 Aralık 2023 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan kararla dokuz ay sonra yürürlüğe girecek şekilde iptal etmişti.
Ayrıca Samsun Bölge İdare Mahkemesi 2. Vergi Dava Dairesi, temyiz yoluna gitmedeki parasal sınırlar için yani İYUK m.46/1. fıkrasının (b) bendinde temyize başvuruyu parasal tutarla sınırlayan hükmün Anayasa’nın 2., 10., 13., 36. ve 37. maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesine başvurmuş, Mahkeme de ibarenin Anayasa’nın 13 ve 36. maddelerine aykırı olduğuna 13 Ekim 2023 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan kararla dokuz ay sonra yürürlüğe girmek üzere iptal etmişti.
Bu konuda çok önemli bir değişime imza attıkları için Mahkeme Başkanı ve üyelerine minnettarım.
İptal edilen hüküm tekrardan yine getirildi
Davanın açıldığı tarihteki parasal sınırlar değil de kararın verildiği tarihteki parasal sınırların Anayasanın muhtelif hükümlerine aykırı olduğu yukarıdaki Anayasa Mahkemesi kararlarında da net şekilde izah edildi.
Ben dahil herkes yeni bir düzenleme beklerken 2 Ağustos 2024 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 7524 sayılı Kanun m.54 ile İYUK Ek m.1’de değişiklik yapılarak 2 Ağustos 2024 tarihinde yürürlüğe girmek üzere aynı düzenleme tekrardan getirildi.
AYM bunu da iptal etti
Tekrardan gelen bu düzenlemenin Anayasaya aykırı olduğu hususunda yine hemfikirdik ancak Adalet Bakanlığı maalesef bu konuda farklı düşünüyordu. Hatta bu konunun İstanbul 3. Vergi Mahkemesince Anayasa Mahkemesi’ne taşınacağı hususu bilinmekteydi.
Süreç içerisinde Anayasa Mahkemesi 30.01.2025 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan kararıyla adlî yargıya yönelik 6100 sayılı HMK Ek m.1/2.fıkrasının “341 inci, 362 ncı...” İbaresini, dava tarihindeki parasal tutarların esas alınması gerektiği gerekçesiyle Anayasaya aykırı bularak iptal etti.
Benzer husus idari yargı için de AYM’ye taşınsa aynı sonucun çıkabileceği hususunda bende bir umut oluşmuştu.
Bu defa İstanbul 13.İdare Mahkemesi 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 7524 sayılı Kanun’un 54’üncü maddesiyle değiştirilen ek 1. maddesinin (2) numaralı fıkrasının birinci cümlesinin “…ilk derece mahkemesi veya bölge idare mahkemesince nihai kararın verildiği tarihteki parasal sınır esas alınır.” bölümünün Anayasa’nın 2 ve 36’ncı maddelerine aykırılığı ileri sürülerek somut norm denetimi yoluyla Anayasa Mahkemesine götürdü.
Anayasa Mahkemesi de 6 Mart 2025 tarihli Resmi Gazete’de yer alan 11.02.2025 tarih ve E.2025/39, K.2025/35 sayılı karar ile dokuz ay sonra yani 6 Aralık 2025’te yürürlüğe girmek üzere oybirliğiyle iptal etti.
Karar 18. Paragraftaki “İtiraz konusu kuralla, konusu ilk derece mahkemesince veya bölge idare mahkemesince nihai kararın verildiği tarihte geçerli olan parasal değerin altında kalan idari davalarda bu mahkemelerce verilen karara karşı istinaf veya temyiz kanun yoluna başvurulamayacağı öngörülmektedir. Kural gereğince istinaf veya temyiz kanun yoluna başvuru açısından geçerli olan parasal sınır enflasyona göre güncellenirken dava konusu değer enflasyonun etkilerinden arındırılmamaktadır. Bu yönden idari işlem veya eylemin gerçekleştiği, idareye başvurulduğu ya da davanın açıldığı tarihte geçerli olan parasal sınırlara göre istinafa veya temyiz kanun yoluna başvurulabilecek bir karara karşı kural nedeniyle özellikle yargılamaların uzun sürdüğü durumlarda -ilk derece mahkemesinin veya bölge idare mahkemesinin karar verdiği tarihte geçerli olan parasal tutarlara göre- istinaf veya temyiz kanun yoluna başvurulması imkânı ortadan kalkabilecektir.” ifadelerinin daha önce bizler tarafından da defaten dile getirilmiş olması AYM ile soruna aynı pencereden bakıyor olmamız açısından sevindirici olmuştur.
Şimdi ne olacak?
Bu düzenleme muhtemelen bu sefer aynen getirilmeyecek 6 Aralık 2025’ten önce bir torba yasa ile 2577 sayılı İYUK’un ilgili hükümleri “…davanın açıldığı tarihteki parasal sınır esas alınır.” anlayışıyla değiştirilecektir.
Neticede hep beraber bekleyip göreceğiz ancak şunu belirtmek gerekiyor ki; emeği geçen herkesin bilgisine, emeğine sağlık, çok teşekkür ederim.
/././
Santorini tehlikesi sürüyor, peki haberleşmemizi etkiler mi?-Füsun Sarp Nebil-
Türkiye'nin denizaltı kabloları depremler, tsunamiler ve heyelanlardan kaynaklanan akut risklerle karşı karşıyadır. Riski azaltma, gelişmiş mühendislik, gerçek zamanlı izleme ve uluslararası iş birliğinin bir karışımını gerektirir.
1-7 Mart arası Deprem Haftası diye geçiyor. Birçok deprem uzmanının açıklamalarını okuyoruz. Biz de konuya farklı bir perspektif katalım.
Ülkemizde gündemin ağırlığı altında gözden kayboldu ama dünya 26 ocaktan bu yana, Akdeniz'de, hala sürmekte olan Santorini adası merkezli depremleri konuşuyor. Bu depremler konusunda bazıları denizin altındaki sönmüş volkanlardan şüpheleniyor. Örneğin 2012'den beri Santorini volkanının nefesini izlediğini söyleyen Oregon Üniversitesinden jeofizikçi Emily Hooft dün Yunanistan'da yayınlanan habere göre bir hareketlenme olduğunu düşündüğü için ilk elden takip için bölgeye geri döneceğini söylüyor. Yunanlı bilim insanları ise, bölgedeki volkanlar için yorumlar yapıyorlar.
Bazıları da depremlerin tektonik olabileceği düşüncesinde. Santorini zaten neredeyse 4000 yılı önce büyük bir volkan patlamasıyla ikiye bölünmüş ve Tsunami ve küllerle, Akdeniz'de ve hatta daha uzaklarda (Çin'den bile bahsediliyor) yarattığı etkiler büyük olmuş.
Ancak benim bakacağım konu, "Bölgede volkan patlaması ya da deprem, hangisi olursa olsun, Türkiye'deki haberleşmeyi etkileyebilir mi?" başlığı. Üstelik buna malum nedenlerle Marmara Denizi’ni de katacağım. Bunu bir okuyucum hatırlattı. Bu bölgede bir afet olursa (deprem ya da patlama), Türkiye'nin interneti etkilenir mi diye sordu. Aslında kendisi de hayli bilgili ve bu konunun gündeme gelmesi için bu soruyu sordu.
Bölgede aşağıdan görebileceğiniz gibi "aktif olarak adlandırılan volkan" şeridi var. Sönmüş gözüküyorlar ama bu volkanlardan hep "acaba bir gün" şüphesi duyuluyor. Dolayısıyla bu geçerli bir endişe konusu olabilir.

Ama ilginç olan şu; bu bölgeden Avrupa-Ortadoğu-Uzakdoğu arasında giden ve arada Türkiye'ye de uğrayan önemli kablo hatları var. Bugün veya gelecek yıllarda her an gerçekleşebilecek bir sorunun kaosa dönüşme olasılığı göz önüne alınarak oluşabilecek her türlü riskin hesaplanması ve çözümlerin hazır tutulması gerekir. Çünkü günün birinde bu olasılık var ve gelecek yıllarda internet üzerinden alışveriş ve finans işlemlerinin artacağı ve korunan kripto para gibi varlıklar ve Block Chain gibi ortamlarda bilgilerin saklanacağını öngörüyorsak, bu riskleri şimdiden öngörmek ve çözmek gerekli.

Telekom operatörleri yüksek riskli bölgelerden kaçınabilir, ancak Santorini'nin Akdeniz'deki merkezi konumu alternatif rota bulmayı zorlaştırıyor. Gördüğüz gibi, Uzakdoğuya giden hatlardan Sea-Me-We-5'den Marmaris'e çıkan bir uç, İtalya-İsrail arasında kurulan ve arada Türkiye'ye uğrayan, İstanbul'da karaya çıkan Med Nautilus hattı, Kıbrıs ile Hatay ve Adana arasında 2 hat ve Karadeniz üzerinden İstanbul'u Bulgaristan ve Romanya'ya bağlayan diğer bir hat bulunuyor. Bunlardan Sea-me-we-5 ve Med-Nautilus önemli yük taşıyanlar. Ama daha detaylı bakalım.
Türkiye'nin uluslararası karasal ve denizaltı kablo bağlantıları
Türkiye'nin uluslararası internet bağlantısı, Avrupa, Asya ve Orta Doğu ile bağlantı kurmak için hem karasal fiber bağlantıları hem de denizaltı kablolarını kullanıyor. Bulabildiğimiz kaynaklara (ki nedense ülkede bu bilginin halka şeffaf olarak sunulduğu bir yer yok) göre önemli güzergahlar şöyle :
1. Karasal fiber bağlantıları
Türkiye'nin Avrupa ve Asya arasında bir köprü olarak coğrafi konumu, onu karasal fiber ağlar için bir merkez haline getiriyor. Karasal ve denizaltı rotalarının kapasitesi (2023 verilerine göre tahminen) : ~25 Tbps
- Trakya üzerinden Avrupa'ya karasal hatlar: Bu hatlar, Türkiye'yi Bulgaristan ve Yunanistan üzerinden Avrupa'nın geri kalanına bağlar. Özellikle İstanbul'dan başlayan fiber optik kablolar, Trakya bölgesi üzerinden geçerek Avrupa'ya ulaşır.
- Doğu rotaları (Asya/Orta Doğu):
- İran: Avrupa-İran Ekspres Geçidi'nin (EPEG) bir parçası olarak Van-Tebriz bağlantısı (~800 Gbps).
- Gürcistan: Kars-Tiflis bağlantısı (~1 Tbps), Bakü-Tiflis-Kars (BTK) demiryolu fiberiyle entegre.
- Irak/Suriye: İstikrarsızlık nedeniyle sınırlı (2023 itibarıyla büyük ölçüde etkin değil).

2. İnternet değişim noktaları (IXP'ler)
- DE-CIX İstanbul: Almanya merkezli değişim noktası.

3. Denizaltı kablo bağlantıları
Türkiye, İstanbul ve İskenderun'daki kara istasyonları aracılığıyla küresel denizaltı kablo sistemlerine bağlanıyor.
- Med Nautilus (İsrail'den İtalya'ya bağlantı), arada Kıbrıs Rum kesimi, Yunanistan'da 2 bölge (Atina ve Girit), Yunanistan ve İstanbul'a birer çıkışı var. 7000 km'lik bir kablo.

- SEA-ME-WE 5: Fransa'dan, Singapur'a kadar 20 bin km uzanıyor. Arada Marmaris üzerinden Türkiye'ye bir uç sağlıyor.

- KAFOS (Karadeniz Fiber Optik Sistemi): 538 km. Romanya, Bulgaristan ve Türkiye'yi birbirine bağlar ve İstanbul'da bir çıkış noktası vardır.

- Kıbrıs'a 2 bağlantı : Mersin ve İskenderun'dan Kıbrıs'a Turcyos 1 (110 km) ve Turcyos-2 (213 km) adı ile 2 ayrı bağlantı.
Bütün bu bağlantıları Telegeography sitesinden daha iyi inceleyebilirsiniz.
Denizaltı kabloları, deniz tabanı kaymaları, su altı heyelanları ve bulanıklık akımları yoluyla önemli hasara neden olabilen depremler, tsunamiler ve volkanik patlamalar gibi doğal afetlere karşı hassastır. Örneğin 2023’teki 7.8 şiddetindeki Kahraman Maraş depremi, İskenderun / Arsuz açıklarındaki bir denizaltı heyelanı nedeniyle bir tsunamiyi tetikleyerek iletişimi aksattı. Olay sonrası analiz şunları ortaya koydu, önceden var olan deniz tabanı araştırmaları yetersiz olduğundan, denizaltı heyelan tanımlaması gecikti. İlaveten bulanıklık ve artçı şoklar o bölgedeki haberleşmenin geri getirilmesi çabalarını yavaşlattı
Yüksek riskli bölgeler:
Ege Denizi: Dik yamaçlar ve aktif faylar deprem durumunda heyelanı artırır ve kablolar için risklidir.
Doğu Akdeniz: Depremler tarafından tetiklenen denizaltı heyelanları (örn. 2023 Arsuz heyelanı) kabloları koparabilir.
Marmara Denizi: Sığ sular ve İstanbul'a yakınlık tsunamilere ve tektonik kayma risklerini artırır.
Depremler devam ediyor
Santorini ve çevresindeki Ege Denizi bölgesinde sismik aktivite Ocak 2025'in sonundan beri devam ediyor. Bölgede önemli sayıda deprem meydana geldi ve 26 Ocak ile 14 Şubat 2025 arasında 12.000'den fazla sarsıntı kaydedildi. Bu depremlerin büyüklükleri değişti ve en güçlüsü Richter ölçeğine göre 5,3'e ulaştı. Ülkemizin güney kıyılarından hissedilen 18 şubattaki bir tanesi de 5,1 şiddetindeydi.
Bu sürekli sismik aktiviteye yanıt olarak Yunan yetkililer Santorini, Amorgos, Anafi ve Ios dahil olmak üzere birçok adada olağanüstü hal ilan etti. Bu önlemler kamu güvenliğini sağlamak için kaynakların ve hizmetlerin hızla dağıtılmasını kolaylaştırmayı amaçlıyor. Önlem amaçlı eylemler arasında tahliyeler, okul kapatmaları ve belirli kıyı ve heyelan riskli alanlara erişim kısıtlamaları yer alıyor.
Deprem sıklığı son zamanlarda hafif bir düşüş gösterse de durum hala öngörülemezliğini koruyor. Yunanistan'ın baş sismologu Costas Papazachos, olumlu bir çözüm için umut olmasına rağmen sismik dizilerin doğası gereği belirsiz olduğunu belirtti. Santorini'nin volkanik patlamalar geçmişine rağmen, devam eden aktivite esas olarak volkanik aktiviteden ziyade tektonik hareketlere atfediliyor.
Yetkililer durumu yakından izlemeye devam ediyor ve sakinlere ve ziyaretçilere uyanık kalmaları, yüksek riskli bölgelerden uzak durmaları ve resmi kanallar aracılığıyla bilgilendirilmeleri konusunda tavsiyelerde bulundu.
Santorini'deki Antik Dönem patlaması
Ege Denizi'ndeki Santorini (Thera) Minos Patlaması, tarihin en güçlü volkanik patlamalarından biri olarak değerlendirilir. MÖ 1600 - MÖ 1500 civarında meydana gelmiştir (radyokarbon tarihlemesine göre MÖ 1627 ile MÖ 1600 arasında tahmin edilmektedir).Patlama, Santorini adasının büyük bir kısmını parçalayarak bugün var olan yapıyı oluşturdu. Ada içe doğru çöktü ve uygarlığın bazı kısımlarını sular altında bıraktı. Patlama, yakındaki Girit adasındaki Minos uygarlığını da harap eden büyük tsunamilere (35 metreye kadar yükseklikte) neden oldu.Patlama atmosfere büyük miktarda kül püskürterek küresel sıcaklıkları etkiledi. Kanıtlar, bunun Mısır ve Çin gibi uzak bölgelerde daha soğuk iklimlere ve tarıma zarar vermiş olabileceğini gösteriyor. Sonuç olarak Girit, Mısır ve Ege arasındaki ticaret ağları bozuldu ve ekonomik istikrarsızlığa yol açtı. Patlamanın VEI-7 olduğu tahmin edilmektedir ve bu onu insanlık tarihinin en büyük patlamalarından biri yapıyor. Santorini patlaması iklimi, medeniyetleri ve muhtemelen mitolojiyi etkileyerek antik dünyayı yeniden şekillendirmiştir.
Tsunami ya da bölgede şiddetli deprem haberleşmeyi nasıl etkiler?
Santorini bölgesinde büyük bir deprem, tsunami veya volkanik patlama meydana gelirse, Akdeniz'den geçen denizaltı kabloları önemli ölçüde etkilenebilir. Özetleyelim;
1. Sismik aktivite ve zemin sarsıntısı
Güçlü depremler su altı heyelanlarına ve zemin deformasyonuna neden olabilir, bu da kablo kopmalarına, yer değiştirmelere veya ciddi eğilmelere yol açabilir. Dalma bölgelerindeki geçmiş sismik olaylar (2006 Tayvan depremi gibi) birden fazla kablo kopmasına, dolayısıyla internet ve iletişim hizmetlerini aksatabilir. Depremler ve volkanik aktivitenin birleşimi, daha önce yüzlerce kilometre boyunca birden fazla kabloyu koparan hızlı hareket eden su altı tortu akışları olan bulanıklık akımları oluşturan denizaltı heyelanlarını tetikleyebilir (Örneğin, Kuzey Atlantik'teki 1929 Grand Banks depremi, 600 km'lik bir alanda sırayla 12 denizaltı kablosunu koparan bir su altı heyelanına neden oldu)
2. Tsunami etkisi
Tsunami dalgaları çok derin sulardaki kabloları doğrudan etkilemez, ancak kabloların kara tabanlı ağlara bağlandığı kıyı iniş istasyonlarındaki altyapıya zarar verebilir. Daha az derin olan yerlerde, Tsunami dalgaları büyük miktarda suyu yerinden oynatabilir, kabloları engebeli deniz tabanı arazisinde sürükleyebilir veya koparabilir. Deniz tabanındaki kuvveti nedeniyle dipte bulunan kabloları yerinden çıkarabilir veya açığa çıkarabilir. Tsunami kaynaklı su altı heyelanları meydana gelirse, askıdaki tortu ve moloz akışları geniş alanlardaki kabloları koparabilir.
3. Volkanik patlama ve lav akıntıları
Su altı patlamaları veya lav akıntıları denizaltı kablolarını eritebilir veya gömebilir. Patlayıcı püskürmeler, denize ulaşırlarsa kablolara zarar verebilecek güçlü su altı akıntıları oluşturabilecek piroklastik akıntılara neden olabilir. Kül yağışı ve volkanik gazlar kıyı iniş istasyonlarını ve güç kaynağı sistemlerini etkileyebilir.
Önlem alınıyor mu?
Santorini yakınlarında büyük bir sismik veya volkanik olay, doğrudan kopma, tsunamiler, heyelanlar veya volkanik aktivite yoluyla denizaltı kablolarına ciddi şekilde zarar verebilir. Bilim insanları çok yakın bir patlama riski görmüyor ama uyanık kalmanın altını çiziyorlar. Bölgenin tektonik oynaklığı ve yoğun kablo altyapısı, onu küresel iletişimler için kritik bir darboğaz haline getiriyor.
Türkiye'nin denizaltı kabloları depremler, tsunamiler ve heyelanlardan kaynaklanan akut risklerle karşı karşıyadır. Riski azaltma, gelişmiş mühendislik, gerçek zamanlı izleme ve uluslararası iş birliğinin bir karışımını gerektirir.
Hele ki, Nükleer Güç Santrallerinin ve ulusal elektrik şebekesinin yönetiminin siber güvenliği, Gebze’deki veri merkezleri, GSM operatörlerinin kontrol merkezleri sınır ötesindeki internet kesintilerine ve Marmara denizindeki iç denizlerden kaynaklı kesintilere karşı sorular üretip, bunların çözümleri için şimdiden çalışmalı, olmayan cevaplar varsa bulmalılar.
Kritik trans-Akdeniz kabloları kesilirse, Avrupa, Afrika ve Asya arasındaki veri trafiği diğer kablolara yönlendirilebilir ve bu da yavaşlamalara veya kesintilere yol açabilir. Derin deniz kablolarının onarımı özel gemiler gerektirir. Ama devam eden sismik veya tsunami tehlikeleri altında işlerini hızlı yapmaları da zordur.
Bunları soruyoruz ki, başımıza gelmeden önlem alınmasını hatırlatalım. Çünkü haberleşmenin afetlerde sürdürülebilir kalması açısından, düşünmemiz gereken sadece Santorini riski değil, yanı sıra büyük Marmara depremi ve başta Prof. Dr. Naci Görür olmak üzere hocalarımızın ikaz ettiği riskli alanlar var.
Neden açık ve şeffaf bilgi verilmiyor?
Ülkemize, Akdeniz'den gelen denizaltı kablolar herhangi bir felaket nedeniyle etkilenirse, buranın trafiği diğer tarafa yüklenecektir. Kablolar koparsa, finansal işlemler, veri merkezleri ve bulut hizmetleri, özellikle bu bağlantılara yoğun şekilde kullanan firmalar ve kurumlar açısından acaba sorun oluşabilir mi? Bu duruma karşı önlemler düşünülmüş müdür ya da alınmış mıdır?
Ya da tam tersine; Yunanistan (Santorini) veya İtalya (Etna) civarındaki kablolara birşey olursa, eğer hazırlıklı olursa, bu tür bir krizden Türkiye karlı da çıkabilir.
Soracağımız sorular şunlar;
1)Karasal fiber kapasitesi yeterli midir ve yedekli midir? (Bulgaristan ve Gürcistan üzerinden yedekli yüksek hızlı bağlantılar var mıdır?)
2)Karadeniz üzerinden ek kablolama ile yedekleme sağlanabilir mi?
3)Uydu internet altyapısında durum nedir?
4)Krizler sırasında öncelikli yeniden yönlendirmeyi sağlamak için Avrupa İSS'leriyle ya da uydu firmalarıyla anlaşmalar var mıdır?
Bunları soruyoruz. Çünkü Türkiye'nin internet bağlantıları hakkında şeffaf bilgi bulunmuyor. Oysa kullanıcılar (tüketiciler) olarak parasını ödeyen biziz. Bu nedenle hükümetin, ilgili bakanlığın ya da her kimse ilgili olan, bu tür bilgileri paylaşmak zorunda. Bunlar 1 şirketin, 3 şirketin vs. ticari sırrı değil, ülkenin güvenliği ile ilgili konular. Ülkenin internet bağlantısının kopması ekonomiyi ciddi etkiler ve ulusal bir risktir. Bu türlü bir kesinti bankacılık, ulaşım, ticaret, eğitim/öğretim, vb. alanlarını etkiler.
Bunun da ötesinde Türkiye üzerinden giden uluslararası trafiği de etkilediği için o gelirler de kaybolur. Böyle bir felaket yaşandığında sadece Türkiye değil, bölge etkilenecek. Geriye kalan sınırlı kapasiteye sadece Türkiye değil, diğer ülkeler de talip olacak. İnternet servis sağlayıcıları (İSS'ler) trafiği kara tabanlı kablolar üzerinden yeniden yönlendirebilir, ancak bu süreç zaman alır. Dolayısıyla bir kriz yönetimi planlaması yapılmalı. Bu planlama bugünkü duruma göre değil, felaket durumunda yaşanacak sıkışıklığa göre yapılmalı. Ancak biz bugünkü durumu bile bilmiyoruz. Her şey bir sır perdesinin arkasında? Neden? Bu gizliliğin haklı bir nedeni var mıdır?
Soruları ilgili devlet kurumları soruyor mu?
Aslında bu konuda sadece biz tüketicilerin değil, bir sürü devlet kurumunun da soru sorması gerekiyor. Acaba soruyorlar mı? Çünkü bu konu AFAD başkanlığının veya BTK’nın kucağına bırakılmayacak kadar önemli.
AFAD'ın çalışmaları çerçevesinde valilikler, örneğin İstanbul Valiliği "Risk Azaltma Planı" ve de "eylem planı" hazırlamış. Ama yol planına bakıldığında bir sürü gerçekleşmemiş aktivite var. Örneğin sayfa 342'de 2022 sonuna kadar --o tarihte 53.143 olarak verilmiş olan-- "GSM baz istasyonlarının (bina üstü alan) doğal afete duyarlılık risk analizlerinin tamamlanarak risk içermeyen alanlara transferi sağlanacaktır." ifadesi yer alıyor. 3 yıl önce tamamlanmış olması gereken bu eylemde durum nedir? Kaç tane baz istasyonu taşındı? (Bize hiç taşınmadığını söyleyenler var)
Örneğin, İçişleri Bakanlığı BTGM hazır mı? Cumhurbaşkanlığı ve İletişim Daire Başkanlığı? Genelkurmay’ın 15 Temmuz’dan sonra, bu konuyu kendi yetki sorumlulukları dahilinde görüyor mü? talep ediyor mu? Maliye Bakanlığı ihtiyacımız var der mi? UAB ne kadar ihtiyaç olarak görüyor?
Bunun yanı sıra, Maslak civarı finans şirketleri GİZ’lerin veya binalarının tepesindeki uydu internet antenlerine güvenmesin. Zemin kayarsa, antenler oynarsa; yerinden oynayan LNB’leri doğru ayarlayacak teknisyenleri bulup getirene kadar çok şey kaybedebilirler.
Bu yazıda daha çok Santorini’den bahsettik ama gördüğünüz gibi Çanakkale Boğazından giren ve Marmara Denizi’ni geçerek İstanbul’a varan internet denizaltı kablosu da beklenen büyük Marmara Depremi’nin hedefi olabilir.
Tabii ki STK'ların da bu konuları sorması lazım. Umarım bu yazı birilerine bir şeyler hatırlatır da harekete geçilir.
/././
Avrupalı telekom devleri geriye dönüş istiyor -Füsun Sarp Nebil-
Avrupalı büyük operatörler konsolidasyonun kolaylaştırılması gerektiği düşüncesinde. Ama bu aslında tam bir “U dönüşü”. Avrupa’da 1980'lerde ve 1990'larda başlayan “serbestleşme” ve “özelleştirme” stratejisinden önemli bir kayma talebini temsil ediyor.

Yılın “MWC” haftası geldi ve Barcelona’dayız. Dünyanın mobil sektörünün tamamı bu hafta MWC’25’te yani burada. Son gelişmeleri ve tabii ki gündemimizdeki teknoloji konularını konuşuyor ya da sunuyorlar.
Birkaç haberle neler olup bittiğini raporlayacağız. Ama önce dün yapılan bir panele göz atalım. Avrupa'nın en büyük telekom operatörlerinin CEO'ları - Deutsche Telekom, Orange, Telefónica ve Vodafone (genellikle "Büyük Dörtlü" olarak anılırlar) - dün kongre kapsamında gerçekleştirilen bir panelde Avrupa Birliği'ne "düzenleyici reformları" çağrısında bulunarak, mevcut politikaların yeniliği engellediğini ve AB'nin 5G gelişimi ve yapay zeka açısından küresel olarak rekabet etme yeteneğini engellediğini savundular.
Tabii ki bunu yeni söylemiyorlar. Son 15 yıldır bu konu Avrupa’daki her telekomünikasyon toplantısının baş konusu halinde.
Panelde konuşan Telefónica’nın Yönetim Kurulu Başkanı ve CEO'su Marc Murtra, telekom sektöründe birleşme ve satın almaları kolaylaştırmak (M&) için daha esnek düzenlemelerin gelmesi gerektiğini söyledi. Böyle bir konsolidasyonun, küresel olarak rekabet edebilen güçlü bir Avrupa telekomünikasyon şampiyonu yaratmak için elzem olduğunu savundu.
Vodafone CEO'su Margherita Della Valle ise, Avrupa'nın ABD ve Çin gibi bölgelere kıyasla 5G sunmada geride kalmasıyla ilgili endişelerini dile getirdi. Bu gecikmenin ekonomik büyümeyi ve teknolojik bağımsızlığı olumsuz etkileyebileceğini, endüstri konsolidasyonu ve 5G altyapısına daha fazla yatırım yapılması gerektiğini söyledi.
Deutsche Telekom CEO'su Tim Hoettges, Avrupa hükümetlerini yapay zeka geliştirmeye ve veri merkezi altyapısına daha fazla yatırım yapmaya çağırdı. Bu tür yatırımların Avrupa'nın dijital çağda ABD ve Asya ile rekabette kalması için çok önemli olduğunu belirtti.
France (Orange) Telecom CEO'su Christel Heydemann, yapay zekanın sektöre getireceği devrimden ve yapay zekâ inovasyonunun öncelikle ağın uç noktalarında gerçekleşeceğinden bahsetti. Heydemann, sınırlı kaynaklar nedeniyle buluttaki yapay zekanın yeterli olmayacağını ve telekom operatörlerinin bulut ve edge olmak üzere iki dünyanın en iyilerini bir araya getirmekte olduğuna işaret etti.
Mobil Operatörler Derneği de (GSMA), Avrupa Birliği'nin 5G gibi mobil teknolojilerde geride kalmaktan kurtulması için telekom düzenlemelerini yeniden gözden geçirmesi gerektiğini söyledi. GSMA, Avrupa'nın parçalanmış düzenleyici ortamının telekom sektöründe yatırım ve inovasyonu engellediğini iddia ediyor.
Neden düzenlemelerin değiştirilmesini istiyorlar?
Dünkü panel, Avrupa telekom liderleri arasında konsolidasyonu teşvik etmek, 5G teknolojilerini kolaylaştırmak ve yapay zekâ gelişimini artırmak için düzenleyici reformların gerekliliği konusundaki fikirbirliğinin tekrardan hatırlatılması oldu.
Avrupalı büyük telekom firmaları, yüksek maliyetler, tutarsız spektrum ihaleleri ve sınır ötesi iş birliğini sınırlayan katı antitröst kuralları nedeniyle 5G altyapısında ABD ve Asya'nın gerisinde kaldığı iddiasındalar. Avrupa, gerçekten de yapay zekâ Ar-Ge finansmanı ve ölçeğinde ABD ve Çin'in gerisinde kalıyor. Telekomünikasyon şirketleri, katı veri gizliliği yasalarının (örn. GDPR) ve birleştirilmiş verilere sınırlı erişimin yapay zekâ inovasyonunu yavaşlattığını savunuyor.
Katı AB antitröst politikaları konsolidasyonu engelliyor ve 100'den fazla küçük operatörün yer aldığı, parçalanmış bir pazarda rekabet etmesine neden oluyor. Bu da diğer bir şikâyet konusu. Aynı konuda Avrupalı finans kurumlarını (bankaların) da şikâyeti var. Onlara göre ancak büyük firmalar yatırım yapıyor, dolayısıyla kredi kullanıyor ve bankalara yani Avrupa'nın finans sektörüne para kazandırıyor.
Avrupalı operatörler, rekabetçi 5G/Yapay Zekâ ekosistemleri olmadan, Avrupa'nın yabancı teknolojiye (örneğin, ABD bulut sağlayıcıları, Çin donanımları) bağımlılık riskiyle karşı karşıya olacağını, Avrupa'nın otonom araçlar, akıllı üretim ve yeşil teknoloji, gelişmiş bağlantı ve yapay zeka konusunda gecikeceğini, teknoloji standartlarını belirlemede liderlikten vazgeçmek zorunda kalacaklarını söylüyor.
Peki bu, 30-40 yıl önce telekom sektöründe başlayan özelleştirme ve serbestleştirme rüzgarına ters değil mi?
Bu aslında tam bir “U dönüşü”. Avrupa’da 1980'lerde ve 1990'larda başlayan “serbestleşme” ve “özelleştirme” stratejisinden önemli bir kayma talebini temsil ediyor. O zamanlar, Avrupa hükümetleri (ve tabii ki Türkiye de aynı trene atladı) hantallaşmış devlet tekellerini küçültmek, tüketici fiyatlarını düşürmek, inovasyonu teşvik etmek ve AB'nin tek pazar ilkeleriyle uyumlu hale getirmek amacıyla serbestleşmeye ve özelleştirmelere gitti.
AB, baskın oyuncuları engellemek için katı anti-tekel kurallarını uyguladı ve bu da 100'den fazla operatöre sahip parçalanmış bir pazara yol açtı. Eski devlet tekellerini altyapılarını rakipleriyle paylaşmaya zorladı, daha küçük İSS'ler ve MVNO'ları teşvik etti.
Böylece Avrupa’da daha ucuz haberleşme hizmetleri, tüketicinin seçim hakkı ve mobil/internet teknolojisinin hızlı benimsenmesi gibi başarılar elde edildi. (Türkiye’de bunlar olamadı)
Ancak serbestleşmenin amacı fiyatları düşürmek ve rekabeti artırmak olsa da, Avrupa telekom CEO'ları günümüzün pazar dinamiklerinin farklı olduğunu ve yeni zorlukların daha yoğun bir endüstri gerektirdiğini savunuyor. Konsolidasyon neden şimdi masaya geldi dersek, 5G ve yapay zekâ büyük yatırım gerektiriyor.
Aslında AB operatörleri bunu 10-15 yıl önce, 4G yatırımları sırasında da söyledi. Ama şimdi mali durum daha sorunlu. 5G ağlarının sunulması Avrupa'da 2030 yılına kadar 300-500 milyar avroya mal olacak. Yapay zekâ odaklı ağ optimizasyonu, yalnızca büyük firmaların karşılayabileceği Ar-Ge bütçeleri gerektiriyor.
Avrupa’nın küçülmüş, parçalanmış operatörleri, ABD devleriyle (AT&T, Verizon) veya Çin'in devlet destekli taşıyıcılarıyla rekabet edecek ölçeğe sahip değil. 1980'lerin modeli AB içi rekabeti önceliklendiriyordu, ancak günümüzün savaşı küresel. Avrupa, bulut, donanım ve standartlara hakim olan AB dışı teknoloji/platform şirketlerine (ör. AWS, Huawei) kaybetme riskiyle karşı karşıya. Telekomünikasyon şirketleri artık IoT, uç bilişim ve yapay zekâ gibi ölçek ve dikey entegrasyonun kritik olduğu alanlarda Büyük Teknoloji (Big Tech) ile rekabet ediyor.
ABD ve Çin, telekomünikasyon altyapısını stratejik varlıklar olarak görüyor. Avrupa'nın parçalanmış modeli, teknoloji egemenliği ve standardizasyondaki pazarlık gücünü zayıflatıyor.
Bu tartışma, diğer endüstrilerdeki döngüsel eğilimleri de yansıtıyor. Örneğin havayolları (Lufthansa ile IAG'nin birleşmesi) ya da bankacılık (Deutsche Bank/Commerzbank görüşmeleri).
Özetle, Avrupa’nın da 100'den fazla mobil operatör var ve bunların çoğu, ABD (AT&T, Verizon, T-Mobile) ve Çin'deki az sayıda operatöre (China Mobile, China Unicom, China Telecom) nazaran düşük kalan marjlarla pazarda mücadele ediyor. Bu parçalanma nedeniyle Avrupalı operatörler, Amerikan ve Asyalı meslektaşlarıyla aynı hızda 5G, AI ve fiber altyapıya yatırım yapamadıklarını söylüyorlar.
ABD ve Çin, yeni nesil telekom teknolojilerine büyük harcamalar yapıyor, ancak Avrupa'nın oldukça rekabetçi ve parçalanmış pazarı, şirketlerin bu yatırımlara uyum sağlamasını zorlaştırıyor. Deutsche Telekom CEO'su Tim Hoettges'e göre, Avrupa telekom şirketleri altyapıya yılda 50 milyar avro yatırım yapıyor, ancak 5G kapsamı ve AI benimsemesi açısından küresel sıralamalarda geride kalıyorlar. Şiddetli rekabet ve dolaşım ücretlerini sınırlayan AB düzenlemeleri, kullanıcı başına düşen gelirlerin azalmasına yol açtı. Avrupa telekomünikasyon şirketleri, ABD telekomünikasyon şirketlerinden müşteri başına %50 daha az gelir elde ediyor ve bu da 5G ağlarına, yapay zekaya ve bulut hizmetlerine yeniden yatırım yapma yeteneklerini azaltıyor.
Avrupa'daki her ülkenin farklı düzenlemeleri, spektrum müzayede kuralları ve rekabet politikaları var ve bunlar sınır ötesi operatörler için işletme maliyetlerini artırıyor. 4 büyük CEO dünkü panelde, konsolidasyonun bu zorlukları basitleştireceğini ve Avrupa telekomünikasyon devlerinin ABD ve Asya firmalarıyla daha etkili bir şekilde rekabet etmesini sağlayacağını savunuyor.
Avrupalı telekom ceo'larının düzenleyicilerden talepleri
1)Pazar Konsolidasyonuna İzin Verin
2)AB genelinde spektrum ücretlerini standartlaştırın ve düşürün, uzun vadeli yatırımı teşvik etmek için daha uzun lisans süreleri belirleyin.
3)Veri Paylaşım Kurallarını Gevşetin (GDPR katı bulunuyor)
4)Altyapı için Kamu Fonu gerekli. Kırsal/yetersiz hizmet alan bölgelerde 5G dağıtımını desteklemek için AB kurtarma fonlarından (örneğin, NextGenerationEU) dağıtın.
5)Teknoloji Standartlarını Uyumlaştırın. Parçalanmayı azaltmak için AI etiği, siber güvenlik ve ağ birlikte çalışabilirliği için birleşik AB çapında kurallar oluşturun.
Yani özelleştirme ve serbestleşmelerden geriye mi dönülecek?
Bütün bu argümanlara karşılık tabii ki, 30-40 yıla varan özelleştirme ve serbestleştirme pratiğinin uzantısında yaşanılan örneklerden hareketle, karşı görüşte olanlar var. Onlar da şunları iddia ediyor;
1)Tekel riskleri: Konsolidasyon rekabeti azaltabilir, tüketici fiyatlarını artırabilir ve daha küçük yenilikçileri engelleyebilir.
2)Gizlilik endişeleri: GDPR'nin gevşetilmesi, küresel bir farklılaştırıcı olan AB veri yönetimine olan güveni aşındırabilir.
3)Kamu ve özel çıkarlar: Telekomünikasyon için vergi mükelleflerinin fonları eğitimden, sağlık hizmetlerinden veya yeşil enerjiden uzaklaştırabilir.
Anlayacağınız dünya akıllanmıyor. Stratejiler genellikle kısa kalıyor. Ya da Mevlana’nın dediği gibi mi düşünmek lazım? “Dün geçti, dün gibi dünün sözü de geçti, bugün yeni bir söz söylemek gerek”
/././
TÜİK mahkemesi, enflasyon, büyüme -Ercan Uygur-
Sapmalı sonuçlar bazı yöntemsel ve örneklem hatalarıyla ortaya çıkıyor olabilir. Bilmiyoruz, çünkü açıklık, şeffaflık yok. Sonunda TÜİK mahkemeye veriliyor. TÜİK gibi devlet kurumlarının geldiği yer burasıdır. Açıklama yapılmaz, muhatap bile alınmaz. Çünkü kurumların bu hale düşmesi kimsenin umurunda değildir. Yönetim böyle istiyor.
TÜİK son günlerde haberlere konu oluyor. Bu Pazartesi (3 Mart) enflasyon verilerini yayımladı. Ama asıl ilginci aynı gün bir de mahkeme savunması vardı. Geçen Cuma (28 Şubat) da ulusal üretim, harcama ve gelir hesaplarını yayımladı.
Bu yazıda amacım bu konuları birbirleriyle bağlantılı biçimde kısaca ele almaktır.
TÜİK mahkemede
Bir eski Yargıtay Ceza Dairesi Onursal Üyesi, TÜİK aleyhine “enflasyon verileri asılsız” diyerek dava açıyor. İlginç, bu olay Arjantin’de 2007-2015 döneminde yaşanan bazı benzer olayları anımsatıyor. Arjantin’de faiz ve ücrete baskı için enflasyon verilerine müdahale edilmişti.
TÜİK’in davacısı, daha ayrıntılı olarak, “TÜİK, enflasyon verilerini düşük gösterdiği için biz emekliler de daha düşük maaş alıyoruz” diyor. TÜİK’in savunması şu; “kurum olarak bizim emekli maaşlarının belirlenmesine bir etkimiz yoktur.”
TÜİK (avukatları) konuyu başka yöne, emekli maaşlarına çekiyor. Halbuki davada davacının öne çıkardığı iki ana konu var:
1). Başka enflasyon verileri ve tüketicilerin kendi gözlemleri ışığında, TÜİK’in enflasyon verilerinin doğru olmadığını biliyoruz, yaşıyoruz. (Davacı, “TÜİK verileri asılsız” diyor.)
2). TÜİK, 2022’ye kadar yayımladığı madde fiyatlarını yayımlamıyor. TÜİK’in enflasyon verilerinin sapmalı olmaya başlaması işte tam bu dönemdedir. Madde fiyatları şeffaflık adına yayımlanmalıdır, uzmanlar tarafından incelenmelidir.
Konu yeni değil, 3 yıldır sürüyor. Kendim dahil, birçok iktisatçı ve istatistikçi bu konuyu 3 yıldır tartıştık, açıkladık. Konuya yasal açıdan da bakabiliriz. TÜİK, “5429 Sayılı Türkiye İstatistik Kanunu” çerçevesinde kurumlaşmış (teşkilatlanmış), bu kanuna göre çalışan bir kurum. Kanunun 4'üncü maddesi şöyle diyor:
“Resmî istatistiklerin gerçekleri yansıtmasının sağlanması, tüm kullanıcılara tarafsız ve eş zamanlı olarak sunulması, gizlilik ilkesine riayet edilmesi, kamuoyunun bilgi edinme hakkının gözetilmesi temel esaslardır.” (Burada gizlilik, TÜİK’in bilgi/veri sağladığı diğer kurum ve kişilere yöneliktir.)
“Resmî istatistiklerin kalitesinin ve ilkelere uygunluğunun değerlendirilebilmesi için gerekli tüm bilgiler ve resmî istatistik üretiminde kullanılan yöntemler kamuoyuna açıklanır.” Madde 12’de de şu ifade var;
“Başkanlık ve Programda yer alan kurum ve kuruluşlar, üretilen resmî istatistiklere, programda belirtilen standart ve yayın tarihine uyarak, tüm kullanıcıların kolay ve eşit şartlarda erişmesini sağlayacak tedbirleri alırlar. Kurum tarafından derlenen istatistikî bilgiler, kullanıma açılmadan önce herhangi bir şahsa veya makama verilemez.” Halbuki bazı makamlara verildiğini biliyoruz.
Bu kanun maddelerini davacı tarafı ve mahkeme dikkate almıştır sanırım. Bu kanun maddelerine göre, TÜİK’in enflasyon verilerinin neden diğer verilere göre düşük kaldığını açıklaması zorunlu hale geliyor. TÜİK’in ayrıca madde fiyatlarını yayınlaması veya talep edene vermesi gerekiyor.
Kısacası, TÜİK, 5429 sayılı kanuna göre daha açıklayıcı olmalıdır. Belirteyim, “5429 Sayılı Türkiye İstatistik Kanunu”, TÜİK’in internet sitesinde “Mevzuat” başlığı altında yer alıyor.
Şubat enflasyonu
TÜİK’in 2025 Şubat ayı enflasyon verilerine bakınca hemen yine, daha önceki aylarda olduğu gibi, giyim ve ayakkabı grubu enflasyonunun hızla düştüğünü görüyoruz. Böyle bir düşüş mevsimlik indirimler zamanında olabilir, ancak son bir yıldır devam ediyor. Bunu anlamak zor.
Şekil 1’den izlendiği gibi, Giyim ve Ayakkabı grubu enflasyonu şubat ayında TÜİK endeksine göre yüzde 20’ye inmiş durumda. Halbuki aynı grubun İTO endeksine göre enflasyon yüzde 67,2. Arada büyük fark olduğu için nereden geldiğine bakmaya çalıştım. Bebek giyimi gibi bazı kalemlerde yıllık enflasyon aylardır eksi değerler alıyor; yani fiyat düşüşü var. Yine anlamak zor.
Kaynak: TÜİK ve İTO
Bu bir örnek ve TÜİK bu konuyu açıklamalı. “Biz TÜİK olarak tüm Türkiye’den veri topluyoruz, yalnızca İstanbul’dan değil” açıklaması hiç tatminkar değil. Giyim (tekstil değil) grubu üretiminin önemli bölümü zaten İstanbul’da yapılıyor ve Türkiye’ye dağıtılıyor. İkincisi, enflasyondan söz ediyoruz, fiyat düzeyinden değil.
Üçüncüsü de şu; fiyat artışları arasında hele giyim ve ayakkabıda bu kadar çok fark olsa, ticaret erbabı bu farktan yararlanır ve büyük kârlar ederler, yani kısaca “arbitraj” işlemleri ile kârlar ederler. Bu farkı kabul edemeyiz.
Bu gibi tutarsızlıklar daha önce örneğin kira enflasyonu konusunda vardı. Bu konuyu çok irdeledik, sonra veriler arasındaki fark azaldı veya kalktı. Şimdi TÜİK’in ve İTO’nun konut enflasyonları, ki burada en önemli kalem kiradır, birbirine yakın seyrediyor.
TÜİK enflasyonu ne kadar sapmalı olursa olsun, tüketicilerin gözlem algısı nasıl değişecek ki? Şubat ayında TÜİK enflasyonu yüzde 39,1’e düştü, ama başka göstergelere bakınca başka bir resim ortaya çıkıyor.
TÜİK’in yaptığı ankete göre, Şubat 2025’te tüketicilerin 12 ay sonrası için beklediği enflasyon yüzde 59’u aşıyor. Yayımlanan verilerden biliyoruz ki, diğer ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de algılanan enflasyon ile beklenen enflasyon aynı yönde seyrediyorlar.
Daha da kötüsü; Konda’nın Şubat 2025’te yaptığı ankete göre, algılanan yıllık enflasyon ve 12 ay sonrası için beklenen enflasyonun her ikisi de yüzde 100’ün üzerindedir.
Bu sonuçları dikkate almayan ve açıklamayan bir TÜİK ve ekonomi yönetimi nasıl güvenilir olacak? TÜİK enflasyonunun neredeyse üç yıldır diğer enflasyon ölçütlerine ve algılanan enflasyona göre düşük kalmasını kabul eden iktisatçıları da burada anmış olalım.
Sapmalı sonuçlar bazı yöntemsel ve örneklem hatalarıyla ortaya çıkıyor olabilir. Bilmiyoruz, çünkü açıklık, şeffaflık yok. Sonunda TÜİK mahkemeye veriliyor. TÜİK gibi devlet kurumlarının geldiği yer burasıdır. Açıklama yapılmaz, muhatap bile alınmaz. Çünkü kurumların bu hale düşmesi kimsenin umurunda değildir. Yönetim böyle istiyor.
Enflasyon, yatırım, büyüme
Enflasyon ile üretimin ve yatırımın büyümesi arasında ters bir ilişki olduğunu söyleyip dururuz. Bu ilişkiyi son yıllar için bir şekil yardımıyla göstermeye çalışayım. Enflasyon için TÜİK Tüketici ve İTO Geçinme Endekslerinin her ikisini de kullanıyorum.
Çünkü TÜİK verisi enflasyonda bir sapma göstermesinin yanında, enflasyondaki ve reel ekonomideki dönüşleri de doğru yansıtmayabiliyor. Şekil 2’de bu iki enflasyonun 2022’nin 1. çeyreğinden sonra nasıl ayrıştığı açıkça görülüyor.
Reel ekonomideki gelişmeyi hem GSYH büyümesi, hem yatırım büyümesi ile yansıtıyorum. Yatırım; enflasyon, faiz gibi nominal ekonomideki gelişmelere daha duyarlıdır ve daha erken tepki verir. Bu nedenle bu tür ilişkilerde yer almalıdır.
Şekil 2’de yıllık değişmeler çeyrek yıllık dönemler için yansıtılıyor; enflasyonlar da, GSYH ve yatırım büyümeleri de bir önceki yılın aynı çeyreğine göredir. TÜİK enflasyonu siyah, İTO enflasyonu sarı çizgi ile ifade edilmiştir. GSYH büyümesi mavi, yatırım büyümesi kırmızı çizgi ile gösterilmiştir. Görüldüğü gibi yatırım, GSYH’ye göre daha büyük tepkiler veriyor.
Kaynak: TÜİK ve İTO
Şekil 2’de izlenebildiği gibi, enflasyon ile büyüme arasında ters yönlü bir ilişki vardır. Şöyle ki, GSYH ve özellikle yatırım büyümesi enflasyon artışından olumsuz etkileniyor. Bu etkileme yaklaşık üç çeyrek sonra oluyor. Enflasyon düşme eğilimi gösterirken, bu değişkenlerin yönü yukarı dönüyor ve tepki daha hızlıdır. Bu bağlamda bir asimetri vardır.
Aslında enflasyondaki gelişmelerin özel yatırımdaki tepkisine bakmak daha doğrudur ve daha net ilişkiler görülebilir. Ancak TÜİK özel yatırım bilgisi vermiyor.
Yatırım yapmak ve uluslararası piyasalarda teknoloji ve ihracat yoluyla rekabet etmek isteyen sermaye, enflasyon istemez. Bu sermaye, enflasyon yaratan ve sonra da bu enflasyonu düşüremeyen iktidar ile rahat ilişki içinde değildir, geçinmekte zorlanır.
Diğer yandan, zaten teknoloji, ihracat ve dış rekabet kaygıları olmayan daha küçük ölçekli sermayeli şirketler, enflasyon ortamı içinde üretim yapabilir. Hatta enflasyon onlar için rahatlatıcı olabilir. Bu tür şirketler, enflasyon yanında kredi bağımlılığı olan, bol kredi veren iktidarı tercih edip ona yanaşan şirketlerdir. Bu şirketlerin önemli bölümü zombi şirketler olarak tanımlanabilir.
Son dönemdeki bazı gelişmelere, sermayenin ve iş dünyasının değişik kesimleri ile iktidarın ilişkilerine bu açıdan da bakmak yararlı olacaktır. TÜSİAD ile MÜSİAD’ın ve diğerlerinin enflasyona ve iktidara olan farklı tepkileri bu açıdan bakınca anlaşılabilir.
İlginç olan, bu konularda işçi sendikalarının da farklı tepkilerinin olmasıdır. Örneğin, DİSK sürekli “TÜİK enflasyonu doğru ölçmeli” diyor da, diğer sendikaların sesleri duyulmuyor.
/././
CHP’li Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan: Bir Kürt yurttaş AK Parti’de siyaset yapabilir ama CHP’de siyaset yapınca ‘terörist’ oluyor!-Candan Yıldız-
“2023’te bedelini ağır ödedik, toplum bir daha böyle bir bedel ödeyemez; herkes müsterih olsun”
Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan ve Candan Yıldız
CHP’li belediyelere dönük operasyonlar, tutuklanan belediye başkanları ve meclis üyeleri, kayyımların atanması ve 2019 ve 2024 seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Ekrem İmamoğlu hakkında son davalarla birlikte 25 yıl hapis cezası istenmesi ve son olarak üniversite diplomasıyla ilgili tartışmalar, CHP İstanbul İl Kongresi’nin soruşturma konusu olması, ‘Kent uzlaşısı’nın kriminalize edilmesi, İmamoğlu’nun ‘Bilirkişi’ ve İstanbul Başsavcısı ‘Akın Gürlek’ soruşturmalarından ifade verdiği gün Çağlayan Adliyesi önündeki kalabalık nedeniyle CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik dahil 20 kişiye soruşturma başlatılması, İmamoğlu’na yakın isimlerden CHP Gençlik Kolları Başkanı’nın attığı tweet nedeniyle yaklaşık 5,5 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanacak olması, SGK borçları gerekçesiyle CHP’li belediyelerin hesaplarının bloke edilmesi…
31 Mart seçimlerinde 47 yıl sonra birinci parti konumunda olan CHP’nin siyasi baskı altında olduğunun fotoğrafı bu…
Diğer yanda ise 23 Mart’ta yapacağı ön seçimde Cumhurbaşkanı adayını belirleyecek CHP’nin parçalı bir yapı görüntüsü vermesi. Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu arasında olası bir rekabetin sonuçları ya da Ekrem İmamoğlu’nun yargısal süreçler ya da diploma meselesi nedeniyle adaylık denkleminden düşmesi durumunda CHP’nin ‘iki forvetinden’ birini kaybetmesi…
AKP ile ‘normalleşme’ den Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘ayağını denk al’ çıkışına varan yeni durum bize ne söylüyor?
Belediyeler neden hedefte? Bütün bunları 2014-2019 yılları arasında Ekrem İmamoğlu ile birlikte Beylikdüzü Belediyesi’nde çalışan, Sosyal Demokrat Belediyeler Derneği (SODEM) Başkanı ve 31 Mart’ta Şişli Belediye Başkanı olan Resul Emrah Şahan’la konuştuk.
- Belediye başkanlarına çizilen bir çerçeve var. Kent sorunları, alt yapı hizmetleri, ulaşım sorunları ve depremle uğraşın gibi… Siz bu çerçevelendirmeye nasıl bakıyorsunuz? Çünkü sizinle cari siyaseti konuşacağız ağırlıklı olarak.
Siyaseti yerel siyaset, genel siyaset diye bölmek bu dönem doğru değil. Kendi ilçemden bir örnek vereyim. Şişli'deki yoksulluğu, Türkiye'nin genel siyasetinden, Şişli'deki krizleri, yurttaşın yaşadığı krizi, çocuk, kadın, genç yaşadığımız krizleri Türkiye'nin genel siyasetinden ayrı bir yerde konumlandıracak bir proje üreterek çözebileceğimizi düşünüyoruz? Böyle bir şey yok. Dolayısıyla şu anda tam da siyaset yapma dönemi.
- “Yerelin sorunlarıyla ilgilenilsin” çerçevelendirmesini o zaman dar buluyorsunuz?
Tam da siyaset yapma dönemi. Fakat bunu yaparken oturduğumuz koltuk, 270 bini temsil eden bir kamu koltuğu. Dolayısıyla belediye başkanlığının sorumluluğu burada bir başka faza geçiyor. Siyaset yaparken ürettiğimiz işleri, yaptığımız projeleri neden yaptığımızı, niçin yaptığımızı, hangi siyaset hattı ve hangi siyasi diskur için, hangi siyaset yolculuğu için yaptığımızı iyi izah etmemiz lazım. Konu sadece bir kreş yapmak, kent lokantası açmak, vatandaşa şimdiye kadar olan, 2019'a kadar olan merkezi hükümetin, özellikle mevcut siyasi iktidarın sunduğu işleri bir ‘promosyon’ gibi sunmak değil. Biz vatandaşı ve yurttaşı güçlendirmek için yereldeki gücümüzü ve projelerimizi hayata geçiriyoruz. Şişli'de kreşe gitmesi gereken çocukların yüzde 60'ı kreşe gidemiyor. Yüzde 60'ı… Sosyo ekonomik statüsü Türkiye birincisi olan bir ilçeden bahsediyoruz. Şu anda yaptığımız her işin toplumda, yurttaşın hayatında, yurttaşı güçlendirmede siyaseten neyi izah ettiğini anlatan bir hatta yerelde proje üretmek zorundayız. Siyaset yapacağız. Yaptığımız siyasetin icraattaki projelerini yurttaşa siyasi parti ayırmaksızın doğru anlatacağız.
- Böyle projeler üretince merkezi hükümet görevlerini yapmıyor, biz yapmak zorunda kalıyoruz diye tarif ediyor musunuz?
Belediye başkanı olduğum dönemden beri aynı şeyi söylüyorum. Türkiye'de kurumların çöküş hikayesi var. Kurumların çöküş hikayesinde yaşadığımız her şeyi sokakta vatandaş gördüğü siyasetçiye, güvendiği siyasetçiye, genelde de belediye başkanına söylüyor. Okulların temizliğinden tutun, çocukların okula aç gitmemesi için gelen talepten ulaşıma, konut, yoksulluk, yardım oluyor. Türkiye'de gerçekten toplam bir kurumların zayıflatıldığı, kamunun, kamusal kurumlarının zayıflatıldığı, kamu aklının zayıflatıldığı bir sürecin tam ortasındayız.
- Kurumlar çöktü, kamu aklı zayıflatıldı darken tam olarak ne demek istiyorsunuz?
Kamusal hizmet dediğimiz alan son yirmi yıldır kaba tabirle: koca, büyük, ağır, gri beton müteahhitler tarafından artık biçimlendi. Türkiye'de kamu kamusal hizmeti vermek için kamuya, o kamusal hizmet koluna müteahhitleri koydu. Kendi yaşadığım yerden anlatayım, Belediye başkanı oldum, üzerinden bir 10 gün geçti. Bir telefon geldi. Başkanım çöp arabaları çıkmayacak! Allah aşkına ne oluyor? Müteahhit parası ödenmemiş finansal krizden dolayı. Bu işin ayrı bir tarafı… Türkiye'de yerel yönetim reformu dediğimiz şey yeniden ele alınıp finansal yönetiminin de ele alınması gerekiyor.
- Mali özerklik ya da karar özerkliği gibi bir şey mi dediğiniz?
Yani şöyle bunun ölçeğine bağlı olarak yeniden şekillendirilmesi gerekiyor. Finansal açıdan yeniden şekillendirilmesi gerekiyor. Bunu sadece biz yaşamıyoruz. Bütün belediyeler yaşıyor. Yani 270 bin nüfusu olan, 3 buçuk milyon nüfusa hizmet eden bir Şişli Belediyesi şu anda mevcut bütçesiyle dönmesi konusunda ciddi sıkıntılar var. Neyse buraya geçiyorum. Yani yaşadığımız krize bakın. Bir Şişli'nin çöpünü toplama işi, herhangi bir müteahhit ödediğiniz parayla doğru orantılı olarak aksama kriziyle riskiyle karşı karşıya. Böyle bir şey olabilir mi? Yani belediyenin esas işlerinden biridir bu. Gelir gelmez yaptığımız işlerden biri. Bütün ekonomik zorluklara rağmen 85 tane kamyonumuzu aldık. Şu anda belediyenin kendi öz malıdır kamyonları ve yeni bir kamusal hakla dönme konusunda çok ısrarcıyız. Her alanda çok ısrarcıyız. Yeni bir kamusal aklı oluşturmamız lazım. Yoksa kamu çalışanı da kamusal hizmetten uzaklaşıyor. 9'da gelip 5'te çıkan bir ofise dönüşüyor kamu hizmeti. Bizim önümüzdeki büyük sınavımız bu: Kamuyu yeniden inşa etmek.
- Şimdi gelelim sıcak gündeme. Abdullah Öcalan, “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı yaptı. Siz de takip etmişsinizdir. Özgür Özel dedi ki “Meseleler temennilerle değil, güven ortamı tesis edilerek ve icraatlarla çözülür. Bugüne kadar yaptığımız katkıları bundan sonra da esirgemeyeceğiz.” Siz partinizin pozisyonunu nasıl görüyorsunuz? Yerel yönetimlerin barışın toplumsallaşması bağlamında bir rolü olabilir mi?
Türkiye'nin toplumsal barışı için atılacak her adımı, taş taş üstüne koyan her sürecin içerisinde oluruz. Burada hiç tartışma yok. Ama esas hikaye şeffaflık, esas hikaye samimiyet, esas hikayeye açıklık ve bunu anaların rızasını alarak yapmak. Tüm anaların rızasını alarak yapmak.Gözü yaşlı çok analar var. Gözü yaşlı bir ülke var. Toplumsal rızayı alarak, örgütleyerek, şeffaf, açık, anlatarak bunu inşa etmek zorundayız. Dolayısıyla bu adımların hepsi çok değerli yani. Fakat burada Cumhuriyet Halk Partisi'nin rolü, tutumu, siyasi partilerin rolü tutumunun dışında… Ezber gibi durabilir ama kurucu partinin kurucu liderinin söylediği şey çok net: Yurtta sulh, cihanda sulh… Bu basit bir hikaye değil aslında. Altını doldurabileceğiniz bir hikaye. Burada yerelin öneminden bahsettiğiniz için söylüyorum. İstanbul 2019'dan bu yana sağlandı. Niye sağlandı yerelde bu hikaye? Biz bunu aslında bu açıklık, bu şeffaflıkla, ‘İstanbul ittifakı’yla, ‘Türkiye ittifakı’yla bunu gösterdik. Toplum buna zaten motive. Bunun önünü açan siyaset de… Bakın Şişli'de gelir gelmez yaptığımız ‘Biz Şişli’ diye bir konseptle kültür etkinlikleri yapıyoruz. Şişli bu anlamda gerçekten çok özel bir yer. Yani Gayrimüslimleri, Alevileri, Kürtleri, Sünnileri ile özel bir yer. Herkesin bir arada yaşadığı, İstanbul gibi bir metropolün merkezinde, bu kültürel doku ve bağlarla bütün bu metropolün üzerinden gündüz üç buçuk milyonun gelip geçtiği bir yoğunluk ve bir merkez olmasına rağmen hala o bağları koruyor ve o ilişki ağlarıyla yeniden kendini üretmeye çalışıyor. Biz Şişli'de yerel yönetim olarak çeşitli etkinlikler yapıyoruz. Sivil toplumla, akademiyle kültürel etkinlikler oluşturuyoruz. Üstümüze düşen çok şey var. Yeter ki siyaset bu konuda açık, şeffaf, icraatçı ve gerçekten bu ülkenin önünü açan, bu toplumdan rızasını alarak bir yol haritası çıkartsın.
- Siz CHP'yi bu süreçte pasif mi yoksa aktif mi görüyorsunuz. Açık, şeffaf, rıza üretmekten söz ettiniz. Bunlar ana muhalefet partisinin derdi değil mi?
Bütün siyasetin derdi olmalı. CHP bunu 2019'da yaptı. İstanbul'da yaptık bunu. Yeni seçimde yine yaptık. Ben Şişli’de yüzde 70'e yakın oy almış bir belediye başkanıyım. Ekrem İmamoğlu 2019'da İstanbul'un Kürtlerinden, Alevilerinden, Sünnilerinden, milliyetçilerinden, AK Partililerden oy aldı. Bu rıza son seçimde 413 belediye ile Türkiye'den alınmış durumda. Bu yol açıldı, bu yol açıldığı için mevcut siyasi iktidar baskılarını arttırdı.
- ‘Kent ittifakı’nı suç gibi gösterdi…
Her şeyi, bu konuyu kriminalize etti. Gözünün üstünde kaş var dedi. Ekrem Başkanı saçma sapan davalarla 25 yılla yargılamaya başladı. Her belediye başkanına başka başka gündemlerle gidiyor. Bazen basit bir şey gibi algılıyoruz. Gündelik hayatımızın artık bir pratiği haline dönüştü ama şu an üç belediye başkanımız tutuklu. Beşiktaş, Esenyurt ve Beykoz… Bunlar basit işler değil. İstanbul gibi bir yerde kayyımlar… Hala devam ediyor. On meclis üyesi tutuklandı. Şişli’de bir arkadaşımız tutuklandı. Bütün bunları konuşurken tutuklamaya sevk yazısında ne var biliyor musunuz, ‘İstanbul'da Kürt vatandaşların belediyelerde söz sahibi olabilmeleri için Batı illerindeki Kürtlerle kurulmuş vs.’ Bir taraftan bunu konuşuyoruz ama bir taraftan da bizde siyaset yapan, siyaset yapma arzusu içerisinde olan yurttaşı ‘Batı illerindeki Kürtler’ diye tutuklamaya sevk yazıları yazıp tutukluyorsunuz. Dolayısıyla şeffaflık, açıklık dediğim şey tam da bu…
- Bu çelişkiyi siyaseten nasıl yorumluyorsunuz? Bir yanda kayyımlar diğer yanda olası barış ihtimali… Herkes bu çelişkiyi anlamlandırmaya çalışıyor.
Bu çelişkiyi şöyle okumak lazım. Kontrolsüz güç belli bir yere geldi. Yani mevcut siyasal iktidarın bu kontrolsüz gücü artık limitinde ve yarattığı kriz ortamında kendisi kurban olacak. Zalimin sonu yaklaştıkça zulmü artarmış. Yaşadığımız tam o. Çok dar bir patikada… Başka bir şey beklemiyoruz. Bu açıklamalar, toplumsal barışa yönelik atılan adımlar, bunlar çok değerli. Bunların üstüne koya koya gitmemiz lazım. Üzerimize ne düşerse yapmak zorundayız. Ama bir taraftan da bunları yaşıyoruz. Siyasetin doğallığını bozmaya çalışıyorlar. Kürt yurttaş AK Parti’de siyaset yapabilir ama CHP'de siyaset yaptığı zaman ‘terörist’e dönüşüyor, Bunu yaratmaya çalışıyorlar. Bunu anlatmamız lazım. Ben belediye başkanıyım, sokaktayım, pazardayım. Samimiyetle söylüyorum dönem artık siyasal iletişimin, algının dönemi değil. Tam da göz seviyesinde siyaset yapmamız gereken bir döneme giriyoruz. Dolayısıyla artık siyasetin kazanacağı bir süreç başlıyor Türkiye'de.
Çünkü derinleşen yoksulluk ekonomik krizle izah edebileceğimiz bir boyutta değil. Sokağın gündemi, vatandaşın gündemi gerçekten siyaset yapma zorunluluğunu ve sorumluluğunu bize veriyor. Vatandaş bunu görüyor, inanın görüyor. Kimse kendini güvende hissetmiyor. Siyasetçiler de kendini güvende hissetmiyor, belediye başkanları da, yurttaş da, sermaye de, gazeteci de, sivil toplum, akademi de… Bu ortam mevcut siyasi iktidarın yarattığı kriz ortamının kendisinin kurban olacağı bir sisteme götürecek.
- DEM Eş Başkanı Tülay Hatimoğulları, T24’te Şirin Payzın ve Murat Sabuncu’ya “ana muhalefet partisinden ve aynı zamanda son yerel seçimlerde birinci çıkmış parti olan CHP'den beklentimiz var. Bu beklenti sadece bizimle ilgili değil. Yani herkes bekliyor, toplum bekliyor, Kürtler bekliyor. Kürt meselesinin çözümüne dair daha somut plan ve program olmalı” dedi. Buna dair ne dersiniz mesela? CHP’nin 1989 Kürt Raporu dışında ne dediğini pek bir şey bilmiyor kamuoyu. Meclis çatısı altında çözülsün demekten başka…
Cumhuriyet Halk Partisi, DEM Parti, AK Parti diye değil. Gerçekten açık, şeffaf ortak masada konuşmamız gerekiyor.
Meclis bunun için var. Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu konudaki tutumu, bu konudaki tarzını, ne dediğini 2019'da İstanbul'dan tecrübe ile basamak basamak icraatta görebiliriz. CHP’li belediyelerin, özellikle de İstanbul 2019- 2024 yılları arasında, şimdi de 31 Mart'tan sonra, güçlü ve kuvvetli bu mesajı verdiğini düşünüyorum. Yaptığı tüm işlerle ve vatandaşın gerçek gündemine, gerçek sorunlarına dokunarak yaptığını düşünüyorum.
- Reel politiğin diline teşmil edersek CHP Kürt seçmene ulaştı, bu yol açıldı mı diyorsunuz?
Bu kanal zaten açıldı. Bunu hem yaptığımız işlerle söylüyoruz hem de siyaseten söylüyoruz. Bir tarafıyla da bunun ötesi artık gerçekten bu ülkenin geleceği için Meclis’te tüm partilerin aktörü olduğu, masada olduğu, vatandaşa ve yurttaşa açık bir sürecin yönetilmesi olacaktır.
- Ama CHP’nin somut bir programı olsa…
Tabii ki… Partimizin bir program kurultayı da olacak önümüzdeki dönemde. Bence orada da bu esaslı bir gündem olarak önümüzde. Ama bu partinin, Cumhuriyetin kurucu ilk genel başkanı, partimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün söylediği ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ aslında çok iyi bir altlık. Bunun üzerine kura kura gelebiliriz. Evet, yüzleşmemiz gereken, birbirimize iyi anlatmamız gereken, birbirimizle konuşmamız gereken, helalliğimizi ve rızalığımızı almamız gereken süreçler var. Bunları görmezden gelerek, gözümüzü kulağımızı kapatarak değil. Bunları konuşu konuşa götürmemiz lazım.
- Daha cesur konuşma dönemine girdiğimizi düşünüyor musunuz?
Yüzde yüz oradayız. Yani siyaset yapma dediğim tam da bu. Yani göz seviyesinde siyaset yapma dönemindeyiz artık. Siyasal iletişimin, yani algının, sosyal medyanın, basının dönemi değil, sokak sokak artık göz seviyesinde bir ilişki…
- Siyaset yapmanın tam zamanı darken yeni dilin çok daha cesurca kullanılması gerektiğini söylüyorsunuz galiba…
Siyasi kültürün değişimi dediğimiz şey önümüzdeki dönem özellikle bizlerin en büyük sınavı… Bir taraftan da yeni kamucu dediğimiz gerçekten kamucu politikalar, yönetimde kamucu politikaları öne çıkaran ve yeni bir siyasi kültür değişimini hedeflemiş bir anlayışa ihtiyacımız var.
- CHP'nin Cumhurbaşkanlığı ön seçim toplantısına siz de katıldınız. Ön seçim gerçekten en demokratik yol mu, zira Mansur Yavaş bu ön seçime girmedi. İmamoğlu'nun CHP’de şansı daha yüksek. Diğer yandan da seçimlere doğru Yavaş ve İmamoğlu arasındaki rekabet centilmence geçmeme ihtimalini düşünüyor musunuz? İktidar da bu rekabetin altını harlayabilir. Sizce doğru bir strateji mi ön seçim ve adayın erkenden belirlenmesi?
Kesinlikle doğru bir strateji. Partinin sahipleri üyeleridir. Dolayısıyla şu ana kadar hiç gösterilmemiş bir örnekle ve iradeyle üyelerine soruyor parti. Bundan daha demokratik bir şey olabilir mi? Çünkü biz unuttuk. Mevcut siyasi iktidarda bir parti yok ki. Bir şirket var, bir tane patron var. Ne isterse onu yapıyor. Şimdi burada üyeye soruyoruz. Cumhuriyet Halk Partisi'nin bütün demokrasi kanallarının ne kadar açık olduğunu gösterdiğimiz bir stratejidir bu ve çok doğru. İşin açıkçası ben bu anlamda üyenin bu sürece çok sahip çıkacağını. sandığa sahip çıkacağını düşünüyorum. Konu sadece Ekrem Başkanı seçme meselesi değil. Erken seçim dediğimiz bir süreçte tabii ki adayımızı erkenden belirlemek zorundaydık, mindere çıkmak zorundaydık. Süreç daha da sertleşecek mi? Her gün yaşıyoruz. Başkan Ankara'da açıklama yaptı o gün de bir soruşturma açıldı.
- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ekrem İmamoğlu'nu devre dışı bırakmak istediği yönündeki kabül güçlü kamuoyunda. Ama diğer tarafta da Mansur Yavaş gibi parti içi bir denge var.
Mansur Başkan bu konuda çok net tutumunu söyledi. Parti içerisinde bu tartışmaya izin vermeyeceğiz dedi. Günün sonunda hiç kimse kaybettirecek bir senaryonun parçası olmaz.
- Ama masada seçenekler de var dedi.
Masada seçenekler var. Bu siyasetin doğasında vardır. Ekrem Başkan buna karşılık çok güzel bir şey söyledi. Kardeşim adaylık kimsenin tapulu malı değildir dedi. Emin olun o kadro Türkiye'ye kaybettirmez. Bunu çok açık söylüyorum, yürekten söylüyorum.
- Bunu neye güvenerek söylüyorsunuz?
Bu kadro Türkiye'ye kaybettirmez. Bu kadro kol kola girer, sırt sırta verir, strateji geliştirir ve kazanır.
- 2023’te de böyle deniyordu ama
Bunun bedelini ağır ödedik. Bu toplum bir daha böyle bir bedel ödeyemez. Hesabını hepimizden sorar. Dolayısıyla herkes müsterih olsun. Hem bir belediye başkanı hem genç bir siyasetçi, Cumhuriyet Halk Partili biri olarak çok net görüyorum.
- Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu arasında bu tür birbirini aşağı çeken bir rekabet olmaz mı diyorsunuz?
Cumhuriyet Halk Partisi'nin ve biraz önce bahsettiğim toplumsal ittifaka toplum güveniyor. Toplum artık bu partiye güveniyor, bizlere güveniyor. Bundan sonra eğer kaybedersek biz kaybetmiş olacağız, onlar kazanmış olmayacak.
- Yine tekrar edeceğim aynı söz 2023 seçimleri için de söylenmişti...
Buna izin verecek bir kadro yok burada. Bunu açıklıkla söyleyeyim. İki belediye başkanı da bunu söylüyor. Mansur Başkan da birliğimizi, beraberliğimizi bozmayız dedi. Masada konuşuruz dedi. Sayın Genel Başkanımız süreci bambaşka bir boyutta yönetiyor. Açıklıkla söyleyeyim, biz burada bu birlik bozulmadan erken seçime sandık getirdiğimizde seçimi alırız.
- Erken seçim meselesi biraz karmaşık. Şimdi Ekrem İmamoğlu ön seçime girecek. Zaten başvurusunu yaptı ama bir taraftan hakkında davalar var. Siyasi yasak meselesi var. Diploma meselesi var. İmamoğlu’nun aday olamama ihtimali var. Anketlerde yavaş önde görünüyor. Sizce Türkiye'nin lidere mi yoksa yeni bir hikaye yazacak kadrolara mı ihtiyacı var?
Kadrolara ihtiyacı var şüphesiz. Sayın Ekrem Başkan’ın adaylık konuşmasında söylediği şey bu. Hepimiz Ekrem İmamoğlu’yuz dedi. Konu Ekrem İmamoğlu değil ki… Neden Ekrem başkan? Çünkü İstanbul'u aldı ve üç kere aldı. İstanbul her hangi bir yer değil ki. İstanbul bir Türkiye kesiti. Gayrisafi milli hasılanın yüzde 60'ı. Bugün Türkiye'de konuştuğumuz her şeyi inşa ede ede, rızayı ala ala kanalları aça aça, güveni tesis eden bir belediye başkanı var elimizde.
Süreç, sadece sahadan anketler üzerinden ürettiği bir stratejiyle yürüyeceğimiz bir süreç değil. Dönem çok daha kritik, çok daha stratejik ilerlememiz gereken bir dönem. Anketler tabii ki bir veri, sokak ne diyor buna bakarak… Anket tek başına siyaset olamaz. Ekrem Başkan’ın İstanbul'da aldığı rıza ve İstanbul'da aldığı güven, bu kadar uğraşılmasının sebebi zaten.
- CHP'nin parçalı bir görüntüsü var. Bir taraftan da operasyonlarla uğraşıyor. Kendi krizleri var. CHP içine mi çekildi?
Tam tersi… Yani CHP bir parti ve dolayısıyla içerisinde demokratik mücadeleler olur, siyasal mücadeleler olur ve bunlar açık, şeffaftır, görürsünüz. AK Parti’de bunları görebilir misiniz? Göremezsiniz. AK Parti’de hiçbir tartışma göremezsiniz. CHP dinamiktir, Bir siyasi partinin içinde art niyetli insanlar yok mu? Var. Art niyetli siyaset yapanlar yok mu? Var. Her yerde olduğu gibi burada da var. Ama topluma bakarsak, yeni değişimden sonraki sürece bakarsak, gerçekten kadro hareketini ve Türkiye'nin değişimini dert edinmiş yeni, genç bir siyasi yolculuk Cumhuriyet Halk Partisi.
- CHP’de öyle bir kadro var mı?
Bunu yerelde en azından belediye başkanlarıyla ve icraatlarla çok somut göstermeye çalışıyoruz. Bütün belediye başkanı arkadaşlarımın iş yapma, siyaset yapma, hangi işi neden yaptığını iyi anlatma ve bunu Cumhuriyet Halk Partisi ile beraber konuşma derdi var. Biz iktidar olduğumuz dönemde kadroları, siyaset hattını, yeni siyasi kültüre ilişkin bir şey inşa ederken insan yetiştirmek, insanların siyasi partilere güvenmesini ve dahil olmasını sağlamak… Bütün uğraşımız biraz da bu…
- Altılı Masa siyasi tarihte kaldı bir hezimet olarak. Ancak Altılı Masa’yı hatırlatan transferler var. İktidarın da transferleri var. Seçmen ne diyor?
Seçmen masa siyasetini boş verin, saha siyaseti diyor. Masa siyaseti bitti artık inanın. Beş tane vekil transfer edip üç tane onay alayım. Seçmen böyle hareket etmiyor artık. Seçmen sahada olmanızı istiyor. Transferler, masalarda yürütülen derin stratejiler… Önümüzdeki dönemin böyle bir dönem olmadığını görüyoruz. Ahmet oraya gitti o zaman tamam. Bunlar yok artık. Seçmen benim hayatıma nasıl dokunacaksın diyor. Çünkü bambaşka bir kriz içerisinde Şişli, sosyo ekonomik statüde Türkiye'de birinci sırada. Burada 1500 haneye kömür dağıttım. Çünkü ihtiyaçtı, insanlar elektrik yakıyordu. Yangın tehlikesi ile karşı karşıya. Kuştepe kaymakamlığın verdiği kömür yanmamış. O detaya girmiyorum. Önemli de değil. Yanmıyordu. Attılar çöpe gitti. Kriz bu boyutta iken yani siz tepeden birini alın, siyaseten en tepeye koyun olacağını mı zannediyorsunuz? 7 bin 500 battaniye isteyen var inanamazsınız. Konu gerçekten vatandaşın gerçek gündemi ile çözüm üreten, ne dediği belli, ne yapacağı belli, kadroları belli bir hattı gösterebilmek.
- CHP’de 23 Mart'ta sandık kuruluyor, o tarihe kadar bir şey bekliyor musunuz?
Bu tarot falına döndü. Onun için beklemek değil, odaklandığımız şey 23 Mart'a kadar sandıktan kuvvetli bir katılımla Ekrem Başkanı aday çıkarmak.
- Sonuçlar Ekrem İmamoğlu'na bir zırh kazandırır mı?
Cumhurbaşkanı adaylığı bir zırh mıdır, bunu bilemem ama Ekrem Başkan’ın zırhı sokakta.
/././
İstanbul Barosu Başkanı Prof. Kaboğlu: İktidar iki yüz yıllık hukukileşme mirasını reddediyor, Cumhuriyet anayasacılığının sonu bu!-Candan Yıldız-
"Ankara İmralı'yı sürekli davet ediyor, İstanbul ise nasıl bir sabaha uyanacağı konusunda hukuki güvenliğe sahip değil”

“İnsan, haklarıyla insandır” sözünün toplumun zihin kodlarında epey aşındığı süreçlerden geçiyoruz. Siyasetçiler, insan hakları savunucuları, hukukçular, gazeteciler, iş insanları, şirket yöneticileri, sokakta röportaj veren yurttaş gözaltına alındığında toplum artık şaşırmıyor. Çünkü hukuki öngörülebilirlik ciddi zedelenmiş durumda. Ceza hukukçusu Prof. Adem Sözüer’in Cansu Çamlıbel’e verdiği söyleşide dediği gibi “Olan kanun değil, olmayan kanun uygulanıyor.”
İstanbul Barosu’nun başına gelenler de bu tablodan bağımsız değil. İnsan hakları teorisinin, hukukunun, felsefesinin Türkiye’deki en önemli isimlerinden, Barış Akademisyeni, bir dönem TBMM’de de kanun hükmünde kararnamelerle ihraç edilenlerin haklarını savunan İstanbul Barosu Başkanı Prof. İbrahim Kaboğlu ve Baro yönetimi hem hukuk hem de ceza davasıyla karşı karşıya.
Kaboğlu ile yönetim kurulu üyelerinin görevlerine son verilmesi, yeni baro başkanı ile yönetim kurulu üyelerinin seçilmesi talepli davanameyle İstanbul Asliye Hukuk Mahkemesi’ne dava açıldı. 4 Mart’ta Çağlayan Adliyesi’nde bu dava görülecek.
Türkiye öyle bir zamandan geçiyor ki, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “Kürt-Türk kardeşliği” dediği yeni süreci aktif olarak yürüten İmralı Heyeti’nden Sırrı Süreyya Önder’in Abdullah Öcalan’ın tarihi çağrısının okunduğu gün “Bu barışta sizin de payınız var” dediği Barış Akademisyenleri'ne şükranlarını sunarken, Barış Akademisyeni İbrahim Kaboğlu bir kez daha yargılanıyor.
Kaboğlu ile, hem "Ankara, İmralı'yı sürekli davet ediyor; İstanbul ise nasıl bir sabaha uyanacağı konusunda hukuki güvenliğe sahip değil" sözleriyle dikkat çektiği çelişkili süreci hem de İstanbul Barosu’nun neden hedef alındığını konuştuk.
Söz Kaboğlu’nda…
“Barış Akademisyenleri özgürlüksüzlük, eşitsizlik, adaletsizlik sarmalında debelenirken, diğerleri ise ömür boyu kendilerini sorumsuzlukla büyüttüler”
- İmralı Heyeti’nden Sırrı Süreyya Önder, Abdullah Öcalan’ın açıklaması öncesinde Barış Akademisyenleri’ni de andı ve “Aydınlar, sanatçılar ama en çok da Barış Akademisyenleri... Aşından, işinden edilen bilim emekçileri bu barışta sizin payınız yadsınamaz. Ebedi teşekkürlerimizi, şükranlarımızı kabul etmenizi diliyoruz” dedi. Ne diyeceksiniz? Zira sizler de çok şey yaşadınız…
Barış Akademisyenleri’nin maruz kaldığı hukuksuzluk aslında her geçen zaman derinleşiyor, yaygınlaşıyor ve kangrenleşiyor. Barış Akademisyenleri özgürlüklerinden edildiler, ayrımcılığa tabi tutuldular, adaletsizlik mağduru oldular. Üniversiteden uzaklaştırılan 415 Barış Akademisyeninin yaşadığı hukuksuzluk sarmalı derinleşti. Barış Akademisyenleri içerisinde büyük çoğunluğunun dosyası OHAL Komisyonu tarafından reddedildi. Mahkemelere beş yıl sonra başvurulmaya başlandı. Onların bir kısmı mahkeme tarafından reddedildi. Kazananlar ise ilgili üniversiteler tarafından istinaf yoluna gidilerek onlar da süründürülmeye başlandı ve devam ediyor. Şimdi bu yara dediğim gibi derin bir yara.
Buna karşın Kanun Hükmünde Kararname failleri, yani Barış Akademisyenlerini mağdur eden kişiler, aktörler, kendileri için aynı dönem beş yasa çıkardılar. 2016’daki OHAL döneminde karar alan, kararları uygulayanlar siyasal, cezai, idari, mali ve hukuki sorumsuzluk zırhına kavuşturdular kendilerini.
Bir yanda Barış Akademisyenleri özgürlüksüzlük, eşitsizlik, adaletsizlik sarmalında debelenirken, diğerleri ise ömür boyu kendilerini sorumsuzlukla büyüttüler. Bu antagonizma, bu çelişki, bu büyük tezat mutlaka dillendirilmeli. Sayın Önder sağ olsun her zaman o duyarlılığını dile getirmiştir. Ama bu yönünü de mutlaka dile getirmek gerekir.
Ben de 7 Şubat 2017’de, 686 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname mağduruyum. O dönem AKP'li birçok kurmay beni aradı. Mustafa Şentop’tan Ahmet İyimaya’ya kadar.
- Sizi aradıklarında ne dediler ?
“Sizden terörist olmaz, bu nasıl olur, bu kadarı haksızlık” dediler. O dönem Cemil Çicek’e şunu söylemiştim. Birini kurşunlarsanız öldürürsünüz dedim. Yetmez boynuna bir ip takarsınız, cesedi süründürürsünüz yerde, hızınızı alamazsınız ve süründürdüğünüz cesedi arkadan tekmelersiniz. Bu yapılanlar bunu andırıyor dedim. Hiçbir şey diyemedi. Haklısınız der gibi…
Gencecik meslektaşlarımın hayatları karartıldı aileleriyle birlikte. Bu bakımdan bu dünya tarihinde de bir ilktir. TBMM kürsüsünde bir seferinde 5 bin 500 akademisyenin atıldığını, yargısız infaza tabi tutulduğunu belirterek atılan bu kadar akademisyenden 20 Şırnak Üniversitesi’nin kurulabileceğini söylemiştim.
“Ankara 3 aydır İmralı'yı sürekli davet ediyor Ankara'ya, İstanbul ise nasıl bir sabaha uyanacağı konusunda hukuki güvenliğe sahip değil”
- Adı konulamayan ama barışa da kapı aralayabilir diye ümit edilen bir süreç var. Bedel ödeyen bir akademisyen olarak nasıl hissediyorsunuz?
15 Temmuz olunca bir anda, haliyle o iktidar içi hizip savaşının ortağından binlerce, on binlerce kişi ihraç edildi. Fakat onlar üzerinden, başından beri cemaatleri eleştiren benim gibiler hukuksuz bir biçimde yakıldı. Ben o dönem AKP'nin OHAL Komisyonu’nu gaz odası olarak nitelendirmiştim. Demokrat olan, geçmişinden emin olan, saydam olan kesimlere yüklenmeye başladılar. Meclis'te, bana bölücü falan diyenler, Barış Akademisyenlerini aşağılayıcı konuşmalar falan vekiller oldu MHP'den, AKP'den…
Bahçeli o dönem Anayasa Mahkemesi’ne HDP’yi kapatmazsan ben seni kapatırım demişti. Sayın Bahçeli’nin bugün konuşsun dediği kişi hükümlü ve herkesin terörist dediği örgütün başında olan kişi. Bunu öğrenince Selahattin Demirtaş'ın cezaevinde ne işi var, çıkmalı, mahkeme kararı var, derin çelişki var demiştim.
22 Ekim’den bu yana yaşadığımız derin çelişkiler ve rasyonalleşme süreci yaşanmadığı sürece bunları yorumlamak zor. Ankara’nın İmralı-Öcalan, Edirne-Demirtaş arasındaki antagonizması değil sadece, Ankara ile İstanbul uygulaması arasında… Ankara üç aydır İmralı'yı sürekli davet ediyor Ankara'ya. İstanbul ise nasıl bir sabaha uyanacağı konusunda hukuki güvenliğe sahip değil.
- Bütün bu çelişkilere rağmen bedel ödeyen bir insan olarak "Durumun buraya gelmesinde tuzum varsa ne mutlu bana" diyebiliyor musunuz?
Ben hep hukuku savundum, hep barışı savundum. İnsan hakları kuramcısı ve aynı zamanda bunun nasıl uygulanması gerektiğine uzunca bir zamandır kafa yoran bir kişi olarak, eğer bu aşamaya gelinmesinde bir katkım olduysa tabii ki. Bütün bu yorgunluğa, ödenen bedellere rağmen yaptıklarım, yazdıklarım, söylediklerim konusunda hiçbir zaman pişmanlık duymadım.
“İstanbul Barosu’nu kapatırsan yarın Hakkari Barosu kapatılır”
- Baro başkanı olarak siz ve yönetim kurulu “terör propagandası”, “yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” iddialarıyla yargılanacaksınız. 4 Mart'ta da hukuk davanız var. Anayasa hukukçusu olarak Türkiye'nin içinde bulunduğu hukuki atmosferi de düşünürsek o gün ne bekliyorsunuz? Görevden alınma kararı bekliyor musunuz?
Eğer yürürlükteki kurallara bakacak olursak 4 Mart'ta bir şey çıkmaz. Hatta bizim açıklamalarımız karşısında hakimin reddetmesi gerekiyor. Böyle bir dava olmaz. Bu bir kurgudur. Bu kurgusal dava aslında İbrahim Kaboğlu ve İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyelerine yönelik değil, İstanbul Barosu'nun tüzel kişiliğine, kişiliğine yönelen bir davadır. Ben 55 yıllık hukukçuyum. Böyle bir dava yalnızca Türkiye'de değil, dünya genelinde tasavvuru mümkün olmayan bir davadır. Çünkü barolar temelini Anayasa’nın ikinci maddesinden alıyor. Avukatlık Kanunu iki büyük görev veriyor barolara: İnsan haklarını korumak ve hukukun üstünlüğünü savunmak. Şimdi baro hukuku talep eden bir bildiri nedeniyle kapatılacaksa, o zaman burada hukuk aramak boşuna olur.
Türkiye kamuoyu henüz bunun vahametini algılayamadı. İstanbul Barosu’nu kapatırsan yarın Hakkari Barosu kapatılır. Belki bu kadar duruşmaya gerek görmeden kapatırsınız. Bu bakımdan bu dava hemen reddedilmeli.
21 Aralık günü yapılan açıklamada, şiddete çağrı olsaydı, yasaya aykırılığa çağrı olsaydı ya da ırkçılık yapılsaydı, yani insan hakları ortak hukukunun ifade özgürlüğü koruması dışında bıraktığı bir alan olsaydı ya da birilerinin yatak odasıyla ilgilenseydi, özel yaşamını kurcalasaydı, birilerine hakaret etseydi… Yani ifade özgürlüğünün koruma alanı dışında kalan hususlar ki bunlar bellidir, bunlar olmadığı sürece orada yaratılmak istenen kurgu şu kişilerin kimliği nedir, şu kişiler var mı yok mu , şu sıfata sahip mi? Bunlar hukukun sorunu değil. Bakın bizim bildirimiz yalnızca hukuk talep ediyor. Şimdi neyi tartışıyoruz; ölmüş kişiler üzerinden İstanbul adliyeleri, savcılıkları tomar tomar kağıt yazıyorlar ve Türkiye'de terör örgütlerinin hikayesini anlatıyorlar. Oysa bizim hiçbir ilgimiz yok. Bunların çoğunu savcılıkların, mahkemelerin kes yapıştır yöntemiyle oluşturduğu kağıtlardan okuyorum. Bir polis memurunun hazırladığı terör örgütleri temelindeki bir fezleke, bir kurgu. Bu skandal davanın temelini oluşturuyor. O zaman tabii ki yaşamında şiddet sözcüğünü ağzına almak bir yana, adil yargılanma hakkının tem el ilkesi olan ‘silahların eşitliği’ ilkesi kavramında ‘silah’ kelimesi yerine ‘hukuki araçların eşitliği’ diyelim önerisini yapan bir kişi ile terör propagandası arasında bağlantı kurmak ve hele bunun eskiden benim de öğrencim olmuş savcılar tarafından yapılması, gerçekten hukuk diliyle açıklanması mümkün olmayan, akla ziyan dediğimiz bir süreci yansıtıyor.
- Hukuk davasından bir şey çıkmasını beklemiyorsunuz anladığım. Ama çıkarsa ne olacak?
Avukatlık Kanunu'na göre bizim bir ay içerisinde genel kurul toplantısı yapıp seçimli genel kurul yapmamız gerekiyor.
- Birçok avukat grubu "Aday göstermeyeceğiz" diyerek size yapılan hukuksuzluğa karşı çıkmıştı.
Fakat meşrulaştırıcı bir dil kullanmamış olmak için şunu belirteyim. Bir biçimde olmaması gerekir. Salı günkü duruşmada yasa ihlal edildi ve bu karar verildi diyelim. O zaman hemen istinafa gidilir. Dolayısıyla hani başvuru, itiraz, istinaf, temyiz bunlar sonuçlanmadan bir şey olmaz.
“Hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmayacaksak bu tür kurumların varlığının bir anlamı yok”
- Kayyım tehlikesi yok değil mi?
Böyle bir şey yok. 15 Ocak'ta bütün bileşenler geldi, yapılanlara ‘hayır’ dediler. Biz yarıştık Kaboğlu ve ekibiyle ve İstanbul Barosu'nun yönetimi 2 yıllığına seçildi, Ekim 2026’da buluşmak üzere dediler. İstanbul Barosu'nun 21 Aralık günü bildirisi bir hukuk talebidir. Görevi, varlık nedeni adalet olan bir kuruluşun görevi hukukun üstünlüğü ve insan haklarını savunmak ise, bir bildiri ile hukuk talebinde bulunamayacaksa, o zaman bu tür kurumların varlığının bir anlamı yok. Avukata ruhsat vermeye indirgenebilecek bir kurum olsa idi zaten o zaman Avukatlık Kanunu’nda derdi ki işte baronun görevi avukatlara ruhsat vermektir, gelen yazışmaları yürütmektir vs. İstanbul Barosu 147 yıllık bir üniversite, dünya genelinde biricik, emsalsiz bir baro. İki imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul'da beş anayasayı kucaklıyor. İki kıta üzerinde yetkisini kullanıyor. 67 bin üyesi var. Böyle bir kurumun hırpalanmaya çalışılması akla ziyan bir şeydir.
- İstanbul Barosu sizce neden hedefte? Kendinizle bir ilişki kuruyor musunuz?
Hatırlarsınız 4 yıl önce 7249 sayılı yasa ile ilgili, yani baroları bölmeye yönelik yasa önerisi sırasında çok aktif bir rol oynadım. Komisyon aşamasından itibaren baro başkanlarıyla dayanışmadan Anayasa Mahkemesi’ne başvuruya kadar… Biliniyor ki İbrahim Kaboğlu, baroların parçalanmasına karşı mücadele eden bir milletvekili oldu. Ama yasayı geçirdiler. Fakat amaçlarına ulaşamadılar.
“Suçsuzluk karinesi insan haklarının sert çekirdeğidir”
- Sayıları çok olmadı, o anlamda diyorsunuz herhalde…
Ankara ve İstanbul'u parçalamak istediler ama kendilerinin 4 yılda oluşturabildikleri sayı, benim 4 ayda verdiğim ruhsat sayısı kadar. Amaçlarına ulaşamadılar. Peki ulaşamayınca ne yapacak? İbrahim Kaboğlu’nun yaşamı saydam, hiçbir açığı yok. Anayasayı açıkça ihlal eden yargı mensuplarını teşhir edeceğim diyen bir kişi. Baro bünyesinde “İhlalleri İzleme Merkezi” kuruyorum. Genel Kurul kampanya döneminden beri dillendirmeye başlayan bir kişi ve bu anayasayı açıkça ihlal eden hakim ve yargı mensupları avukat olamazlar görüşünü açıkça dillendiren bir kişi… İstanbul Barosu’nu eğer bu doğrultuda işlevsel kılabilirsek, hukuk devletine dönüş yönünde dengeleri değiştirebilecek bir potansiyele sahibiz.
Bunun için 39 merkez komisyon oluşumunu seçim yoluyla yaptık. İlk kez bunu yaptık. Katılım dedik, demokratikleşme dedik ve seçimle komisyonlar kurduk. Onlar bilimsel çalışmalarına başladılar. Üniversitelerin yapamadığını yapıyoruz. Hocalar geliyor, tartışıyorlar. Mesela Kartalkaya’daki yanan otel niçin yandı? Kim sorumlu? Bütün bunları bilimsel olarak teorisyenler ve pratisyenler masaya yatırıp konuşuyoruz, tartışıyoruz ve onlarca hukuk fakültesi mezunu burada ruhsat alıyor, göreve başlıyor. Biz diyoruz ki o zaman üniversitelerin yapamadığını biz yapacağız. Demokratik yöntem. Akademiye çevirmek ve Türkiye'de hukuka dönüşe yardım etmek. Üniversite rektörleri seçimle belirlenmiyor. Biz siyaset yapmıyoruz. Biz hukuk grubuyuz. Ama siyasal aktörlerin siyaseti anayasal çerçevede yapmasının da izleyicisiyiz. Demokrasi aktörlerinin demokrasiyi hukuk yoluyla icra etmelerinin izleyicisiyiz. Biz anayasa yapmıyoruz ama anayasaya saygının bekçisiyiz. Biz icabında öneririz de. Tabii ki izleme, gözetleme ve denetleme. Ve bunu İstanbul Barosu yapmayacaksa kim yapacak?
Kişiden hareketle delil yaratamazsınız. İşte şu anda bizim üyemiz olan Fırat Epözdemir'in hapishanede. Yapamazsınız bunu. Suçsuzluk karinesini, suçsuz sayılma hakkını en çok ben dillendirdim ki şu anda İstanbul Barosu bunun mağduru. Suçsuz sayılma hakkı o kadar temel bir haktır ki Türkiye savaş ortamında bile olsa insanları eğer kesinleşmiş mahkeme kararı yoksa suçlu sayamazsınız. İnsan haklarının sert çekirdeğidir bu. Dolayısıyla bunları ihlal ederek siz dava açıyorsanız, dava yürütüyorsanız. Savunmanın en büyük örgütü buna seyirci kalamaz. Bütün bunlar tabii ki Türkiye'de hukuk yerine talimatları, Türkiye'de fikir yerine çeteleri, Türkiye'de yurttaşlık yerine yabancıları kollayan kesimleri rahatsız etmiş olabilir.
“Vahit Bıçak FETÖ’nün adayıydı, 20 yıl sonra hem barodan hem de akademiden atıldı; biz ise yargılandık”
- Siz 2003 yılında Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanı olarak görev yaptınız. O dönem Azınlık Raporu hazırladınız. Bunun için yine yargılandınız, beraat ettiniz. Sonrası malum yine yargılandınız imzaladığınız bildiri nedeniyle. Siz bu sürekliliği nasıl açıklıyorsunuz?
Abdullah Gül o zaman başbakandı. Ertuğrul Yalçınbayır da başbakan yardımcısı. Beni önerdiler. Başkan seçildim. Ama insan haklarına dokununca hayır dediler ve soluğu mahkeme koridorlarında aldık. O dönem FETÖ denilen yapı bana karşı Vahit Bıçak’ı aday gösterdi. Bıçak, Polis Akademisi'nde doçentti o zaman. FETÖ'cülerin desteğini aldı ama ben kazandım. Ben kazandığım için o dönem o makamı bana zehir etmek için ellerinden geleni ardlarına koymadılar. Vahit Bıçak kim? Akademisyen Ceren Damar’ı öldüren çocuğun avukatı. Hem Polis Akademisi’nden hem de Ankara Barosu’ndan atıldı. Ama ne zaman 20 yıl sonra… Biz insan haklarını ilerletelim derken Türkiye kimlerin elindeydi…
“Cumhuriyet anayasacılığının sonu bu”
- Türkiye’de ortalama bir insan soruşturma nedir, kovuşturma nedir, iddianame nedir öğrenmek durumunda kalıyor. Bu sizce bir ülke için ne söylüyor?
Tarihimizde her zaman inişli çıkışlı dönemler oldu, sıkıntılı dönemler oldu. Türkiye'nin Osmanlı'dan bu yana yaklaşık iki yüz yıllık bir modernleşme, kurumsallaşma, kurallaşma, ondan sonra bir ilerleme, hukukileşme dönemi oldu. Bugün yaşanmakta olan (2017'den bu yana) Cumhuriyet anayasacılığının sonu diyorum. İktidar reddi miras yapıyor. Bütün birikimi reddediyorum diyor. İşte bu reddin uygulamaya geçirilmesidir. 2017’de siyasal egemenliği aldım diyor. Şimdi toplumsal egemenliği nasıl kurarım diyor. Saray ve çevresi ya da Cumhur İttifakı toplumsal egemenlik kurma sınavını veriyor. Başsavcılıklar, hakimler, partiler, kaymakamlar, valiler bu sınavı veriyor. Toplumu yeniden dizayn etmeye çalışıyor. Ve şunun farkında. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, ne kadar tankla topla gidersek gidelim geri kalan yüzde 50’yi, demokrasi isteyen, insan haklarına dayanan laik ve demokratik cumhuriyet yanlısını sindiremiyoruz. Demokratik siyaset alanını ne kadar daraltsak da başaramıyoruz. Demokratik toplumu ne kadar baskılasak da sönümlendiremiyoruz. O zaman artık totalitarizm evresine geçelim ve daha büyük bir terör yaratarak baskılayalım diyor. Acı da olsa bir gerçektir.
- İş insanları, siyasetçiler, gazeteciler, sendikacılar, sokakta konuşanlar, işçiler, öğrenciler, oyuncular, tweet atanlar farklı gerekçelerle gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Bu sözünü ettiğiniz toplumsal egemenlik kurmak için mi?
Türkiye'nin en büyük sorunu siyasal kirlenme, kirletme, hukukun kirletilmesi ve iktisadın kirletilmesi. Burada iş adamı çıkıyor, hayır diyor, sizin gibi değil diyor. Reel ekonomi sizin dediğiniz gibi değil diyor. Siyasetçi çıkıyor hayır diyor, hukukçu çıkıyor, hayır bu değil diyor. Senin yaptığın sözde anayasacılıktır, sahte anayasacılıktır. Gerçek bu değil diyor. Yurttaş çıkıyor, röportaj veriyor. Gerçek budur diyor. Şimdi burada söz konusu olan farklı açılardan da olsa gerçekleri dillendirme özgürlüğü, İfade özgürlüğü… İfade özgürlüğünü toplumsal sorunlarda kullanıyorsa, örneğin bir öğretmen okulunda sıram kırık, hayır diyorsa bu ifade özgürlüğüdür. Ya da RTÜK niçin var? RTÜK iletişim özgürlüğüne yönelik tehditleri bertaraf eden bir kurum. Ama diyor ki gerçekleri söylemeyin. Toplumun moralini bozuyorsunuz diyor. Bu gerçeklerin saklanması, gerçekleri dillendirme özgürlüğünün ortadan kaldırılmasıdır.
- Ama siz gerçek olmayan bilgiyi yayıyorsunuz diyorlar ve oradan soruşturma başlatıyorlar, dava açıyorlar.
İşte o, tıpkı bizim örneğimizde olduğu gibi, TÜSİAD'ın örneğinde olduğu gibi, gazeteciler örneğinde olduğu gibi. Ben hiçbir zaman şu uluslararası rapora göre demem. Örneğin Anayasa Mahkemesi’nin yayımladığı 10 yıllık, 12 yıllık bilançosuna göre en çok ihlal eden hak adil yargılanma hakkı.
İstanbul Barosu’nun yayımladığı barışçıl bir bildiri, hak talep eden bir bildiri, hukuk hakkı talep eden bir bildiri. Kapatılma davası ile karşı karşıya geliyorsa, o zaman burada uluslararası kurumun raporuna ihtiyaç yok.
“Şu anda bir anomali yaşıyoruz”
- Vatandaşla devlet arasındaki aktin temeli hukuk, o da eşit davranmak. Bunun örselendiğini görüyoruz. Vatandaş devletin kendisini koruyup korumadığı konusunda daha tedirgin. Bu ilişki nereye gidiyor sizce?
O ilişki 2017'de koptu, kırıldı. Ne zaman ki olağanüstü ortam ve koşullarda 200 yıllık birikim, hükûmet ilga edildi, parlamenter rejim kaldırıldı, siyasal sorumluluk tasfiye edildi, siyasal karar alma düzenekleri yok edildi. O vakit o sözleşme ortadan kalktı. Şu anda bir anomali yaşıyoruz. Çünkü suç işliyor, hakim karşısına çıkmıyor. Polis suç işliyor, cezasız kalıyor. Bir tür bir kayırma var. Öbür taraf suç işlemiyor ama buna rağmen hapishaneye giriyor. Ve buradaki ayrışma, ayrımcılık, cezasızlık, ötekileştirme toplumsal dokunun örselenmesi anlamına geliyor ve giderek derinleşiyor. Bütün bu ayrıştırmalara rağmen eğer toplumda bir iç savaş olmuyorsa demek ki toplumumuzun dokusu tahminimizden daha fazla güçlü. Bu da umut veriyor.
- Sizce toplum neyle karşı karşıya olduğunun farkında mı?
Zannediyorum haksızlıklar genişledikçe, yaygınlaştıkça, destekleyenler bile ne oluyor demek durumunda kalacak, kalıyor gibime geliyor. Burada sağ-sol ayrımı yapmadan, hukuktan yana olanlar, demokrasiden yana olanlar, bir tür anayasal yurtseverler, eşitlikten yana olanlar, insanlıktan yana olanların bu büyük yıkımı fark edip, onulmaz zararlarını fark edip çözüm yollarını aramaları konusunda daha çok güç birliği yapmaları, daha çok dayanışma halkalarını genişletmeleri gerekir. Gördüğüm eksik bu. Yani bu eksik sürdükçe iktidar yanlıları, Cumhur İttifakı hukuk güvenliğini daha çok ihlal etme cüretini kendinde görüyor. O bakımdan hukuk güvenliğini ihlal etme, derinleştirme ve genişletme cüreti yaygınlaştıkça birleşme, dayanışma cesaretini yaygınlaştırmamız gerekiyor. Şu anda iki taraftaki dengesizlik bu diyebilirim.
“Bu yasa yürürlüğe girerse dezenformasyon yaygınlaşacak dedim, öyle de oldu”
- Dezenformasyon yani sansür yasasının çıktığı dönem AKP’li Mahir Ünal, “5 şart yan yana gelirse ancak bu maddeden dava açılabilir ya da soruşturma açılabilir” demişti. O beş şart da şuydu: Yayılan haber gerçek olmayacak, ülkenin güvenliği ve kamu sağlığıyla ilgili gerçek dışı haber olacak, halk arasında panik, korku, endişe oluşturma kastı taşıyacak, kamu barışını bozmaya elverişli olacak. Ama o 5 madde yan yana gelmese de soruşturma açılıyor. Örneğin TÜSİAD yöneticileri… Bir diğer hukuki kavram da ‘delillerin yeniden kıymetlendirilmesi.’ 12 yıl sonra bir tape yeniden kıymetlendirildi denilerek soruşturmanın, gözaltının gerekçesi olabiliyor. Bu sonsuza kadar yargılanma ihtimali demek değil mi?
O dönem o yasayı Anayasa Mahkemesi'ne götürdük ve reddedildi. Fakat AYM bir kayıt düştü. Zaten bunun uygulanması zor dedi. Savaş hukukunun belli teknik alanlarında uygulanması amacıyla konulmuş olan bir hükmü siz oradan çıkarıyorsunuz, olağan hukuka monte ediyorsunuz. Bu tehlikelidir dedim, çırpındım. Eğer bu yasa yürürlüğe girerse resmi dezenformasyon yaygınlaşacak dedim. Öyle de oldu…
- İletişim Başkanlığı dezenformasyon bülteni yayımlıyor şimdi…
Aslında resmi dezenformasyon bu. İstanbul Başsavcılığı'nın yaptığı da resmi dezenformasyondur.
12 yıl sonra kıymetlendirme olmaz. Adalet yakın olan zamanda gerçekleşir. Eğer gerçekten suç varsa öldürdü, gömdü ve bunun da resmi varsa o zaman tamam. Ama falan kişi konuşmuş, şöyle bir dedikodu olmuş, falan yere gitmiş, cenazeye gitmiş, taziyeye gitmiş. Şimdi biz burada kullanmamız gereken husus, hukukun genel ilkeleri çerçevesinde suç muydu değil miydi buna bakmamız lazım. Yoksa İbrahim Kaboğlu 12 yıl önce falan muhabirle görüşmüş. Bunlar olmaz. Yani o zaman hiç kimse Anayasanın güvence altına aldığı haberleşme özgürlüğünü kullanamaz. Sabahın köründe kimsenin odasına, yatak odasına giremezsiniz ve özel yaşamın gizliliğini ihlal edemezsiniz. Bunu 12 yıl önce de yapamazsınız, 12 yıl sonra da yapamazsınız.
- Siz bugün üniversitede ders verseydiniz öğrencilerinize hangi güncel davaları örnek verirdiniz?
Şimdi üniversitede ders veriyor olsaydım, özellikle Anayasa Mahkemesi'nin Can Atalay kararı ve o karardan sonraki süreci örnek verirdim. Baroda ruhsat verdiğim avukatlara söylüyorum o dönemi iyi öğrenin diye. Ama üniversitede olsaydık ve öğrencileri bu ortamda sıkıntıya sokmamak için biraz daha üstü örtülü anlatırdım. Çünkü anlattıklarımı yazan bir öğrenciyi bugün okuldan atabilirler.
Enflasyon ve büyümede son görünüm -Binhan Elif Yılmaz-
Enflasyonla mücadelede para politikasına maliye politikasının eşlik etmesi gerektiği sıklıkla dile getirilse de ücret artışlarının kontrol altında tutulması yani gelir politikası üzerinden dezenflasyon süreci devam ediyor.
TÜİK verilerine göre şubat ayı TÜFE aylık yüzde 2,27 artarken yıllık yüzde 39,05 oldu. Ocak ayı enflasyonunun ana nedeni olan ‘sağlık katılım payı’ndaki artış kısmen geri alınınca şubat enflasyonu beklenenin oldukça altında geldi.Ancak bu kez şubat ayında eğitim enflasyonu ön plana çıktı. Eğitim TÜFE aylık yüzde 9,92 ve yıllık yüzde 94,9 artış ile manşet enflasyonun hemen hemen üç katı. Önceki yıllarda eylül, ekim aylarında yani eğitim-öğretim başlangıcında yüksek çıkan eğitim enflasyonu, artık yılın geneline yayılıyor ve aile bütçelerini sarsmaya devam ediyor.
Her eğitim düzeyinde enflasyon yıllık bazda çok yüksek. Üniversite eğitiminde yüzde 108, okul öncesi eğitim/ilköğretimde yüzde 96,6 olan fiyat artışları öğrenci yurtlarında (yüzde 53) ve kitapta (yüzde 34,3) da kendini gösteriyor. Üstelik eğitimin TÜFE'ye esas ana harcama grubu ağırlığı sadece 2,3, ağırlık daha yüksek olmayı hakse de eğitim enflasyonu bu ağırlık üzerinden hesaplanıyor.
Öte yandan şubat ayında sadece eğitim değil, yıllık bazda fiyat artışları konutta yüzde 70,8 ve lokanta/otelde yüzde 45,9 olarak gerçekleşti.
Hatırlarsanız 2023 genel seçimleri öncesinde enflasyon oranı mayıs 2023’teki ‘bedava doğal gaz’ etkisiyle yüzde 39,59’a gerilemişti. Bugün aslında 20 ay önceki enflasyona geri dönmüş olduk.
Ancak aradan geçen iki yıla yakın sürede, enflasyon ile ağır bir sınav verdik, sınav hâlâ devam ediyor. Genel seçimler sonrası sıkı para politikasına kademeli de olsa adım atıldığında maliye politikasından ağır bir sıkılaşma hamlesi gelmişti. 2023 yaz döneminde KDV ve ÖTV’deki artışlar sonucunda eylül ayına geldiğimizde enflasyon oranı yüzde 61,59’a kadar tırmanmıştı.
İzleyen aylarda para politikasında sıkılaşma devam ederken haziran 2024’te enflasyon oranı yüzde 75,45 ile tarihi yüksek seviyelere çıkmıştı. Aynı dönemde ekonomi yönetimi tarafından “büyümeden taviz vermeden enflasyonla mücadele edileceği” sık sık tekrarlandı. Oysa enflasyon yükseliyordu ve ekonomi daralıyordu. 2024 yılı ikinci ve üçüncü çeyrekte büyüme oranları negatif bölgede yer aldı. Artık görünüm enflasyon içinde küçülmeye işaret ediyordu.
TÜİK’in haftanın son gününde açıkladığı 2024 son çeyrek büyüme verisine göre Türkiye ekonomisi 2024 yılında yüzde 3,2 büyüdü. Kişi başı milli gelir ise dolar enflasyonu ve resmi nüfus hesabına girmeyen milyonlarlar dikkate alınmazsa 15.463$ oldu. Büyümenin kompozisyonunda yine inşaat sektörü sürükleyici (yüzde 9,3) olurken sanayi oldukça zayıf kaldı (yüzde 0,5). Özellikle imalat sanayi ivme kaybetti.
Parasal sıkılaşmanın başlangıcında bir önceki çeyreğe göre hane halkı tüketimi yüzde 12,3 ve ithalat yüzde 14,5 artıyordu; son gelen büyüme verisiyle hane halkı tüketimi (yüzde 3,7) ve ithalat (yüzde -4,1) geriledi.
TCMB de iki çeyrek üst üste küçülmenin dezenflasyon açısından yeterli olabileceğini ima eder şekilde 2024’ün son ayından itibaren faiz indirimlerine başladı. Şubat enflasyonunun beklenti altında gelmesi 6 martta TCMB’nin politika faizini 250 bps puan indirmesi açısından elini kuvvetlendiriyor.
Parasal gevşemeye yönelik önlemler alınmaya devam ediyor. Hazine destekli kefalet sistemi devreye girecek, kredi arzı çeşitli kanallardan genişleyecek. Tüm bu genişletici önlemler büyüme oranını ivmelendirici etki yapacaktır, ancak haziran ayı itibariyle enflasyonla mücadele daha zor (başta baz etkisinin olmaması nedeniyle). Büyümeden taviz verilmeyecek şekilde ilerlenecekse o zaman TCMB yıl sonu enflasyon tahminini birden fazla kez yükseltmek durumunda kalır.
Ekonomik refah ve sosyal adaletin bir arada düşünülmesi ve gerçekleştirilmesi gerekir ama enflasyon var olduğu sürece gelir dağılımında adalet hızla bozuluyor. Talebi baskılayarak enflasyonla mücadele edilirken, yüksek talebi olan yüksek gelirlilerin talebi değil, enflasyon karşısında satın alma gücü eriyen düşük ve sabit gelirlilerin talebi düşüyor.
2024 yılının ikinci yarısında asgari ücrete artış yapılmadı, diğer ücretler de sınırlı arttı. Emeğin gayrisafi katma değerden aldığı pay geçen yılın ilk çeyreğinde yüzde 42’den son çeyrekte yüzde 35’e geriledi.
Sonuçta enflasyonla mücadelede para politikasına maliye politikasının eşlik etmesi gerektiği sıklıkla dile getirilse de ücret artışlarının kontrol altında tutulması yani gelir politikası üzerinden dezenflasyon süreci devam ediyor.
Enflasyon beklentilerinde ve fiyatlama davranışlarında iyileşme çok yavaş. O nedenle çok büyük olasılıkla mart enflasyonunda ramazan, nisan enflasyonunda ise bayram etkisi görülecek. Şubat enflasyonunun sağlıkta katılım payının kısmen geri alınmasıyla düşük çıkması sağlandı ama, ramazan ayını ve bayramı erteleme, öteleme, geri alma imkânı yok. Değil mi?
/././
İhtiyatlı iyimserlik: “İktidarın niyetine rağmen barışı ve demokratikleşmeyi savunmak!”-Mustafa Durmuş-
Aşırı kötümser analizler bizi teslimiyete ve pasifizme, aşırı iyimser analizlerse maceracılığa götürür ki bu da uzun vadede hayal kırıklığı ve ardından da pasifizm ile sonuçlanır. Bugünlerde en çok ihtiyacımız olan şey “ihtiyatlı iyimserlik”tir.
İktidar Bloku, her ne kadar adını “Terörden Arındırılmış Türkiye” olarak koysa da (bazı iddialara göre bir yıla yakın) bir süredir Kürt Hareketi ile uzlaşma çabası içinde olduğu algısı yaratan bir projeyi yürütüyor.
İktidar ortağı D. Bahçeli’nin öncülüğünde yürütülen bu proje, 27 Şubat günü A. Öcalan’ın görüntülü olarak yaptığı açıklamada örgüte yönelik olarak yaptığı “silah bırakma ve örgütü feshetme” çağrısı ile olumlu bir karşılık buldu. Çağrının ardından PKK bu çağrıya uyacağını açıkladı. Ayrıca Başta DEM Parti yöneticileri ve HDP eski Eş Genel Başkanı S. Demirtaş olmak üzere Kürt Siyasal Hareketinin her düzeyden temsilcisi kalıcı bir barışı inşa etmek için çağrıyı desteklediklerini ve bunun hayata geçmesi için mücadele edeceklerini ilan ettiler.
Madalyonun diğer yüzünde ise farklı bir strateji hayata geçiriliyor. İktidar Bloku başta Kürtler olmak üzere, muhalefetin seçimlerde kazandığı belediyelere kayyım atamayı, seçilmişleri görevden almayı ve son gözaltı ve tutuklamalarda olduğu gibi bir bütün olarak toplumsal ve siyasal muhalefete, gazetecilere, sendikacılara, meslek örgütlerine ve hatta iş insanlarına dahi göz dağı vermeyi sürdürüyor. Yani siyaset bilimindeki adıyla söylersek, mevcut otoriter rejim “neo- faşizm” olarak da adlandırılabilecek çok daha otoriter ve totaliter bir rejime dönüşme yolunda ilerliyor.
Diyalektik işliyor!
Bu nasıl mümkün olabiliyor? Bir yanda sertleşme artarak sürerken, diğer yanda yumuşama ve uzlaşmadan söz ediliyor. 2013-2015 sürecinde yaşananlar da hatırlandığında bir “samimiyet” sorgusudur gidiyor. Böyle bir çelişkili durum ulusalcı sol başta olmak üzere, ülkede neredeyse hemen herkesin de kafasını karıştırmış durumda.
O halde “ikisi bir arada olabilir mi” diye sormak ve yanıtını aramak gerekiyor. Yani “ülkede hızla aşırı sağ bir otoriter rejim inşa edilirken, devletin yıllardır çatışma içinde olduğu Kürt Hareketi ile kalıcı bir barış yapabilmesi ve böylece demokrasinin önünün açılabilmesi mümkün müdür?
Hayata bakarsak, bunların olması zor olsa da imkânsız değil. Çünkü hayat diyalektiğe uygun bir biçimde ilerliyor. Hayatta monolitik hiçbir bir gelişme yaşanmadığı gibi, hiçbir şey örneğin sadece siyah ya da beyazdan ibaret değil, grinin çok sayıda tonu mevcut. Keza tarihçi H. Zinn’in vurguladığı gibi, “dünya halklarının tarihi sadece barbarlıktan ve katliamlardan ibaret değil. İnsanlık tarihinde savaşların ve yıkımların yanı sıra dayanışma, barış içinde bir arada yaşama gibi dönemler de mevcut.”
Marksist solun rehber olarak kabul ettiği bir felsefe olan “Diyalektik ve Tarihsel Maddeci Felsefe”ye göre her şey değişmekle kalmaz, aynı zamanda bu değişim ve gelişim, hali hazırda toplumda var olan ve birbirine tezat oluşturan faktörlerin çatışmasının da bir ürünüdür. Gelişmeyi aynılıklar değil, ayrılıklar/farklılıklar ve bu farklılıklar arasındaki çelişkiler, çatışmalar sağlar. Gelişmenin yönünü ve sonucunu ise bu birbirine karşıt güçlerin hangisinin baskın çıkacağı belirler.
Bıçak sırtı
Barış ve demokratikleşmenin koşulsuz savunucusu biri olarak, barışın inşası ile ilgili olarak yapılan açıklamaları olumlu bulurken, muhalefetin üzerindeki baskıların her geçen gün arttığı, iktidarın yıllardır bu çatışmalardan beslendiği ve izlenen ekonomi politikalarının da başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halkları daha da yoksullaştıracağının bilincinde olarak, barışın ve demokratikleşme çabalarının bıçak sırtında olduğunun altını kalınca çizmek gerekiyor.
Kısaca, iniş ve çıkışların, sertleşme ve yumuşamaların, çatışma ve çatışmasızlığın, savaş ve barışın, umut ve hayal kırıklıklarının yaşanacağı yeni ve uzun bir sürece girdik. “Eski ölüyor ama yeni de henüz doğabilmiş değil. Bu doğum sürecinde muhtemelen yeni sancılar yaşanacaktır.” Kötünü doğmaması için iyinin yani barışın ve demokratikleşmenin savunulması gerekir.
Bu yüzden de eğer demokrasi ve barış güçleri iyi örgütlenir ve sonuna kadar barışın ve demokrasinin tesisi için mücadele ederse, bu süreç topluma iyi anlatılır ve desteği alınırsa, karşıt güç olan barış karşıtı aşırı sağcı otoriter tırmanış durdurulabilir, hatta sonlandırılabilir. Ancak bu süreç oldukça meşakkatli ve zor bir süreçtir ve asla doğrusal bir biçimde ilerlemeyecektir. Bunun bilincinde olarak, demokrasi ve barış güçleri kararlı ve sabırlı olmak zorundadır.
İki çatışan gücün beklentileri?
İktidar Blokunun Suriye’deki beklentileri, özetle, “artık alt emperyalist bir düzeye gelmiş bulunan Türkiye kapitalizminin ve Neo-Osmanlıcı İktidarın ihtiyaçlarını karşılamak olarak” özetlenebilir.
İç siyasetle ilgili beklentininse; “bir bütün olarak muhalefeti koordineli bir karşılık vermesine fırsat vermeyecek bir şekilde bunaltmak, şoka sokmak, şaşırtmak ve tüketmek”, “terörü sonlandıran bir iktidar olarak, nihayetinde hayata geçireceği bir Anayasa değişikliği ve öne alınmış bir seçimle Erdoğan’ı bir kez daha Cumhurbaşkanı seçtirmek” olduğu söylenebilir. Böylece “Yeni Yüzyıl Türkiye’si” ya da “Türkiye Yüzyılı Projesindeki ‘mutlak iktidar’ın yaratılması sağlanmış olacaktır.
Strateji nasıl yürütülüyor?
İktidarın uyguladığı bu strateji aslında yeni bir strateji değil. Bu, dünya genelinde iktidarı ele geçirmiş olan aşırı sağın ve oligarşilerin otoriterliği kurumsallaştırırken başvurdukları ve kabaca aşağıdaki aşamalardan geçen asırlık bir stratejidir. Sırasıyla:
- Liberal demokrasiye, hukukun üstünlüğüne, insan haklarına ve kamuya olan güvene amansız bir saldırıyla toplumu şoka sokmak.
- Bu şoku yaygın bir korkuya, korkuyu ise kitlelerin geri çekilmesine dönüştürmek ve kısmen ayrıcalıklı kesimler oluşturarak toplumsal bölünmeyi daha da derinleştirmek.
- Muhaliflerin birleşik bir cephe oluşturmasını engellemek için bu siyasal ve sosyal bölünmeleri kullanmak.
- Her seferinde yeni bir kriz yaratarak ya da mevcut krizleri onlara karşı direnilemeyecek kadar karmaşık bir hale getirerek baskıyı normalleştirmek ve meşrulaştırmak.
- Nihayetinde “yeni” rejimin gerektirdiği formel düzenlemeleri yapmak.
Bir başka anlatımla, köklerini aşırı sağdan alan böyle bir otoriterlik bir korku ve kaos kültürü üretir ve bu kültür üzerinde büyür. Hedefi halkı korkutarak ilerici bir gündemin oluşmasını önlemektir.
Böyle bir kaos, barış ve demokrasi yanlıları için uzun vadeli stratejiye odaklanmanın neredeyse imkânsız olduğu koşulları yaratır. Oysa uzun vadeli bir stratejiye sahip olmak, barış ve demokrasi güçlerinin asıl ihtiyacı olan şeydir. Yani aşırı sağın yoksul, ezilmiş, dışlanmış ve hayal kırıklığı içindeki kitleleri kendine çeken cazibesini ortadan kaldıracak işler yapmak gerekir.
Aynı zamanda zayıflığın göstergesi!
Diğer taraftan, İktidar Blokunun bu baskılarının hızı ve ölçeği aynı zamanda onun zayıflığının ve kırılganlığının da bir göstergesidir. Çünkü ani saldırı stratejisi demokratik muhalefet için sadece bir tehdit değil, aynı zamanda bir fırsattır. Aşırı sağa yaslanmış otoriter bir rejim herkese aynı anda saldırdığında, genellikle aynı hizada olmayan çizgiler arasında geniş tabanlı bir dayanışma potansiyeli de yaratır. Ancak demokratik muhalefet açısından bu tehditlerin bir fırsata dönüştürülebilmesi için bunlara hızlı, kitlesel ve örgütlü biçimde tepki vermek gerekir.
Yani siyasal iktidar, muhalefeti darmadağın etmeden bu tepkiyi örgütlemek gerekir. İktidarın taktiklerinin muhalefeti daha da bölmesine ve felç etmesine izin vermeden, siyasal ve toplumsal muhalefeti birleştirmek ve harekete geçirmek şarttır.
Kürt Hareketinin beklentisi?
Suriye’deki son gelişmelerin Devleti Kürtlerle birlikte hareket etmeye zorladığının bilincinde olarak, Kürt Hareketinin Suriye’de elde ettiği kazanımları korumak ve bu durumun tüm bölgede olumlu yansımalarını sağlayabilmek için kendilerine uzatılan eli geri çevirmediği ve bir kez daha barış sürecini gündeme getirdiği ileri sürülebilir.
Eğer durum böyle ise, iktidarın uzun vadeli daha fazla otoriterleşme stratejisine karşı oluşturulacak strateji; “silah bırakma/çatışmasızlık sürecini kalıcı bir barışla sonuçlandıracak bir şekilde barışa sahip çıkmak, İktidar Blokunu bunu hayata geçirecek hukuksal ve siyasal düzenlemeleri yapmaya zorlamak ve bu süreci akamete uğratabilecek unsurlar konusunda çok dikkatli olmaktır.
Aynı zamanda iktidarın baskıcı eylemlerini ve niyetlerini ifşa etmeye dayanan anlatılara ilave olarak, topluma verilecek olumlu mesajlara ve geleceğe odaklı, alternatif yeni hikâyelere de ihtiyaç var. Çünkü tarih bize otoriter rejimlerin sadece fiziksel güçle yenilemeyeceğini gösterdi. Ona karşı ideolojik ve politik mücadele aynı anda ve birlikte yürütülmelidir. İdeolojik ve politik mücadele ile özellikle de aşırı milliyetçiliğin etkisi altındaki başta orta sınıflar olmak üzere tüm sosyal kesimler aşırı sağın etkisinden kurtarılmalıdır.
İhtiyacımız olan ihtiyatlı iyimserlik!
Otoriter rejimlerin umutsuzluktan beslendiğini unutmayalım. Ancak “ne abartılmış kötümserlik” ne de “abartılmış iyimserlik” içine düşelim. Çünkü aşırı kötümser analizler bizi teslimiyete ve pasifizme, aşırı iyimser analizlerse maceracılığa götürür ki bu da uzun vadede hayal kırıklığı ve ardından da pasifizm ile sonuçlanır. Bugünlerde en çok ihtiyacımız olan şey “ihtiyatlı iyimserlik”tir.
/././
Gazeteci Milleti, bu son dönemeç olabilir!-Tuğçe Tatari-
Tüm bagajlarımızı sineye çekip beraber yürümezsek, çok kısa bir süre içinde yürüyecek bir yol kalmayacak gibi bizler için…

Olayların tam olarak neresindeyiz, çember ne kadar dar, bundan sonra olabilecekleri kestirebiliyor muyuz?
Bu üç soruya aranan cevaplar son dönem Türkiye’sinin de özeti niteliğinde aslında.
Barış diyorlar, geldi diyorlar, dağlarımızda baharlar açacak diyorlar…
Neşe içinde, birtakım gülüşmelerle ‘hayırlı olsun’lara da tanıklık ediyoruz…
İnsan gerçekten hayret ediyor.
‘Onların’ resmettikleriyle bizlerin gördükleri nasıl bu kadar farklı olabilir ki?
Kürt seçmenlerin belediyelerine kayyım atamaları malumunuz, gerçi son kertede CHP’ye atanan kayyımlar onları da sollayabilir neredeyse!
Kayyımlara herkes ziyadesiyle alıştı, pek bir itiraz duymuyorum ben, sizi bilmem.
Cumhuriyet Halk Partisi ile Halkların Demokratik Partisi arasında hiçbir fark yokmuş, bu da idrak edildi sonunda.
Oysa biz yıllardır “bu kayyım işine ortak bir ses yükseltmezseniz, hakkı gasbedilenlere sahip çıkmazsanız sırada sizin belediyeler var” demiştik, maalesef insanımız kendi kapısını çalana kadar derde dert gözüyle bakmıyor!
Ve herkes kendini ‘ötekinden’ üstün sayıyor.
Oysa hesap basit, ona olan kesinlikle sana da olacaktır. Ona olurken ses çıkartmazsan sana olduğunda da ses çıkartacak tek bir insan bulamazsın!
Artık bunu çocuklar bile biliyor ama bir ülkenin muhalefeti, siyasetçisiyle, aktivistiyle, yazarı çizeriyle bunu uygulayamıyor.
Diyeceksiniz ki korku var, herkes korkuyor.
Saygım sonsuz, nasıl korkulmasın ki…
Ama bu dönemeç de son dönemeç gibi duruyor!
Gazeteciler, yazarlar hiç hız kesmeden ve olmayacak sebeplerle alınıyor.
Daha dün Kürtçe eğitim kitabı suç unsuru sayıldı bu memlekette!
Hatta amiyane tabirle, Kürtlere değeni alıyorlar mı desek, bilemedim. Malumunuz HDK (Halkların Demokratik Kongresi) soruşturması kapsamında meslektaşlarımız tutuklandı.
Yıldız Tar, Ercüment Akdeniz ve Elif Akgül bunlardan sadece üçüydü.
Barış süreci diyorlar sonra bize, kimse de itiraz edemiyor. Aman yeter ki barış gelsin de!
Sadece Kürtler özelinde değil bu abluka, tüm gazetecilere göz açtırılmıyor. Sahada haber yapan muhabir arkadaşlar davalarla uğraşmaktan iş yapamayacak vaziyette!
Sadece tutuklamalar, gözaltılarla mücadele edilmiyor ki…
Elle tutulur somut verilere, bilgilere dayalı haberlere ‘dezenformasyon’ deyiveriyorlar, henüz yasalaşmadan kullanımına başlanan etki ajanlığı, Meclis’ten geçmesi an meselesi olan siber güvenlik düzenlemesi de ensemizde, özetle seç beğen al, biri olmadı diğeri ama mutlaka birini yakalarsın, birine yakalanırsın!
Yurt dışı yasağı, adli kontrolle salıverilme filan neredeyse lütuf gibi kalıyor. Oysa onların da ileriye dönük belasıyla yine gazeteciler uğraşıyor.
Gazetecilerin nefesi bile abluka altında desek asla abartmış olmayız.
Peki olayların tam olarak neresindeyiz?
Ben size söyleyeyim, AK Parti’nin belki de kendi açısından en başarılı olduğu alan muhalifleri bölüp, parçalayıp dağıtması oldu. Bakıyorsunuz kimse beraber mücadele edemiyor artık.
Kimse yan yana bir mücadeleyi sahiplenemiyor.
Aslında ‘mücadeleyi sahiplenmek’ bile iddialı bir tanım oldu, kimse yan yana dahi gelemiyor diyelim.
Bunun nedenleri bir başka yazının konusu, hepimizin de özeleştirisini vermesi gereken yanlar var muhakkak ama şu an tam da tükenmeye yakın bir noktadayız. Bundan sonrası nasıl olur, işte onu kestirmek zor.
Şimdi tüm bagajlarımızı sineye çekip beraber yürümezsek, çok kısa bir süre içinde yürüyecek bir yol kalmayacak gibi bizler için.
Mesleğe sahip çıkmak için son dönemeçteyiz, sonrası haybeye laf salatası!
/././
Trump: NATO ülkeleri ödeme yapmazsa onları korumam
ABD Başkanı Donald Trump, "NATO ülkeleri ödeme yapmazsa onları korumam" açıklaması yaptı. Trump, "NATO ülkeleri ödeme yapmazsa onları korumam. Eğer ABD sıkıntıya girerse ve biz onları arayıp 'Bir sorunumuz var' dersek, Fransa, 'Bir sorunumuz var' dersek, adını vermeyeceğim birkaç ülke daha… Sizce gelip bizi korurlar mı?" dedi.(Suudi Arabistan'a gidiyor) CNN Türk'ün aktardığına göre Trump, "Normalde ilk ziyarette Birleşik Krallık’a gidersiniz. Suudi Arabistan’a son gidişimde, 450 milyar dolar verdiler, biliyorsunuz değil mi? Siz de oradaydınız. Amerikan şirketleri 450 milyar dolar aldı. Dedim ki, 'Bu sefer Giderim ama eğer Amerikan şirketlerine dört yıl içinde toplam 1 trilyon dolarlık alım yaparsanız' dedim. Ve bunu kabul ettiler, bu yüzden oraya gideceğim. Onlarla harika bir ilişkim var, bana çok iyi davrandılar ama Amerikan şirketlerinden askeri ekipman almak için çok para harcayacaklar" açıklaması yaptı. ***
(T-24)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder