soL "Köşebaşı + Gündem" -22 Nisan 2025-

Boyun eğmeyen liseliler Kuğulu Park’taydı: 'Tarikatlara, holdinglere, AKP’ye ve Yusuf Tekin’e hodri meydan!'

Ankara’da liseliler proje okullardaki öğretmen kıyımına karşı Kuğulu Park’ta eylemde buluştu. Kendilerini korkutmaya çalışan okul yönetimlerine ve iktidara seslenen gençler, “Bugün, bu buluşma bu düzenin bütün sahiplerine ders olsun. Burada toplanan liseliler gözlerini korkutsun. Yenilecekler" dedi.

Proje okullarında binlerce öğretmenin sürgün edilmesi üzerine liselerde başlayan eylemler sürüyor. 

Ankara’da yüzlerce lise öğrencisi görevden alınan öğretmenlerine sahip çıkmak, karanlığa karşı ayağa kalkmak, bu memlekette boyun eğmeyen liselilerin olduğunu göstermek için Kuğulu Park’ta bir araya geldi.

Proje okullarında açığa alınan öğretmenlerine sahip çıkan öğrenciler, “Bu sadece öğretmenlerimizin değil, bizim de mücadelemiz. Geleceğimizi savunuyoruz” dedi.

kugulu

Eylemde söz olan bir liseli şu sözleri söyledi: “Biz bu memleketin boyun eğmeyen gençleriyiz! AKP iktidarına da, tarikatlara da, cumhuriyet düşmanlarına da, geleceğimizi çalmaya çalışan patronlara da boyun eğmiyoruz!”

Kendilerini korkutmaya çalışan okul yönetimlerine ve iktidara seslenen gençler, “Bugün, bu buluşma bu düzenin bütün sahiplerine ders olsun. Burada toplanan liseliler gözlerini korkutsun. Yenilecekler" dedi.

Konuşmalarda Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’e de açık bir mesaj gönderildi. Öğrenciler, Tekin’in tarikatlarla iç içe geçmiş eğitim modelini ve torpilli atamaları hatırlatarak “Okullarımızı tarikatlara açıyorlar, arkadaşlarımızı uyuşturucu çukuruna boğuyorlar, MESEM’lerde çocuk işçiliği dayatıyorlar. Bir de üstüne sopa sallıyorlar. Öyleyse hodri meydan!” denildi.

kugulu

Eylemde sık sık “Boyun eğme, memlekete sahip çık!”, “Sermaye uşağı Yusuf Tekin istifa!” ve “AKP’den hesabı gençlik soracak!” sloganları atıldı. Gençler, ülkenin geleceğini karanlık güçlere bırakmayacaklarını belirterek şunları dile getirdi: “Liseler ayağa kalkacak, üniversiteler ayağa kalkacak, gençlik ayağa kalkacak ve başımıza çöken karanlığı def edecek! Cumhuriyetimizi de, memleketimizi de geri kazanacağız. Geleceğimizi çalmaya çalışanlara inat, gelecek biz olacağız!”

                                                    ***

Cumhuriyet ve devrimci dinamikleri -Oğuz Oyan- 

Kurucu parti CHP’nin asıl radikal reformlarını sona bırakması, toprak reformsuz bir burjuva devriminin sonuna kadar götürülebileceğini zannetmesi tarihi bir hata olmuştur. Bedeli sonraki on yıllarda ödenmiştir, hatta günümüzde dahi bedel ödenmeye devam edilmektedir.

19 Nisan 2025’te Ankara/Elmadağ/Hasanoğlan’da geniş katılımlı bir Köy Enstitüleri Toplantısı yapıldı. Hasanoğlan’ın simgesel ve elbette tarihi bir değeri vardı; Köy Enstitülerinin (KE) en görkemli uygulaması burada yapılmıştı; Yüksek Köy Enstitüsü örneği de burada yaşama geçirilmişti.

19 Nisan etkinliği Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) öncülüğünde çok sayıda ilgili kuruluşun katılımı ve desteğiyle yapıldı. Açılış konuşmaları yapan kuruluşları konuşma sıralarıyla sayarsak, Cin Ali Eğitim ve Kültür Vakfı, Hasanoğlan Atatürk Öğretmen Okulu Mezunları Derneği, İsmail Hakkı Tonguç Belgeliği Vakfı, Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı, Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği. Elmadağ Belediyesi’nin çok değerli mekan ve eleman desteğini de bunlara eklemek gerekir.

Birinci oturumun ilk konuşmacısı olarak benim konuşmam da bir nevi açılış konuşmasıydı. “Cumhuriyetin Devrimci Dinamiklerini Aşındıran Sınıfsal İttifaklar”, “Toprak Reformsuz Bir Burjuva Devrimi” üst ve alt başlıklarını taşıyan ve slaytlar halinde sunduğum bu bildiriyi burada özetlemeye çalışmak istiyorum. Bu konuya, özellikle “toprak reformu” konusuna ilgimin yeni olmadığını, 1978’de savunduğum doktora tezimin ikinci cildinde (ki birinci cildi Türkçeye çevrilerek Yordam Kitap’tan 2016’da yayınlandı ama bu ikinci cildi yayınlanmadı) yer verdiğimi; daha sonra Ocak 2018’de Girit’te Halcyon Enstitüsü’nün “Çiftlikler” konusunda düzenlediği uluslararası sempozyumda “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Geçiş Döneminde 1950’li Yıllara Kadar Çiftliklerin Evrimi” başlıklı bildirimde (bu bildiri, 2023’te Yordam’dan çıkan ve makalelerimi derleyen kitapta yer aldı) yeniden ve genişleterek ele aldığımı; 16 Kasım 2023’te ODTÜ Sosyalist Düşünce Topluluğu’nun düzenlediği bir toplantıda “Cumhuriyet Devriminin Güçlü ve Zayıf Yanları” başlığı altında yeniden konuya döndüğümü belirtmek isterim. 19 Nisan 2025 toplantısındaki sunuşumda ise, Köy Enstitüleri deneyimi ile toprak reformu meselesini birlikte merkeze alarak konuyu tartışmaya çalıştım.

Kuruluş dönemi siyasi/iktisadi dinamikleri

Cumhuriyet dönemi, geçmişle radikal bir kopuştur. Kuşkusuz Cumhuriyet öncesinden atılmış tohumlar vardır, Tanzimat sonrasının, 1876 ve özellikle 1908 dönüşümlerinin etkileri vardır, devrimin yönetici kadroları Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişmiştir ama gene de Cumhuriyet Devrimi 600 yıllık bir Osmanlı devletinin 15 yılda kökten dönüştürülmesi gibi bir iddiayı içerir.

Bu iddia esas olarak hem üretim ilişkilerinde hem de üstyapıda feodal izlerin silinerek yerlerine kapitalizmin mülkiyet ve üretim ilişkilerinin ve bunlara denk düşen hukuki üstyapısının kurulması mücadelesidir. Bu anlamda kurtuluş ve kuruluş dönemleri tarihin olağanüstü hızlandığı zaman dilimleridir. 1920’ler esas olarak anti-feodal dönüşümlerin hız kazandığı ama burada siyasi, hukuki, idari, kültürel dönüşümlerin önden gittiği bir dönem olarak belirir. Bu bir burjuva demokratik devrimidir. 1908’in niteliksel olarak da çok büyük farkla aşılmasıdır. Birçok bakımdan 1789 Fransız Devrimi’nin izindedir ama 1917 Sovyet Devrimi’nin de etkilerini taşır. Esasen Sovyetlerle kurulan maddi ilişkiler hem kurtuluş hem de kuruluş dönemlerinin vazgeçilmezidir.

1919’dan itibaren çıkılan yol, bağımsız bir ulus devletin kurucu ögelerinin inşası mücadelesidir. Bu, her şeyin temelindedir. Başta Mustafa Kemal olmak üzere önder kadroların bunun yalnızca toprak/sınır egemenliğini sağlayan bir kurtuluş savaşımından ibaret olmadığını, ekonomik ve toplumsal kalkınmayı sağlamadan bağımsızlığın kalıcı olamayacağını başından itibaren ısrarla vurgulamaları boşuna değildir.

1920’lerin tarımdan artık ürün sağma düzeneklerini köklü bir biçimde değiştiren uygulamaları da vardır. Bir köylüler toplumunda tarımdan alınan en önemli dolaysız vergi olan feodal kökenli aşar/öşür/ondabir vergisinin 1925’te kaldırılması az-buz bir olay değildir. Keza, buna paralel olarak bir pre-kapitalist vergi tahsil yöntemi olan iltizam/mültezim sisteminin nihai olarak tarihe gömülmesi de büyük bir adımdır.

Bütçe gelirlerinin dörtte birini, vergi gelirlerinin üçte birini sağlayan bir gelirden mahrum olmayı göze almak elbette kolay değildi. Ancak (i) yeni rejimin kendisine bir toplumsal taban yaratma ihtiyacı vardı. En kalabalık toplumsal sınıf olan köylü ve toprak ağalarını yanına almak, yabana atılmayacak bir sınıfsal destek sağlamak anlamındaydı. Toplumun halen fokurdadığı, iç ve dış kışkırtmalara konu olabileceği bir dönemde bu önemliydi; (ii) Üstyapıdaki anti-feodal dönüşümler altyapıda da karşılığını bulmalıydı ve bunun en simgesel aracı köylüyü perişan eden aşar vergisinin kaldırılması olabilirdi; (iii) 1923’te İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin iki geniş sınıfsal tabanının, köylü/ağa ve işçi sınıfı temsilcilerinin ittifakla destekledikleri talep de aşarın kaldırılmasıydı. Bu kongrede diğer iki kesimin, tüccar ve sanayici temsilcilerinin, tarım üzerine aşarı telafi edecek bir vergi konulmadan buna girişilmemesi yönündeki telkinleri ve bu öneriye destek vermemeleri de anlaşılır bir sınıfsal pozisyondu. Bütçe gelirlerinin azalmasını kendileri için çifte bir tehdit kaynağı olarak görmekteydiler. (Bütçe olanaklarından daha az pay, vergilerden daha çok pay!).

Sonuçta karşılıklı pozisyon alan kesimlerin hepsinin istediği olacaktı. 1925’te aşar kaldırıldıktan sonra tarım/köylü üzerindeki aşarın yükünü kısmen telafi eden dolaysız ve dolaylı vergi düzenlemeleri yapılacaktı. Dolaysız vergiler bağlamında, Ağnam (hayvanlar) Vergisine, tarım üzerinde etkili olan Arazi ve Bina Vergisi matrahına, Yol Vergisine zam yapılacaktı. 1920’lerin ikinci yarısında dolaysızların yüzde 60’ı artık bu kalemlerden sağlanacaktı. 1926’da yeni dolaylı vergiler de getirilecek ve bunlarda da tarım kesimine düşen pay yüzde 26’yı bulacaktı. Öte yandan, tarım üzerindeki yükü önemsiz olmayan, devletin denetimindeki İnhisar/tekel gelirleri (şeker, tütün, tuz, çay, kibrit) arttırılacaktı. Tarımdan tarım dışına kaynak aktarmanın bir diğer öngörülmedik aracı ise, 1929 dünya kriziyle birlikte tarım fiyatlarının çökmesi ve iç ticaret hadlerinin 1930’dan itibaren tarım aleyhine gelişmesi olacaktı.

Toprak rejiminin değiştirilmesi

Osmanlı toprak rejimi 1858 Arazi Kanunnamesi ile düzenlenmişti. Cumhuriyet rejiminin bu alana müdahalesi 1926’da Medeni Kanun ile olacaktı. Ancak bu kanun 1858 Kanunnamesinin “Arazi-i Metruke” denilen kamu malları ile köy ortak mallarını düzenleyen hükümlerine dokunmayacaktı. Köy orta malları denildiğinde, belirli bir köy veya kasaba halkının ortak kullanımına bırakılmış olan baltalıklar (kesime uygun koru/orman alanları), harman yerleri, meralar, yaylak ve kışlaklardır.

Daha önemli bir düzenleme 1924 Anayasasının 74. maddesiyle getirilmiştir (bugünkü Türkçe ile): “Genel menfaatler için gereği usulen ortaya çıkmadıkça ve değer pahası peşin verilmedikçe hiçbir kimsenin malı kamulaştırılamaz ve mülkü istimlak olunamaz”.

1924 Anayasasının bu hükmüyle bir olası toprak reformunun yolu hem hukuken (genel menfaatler) hem ekonomik anlamda kapatılmaktaydı. Devletin böyle bir ağır kamulaştırma yükünün altından kalkması mümkün değildi. Dolayısıyla yeni rejim kendi devletinin bu yolu seçmeyeceğinin güvencesini vermekteydi. Peki kime veriyordu? Elbette büyük toprak sahiplerine. Peki neden? Bu dönemin iktidarını hep derinden etkileyen iki temel kaygı vardı: Birincisi, kapitalizme geçişin mümkün olduğunca hızlı olması; bu bağlamda ilkel yöntemlerle (ortakçılık vb.) işlenen geniş arazi mülkiyetlerinde kapitalist çiftliklerin geliştirilmesi, makinalı ve ücretli işçiliğe dayanan işletme modelinin hakim kılınması. Buradan ciddi bir üretim artışı beklentisi de bulunmaktaydı. Nitekim 1926-1930 döneminde tarım makinaları ve traktör ithalatında, mazot desteğinde önemli teşvikler devreye sokulacaktı. İkincisi, kendi sınıfsal desteklerini yetersiz veya eğreti hisseden siyasi kadroların, toprak ağalarını/az-çok kapitalistleşmiş büyük çiftçileri karşılarına almaktan ürkmeleriydi. Zaten iktidar partisi saflarında da en iyi örgütlenmiş parti yöneticileri bu kesimden gelmekteydi. Bu nedenle 1924’te görünürde rakipsiz olan siyasi kadro, kendisini, bir güvenlik supabı olarak Anayasaya toprak reformu olmayacağının garantisini koymak mecburiyetinde hissediyordu.

Aslında siyasi iktidar 1920’lerin ikinci yarısında sanayi ve tarım alanlarında sermaye birikim sürecini/kapitalist gelişmeyi hızlandırmak için çabalar içine girmişti. 1927 tarihli Teşvik-i Sanayi Kanunu bunun sanayi alanındaki yansımasıydı. Ama özel sektörde beklenen hızda gelişmeler görülmedi. 1930’daki Sanayi Kongresi yeni bir dönemin habercisi olacaktı. Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı, devletçi-korumacı-planlı bir açılımla birinci sanayi devriminin hızla tamamlanması hedefi doğrultusundaydı. İki savaş arasındaki hegemonya boşluğunun sunduğu büyük fırsat, dönemin yönetici kadroları tarafından büyük bir öngörüyle değerlendirilecekti.

Aslında 1929 Krizi sonrasında tarım fiyatlarının çöküşüne toprak fiyatlarının çöküşü de eşlik etmişti. Dolayısıyla 1924 Anayasasının “değer pahasının peşin ödenmesi” hükmü bir engel olmaktan fiilen çıkmış gözüküyordu. Gerçi planlı sanayileşme için dahi kaynaklar kıtken bu alana da kaynak ayrılabilir miydi sorusu sorulabilir ama bu dönemde toprak reformu niyeti olsaydı (bunun sanayileşme ile bağlantıları da kurularak ve gerekirse anayasa hükmü değiştirilerek) elbette gereği yapılabilirdi.

Ama bu dönemde henüz o noktaya gelinmemişti. Gerçi İskan Kanun görüşmeleri sırasında İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın büyük toprak sahiplerinin toprak gasplarından yakınmaları, tek yolun bir toprak reformu olduğunu dolaylı olarak göstermiyor değildi. Ama henüz “büyük kapitalist çiftlik” modelinin büyüsü aşılmış değildi. Bu dönemde toprak dağıtmaları olmadı da değil. Nüfus mübadelesiyle gelenlere, genel olarak muhacirlere, daha sınırlı ölçüde Doğudan Batı’ya göçen topraksızlara 1923-1944 döneminde toprak dağıtımları oldu. Toplumsal gerginlikleri yatıştırma ve üretim potansiyelini arttırmayı hedefleyen bu dağıtımlarla 20 yılda toplam 1,1 milyon hektar arazi 335 bin aileye dağıtıldı. 1,1 milyon hektar arazi, 1940’da işlenen 14,2 milyon hektar tarım toprağına kıyasla yüzde 7,7’den ibaretti.

Asıl değişiklik 1936 ve 1937 Bütçe açış konuşmalarında Atatürk’ün toprak reformunun zorunluluğuna açıkça vurgu yapmasıyla geldi. 5 Şubat 1937’deki Anayasa değişikliklerinde bir yandan CHP’nin altı oku anayasaya girerken (ve laiklik bir anayasa hükmüne dönüşürken), öte yandan 1924 Anayasasının malum 74. maddesine de fıkralar eklenerek toprak reformu önündeki anayasa engeli kaldırılmış oldu. Buna göre, 74. maddenin özgün hükmünden sonra gelen ikinci fıkrasında “Çiftçiyi toprak sahibi yapmak ve ormanları Devlet tarafından idare etmek için istimlâk olunacak arazi ve ormanların istimlâk bedelleri ve bu bedellerin tediyesi sureti, özel kanunlarla tayin olunur” ifadesi yer aldı. Böylece, özel yasalarla anayasanın aşılabilmesi imkanı getirildi. Ancak Atatürk’ün artık katılamadığı 1938’de bütçe görüşmelerinde açış konuşmasını yapan Başvekil Celal Bayar’ın ağzından toprak reformu sözcükleri duyulmayacaktı. Savaş koşullarının devreye girmesiyle de savaş sonuna kadar toprak reformu meselesi unutulmuş olacaktı.

Osmanlıdan kopan bütün Balkan ülkelerinde iki savaş arası dönemde, hatta bazılarında Birinci Dünya Savaşı öncesinde toprak reformları yapılmışken, Türkiye Cumhuriyeti bu konuyu ancak 1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu (ÇTK) ile ele almaya niyetlenebilecekti. Ama artık birçok bakımdan çok geçti. Siyasi iktidar eski gücünde değildi. Savaş sonrasında çok partili yaşama gidiş ve emperyalizmin etkisinin artması, üstelik CHP’nin kendi içinden bölünmesi bu konunun radikal bir biçimde ele alınmasına engeldi.

Ara sonuç

Her şeye rağmen CHP’nin sol kanadının son iki radikal hamlesi 1940’lardaki Köy Enstitüleri ve ÇTK olarak kayda geçmiştir. Köy Enstitülerinin incelenmesini bir sonraki yazıya bırakarak şu iki saptamayla bitirebiliriz: 

Bir: Bu iki radikal adımın ikisi de gecikmelidir. Hakim üretim ilişkilerine müdahale olan bu adımların hiç olmazsa 1930 başlarından itibaren devreye alınması gerekmekteydi. Fakat kırsaldaki hakim güçler, kendileri için açık tehdit olarak gördükleri bu girişimleri Atatürk sonrası dönemde zayıflamış bir iktidar altında kabullenmeye hiçbir zaman razı olmayacaklardı.

İki: Toprak reformu ile Köy Enstitüleri reformlarında, araba atın önüne konulmuştur. Toprak reformu yapılmadan yani kırsaldaki egemen üretim ilişkileri dönüştürülmeden Köy Enstitüleri gibi büyük bir kültürel/eğitsel ve tarımsal dönüşüm reformunun yapılma şansı hiç yoktu. Yaptırmazlardı ve yaptırmadılar.

Kurucu parti CHP’nin asıl radikal reformlarını sona bırakması, toprak reformsuz bir burjuva devriminin sonuna kadar götürülebileceğini zannetmesi tarihi bir hata olmuştur. Bedeli sonraki on yıllarda ödenmiştir, hatta günümüzde dahi bedel ödenmeye devam edilmektedir.

                                                       /././

Gençliğe yapılan en büyük kötülük -Nevzat Evrim Önal-

AKP, sermayedar sınıfın bencil çıkarlarını ilerletmek için bu ülkeye, bu ülkenin gençlerine ve geleceğine sayısız kötülükler etti; ama bana sorarsanız en iğrenç, en nefret edilesi icraatı, cumhuriyet eğitimini yıkmak için yaptıklarıdır.

Belki mesleğimden dolayı fazla hassas davranıyorumdur, ama bana “AKP’nin bu ülkeye yaptığı en büyük kötülük nedir?” diye sorsanız, size “eğitimin içine etmeleri” yanıtını veririm.

Eğitim başlığı, Cumhuriyet tarihi boyunca cumhuriyeti kuran devrimci kadrolar ile mülk sahibi sınıflar arasında da hep bir gerilim başlığı olmuştu. Kemalist devrimciler eğitime idealist yaklaşıyordu; onlar için eğitim halkı aydınlatacak ve muasır medeniyet seviyesine ulaşmayı sağlayacak bir sihirli değnekti. Mülk sahibi sınıflar ise ikiye ayrılmıştı. Toprak ağaları halkın aydınlanmasına da, sanayileşme ve kentleşme getirecek modernleşmeye de düşmandı. Osmanlı hanedanı ile kendileri de dertli oldukları için Cumhuriyet devrimini kabullenmek zorunda kalmışlardı ama her türlü tarihsel ilerlemeye, kendileri zararlı çıkacağı için (örneğin sanayileşme, kırdan kente emek göçü yaratacağı için ucuza, bazı durumlarda karın tokluğuna sömürdükleri emeği ellerinden alacaktı) itiraz etmek zorundaydılar. Kentli sermayedarlar ise modern kapitalizmin nimetlerini istiyor ama sınıf mücadelesinden çekiniyorlardı.

Devrimci kadroların Cumhuriyetin gelişme rotası üzerindeki belirleyiciliği 1945’e kadar dayanabildi. 1946-1960 dönemine ise mülk sahibi sınıfların iç mücadelesi damga vurdu. 

Bu dönemde yaşanan ve üzerinde çok konuşulan bir vaka, konumuz açısından önem taşır. Kemalist devrimin eğitim alanındaki iki önemli kadrosu, İsmail Hakkı Tonguç ve Hasan Âli Yücel, giderek karşıdevrimci bir pozisyona yerleşen toprak ağalarına karşı yoksul köylülerin aydınlatılmasını hedefleyen kapsamlı bir proje olan köy enstitülerinin önderliğini yaparlar. Bu, cumhuriyet tarihinde önemli bir yer tutan “köydeki karanlığı aydınlatan öğretmen” çelişkisine çok daha ileri bir boyuta kılıç atılmasıdır. Ne var ki 1940’ta başlatılan bu devrimci ama idealist proje, sadece toprak ağalarının TBMM’deki muhalefetine değil, mülk sahibi bir azınlık ve mülksüz bir çoğunluktan oluşan kapitalist toplum gerçeğine çarpar. Aynı tarihlerde dünyanın her yerinde yoksul ve topraksız köylüler sosyalist devrimlere katılmaktadır ve bunların en önemlilerinden biri olan Çin devrimi tam o yıllarda gerçekleşmektedir. Bu ortamda, toprak ağalarının karşısında yoksul köylüyü aydınlatarak çıkma fikri sadece toprak ağaları için değil, emeğin üreteceği zenginliklere el koymak için onlarla mücadele eden ve yakın gelecekte TÜSİAD’ı kuracak olan, kentleşme ve sanayileşmeden yana kapitalistler için de korkutucudur. Anadolu köylüsünün sınıfsal reflekslerini çok iyi bilen ve dinamit dolu bir depoda kibritle oynamanın alemi olmadığını düşünen İsmet İnönü, 1946 yılında, köy enstitülerine başından beri karşı olan Reşat Şemsettin Sirer’i Milli Eğitim Bakanı yapar ve projeyi öldürür. Cumhuriyet devriminin büyük yenilgilerinden biridir.

Altı çizilmesi gereken önemli nokta ise şudur: Bu yenilginin kaynağında sadece gerici toprak ağalarının direnişi değil, devrimciliğini hızla yitirmekte olan yönetici kadroların siyasi kararlarının artık mülk sahibi sınıfların ortak sınıfsal refleksleri tarafından belirlenir hale gelmiş olması vardır.

Cumhuriyet, sınıflar arası eşitsizlik belirginleştikçe ve bu eşitsizliği kabullendikçe, devrimciliğini yitirmiş ve çürümeye başlamıştır.

***

Gelin, vakanın izini sürmeye devam edelim.

Gericinin teki olan Reşat Şemsettin Sirer’in köy enstitülerine yönelik temel eleştirisi, bu kurumların öğrencileri gereksiz genişlikte bir yelpazede eğitmeyi hedeflemesiydi. Sirer’e göre bir öğretmenin aynı zamanda marangozluk, ziraat gibi pratik konularda beceri sahibi olmasına hem gerek yoktu hem de bunu beklemek hayalcilikti.

Eğitimin öğrenciye salt mesleğini icra etmek için kullanacağı bilgi ve becerileri kazandırması gerektiğini savunan bu düşünce, sermayedar sınıfın eğitimden beklentisinin yansımasıdır. Her yerde olduğu gibi burada da sermayedar sınıf ağacı değil meyveyi ister: Eğitim işçileri çalışmaya hazırlamalı, onların emeklerini sermayenin ihtiyaç duyacağı becerilerle donatmalı, ama aydınlatmamalıdır.

Aynı düşünceyi TÜSİAD’ın raporlarında eğitim başlığında dile getirilen önerilerden (bilhassa mesleki eğitime yapılan vurgulardan), Millî Eğitim Bakanlığı ve YÖK’ün strateji belgelerine kadar pek çok kaynakta görebilirsiniz. Örneğin YÖK 2024-2028 Strateji Planı’na1 baktığınızda, sıralanan hedeflerden birincisi “Yükseköğretim kontenjanlarının, üniversitelerin kapasiteleri ölçüsünde, sektörel ve bölgesel olarak işgücü piyasalarındaki beceri ihtiyaçlarının da dikkate alınarak belirlenmesi”dir.

Kuşkusuz aklı başında hiç kimse eğitimin bireyi toplumun temel faaliyeti olan üretime katılmaya, burada bir yer edinmeye hazırlamasına karşı çıkamaz. Ne var ki eğitimin bundan ibaret olması, kapitalist bir toplumda, geleceğin işçilerinin hayatlarının yalnızca patrona çalışacakları kısmının eğitilmesi anlamına gelir. Eğitimi “pazarlanabilir beceriler” edindirmeye indirgeyen bu görüşün elinden çıkan eğitim programları, söz konusu beceriler arasında dahi anlamlı bir ilişki kurmaz. Hayat bir bütündür, ama eğitimin öğrencinin aklında hayata dair oluşturduğu imge, Yalçın Küçük’ün deyimiyle “uzun yolda taş yemiş otomobil camı”na benzemektedir. Burada birtakım bilgiler ve beceriler, aralarında anlamlı ilişkiler kurulmaksızın bir arada durmaktadır.

Bu insan eğitmek değil bir makinenin belirli bir noktasına uygun işlevde parça imal etmektir. Ve bu şekilde imal edilen insanlar, üstlenmek için eğitildikleri mesleği icra edemediklerinde (örneğin eğitim fakültesinden mezun olup öğretmen olarak atamaları yapılmadığında) başka bir eğitim daha satın almak zorunda kalacak; böylece özel okul patronundan Milli Eğitim Bakanı yapacak kadar piyasacı olan AKP’nin şenlendirdiği eğitim “sektörü” müşterisiz kalmayacaktır.

Böyle bir sistemde, örneğin mantık ya da felsefe derslerine gerek yoktur. Zira felsefe öğrenmek bir insanın mühendis ya da doktor olması için şart değildir; dolayısıyla bu derslerin verilmesi eğitimi uzatan ve hantallaştıran, ayrıca gereksiz maliyet yaratan bir çabadır. Kuşkusuz felsefe öğrenmek bir insanın daha iyi bir mühendis ya da doktor olmasına katkı sağlar. Örneğin etiğin temel soruları üzerine düşünen bir insan daha prensipli ve ahlaklı olur; ya da epistemolojinin temel yöntemlerini bilen birisi hem kendisine bütünlüklü (yani uzun yolda taş yemiş otomobil camına benzemeyen) bir bilgi çerçevesi kurar hem de yeni edindiği her bilgi parçasını bu çerçeveye ekleyip diğer bildikleriyle ilişkilendirir.

Ama sömürü toplumunda bunlar egemenlerce istenmeyen niteliklerdir.

Bu nitelikler istenmemektedir, çünkü yaşadığımız toplumsal düzenin bütünselliğini kavrayan ve bunu etik bir sorgulamaya tabi tutan bir insanın isyan etmemesi mümkün değildir.

Aydınlanma ve bilinçlenme, bireysel olarak yaşandığı durumda dahi vahiy inerek gerçekleşmez, toplumsal mekanizmaların sonucudur. Cumhuriyeti kuran devrimcilerin gayet iyi anladığı üzere eğitim, aydınlanmaya giden önemli yollardan biri olma potansiyeline sahiptir. Bu yüzden, aynı kavrayışa sahip olan Bolşevikler insanlık tarihinin ilk işçi iktidarında eğitim, kültür ve sanat başlıklarını “Aydınlanma Bakanlığı” altında birleştirmiştir.

Sermayedar sınıfın ise tarihten edindiği önemli bir tecrübe vardır: Ezilenlerin aydınlanması egemenler için asla hayırlı bir şey değildir.

***

Bugün içinde yaşadığımız karanlık bir günde çökmedi. Türkiye’de sermayedar sınıf güçlendikçe ve devlet politikalarını belirleyebilir hale geldikçe, Cumhuriyet’in eğitim faaliyetlerini salt kendi ihtiyaçlarına göre budamaya ve gericiliğe alan açmaya özel bir önem verdi. Köy enstitüleri kapatıldı. İlahiyat fakülteleri ve imam hatip okulları açıldı. Üniversiteleri zapturapt altına almak için YÖK kuruldu. Müfredatlar tekrar ve tekrar elden geçirilip seyreltildi, gericileştirildi. Tüm bu süreçte gericiliğe mutlaka piyasacılık eşlik etti. Hiç tesadüf olmayacak bir biçimde, Kenan Evren cuntasının YÖK’ü kurma görevi verdiği gerici İhsan Doğramacı, aynı zamanda, öğrencileri nitelikleriyle ve mücadeleleriyle sermaye sınıfının başına bela olmuş ODTÜ’den gasp ettiği arazide ülkenin ilk özel üniversitesi Bilkent’i kuran kişi oldu.

Dolayısıyla, cumhuriyetin tüm değerlerini öldürme görevini üstlenen ve bu lanetli işi başarıyla yerine getiren AKP’nin bir bakanının “eğitim seviyesi yükseldikçe oylarımız düşüyor” demiş,2 bir başka bakanının da özet niteliğindeki şu konuşmayı yapmış olması birbiriyle tutarlıdır:

“Ara teknik eleman ülkesiyiz biz. (…) Eğer biz çocuklarımızı iyi yetiştirirsek kalem efendisi değil, ara teknik eleman, üniversiteyi bitiren, teknolojiyi iyi kullanan, bilgisayar bilen ve lisan bilen, dünyadaki bütün bilgileri alıp onları çok iyi kullanan, çok kaliteli gençler olarak yetiştireceğiz.” 3

Bu iki alıntıdaki aydın ve aydınlanma düşmanlığını yan yana koyduğunuzda, sermayedar sınıfı tedirgin eden tüm ilerici unsurların eğitimden ayıklanması işinin neden ismi “teslimiyet” kelimesiyle aynı kökenden gelen dinin gericileri tarafından tamamına erdirildiğini anlarsınız.

***

Bu uzun yolun sonunda eğitimde gelinen noktada, Türkiye’de herhangi bir diploma yoktan var edilebilir ve varken yok edilebilir hale geldi.

Türkiye’nin en köklü üniversitesi, verdiği diplomanın arkasında duramadı ve bunu yapamadığı için, kendi varlığını da kendi eliyle reddetmiş oldu. Ne var ki bu doğru, ancak şu doğruyla birlikte anlam taşır: Aynı köklü üniversitenin Girne’deki abuk subuk bir mektepten fakültelerine yatay geçişle öğrenci almayı kabul etmesi, bu yolla merkezi yerleştirme sınavında pek da başarılı olamayan hatırlı birilerinin arka kapıdan içeri alınmasına izin vermiş olması da, bugünkü rezilliğe varan yola döşenmiş bir başka taştı.

Terry Eagleton’ın çok isabetli biçimde ifade ettiği üzere,4 bütün bunların sonucunda, isminin kökünde “evrensellik” olan üniversite, öldü.

Geçtiğimiz Eylül ayı itibariyle üniversite hocalığı mesleğinde yirminci yılımı doldurmuş bulunuyorum, dolayısıyla bu konunun beni nesnel öneminin ötesinde dertlendiriyor olması mümkündür. Yine de, yazıyı başta söylediğim şeyi tekrar ederek bitirmek istiyorum. AKP, sermayedar sınıfın bencil çıkarlarını ilerletmek için bu ülkeye, bu ülkenin gençlerine ve geleceğine sayısız kötülükler etti; ama bana sorarsanız en iğrenç, en nefret edilesi icraatı, cumhuriyet eğitimini yıkmak için yaptıklarıdır. Türkiye’nin sosyalist devrimini gerçekleştirdiğimizde, örneğin hatırı sayılır bir sanayi birikimini takılıp kaldığı yerden kurtarıp ilerletmeye devam edeceğiz, ama eğitim sisteminin bir bütün olarak yıkılıp baştan kurulması gerekecek.

Yarın 23 Nisan, bir hafta sonrası 1 Mayıs, onun iki hafta sonrası 19 Mayıs. Bu günlerin anlamını düşünürken, belki penceremize Türk bayrağı asar, eylemlere katılırken, gençliğe yapılan bu kötülük aklımızın bir kenarında dursun ve çıkmasın lütfen.

Bağlantılı bir not: Eğitime yönelik en güncel saldırı şu anda “proje liseler” olarak isimlendirilen okullarda yaşanıyor ve liseli gençler büyük bir cesaretle öğretmenlerine sahip çıkıyor. Bu konunun takipçisi olmanızı ve Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin bu konudaki açıklamasını okumanızı rica ediyorum.

1http://www.sp.gov.tr/upload/xSPStratejikPlan/files/0I0XI+2024-2028-yok-stratejik-plani.pdf

2https://www.youtube.com/watch?v=Cn2-QhSUFU8

3https://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/erdogan-bayraktar-biz-ara-eleman-ulkesiyiz-mucit-cikaramayiz-haberi-7759

4https://www.theguardian.com/commentisfree/2010/dec/17/death-universities-malaise-tuition-fees

                                                               /././

Defne HTM’den Alevileri hedef alan paylaşıma suç duyurusu

Defne Halk Temsilcileri Meclisi, Alevilere yönelik hakaret ve tehdit içerikli sosyal medya paylaşımları nedeniyle Hatay'daki eski Sağlık-Sen yöneticisi hakkında suç duyurusunda bulundu.

Hatay’da Defne Halk Temsilcileri Meclisi, Alevilere yönelik tehdit ve hakaret içerikli sosyal medya paylaşımları yapan Orhan Fatih Sönmez hakkında suç duyurusunda bulundu.

Eski Sağlık-Sen Hatay İl Başkanı olan Sönmez, sosyal medya hesabından Alevileri hedef alan paylaşımlarında “Önce Suriye’de … sonra Türkiye’de soyunuzu” ifadeleriyle katliam tehdidinde bulunmuştu.

Sönmez hakkında suç duyurusunda bulunan Defne Halk Temsilcileri Meclisi’nden yapılan açıklamada “Açıkça Alevileri hedef alan hakaret ve düşmanlık içeren paylaşımları nedeniyle Orhan Fatih Sönmez hakkında suç duyurusunda bulunduk. Hiç kimsenin kirlenmiş zihniyetleriyle halkımızın içine düşmanlık sokmasına izin vermeyeceğiz!” denildi.

Defne Halk Temsilcileri Meclisi Sözcüsü Hizam Hasırcı da yaptığı açıklamada “Bu zihniyetin bu topraklarda yeşermesine dahi izin vermeyeceğiz” dedi. Bu tür söylemlerin sadece Alevileri değil insani erdemler taşıyan herkesi rahatsız ettiğini ifade eden Hasırcı “Toplumu ayrıştırmaya dönük ifadeler kullanan zihniyete bu şehirde müsaade etmeyeceğiz” dedi.

TÖB-SEN Genel Başkanı Deniz Ezer de, Sönmez hakkında suç duyurusunda bulunduklarını belirterek “Biz kardeşiz, bu toprakların mayasında kardeşlik vardır. Orhan Sönmez adındaki kişinin bu konuda hesap vermesini istiyoruz. Suç duyurusunda bulunduk ve takipçisi olacağız” diye konuştu.(https://twitter.com/i/status/1914380900697330144)

                                                                 ***

Akyaka Orman Kampı'nda otopark inşaatı! 'Bu çalışma derhal durdurulmalı'

Muğla Akyaka'da Özel Çevre Koruma Bölgesi içinde yer alan ve Nitelikli Koruma Alanı statüsüne sahip olan orman kampında inşaat faaliyeti devam ediyor. İnşaata karşı düzenlenen forumun ardından sonuç bildirgesi yayımlandı, çok sayıda yurttaş hukuki sürece dahil oldu.

Muğla’nın Akyaka beldesinde Muğla Vakfı tarafından işletilen orman kampında, 7 bin metrekare büyüklüğünde bir otopark inşaatı çalışması devam ediyor.

Ancak bu alan, 2006 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı'na bağlı Muğla Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından Erken Hristiyanlık dönemine ait Bazilika kalıntıları nedeniyle korunması gereken kültür varlıkları kapsamında Anıt Eser olarak tescillenmiş durumda.

Gökova Ekoloji Meclisi’nin çağrısıyla 20 Nisan Pazar günü saat 13.00’te kamp alanında bir açık forum düzenlendi. Forum çağrısında şu ifadelere yer verildi:

“Korkunç bir doğa katliamı başlatıldı. Akyaka'nın en özgün doğal varlıklarından birisi gözlerimizin önünde rant uğruna yok ediliyor. Ne Anayasa, ne sözleşme, ne Kıyı Kanunu, ne İmar Kanunu, ne Çevre Kanunu, ne Orman Kanunu, ne de Doğal Sit koruma hükümleri umursanıyor.”

Kıyılar halka kapatılıyor, ticari alanlara dönüştürülüyor

Forumda konuşan Gökova Ekoloji Meclisi üyesi Serdar Denktaş, kamp alanında yürütülen süreci detaylarıyla anlattı. 

Denktaş, "Kamusal nitelikte olan ve halkın yararlanması gereken kıyı bölgeleri, ticari alanlara dönüştürülerek halka kapatılıyor" diyerek, kamp alanının Gökova Özel Çevre Koruma Bölgesi içinde yer aldığını ve Nitelikli Koruma Alanı statüsüne sahip olduğunu hatırlattı.

Denktaş ayrıca, “Bu alanda, Kıyı Kanunu, İmar Kanunu, Çevre Kanunu ve yürürlükteki Orman Kampı Vaziyet Planı ihlal edilerek faaliyet yürütülüyor” dedi.

Tatili köyüne dönüştürme çabası

Katılımcılar, yapılan çalışmaların bölgedeki nüfus yoğunluğunu artırarak, ekolojik kırılmalara ve büyük yangın riskine yol açabileceğine dikkat çekti. 

Bazı katılımcılar, “En sonunda burayı küçük bir tatil köyüne çevirip halkın kullanımını tamamen engelleyecekler” sözleriyle tepkilerini dile getirdi.

STK’ler, çevre örgütleri ve siyasi temsilciler katılım sağladı 

Muğla’nın birçok ilçesinden sivil toplum kuruluşları, çevre örgütleri ve çeşitli siyasi parti temsilcileri açık foruma katıldı. 

Söz alanlar arasında yer alan Türkiye Komünist Partisi (TKP) Muğla İl Örgütü'nden bir üniversite öğrencisi şunları söyledi:

"Yapılan şeyin zihniyetini memleketten yakından tanıyoruz. Marmaris Sinpaş’tan tanıyoruz. Depremde 'banka kasalarını önce kurtarın' talimatı verenlerden, Bolu otel yangınında 'öncelikli olanları kurtarın' talimatı verenlerden tanıyoruz. Şimdi burası da ayrıcalıklı olanlar tarafından kullanılsın isteniyor. Alın teriyle hayatta kalanların elinden doğa alınıyor ve sermayeye peşkeş çekiliyor. Muğla’ya memleketin dört bir yanından okumaya gelen işçi çocukları, buranın sermayeye peşkeş çekilmesine izin vermeyecek.”

Bazilika kalıntıları tahrip ediliyor

2006 yılında Muğla Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun kararıyla, Akyaka Orman Kampı içinde yer alan Erken Hristiyanlık dönemine ait Bazilika kalıntıları tescillenmiş ve Anıt Eser ilan edilmişti. Karara göre Bazilika'nın çevresindeki her yönden 50 metre koruma alana dahil edilmişti.

Ancak yürütülen betonlaşma faaliyetleri, bu koruma alanı içerisinde yapılmakta ve kültürel mirasa doğrudan zarar veriyor. Katılımcılar ise bu durumun yalnızca çevreye değil, insanlık tarihine de ciddi bir tehdit oluşturduğunu vurguluyor.

Yurttaşlar imza vererek hukuki sürece katıldı

Açık forum sonrası yurttaşlar, hazırlanan suç duyurusu metnine imza atarak hukuki sürece dahil olacaklarını beyan etti. 

Forumun sonunda 7 maddelik bir sonuç bildirgesi yayımlandı. 

Yayımlanan bildirge şöyle:

1-Orman Kampı tüm canlıların ortak yaşam alanıdır ve Doğal Sit koruma statüsündedir. Orman Kampının, ticari rantı artırmak uğruna tüm canlıların yaşam alanlarını yok ederek kullanım alanına dönüştürülmesi kabul edilemez. Doğal Sit Koruma Kurallarını yok sayarak yürütülen, orman ekosistemine zarar veren tüm altyapı ve üstyapı faaliyetlerine son verilmelidir. Kamu kaynakları kullanılarak Muğla Valiliği tarafından Orman Kampı içerisinde orman ekosistemini tahrip ederek yapılmak istenen 7000 m2 büyüklüğündeki otopark inşaatından derhal vazgeçilmelidir. Orman Kampında, Kıyı Kanunu’na aykırı olarak kıyıyı işgal eden ve işletim planında olmayan tüm tesisler kaldırılmalıdır. Anayasaya aykırı bir şekilde halkın kıyıdan yararlanmasını engelleyen, çitleme dahil, tüm faaliyetlere son verilmelidir.

2-Akyaka Uluslararası Yavaşkentler Birliği üyesidir ve yaşam kalitesinin korunması yavaşkentlerin temel ilkesidir. Orman Kampı'nın konaklama ve kullanma kapasitesinin artırılarak adeta bir tatil köyüne dönüştürülme girişimi, nüfus yoğunluğu anlamında Akyaka'nın taşıma kapasitesini aşan bir yük getireceği gibi, başta trafik ve su tedariki olmak üzere altyapısına da büyük yük getirecek kabul edilemez bir projedir. Akyaka Yavaşkent kriterlerlerine uygun yönetilmelidir.

3-Orman Kampında yapılması planlanan projenin yol açacağı nüfus yoğunluğu ve kamp içinde yapılması planlanan faaliyetler, tüm dünyada iklim krizi nedeniyle insan yapısı hataların kolayca vahşi yangınlara dönüştüğü bir dönemde bölgede yangın riskini arttırarak, büyük insani ve ekolojik felaketlere yol açma potansiyeli taşımaktadır.

4-Proje ile Akyakalıların ve bölge halkının dört mevsim yürüyüş ve sosyalleşme alanı olarak kullandığı oldukça büyük bir alanın halkın kullanımından çıkarılarak özel bir alana dönüştürülmesi, kent sakinlerinin kent hakkının sınırlandırılması anlamına gelmektedir. Bu durum kamu yararı ilkesi ile çelişmektedir.

5-Orman Kampında yürütülen faaliyetler Gökova ÖÇK Bölgesi'nin korunması için hazırlanmış bilimsel raporlara, bu raporları temel alarak hazırlanan Gökova ÖÇKB Yönetim Planına, orman, çevre ve kıyılar ile ilgili yasalara, yönetmeliklere, uluslararası sözleşmelere, hatta Orman Kampının kendi ihale sözleşmesine aykırıdır. Gökova ÖÇK Bölgesini korumak, Yönetim Planını uygulamakla yükümlü ÇŞID Bakanlığı ve yürütücü kurumu Muğla Valiliği bu tür kanun, yönetmelik, plan ve sözleşmelere aykırı faaliyetlere izin vermemelidir.

6-Orman Kampı'nda yürütülen altyapı çalışmaları, Kültür Varlıklarını Koruma Kurumu'nun kararlarına aykırı olarak, Anıt Eser olarak tescillenmiş Bazilika'nın koruma sınırlarının içinden geçmektedir. Bu çalışma derhal durdurulmalı ve tüm insanlığın ortak mirası olan bu kültür varlığının korunması için gereken çalışma başlatılmalıdır.

7-Orman Kampı'nda tüm bu hukuksuzluklara ve ekolojik tahribata yol açan, kamp alanını 2013 yılından beri işletmekte olan Muğla Vakfı'dır. Muğla Vakfı'nın sözleşmesi derhal iptal edilerek kamp alanının ekosisteminin rehabilite edilmesi için çalışmalar başlatılmalıdır.

                                                            ***

Eren Üner'in öyküsü: Fahrettin Altun gözaltında işkenceyi yalanla kapatmaya çalıştı -Can Kuyumcuoğlu-

Üniversite öğrencisi Eren Üner, geçtiğimiz ay gözaltına alındı. Gözaltında işkence ve hakaretlere maruz kaldığını duyuran Üner suç duyurusunda bulundu. Fahrettin Altun'un kurumu "suç duyurusu yok" dedi, Üner'in avukatı soL'a anlattı: "Suç duyurusunu bizzat ben yaptım."

AKP iktidarı döneminde yurttaşların temel haklarına dönük saldırılar doruk noktasına ulaştı.

Saraçhane'de yapılan protestoların ardından, polisin yurttaşlara dönük keyfi şekilde gözaltı işlemleri ve işkence uyguladığına dair birçok haber, belge ve görüntülerle basına yansıdı.

Son işkence haberiyse bir üniversite öğrencisinin sosyal medya paylaşımı üzerinden ortaya çıktı.

Sosyal medya hesabından açıklama yapan Eren Üner, 24 Mart tarihinde, Saraçhane eylemlerine katılan kişilerin gözaltına alındığı görüntüleri, altına hakaret ve tehdit notları ile herkese açık şekilde paylaşan polis memurlarının paylaşımlarını, kendi hesabından paylaştığını aktardı.

Paylaşımların ardından Üner, aynı gün İstanbul Emniyet Müdürlüğü Siber Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü'nden gelen ekipler tarafından evinden gözaltına alındı. Üner, gözaltı sırasında çeşitli işkencelere maruz kaldı.

Üner ve avukatları, darp, hakaret ve tehdit ederek işkence suçu ve görevi kötüye kullanma suçu işledikleri gerekçesiyle  polis memurları hakkında suç duyurusunda bulundu.

Gözaltında hakaret ve darp

Üner'in soL'a ilettiği suç duyurusu belgesine göre, Üner'in paylaşımlarını alıntıladığı bazı polis memurlarının kendisini şikayet etmesi üzerine soruşturma başlatıldı.

Hakkında başlatılan soruşturma kapsamında; İstanbul Siber Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü'ne bağlı polis memurları tarafından 24 Mart tarihinde evinde gözaltına alınan Üner, Vatan Caddesi'nde bulunan İstanbul Emniyet Müdürlüğü Siber Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü'ne götürüldü.

Üner, Siber Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü giriş kapısından geçildikten sonra soldaki çalışma odasına götürüldüğünü ve bu odada, 6 polis memuru tarafından saatlerce dövüldüğünü ve işkenceye uğradığını anlattı. Kendisinin ve ailesinin öldürülmesiyle tehdit edilen Üner, "vatan haini", "o... çocuğu" denmek suretiyle hakarete de uğradığını belirtti.

'Üner'in paylaştığı polisler darbı izlemeye getirildi'

Üner, çalışma odasında darp edilirken, hakkında paylaşımda bulunduğu çevik kuvvet şube müdürlüğünde görevli 2 polis memurunun odaya getirildiğini, "İntikamınız alınıyor" denilerek Üner'in darp edildiği anların polis memurlarına izletildiğini aktardı.

Yaşananların, Üner hakkında yürütülen soruşturma ve sonrasında açılan ceza davası evrakları incelendiğinde de doğrulandığı, çevik kuvvette görevli polis memurlarının, Üner gözaltında bulunduğu sırada Siber Şube Müdürlüğü'ne getirilerek ifadeleri alındığı belirtildi.

Darp sırasında getirilen avukat müdahale etmedi

Üner'in darp edildiği sırada, CMK'dan talep edilen İstanbul 2 Nolu Barosu'na bağlı Avukat İsmail Gümüş, şube müdürlüğüne geldi. Gümüş, Ünal'ın darp edildiğini görmesine karşın herhangi bir müdahale bulunmadı. Avukat, yalnızca görevli polis memurlarına hitaben "o kadar dövmeyin az dövün" dedi.

Üner'in darp edilmesinin ardından her iki kulağı, ensesi, her iki kolu ve vücudunun çeşitli yerlerinde darp izleri meydana geldi.

Polisler hekim kontrolüne müdahale etti, darp olmadığına dair rapor hazırlandı

Ancak adliyeye sevk edilirken, darp cebir raporu alınmak üzere Bayrampaşa Devlet Hastanesi'ne götürülen Üner, hekim kontrolünden önce tehdit edilerek kendisine hekim yanında konuşmamasının söylendiğini aktardı. Hekim kontrolüne Üner'le beraber polis memurları da girerken, hastanede Üner'in herhangi darba uğramadığına dair rapor hazırlandı.

Hakkında, sevk edildiği Sulh Ceza Hakimliği tarafından 25 Mart tarihinde tutuklama kararı verilen Üner, siber şubede görevli polisler tarafından Metris Cezaevi'ne teslim edildi.

Jandarmalar darp izlerini gördü, cezaevine almadı

Üner, cezaevine teslim edileceği sırada, cezaevi görevlisi jandarma personeline, vücudunda darp olduğunu belirtti. Üner'in darp edildiği, her iki kulağının mosmor olması, yüzünde, boynunda ve yüzündeki izlerden de anlaşılması üzerine cezaevinde görevli jandarma personeli, Üner'in bu şekilde cezaevine teslim edilemeyeceğini, darp izlerini gösteren rapor alınarak cezaevine getirilmesi gerektiğini polise bildirildi.

Polisin siber şubede görevli amirlerini araması üzerine, Üner'i darp eden kişilerden biri olan amirin telefonda cezaevi görevlisi jandarma ile tartıştığı kaydedildi.

Üner'i cezaevine teslim edemeyen polis memurları, onu Haseki Hastanesi'ne götürdü. Hastanede tomografisi çekilen Üner, gerekli tetkikler yapıldıktan sonra hekim kontrolüne girdi. Yapılan son hekim kontrolünde görevli polis memurlarının Üner'le beraber hekim kontrolüne girmemesi üzerine hastane raporunda Üner'e ait tüm darp ve cebir izleri belirtildi.

Üner cezaevine teslim edildikten bir gün sonra cezaevi hekiminin yaptığı muayenede darp cebir izlerini gösterdi ve cezaevi hekimince 26 Mart tarihinde düzenlenen raporda da bu darp izleri belirtildi.

Emniyet Genel Müdürlüğü: Üner hakkında suç duyurusunda bulunacağız

Üner'in paylaşımının ardından bugün açıklama yapan Emniyet Genel Müdürlüğü, yaşananları yalanlayarak Üner hakkında suç duyurusunda bulunacağını açıkladı.

Emniyet Genel Müdürlüğü'nün X hesabından yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi: "X platformu üzerinden '@erennuner' kullanıcı isimli E.Ü.'nün gözaltı işlemleri sırasında kötü muameleye uğradığına dair 20.04.2025 tarihinde ileri sürdüğü iddialar, gerçek dışı, asılsız ve teşkilatımızı yıpratmaya yönelik iftiralardan ibarettir. Adı geçen şahsın 24.03.2025 tarihinde 'Kişisel Verileri Hukuka Aykırı Ele Geçirme ve Yayma' suçu kapsamında gözaltına alındığı, yapılan işlemlerin ardından 25.03.2025 tarihinde tutuklanarak cezaevine gönderildiği ve 09.04.2025 tarihinde serbest bırakıldığı görülmüştür.

Gözaltı süresince alınan (3) adet doktor raporunun tetkikinde, darp ve cebir izine rastlanmadığı, ayrıca avukat eşliğinde alınan ifadesinde de darp, cebir ya da kötü muamele konularından bahsetmediği ve şikâyetçi olmadığı tespit edilmiştir. Nitekim serbest bırakıldığı 09.04.2025 tarihinden iddialarda bulunduğu 20.04.2025 tarihine kadar herhangi bir adli makama / kolluk birimine şiddet ya da kötü muamele gördüğüne dair başvurusunun olmadığı da anlaşılmıştır.

Öte yandan gözaltına alınan şahısların aranması 'Yakalama, Gözaltına Alma ve İfade Alma Yönetmeliği' ile 'Adli ve Önleme Arama Yönetmeliği'ne göre yapılmakta olup Teşkilatımız, tüm bu iş ve işlemleri, yukarıda belirtilen yönetmeliklerin çizdiği çerçevede büyük bir hassasiyetle ve titizlikle yerine getirmektedir. Adı geçen kişi ile ilgili adli makamlara suç duyurusunda bulunulacaktır."

Dezenformasyonla Mücadele Merkezi inkar etti

İletişim Başkanı Fahrettin Altun'un yönettiği Dezenformasyonla Mücadele Merkezi (DMM) de, Üner'in ve avukatlarının iddialarını yalanlamaya çalıştı.

Yapılan açıklamada, "Bahse konu şahıs, 24 Mart 2025 tarihinde Kişisel Verileri Hukuka Aykırı Ele Geçirme ve Yayma suçu kapsamında gözaltına alınmış, yapılan işlemlerin ardından 25 Mart 2025 tarihinde tutuklanarak cezaevine gönderilmiştir. 09 Nisan 2025 tarihinde serbest bırakılmıştır" denildi.

Açıklamada, Üner'in, serbest bırakıldığı 9 Nisan 2025 tarihinden iddialarda bulunduğu 20 Nisan 2025 tarihine kadar herhangi bir adli makama/kolluk birimine şiddet ya da kötü muamele gördüğüne dair başvuruda bulunmadığı öne sürüldü.  Ayrıca, gözaltı süresince alınan 3 adet doktor raporunun tetkikinde, darp ve cebir izine rastlanmadığı iddia edildi.

Üner'in avukat eşliğinde alınan ifadesinde de darp, cebir ya da kötü muamele konularından bahsetmediği ve şikayet etmediği tespit edildiği belirtilen açıklamada, şöyle devam edildi: "Öte yandan gözaltına alınan şahısların aranması 'Yakalama, Gözaltına Alma ve İfade Alma Yönetmeliği ile 'Adli ve Önleme Arama Yönetmeliği'ne göre yapılmakta olup Türk Polis Teşkilatı tüm bu iş ve işlemleri, belirtilen yönetmeliklerin çizdiği çerçevede büyük bir hassasiyetle ve titizlikle yerine getirmektedir."

Üner'in darp raporu Altun'un tersini söylüyor

Üner'in aldığı darp raporu ise, Fahrettin Altun'un iddialarını yanlışlıyor.

Üner, yaşadığı işkencenin ardından 2 hafta sonra aldığı darp raporunu soL'la paylaştı. 11 Nisan tarihli rapora göre, Üner'in vücudunda hâlâ darp izleri bulunuyordu: "Darp beyanı ile gelen hastanın servikal vetebra hizasında hassasiyeti, sol kol deltoid üzerinde 10x10 cm boyutunda ekimoz (eskiden), sağ önkol dış yüde dermatit lehine yorumlanan alanlar, sağ el bileğinde 1x0,5 cm boyutunda epidermiste minimal soyulma ve iyileşme dokusu görüldü."

Üner'in avukatı: Emniyet ve DMM'nin açıklamaları gerçeği yansıtmıyor, suç duyurusunu bizzat ben yaptım

soL'un ulaştığı Üner'in avukatlarından Halil Enes Kavak da, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün ve Dezenformasyonla Mücadele Merkezi'nin iddialarını yalanladı. Kavak, ayrıca suç duyurusuna rağmen yetkililerin hiçbir şekilde harekete geçmediğini vurguladı. Suç duyurusuna rağmen hiçbir işlem yapılmadığını ve 15 günden beri savcılığın kılını dahi kıpırdatmadığını vurgulayan Avukat Kavak, "2 gün sonra zaten 30 günlük süre doluyor, 30 gün geçtikten sonra zaten kamera kayıtları silindi deyip göndermeyecekler" dedi.

Polis bugün yeniden Üner'in evine gitti

Emniyet Genel Müdürlüğü'nün açıklamasından 3 dakika sonrasında bugün polisin Eren Üner’in evine gittiğini aktaran Kavak, Üner hakkında paylaşımlar yüzünden bir daha gözaltı kararı verilmiş olabileceğini, durumu teyit etmeye çalıştıklarını ifade etti. Dezenformasyonla Mücadele Merkezi'nin ve Emniyet Genel Müdürlüğü'nün son açıklamasının gerçeği yansıtmadığını belirten Kavak, "Emniyet Genel Müdürlüğü bizim suç duyurusunda bulunduğumuzun ya farkında değil ya da farkında olmasına rağmen 'suç duyurusunda bulunmadı' diye açıklama yapıyorlar. Gerçek değil yani, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün yaptığı açıklama gerçeği yansıtmıyor. 8 Nisan’da bizzat ben suç duyurusunda bulundum" dedi. Kavak müvekkilinin "Kişisel Verileri Hukuka Aykırı Ele Geçirme ve Yayma" suçunu işlediğine dair iddianın doğru olmadığını söyledi.

                                                      /././

Ali Tartanoğlu ile Gazze'deki gazetecilere dair: 'Gazze'de öldürür, burada sustururlar ama gerçeği gizleyemezler' -Özkan Öztaş-

Gazeteci-yazar Ali Tartanoğlu "Gazze’de gazeteciler kurşunla, Türkiye’de baskıyla susturuluyor; ama gerçek, her yasağı deler, hakikat nehir gibi akar" diyor.

Bir kameranın vizöründen görülen savaş, çoğu zaman dünyaya gerçeği ulaştırır. Ama o vizörün ardındaki gözler hedef haline geldiğinde, savaş sadece cephede değil, sözcüklerin satır aralarında da sürüyor. 

Savaşın ortasındaki gazeteciler, sadece kurşunların değil, yalanların da hedefi oluyor. Evet, konumuz gerçeği anlatmak için emek veren gazeteciler... 

Son yıllarda yaşanan çatışmalarda, özellikle de 7 Ekim 2023’te başlayan İsrail-Filistin savaşında, bu çıplak gerçek yeniden tokat gibi yüzümüze çarptı. Gazze gazeteciler için bir anıt mezara dönüşmüş durumda.

İsrail'in Gazze'de öldürdüğü gazeteci sayısı, Amerikan İç Savaşı, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Kore Savaşı, Vietnam Savaşı (Kamboçya ve Laos'taki çatışmalar dahil), 1990'lar ve 2000'lerdeki Yugoslavya savaşları ve Afganistan'daki 11 Eylül sonrası savaşta öldürülen toplam gazeteci sayısını geçti. Şu an için bilinen, Gazze'de en az 232 basın emekçisinin öldürüldüğü yönünde. Yani Gazze'deki her on gazeteciden biri yaşamını kaybetti. Tüm bu veriler İsrail saldırıları söz konusu olduğunda kasıtlı bir stratejiyi temsil ediyor. Zira 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana neredeyse hemen hemen her gün bir gazeteci öldürülmüş durumda.

ki dünya savaşında hayatını kaybeden gazetecilerin toplamından fazla gazeteci bu savaşta yaşamını yitirdi. Bu sadece bir rakam mıydı? Yoksa sistematik bir susturma politikasının sonucu muydu?

Gazeteci-yazar Ali Tartanoğlu’yla yaptığımız söyleşide bu sorunun peşine düştük. 

Çok uzun yıllar gazetecilik yapan Tartanoğlu aynı zamanda Körfez Savaşı'nın da yakından takip etmiş. Dönemin Bağdat muhabirlerinden. Yıllarca basın meslek örgütlerinde sorumluluk alan Tartanoğlu savaşı yakından takip eden gazetecilerden. 

Tartanoğlu’nun sesi, kelimelerinden önce ağırlaşmış bir sorumluluğu taşıyordu: Bu sayı inanılmaz,” dedi. “Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda bile bu kadar gazeteci ölmedi. Bu, İsrail’in sistematik şekilde gazetecileri hedef aldığını gösteriyor. Ama bunu sadece ‘eleştirel gazetecileri susturmak’ gibi basit bir niyetle açıklayamam.”

Bu cümle bile başlı başına önemliydi. Peki ya ölümler? Kaza mıydı, yoksa bilinçli bir tercih mi?

Tartanoğlu tereddütsüz yanıtladı: Tesadüf değil. Filistin’de ölen gazetecilerin çoğu ‘iliştirilmiş’ değil. Bunlar bağımsız, yerel gazeteciler. Yani tankın içinde, komutanın gözetiminde haber geçen değil; sokakta çocuk cesetlerini çekenler. Gerçeği gösterenler.”

Yani bu gazeteciler gerçeği aktardıkları için doğrudan hedef alınıyorlar. 

'Susturulması gereken, sadece bir kişi değil; anlatılacak hikâyedir'

Anaakım medyanın savaş haberciliğinin PR faaliyetine dönüştüğü çağda, bağımsız gazeteciler hem sistemin hem mermilerin hedefinde. Rakka’yı, Irak’ı, Gazze’yi anımsatan Tartanoğlu, geçmişte Amerikan ordusunun gazetecilerin kaldığı oteli “nokta atışıyla” vurduğunu hatırlatıyor. Bir harita üzerinde “bu otelde gazeteci var” işareti olan yere atılan bombaları… Görmezden gelinmiş belgeleri…

Bağımsız gazeteciler savaşın çirkinliğini, niyetleri, hesapları ortaya serdiği için tehlikede. Askerin yanında duran zaten sadece anlatması gerekeni anlatıyor. Ama ötekiler, yani gerçekleri yazanlar, susturuluyor.”

Bu susturma yalnızca fiziksel bir yok etme değil. Hafızaya saldırı. Delillere, belgelenmiş suça, tanıklığa bir müdahale. Çünkü savaş sadece sahada değil, arşivlerde de sürüyor. Tartanoğlu’nun bir cümlesi bütün resmi ortaya koyuyor: Filistin’de 50 çocuğun öldürüldüğünü belgeleyen bir fotoğraf, uluslararası mahkemede delil olur. O yüzden o gazeteci yaşarsa, İsrail’in karizması çizilir. Susturulması gereken, sadece bir kişi değil; anlatılacak hikâyedir.”

Savaşın bir tarafı gerçeği örtmek, diğer tarafı ise gerçeği göstermek istiyor. Gazeteciler ise bu iki uçurum arasında, sırtlarında kameraları, ceplerinde kalemleriyle yürümeye çalışıyor.

'Bugün gerçekleri söyledikleri için gazeteciler öldürülüyor'

Ali Tartanoğlu, Bağdat’ın puslu sabahlarından birini, geçmişin tozlu anılarından bir tanesini daha söküp getirdi konuşmamıza. Söze, gazeteciliğin artık sadece bir meslek değil, gerçeklik mücadelesi olduğuyla devam etti. Ona göre bugün gazeteciler yalnızca haber yazmıyor, gerçeği taşıyan son neferler olarak hedefe konuluyor.

“Ben medya demem ona,” dedi, sesini bir ton yükselterek. “Gazetecilik tiyatro değildir. Yoruma açık bırakmazsın, ne olduysa onu verirsin. Ama bugün gerçekleri söyledikleri için gazeteciler öldürülüyor.”

Gazze’de, Refah’ta, Han Yunus’ta ölen onlarca gazeteci… Kamerasını bir an bile bırakmadan, belki de son fotoğrafını çeken o Filistinli genç adam… Ali Tartanoğlu için bu ölümler sürpriz değil ama kabul edilebilir de değil. Ona göre bu, savaşın doğasında olan bir şey değil; bu, gerçeklerden korkanların refleksi.

“Birinci, İkinci Dünya Savaşı zamanında böyle bir iletişim yoktu. Şimdi anında yayılıyor her şey. O yüzden gazeteciler daha çok hedef.”

Ardından ekledi: “Güneş balçıkla sıvanmaz. Ne kadar bastırırsan bastır, gerçek bir şekilde ortaya çıkıyor.”

'Gazze'de öldürülen gazeteci Tel Aviv'de manşet oluyor, gizleyemiyorlar'

Gerçeğin bu kadar yakıcı olduğu bir dönemde gazetecilik yapmak, bir anlamda geleceğe şahitlik etmek. Ama bu şahitliğin bedeli ağır. Tartanoğlu, Bağdat’ta çalıştığı yıllardan bir örnek verdi. Anadolu Ajansı adına görevdeyken, Saddam yönetimi altında habercilik yapmanın yolunu arayan yerel gazetecileri anlatırken, gözlerinde saygı parlıyordu.

“İnanılmaz zeki ve cesur insanlardı. Bir şekilde haber yapmayı ve doğru yolda yürümeyi başarıyorlardı. Gerçekten büyüleyiciydi.”

Yalnızca Irak değil, Filistin’de de aynı mücadele sürüyordu. Gazeteciler, düşen her bombanın ardından gerçeği kayda almaya devam ediyor, fotoğraf makineleriyle tarihin tanıklığını yapıyorlardı.

Yasaklasan ne olacak?” diyor Ali Tartanoğlu. “Halk düşmanı yasaklar, delinir. Özkan’ı sustursan Ali konuşur, Ali’yi sustursan başkası… Bak! Bugün Filistin'de öldürülen gazetecileri herkesten önce İsrail basını haber yapıyor. Oradaki muhalif gazeteler iş başında. Yasaklayamıyorsun yani. Olmuyor. Çünkü bu 'büyük adamlar' kendi şan ve şöhretleri için geliştirdikleri bir aygıtın ceremesini çekiyorlar şu an. İsrail'i de öyle İngiltere'si de. Amerikası da. İstiyorlar ki gazeteler hep onları yazsın, onları övsün. Ama öyle olmuyor işte. Bu da kıymetli bir diyalektik çelişki. Dediğim gibi. Sen kalkar Gazze'deki gazeteteciyi öldürürsün ama bu olayı Tel Aviv'de manşetlerde okur insanlar.”

Ali Tartanoğlu söyleşi boyunca hafızasını yokladığı her anda gözleri uzaklara dalıyor. Gazetecilere yönelik saldırıları her anımsadığında sesinde bir öfke beliriyor. Öfkesinde aynı zamanda mücadele etmenin inadını da yaşatıyor. 

Filistin’deki ölümler, çocuklar, gazeteciler, yıkılan kütüphaneler…

Tam da bu noktada, konuşma eski tanıklıklara evriliyor. Filistin’deki ölümler, çocuklar, gazeteciler, yıkılan kütüphaneler… Ali Tartanoğlu, konuyu 2003’teki Irak işgaline getirdi. “Bağdat Kütüphanesi’ni yok ettiler” dedi. “Bu bir kütüphane değil sadece. Bir kültürün, bir tarihin yok edilmesiydi bu.”

Bu sözleriyle geçmişin başka bir karanlık anına da göz kırptı: İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılışı. “Aynı şey” dedi. “Toprağı işgal ettin, yetmedi; belleği de gasp ettin.” Sohbeti sırasında öfkelendiği zaman dişlerinin arasından fısıldıyor kelimeleri. Ve ekliyor, "Kütüphaneleri yakmak, müzeleri yıkmaz, içindekileri soymak kimin aklına gelir? Sen bir komutan olsan gelir miydi aklına önce buraları bombalamak. Basit bir ayrıntı değil bu. O kitapları silmeden insanların hafızasından milyonları susturamazsın."

Öldürülen bir meslek: Gazetecilik

Küçük bir masanın etrafında, söyleşi boyunca konuşulanların tortusu havada asılı duruyor. Savaş, yalan, çifte standart… Ve hepsinin ortasında öldürülen bir meslek: gazetecilik.

Söz dönüp dolaşıp bir yandan saldırıları kınayan diğer yandan da İsrail ile ticarete devam eden Türkiye'ye geliyor. Ali Tartanoğlu derin bir nefes alıyor. Gözlerinde yılların biriktirdiği yorgunluk ama vazgeçmemiş bir inadın izi var.

Bu, dünya siyasetinde olağan bir şey,” diyor. “Macron yapıyor, Trump yapıyor… Kendi suçunu başkasına yansıtan bir ikiyüzlülük bu. Psikolojide bir adı da var: suç yansıtma. Ne yaptığını biliyorsun, ama yüzleşemiyorsun, onun yerine başkasına yükleniyorsun. Siyasetin kirlenmesidir bu. O yüzden insanlar seçim sandıklarına sırt çeviriyor. Çünkü yönetilenler, artık yönetenlere inanmıyor.”

Tartanoğlu'nun sesi bu noktada biraz daha sertleşiyor. “Yönetenlerin meşruiyeti azalıyor,” diye ekliyor.

Peki, bu tablo içinde gazeteciliğin yeri neresi? “Gazeteci ölümleri bu kirlenmenin neresinde?” diye soruyorum.

Gözünü kırpmadan, kararlılıkla yanıtlıyor:

“Tam göbeğinde.”

Sesinde inatçı bir gülümseyiş beliriyor. 

Sonra biraz durup devam ediyor: “Gazeteci öldürmek, bir toplumun en hassas damarına bıçak vurmaktır. Çocukların, kadınların öldürülmesi elbette en büyük acıdır… Ama gazeteciler hedef alındığında, sadece bir insan değil, hakikat gömülür. O yüzden diyorum ki, Filistin’de öldürülen gazeteciler sadece birer kurban değil, aynı zamanda bir halkın sesi, kaydı, tarihi. İsrail’in savunması hep aynı: ‘Yalnızız, çevremiz düşmanlarla dolu.’ Ama biri de çıkıp sormalı: ‘Madem Yahudileri korumak istiyordunuz, neden onları Arap halklarının kalbine hançer gibi sapladınız?’ O zaman o mağduriyet hikâyesi çöker.”

'Gazze'de öldürür, Türkiye'de sustururlar. Farkı yok!'

Sohbet esnasında vaktiyle Körfez Savaşı zamanında yaptığı bir haber nedeniyle Bağdat'ta iken Irak Enformasyon Bakanı tarafından "ifadeye çağrıldığı" bir anıyı anlatıyor. Yaptığı haber Türkiye'de farklı biçimlerde haber olunca Ankara'daki Irak Büyükelçiliği haberi uçuruyor Bağdat'a. Bakanlık da Ali Tartanoğlu'nu çağırıyor. "İvedilikle!"

Durum hassas tabii. Saddam'ın kendisi aleyhine tek bir satır cümleye dahi izin vermediği savaş günleri. Tartanoğlu başlığı kendisi atmadığını ve haberin farklı kaynaklarca kullanıldığını aktarıyor. O gün serbest bırakıyorlar ancak gerçek ile hayat arasındaki çizginin ince ilişkisini yeniden hatırladığı bir an kalıyor geride. 

Söyleşi ilerledikçe, konu Türkiye’ye dönüyor. “Türkiye’de de gazeteciler hedef oluyor,” diyorum. “Bazıları teröristlikle suçlanıyor.”

Ali Tartanoğlu bu noktada hiç tereddüt etmiyor.

“Hukuk, egemenlerin hukukudur,” diyor. “Bir gazeteci hata yaptıysa, bu meslek örgütlerinin meselesidir. Devletin değil. Ama devlet her zaman kendi suçunu geniş bir gölgeyle örtmeye çalışır. Türkiye’de suçun tanımı o kadar geniş ki, ‘Gözünün üstünde kaşın var’ demek bile suç olabiliyor. Çünkü mesele gerçek değil, gerçeği susturmak. 

Nâzım Daştan ve Cihan Bilgin, Suriye'de öldürülen iki Türkiyeli gazeteciydi. Suriye'de haber ajansları TSK'ya bağlı İHA ve SİHA'larının saldırıları nedeniyle öldürüldüklerini duyurmuştu. Ama Türkiye'den herhangi bir açıklama dahi yapılmadı. Çünkü yaygın kanaat gazeteci değil, "terörist" olduklarıydı. 

Oysa haberleri, yazıları, fotoğraf makinaları ve kalemleriyle üretimleri ortadaydı her birinin. Tartanoğlu bu tür ayrımların hükümetlerin değil basın meslek örgütlerinin kararlarının konusu olacağının altını çiziyor. Türkiye'den bu ölümlere hiçbir yanıt gelmemesini de "Bazen hükümet bile kendini savunmuyor. Çünkü konuşsa itiraf etmiş olacak” diye yorumluyor. 

Ve tekrar ediyor. 

"Farkı yok. Ha öldürmüşsün ha susturmuşsun. Gazetecilikte mesele gerçeği anlatmaksa sahtekarların işi de bunu gizlemek oluyor."

Söyleşiyi bitirirken, son bir soru yöneltiyorum:

Peki, bu kirlenmeye karşı ne yapılabilir?”

Tartanoğlu yine gözünü kaçırmadan yanıtlıyor:

“Gazetecilik, her şeye rağmen gerçeği ortaya koymaya devam etmeli. Gerçekler göz önüne serildikçe, insanlar da harekete geçer. Bak, İstanbul Belediyesi'ne yapılan operasyonlar sonrasında yaşananlara. Kitleler bazen yüz binler olur yürür, ama o yürüyüşü tutuşturan bir kıvılcım vardır: gerçeğin haberi! O yüzden gazeteciyi öldürmek ya da susturmak sadece bir bireyi değil, potansiyel bir toplumsal hareketi boğmaktır.”

Bir süre sessizlik oluyor. Ardından, sözü yine o noktaya getiriyor:

“Ama ne yaparlarsa yapsınlar… gerçek er ya da geç ortaya çıkar. Güneşin üstünü örtemezsin.”

                                                        /././

Bir yaz gecesi rüyası -Engin Solakoğlu-

Şimdi önümüzde kristal berraklığında bir tablo var. Suriye’de kazandığı algısını elle tutulur bir kazanca tahvil edemeyen Akepe yokuş aşağı patinaj yapıyor.

Varlığı hâlâ tartışılıyor. Yaşamış mı, yaşamamış mı? Tartışılmayan isminin altında sıralanan onlarca yapıt. Başlığı gören edebiyat tutkunları çoktan anlamıştır gerçi ama W. Shakespeare’den söz ediyorum. Bir Yaz Gecesi Rüyası da o külliyatın bir parçası. Eski Yunan’da geçen aşk ve izdivaç üzerine gülünçlü bir oyun.

Bu hafta ele alacağımız konuyla doğrudan bir ilgisi yok o oyunun. Sadece Hakan Fidan’ın Akepeli vekillerle yaptığı bir toplantıda “ABD’nin PKK/YPG konusundaki ikircikli tutumuna karşı 2025 yazında kapsamlı bir diplomatik kampanya başlatıyoruz” dediğini okuyunca aklıma gelen o oyunun başlığı oldu: Bir yaz gecesi rüyası...

Suriye’nin “fethi”nin pek de Emin Oktay tarihinde okuduğumuz tarzda fetihlere benzemediği giderek açıklık kazanıyor. Kimin neyi fethettiği pek bulanık. Önce meselenin Türkiye halkı bakımından en önemli görülen kısmından başlayalım. 

Akepe’nin Suriye anlatısının üç büyük vaadinden birincisi “Suriyeliler’in geri dönüşü”ydü bildiğiniz gibi. Esat yönetiminin devrilmesinin ardından yandaş, candaş ne kadar TV kanalı varsa tam teçhizat Suriye sınır kapılarına hücum edip, gidenleri saymaya soyunduklarını ibretle ve utanarak izlemiştik. İlk günler ve haftalarda şehvetle telaffuz edilen gidiş sayıları zaman içinde belleğin sislerinde kayboldu. Giderek seyrekleşen resmî açıklamalardan da anlaşıldı ki, bu hızla ülkedeki Suriyeli göçmenlerin tamamının olmasa dahi büyük bölümünün dönmesi en iyimser tahminle 30 yıl kadar sürecekti. Bu acımasız aritmetik gerçeklik somutlaşınca o vaat de buharlaştı ve ağza alınmaz oldu. Kaldı ki, emeği sömürerek zenginleşme konusunda her gün yeni rekorlara imza atan Türkiye sermayesinin ve onun iktidarının ellerindeki ucuz işgücü kaynağından, bir de o kitleyi demografik tasarım maksatlarıyla kullanma niyetinden kısa sürede vazgeçme niyeti yoktu. 

İkinci vaat, adı konulmamış bir IMF programıyla Cumhuriyet tarihinde görülmemiş ölçüde yoksullaştırılan halka verilen Suriye’deki zengin(!) ekonomik ve ticari imkanların kullanılmasıyla rahatlayacakları sözüydü. Suriye yeniden imar edilecek, paralar Körfez’den gelecek, Türkiye’nin “müteşebbisleri” de buradan kazandıklarını memlekete taşıyacak, vatandaş da nefes alacaktı. Bu vaadin küresel güç dengeleriyle, daha açık bir deyişle hayatın gerçekleriyle hiçbir bağının bulunmadığı belliydi ama şanslarını denediler. Suriye’deki yönetimi yıkmakla kalmayıp ülkeyi de fiilen çökertmiş bulunan ABD başkanlığındaki geniş koalisyonun üyeleri cesedin en cazip parçalarını kaptırmayacaklardı elbet. Somut bir örneği hatırlayalım mı? Suriye’nin Lazkiye Limanı’nın konteyner terminalinin işletilmesi Şubat ayında bir Fransız şirketine verilmişti. Firmanın adı CMA CGM. Dünyanın üçüncü büyük konteyner taşımacılığı şirketi olarak biliniyor, ki, bu limandaki terminali de zaten 2009’dan beri işletiyordu. Yine de Şubat’ta firmanın işletme hakkı yenilenince “Akepe’ye muhalif, düzene yandaş” eli sopalı analizcilerden biri çok alınmış ve “Türkiye’nin hakkı yendi” gibisinden bir söz etmişti ekranlarda. “Analist”imiz kılıç hakkından söz ediyor olmalıydı. Komşu bir ülkeyi yıkmak için yapılan “fedakârlıkların’ bir ödülü olmalıydı ona göre. Neyse sonuç alarak, yüklü ganimet beklentisi de gerçekleşmedi ve o vaat de unutturuldu.

Üçüncü vaat, Suriye’nin kuzeyine yerleşen “terör örgütünün kökünü kazımak”tı. Suriye’de emperyalizmle iş tutan cihatçılar işbaşına gelip ülke bütünlüğü sağlanınca kastedilen örgüt, yani YPG görünümlü PKK’nın da ümüğü sıkılacak, “terörsüz Türkiye”nin dış bacağı da berkitilecekti. Artık kader mi denir, kısmet mi bilinmez ama işler pek de öyle yürümedi. Bir kere “bizim çocuklar” dedikleri HTŞ’nin o kadar da “bizim” olmadığı gerçeği su yüzüne çıktı. İkinci olarak İdlib’te görece kısıtlı bir alanda devlete benzer bir yapı kurup yönetmeyi başaran HTŞ’nin Suriye’nin toplumsal çeşitliliğinde hükümet edebilecek kapasitesinin bulunmadığı haftalar içinde belirginleşti. O HTŞ sözde, terör örgütünü de etkisiz hale getirecekti ama gerçekleşen vaat edilenden bir hayli farklı oldu. Terör örgütü sayılmayan kanlı terör örgütü ile kâğıt üzerinde terör örgütü sayılmakla birlikte pratikte Suriye’yi yıkan emperyalist cephenin uysal oyun arkadaşı haline gelen YPG, ABD marangozluğunda yapılmış masaya oturtuldular. Masanın çıktıları içinde pek çok tartışmalı yan mevcut olmakla birlikte somut olan SDG çatısının başat gücü YPG’nin Suriye’nin geleceğinde daha ağırlıklı bir rol üstlenir hale gelmesiydi. Suriye’den geri kalan yapıda ismi konulsun konulmasın Irak’a benzer bir federal düzenin dayatılacağı konusunda pek şüphe kalmadı. Özetlersek üçüncü vaat de fos çıktı.

Suriye cephesinde kazanan taraf olma iddiasının su aldığı noktalar bununla da sınırlı kalmadı aslında. 

Aynı anda hem “Gazze, Filistin, Kudüs” hem de “Suriye’nin toprak bütünlüğü” diye atıp tutanların öyle dertlerinin olmadığı Filistin’deki ahlaksız kıyım siyasetini sürdüren İsrail’in Suriye topraklarının hatırı sayılır bir kısmını alenen işgal etmesi ve işgalin kalıcı olduğunu küstahça ilanı sonrasında dut yemiş bülbüle dönüşmelerinden açıkça anlaşıldı. Sessiz kalmak bir yana, içeride katil Netanyahu diye nara atanların, dışarıda soykırımcı İsrail rejimiyle masaya oturduklarını gördük. Gazze’de gerçekleştirilecek etnik temizliği “Hicret” diye yutturmaya kalkışma alçaklığına tanık olduk. Hırtlar Vadisi kılıklı dizilerde “sağlam irade” kod adlı naylon kahramanları canlandırmaya meraklı kimi devlet büyüklerinin “İsrail’le çatışmak istemiyoruz ve aslında İsrail’in de güvenliğini düşünerek konuşuyoruz” dediklerini bile işittik.

Akepe’ye haksızlık etmeyelim. Her ağızlarını açtıklarında ülkeleri bölen Sykes-Picot anlaşmasını haklı bir öfkeyle anımsatan muhalif görünümlü yerli ve milli “analist”lerin Suriye’yi fiilen ikiye ayıran bu paylaşım pazarlığına, İsrailli bir askerin deyimiyle Sykes-Picot 2.0’a pek de itirazları olmadı. Sonuçta İsrail hayatın bir gerçeğiydi, Ortadoğu yeniden şekilleniyordu ve domuzdan ne kıl koparsak kârdı. 

Şimdi önümüzde kristal berraklığında bir tablo var. Suriye’de kazandığı algısını elle tutulur bir kazanca tahvil edemeyen Akepe yokuş aşağı patinaj yapıyor. Hikâyesinin Türkiye’de yaşayanların ezici çoğunluğu bakımından hiçbir inandırıcılığı kalmadı. Halkın Akepe’den tek beklentisi daha fazla zarar vermeden çekip gitmesi ve Halep’e plaka numarası uydurmak bu gerçeği değiştirecek değil. Akepe ise umutsuzca o eskimiş hikâyeye yeni unsurlar ilave ederek zevahiri kurtarma çabasında. 

Yazın başlatılacağı söylenen diplomatik kampanyanın Türkiye’ye de, gövdesi hoyratça parçalanan Suriye’ye de bir yararı olmayacak. Bir kere ABD’nin bölgede Akepe’den öğrenip de şaşıracağı ve tutumunu değiştireceği yeni bir gelişme yok. Aksine çaresizliği derinleşen, içerideki meşruiyetini hızla tüketen bu iktidardan yeni taleplerde bulunma ihtimali çok daha yüksek. Şimdi çok konuşuluyor ama ABD’nin bu siyasi dayatmalar için Kıbrıs’ta üretilmiş üç beş kasete ihtiyacı da yok. Vaziyet zaten yeterince vahim ve ilişki alabildiğine asimetrik. 

Fidan’ın söyledikleri kayıp giden iktidarın telaşına düşen Akepe’li vekilleri hiç gelmeyecek bir bahara inandırma ve gemiyi terk etmemeye ikna çabasından ibaret.  

Olsa olsa Akepe iktidarı bakımından bir yaz gecesi rüyasından söz edebiliriz. Er geç sona erecek bir yaz gecesi rüyası.

                                                     /././

Anlamsız hayatın kısalığı…-Atilla Özsever

İngiliz filozof ve yazar Dean Rickles, ”Hayat Kısa” isimli eserinde yaşamın kısalığından ziyade hayatı anlamlandırmak için yaşamanın önemine değinir. Anlamlı bir hayat için “bir yola baş koymanın eylem gerektirdiğine” de dikkati çeker. Anlamsız bir hayatın daha da kısa algılandığına vurgu yapar…

Bu tatil gününde yoğun siyasi söylemlerden biraz uzaklaşıp felsefi konulara, yaşamın anlamına değinmenin daha uygun olacağını düşündüm. Ve bir kitap tanıtımı ile yazıma başlamak istedim.

İngiliz yazar ve filozof Dean Rickles (1977 - ), felsefe alanındaki uzmanlığı ile tanınan bir öğretim üyesidir. Bununla birlikte Dean Rickles, felsefeye yönelmeden önce Londra Müzik Okulu’nda konser piyanistliği eğitimi almış ve ardından 1999 yılında Sheffield Üniversitesi’nde yüksek lisansını, 2004 yılında da Leeds Üniversitesi’nde doktora çalışmasını tamamlamıştır.

Dean Rickles, felsefenin yanı sıra halk sağlığı, müzikoloji, fizik ve bilim felsefesi gibi birçok alanda çalışma yapmış bir düşünürdür. Rickles, yaşamı kucaklama konusunda içine sığmayan iştahı ile çalışmalarının çeşitliliğini okura sunabilen bir özelliğe sahiptir.

İngiliz filozof Rickles’in “Hayat Kısa” (Ayrıntı yayınları, 2024) isimli kısa sayılabilecek kitabından (123 sayfa) yaşamın anlamına ilişkin görüşlerini sunmaya çalışacağım.

Anlamlı hayat, nasıl?

Dean Rickles, kitabının önsözünde doğrudan doğruya anlamlı bir hayatın ne olduğunu tarif etmeye çalışır. Rickles, şöyle der:

İyi, anlamlı bir hayata sahip olmak, eylemlerin ve hedeflerin uyumlu olduğu ve dalların rastgele kesilmesi veya dalları başkalarının sizin için budamasına izin vermek yerine bilinçli bir şekilde yapılan bir amaç doğrultusunda budanmış, özgün bir yaşama sahip olmak demektir”.

Anlamlı bir hayat için ölümün farkına varmanın gerekliliğine değinen Rickles, “Ölüm en gerekli sınırdır ve o olmadan tüm planlar değer kaybeder… ölüm, anlamın da kaynağıdır” diye yorumda bulunur.

Kitabında Romalı devlet adamı ve filozof Seneca’dan da (MÖ 4 – MS 65) bol, bol söz eden Rickles, Seneca’nın “Yaşamın Kısalığı Üzerine” isimli eserinden de muzip bir alıntı yaparak “… yaşam bizleri tam yaşamaya hazır olduğumuz anda yüzüstü bırakır” deyişine yer verir.

Yaşamı boşa harcamak

Dean Rickles, yine Romalı filozof Seneca’nın ayni eserindeki şu görüşe vurgu yapar: “Aslında yaşam süremiz kısa değildir, tersine biz onun çoğunu boşa harcarız”.

Seneca’nın zamanında ortalama bir insan ömrü yaklaşık 40 yıl kadardı. Günümüze göre tabii ki çok kısaydı. Şimdiki yaşam nerdeyse o dönemki yaşın iki katına ulaşmış durumdadır. Seneca’ya göre, ömrü uzatmanın en önemli aracı zamanı bilinçli olarak kullanmaktır.

Dean Rickles, ölüm konusunda da ünlü Yunan filozofu Epiküros’un meşhur deyişine atıfta bulunur: “Yaşayanlar için ölüm yoktur, ölülerin ise zaten kendileri yoktur”.

Rickles, ölümün yaşam için bir sınır koyarak hayatı daha anlamlı bir hale getirdiğini belirtir, daha doğrusu ölümü hayatı daha anlamlı yaşamanın bir göstergesi olduğuna vurgu yapar. İngiliz filozofa göre, ölüm hayatı daha anlamlı kılar ya da kılmalıdır…

Kendimizi yeniden “doğurmak”

Dean Rickles, seçimlerimizde ve kararlarımızda geleceğimiz için kendimizi ne gibi becerilerle donatmamız gerektiğine önem verilmesini öğütler. İnsanın kendi kişiliğini yeniden inşa etmesine dikkati çeken Rcikles, Mevlana’nın şu sözüne de atıf yapar: “Ben kendi ruhumun marangozuyum”.

Aslında burada bilimsel sosyalizmin kurucusu Karl Marx’a atıf yapmak daha doğru olabilir. Karl Marx, insanın kendisini geliştirip “ikinci kez doğumunu gerçekleştirmesini” savunuyor. Erich Fromm, “Marx’ın İnsan Anlayışı” isimli kitabında şöyle diyor: “Marx’ın ana gayesi, herkesi eşit kılmak değil, bütün insanları ve toplumsal düzenleri insanileştirmektir. İnsan, kendi özüne dönmek, insan olmak, kendini geliştirmek ve insanlık tarihini evrimleştirmekle yükümlüdür. Yoksa para ve maddi kazançlarla doyup, biten ve tükenen bir makine gibi davranmakla değil”.

Marx, insanın kapitalist toplumun yarattığı yabancılaşmadan kurtularak kendisini gerçekleştirmesini, bir insan olarak çevresiyle ve diğer insanlarla onurlu bir yaşam sürdürmesi gerektiğini savunuyor.

Öncelikle gerçek ihtiyaçlarımızın farkına varıp doğru bir bilinçlenmeyle bizi kapitalist toplumun aldatıcı yönlendirmesinden kurtulmayı sağlamamız gerekiyor. Kuşkusuz kapitalist toplumda insanın yabancılaşmasının esasını oluşturan özel mülkiyet düzenine son vermek, temel bir görev olacaktır.

Heykeli budama

Yine bu çerçevede Dean Rickles’in kitabına dönecek olursak; İngiliz filozof kendi amacımız ve karakterimizle uyumlu bir gelecek yaratmanın özgünlüğüne değiniyor ve şöyle diyor: “… temel fikir, yaşamınızı, kendi yaratımınız (şekillendirilebilir bir tür heykel) -gibi- arzu ettiğiniz sonuçları elde etmek için şu anda doğru şekilde yontmanız gereken bir budama projesi olarak ele almaktır… Bu nedenle kişi düşüncesizce değil derinlemesine düşünerek yontmalıdır. Yalnızca doğru prosedürleri uygulayarak nasıl olmak istediğinizi şekillendirebilirsiniz”.

Önemli olanın “eylemlilik” olduğuna değinen Rickles, gerçek bir amaca kendini adamanın önemini vurgulayarak “Bir yola baş koymak, eylemi gerektirir” diyor.

Gurur duyulacak yaşam

İngiliz filozof Rickles, sonra da ekliyor: “Kişi otantik ve hedeflerle dolu bir hayat yaşamadığı sürece gerçekten yaşamıyor demektir. Hal böyleyken, geri sayımı bir ölüm sayacından ziyade gurur duyabileceğiniz gerçek bir yaşamı ortaya koymak için kalan günlerinizin sayısını düşünün”.

Rickles, “yalan bir hayatı” da şöyle tarif ediyor: “Mevcut yaşam koşullarınızı, projelerinizi, ilişkilerinizi sadece yer kaplayan şeyler olarak görüyor, bir şeylerin değişmesini bekliyor veya farklı bir şey yapmak istiyor ama bunu asla yapamıyorsanız, o zaman yalan bir hayat yaşıyorsunuz demektir”.

Dean Rickles, yine Seneca’ya atıf yaparak “Yaşamak ertelendi mi, hızlı akar geçer” demeye getiriyor. Bu çerçevede anlamsız bir hayatın kısa olarak algılanabileceğini hatırlatıyor.

Kararlarımızın tutarlı olması gerektiğini belirten Rickles, seçimlerimizin özgürce ve bir amaç doğrultusunda yapılıp yaşanması halinde anlamlı bir hayatın söz konusu olabileceğini söylüyor.        

İçsel sağlamlılık

Kitabında sık sık Seneca’ya atıf yapan Rickles’ten bu kez ayrılıp doğrudan doğruya Romalı filozofun “İşsizliğe Övgü” kitabına da biz atıf yapmak istiyoruz. Seneca, insanın içsel sağlamlığının mutluluk ve huzurla mümkün olabileceğine vurgu yaparak sağlıklı bir ruhun özelliklerini de şöyle sıralıyor:

1-Kendi kendinden duyduğun memnuniyet 

2-Kendi gücüne olan inanç

3-Mütevazı bir yaşam

Yine bu konuda son sözü bizim “sakallı”ya bırakalım. Marx’ın deyişi şöyle:

Ne kadar azsan,

Yaşamını ne kadar az görkemli kurmuşsan,

O kadar çoksun demektir ve

Görkemsiz yaşamın da o denli büyüktür…

                                                   /././

Canavarlar -Ayşe Şule Süzük-

Ancak ne anlatacağını iyi bilen, sarkıtmayan, sündürmeyen bir yazarın kalemi hikâyesini eski tarz üslup ile okuyucunun kafasına nakşedebilir. Neden olmasın? Bir yerde “Esintisini yitiren hayat” var, bu hayat bizi bir kara delik gibi yutuyor. Esinti olmadan yaşamak ne mümkün?

Odaklanma sorunu var artık bugünün insanında. Kendimden biliyorum. Çocuklar için sıkça söyleniyor. Çocuklar torba gibi ebeveynleri tarafından o kurs senin bu kurs benim oraya buraya taşınırken hâliyle nesneleşiyorlar zaten günümüzde teknolojinin geldiği boyutla uyaran çok fazla… İşte odak kayboluyor, merkezler silikleşiyor, her şey bir sis perdesinin ardında, hayat ise koşuşturmaktan öte bir anlam taşımıyor; anlam, derinlik derin bir kuyuda uykuya yatmış. Çocuklar için söylediğimiz biz yetişkinler için de geçerli. Çok fazla haber var, çok fazla uğraşılacak mesele, çok fazla hak mücadelesi ihtiyacı, çok fazla politika, çok fazla sorun, çok fazla kovalamaca. Hâl böyle olunca odak dağınıklığı her şeye yansıyor. Şark’a gitmeyi hayal ederken Şark’ı yazmayı planlarken bir kule vincinin tepesinde buluyorum kendimi.

Aslında bir şeyleri yalnızca odaklanınca üretebiliyoruz. Bu düşünce için de böyle el işçiliği, zanaat için de. Sabır gerekiyor. Bazen ise iğne ile kuyu kazmak gibi tekrar tekrar, sabırla, vazgeçmeden…  Sanatsal üretim bir odaklanmadır. Ânda durmadır, derinleşip incelmedir. Aslında tüm hissedişler, tüm sezişler, insanın kendine ve dünyaya dair bir tasavvuru olması, durmayı beklemeyi, dinlemeyi gerektirir. Goya “Aklın uykusu canavarlar yaratır.” demiş bir gravüründe. Murat Akgöz’ün ilk öykü kitabı “Canavar”da gönderme var bu gravüre: Aklın uykusu canavarlar yaratır. Aklın uykusu canavarlar yaratır. Aklın uykusu canavarlar yaratır… İçimden söyleyip durdum bu cümleyi. Bazen Leyla Erbil’in gorgolarına gittim, bazen Bilge Karasu’nun “Gece”sine, bazen de bir tekerlemeye: Dunganga dunganga toplarmış çocukları, katarmış sepetine…

Sevgili Murat, bu kez de sen gönlümü çeldin kitabınla… Odaklanma planlarımı altüst ettin. Hemen bakalım. Nereye mi? Arka kapağa “Alelade bir şubat sabahında işe gidiş saatlerinde, İstanbul’un sekiz ayrı köşesinden, sekiz ayrı kişinin hikâyesi. Akıp giden hayatın bir anında sekiz ayrı insan.”  Sekiz insan, sekiz hikâye… “Efenim ama artık gerçekçi hikâye anlatmak demode oldu.” ya da şöyle diyeyim olay hikâyeleri hele hele fantastik değilse, kör göze parmaksa, kedilere öğretir gibi anlatıyorsa yazar tek tek ve kurallı cümlelerle insanı boğuyorsa… diye düşünürüm kimi zaman. Çünkü öyle hızla akıp giden bir hayat var ki artık başka bir dile sarılmak, başka bir dili sınamak başka türlü bir hikâye anlatmak gerekir. Bu doğru bir saptama olabilir kimi örnekler için. Ancak ne anlatacağını iyi bilen, sarkıtmayan, sündürmeyen bir yazarın kalemi hikâyesini eski tarz üslup ile okuyucunun kafasına nakşedebilir. Neden olmasın? Bir yerde “Esintisini yitiren hayat” var, bu hayat bizi bir kara delik gibi yutuyor. Esinti olmadan yaşamak ne mümkün?

İşte bana da bu esinti kitabın sondan bir önceki öyküsü “Güneş” ile geldi. 30’lu yaşlardaki kule vinç operatörü Fırat’ın yerden yüzlerce metre yüksekteki çalışma ortamı içimi ezdi. Yüksekten hiç hoşlanmam, fobim yok fakat sevmiyorum, huzursuz ediyor beni. Ancak belki bu tersine durumdan ötürü Fırat’ın çalışma kabini, her şeyi tepeden görebilmesi, son derece titizlik ve odaklanma gerektiren işi, tepedeki yalnızlığı mıh gibi çakıldı aklıma. Sanki ben de onunla birlikteyim ve koca vinci çalıştırıyorum. Kimi zaman (varsa) frene basıyorum, kimi zaman (varsa) rüzgârda sallanıyorum da bir türlü malzemeleri yerli yerine koyamıyorum. Karabasan gibi uykumda kuş olup uçuyor bir türlü yere inemiyorum. Hikâye çok güçlü anlatılmış. Detaylar, serzenişler, iş kazası, suskunluklar, bozuk canavar telsiz, Şerif abi, Yusuf birbirine çok iyi teyellenmiş, omurga pek güzel çakılmış. Fırat yanı başımda… Öyküsünü anlatıyor:

“Hiç unutmaz, on beş yaşında yaşadığı o küçük şehirden çıkarken çok heyecanlanmıştı. İstanbul’a gidiyordu bir kere. Hep televizyonda gördüğü büyülü şehre! (…) Fırat otuzlarında şimdi, iki, bilemedin üç kere görmüştür Boğaz’ı. İki haftada bir gün izinleri oluyor, e o tek günde de illa ki yapacak bir iş oluyor. Ne ara Boğaz’a gezmeye gitsin? Bir şantiyede iş bitip diğerinde başlayana kadar geçen zamanlarda da memlekete dönüyor. Karısını, çocuklarını özlüyor. Ayrıca burada durup ne yapacak, her adımı para.”

Ele avuca sığmayan bir kuş zihin. Kurmacadan gerçeğe atlayıveriyor. Fırat’ın çalıştığı “mekân”dan Türkiye İstatistik Kurumu’na (TÜİK) ânlık bir geçiş bu… 2024 yılı sonuçlarına göre 15-17 yaş grubundaki çocukların iş gücüne katılma oranı yüzde 24, 9. Ne demek bu? Yani dört çocuktan biri çalışıyor bugün. Çalışmak zorunda.

İSİG Meclisi verilerine göre1 Nisan ayının ilk 18 gününde çok sayıda çocuk çalışırken yaşamını yitirdi ya da yaralandı.

Hikâye olmak için çok gerçekler. Haddinden fazla acılar ve insanı darmadağın ediyorlar. İzninizle haberde geçtiği gibi almak istiyorum. Büyümek isteyen onca çocuk çalışmak zorunda bırakıldığı için kuşlar gibi düşüyorlar.

17 yaşındaki Necip Fazıl Çırak: Necip Fazıl, İlkadım Özel Dinamik Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi son sınıf elektrik-elektronik bölümü özel eğitim öğrencisiydi. Samsun Atakum'da stajyeri olduğu firmayla elektrik işleri yaptıkları inşaatta seyyar merdivenden 2.kattan 1.kata düşerek hayatını kaybetti.

14 yaşındaki Abdurrahman Özkul: Niğde Bor'da çalıştığı plastik geri dönüşüm tesisinde makineye kaptırdığı kolunun omuz hizasından kopması sonucu hayatını kaybetti.

14 yaşındaki Suriyeli çocuk işçi Yusuf Mısri: Konya Beyşehir'de sondaj kuyusu açılırken sondaj makinesi borusunun yerinden çıkarak yüzüne çarpması sonucu hayatını kaybetti.

17 yaşındaki Mehmet Özarslan: Maden işçisiydi. Kayseri Sarıoğlan'da 12.00 sularında çalıştığı kum ocağında iş makinesinin yağ bakımını yaparken Kızılırmak nehrine düştü. Cesedine 26 saat sonra ulaşıldı.

17 yaşındaki Yakup Taşar: Antalya Gazipaşa'da işyerinde intihar ederek yaşamına son verdi. Bir süre önce çalışmak için Şırnak Merkez Toptepe Köyü'nden gelmişti.

Şırnak ile Gazipaşa bu kadar uzak mı? Yakup bu kadar yalnız mı? Yakup âşık olma çağında canına kıymışsın ay oğul, olur mu?

Fırat izliyor tepeden, vincin tepesinden. Bir atmaca gibi keskin gözleriyle, kurmacadan gerçeğe dönüyor canavarlar, bitmeyen iştahlarıyla kan eme eme, körpe kanlarda beslene beslene.

Mart ayında iş cinayetlerinin yaş gruplarına göre dağılımı şöyle İSİG Meclisi’ne göre:

15-17 yaş arası 6 çocuk/genç işçi, 18-29 yaş arası 31 işçi, 30-49 yaş arası 63 işçi, 50-64 yaş arası 31 işçi, 65 yaş ve üstü 12 işçi,Yaşını bilmediğimiz 2 işçi hayatını kaybetti… En az 145 işçiyi kaybettik.

Fırat uyuyamadı. Yatağında fır dönüyor. “Zaten konteynerdeki yatak rahat değil.”

“Gece seni uyutmayan düşünceler, şimdi çözülmesi daha kolay sorunlarmış gibi gelir gözüne. “Ben gördüğümü söyleyeyim de, öyle olmaz. Spiral çalışıyordu yerde, gördüm. Yusuf abi düşürdü elinden belli ki, çocuk da ondan korktu. Yusuf abiyi suçlamıyorum, bilmiyorum ya da, biraz dikkat etseydi o da. Yani spiral de arızalı biliyorum ama her şey arızalı sonuçta, Yusuf abinin dikkat etmesi gerekmez miydi?”

Adı Refikmiş çocuğun. Dedim ya gerçekle kurmaca karışıyor. Gerçek daha sert üstelik… Kule vincinde sallama çay içerken yüreğim ağzıma geliyor.

1https://isigmeclisi.org/

                                                             /././

Falyalı'nın rüşvet çarkını yöneten Önal'dan iddialar: 'Savcı 100 bin dolara serbest bıraktı'

Gazeteci Ayşemden Akın’ın yasadışı bahis baronu Halil Falyalı’nın eski finansçısı Cemil Önal ile yaptığı mülakatın üçüncü kısmında savcıya verilen rüşvetle ilgili önemli iddialar yer alıyor. Önal, kara paranın merkezindeki isimlerden Fatih Nevzat Aysu’nun ifade verdikten sonra rüşvetle serbest bırakıldığını öne sürdü.
                       
Fotoğraftakiler: Fatih Nevzat Aysu, Veysel Şahin, Tolga Alpaslan

8 Şubat 2022’de Kuzey Kıbrıs'ta öldürülen yasadışı bahis baronu Halil Falyalı’nın finans müdürü ve cinayet şüphelisi Cemil Önal, kaçtığı Hollanda’da yakalandı. Hollanda ve ABD istihbaratına 120 sayfa ifade vermesinin ardından serbest bırakılan Cemil Önal'ın Bugün Kıbrıs Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ayşemden Akın’a konuştuğu yazı dizisi gündemde.

Halil Falyalı’nın rüşvet çarkını yöneten, eski finans müdürü Cemil Önal’ın itiraflarında ilk kez Hakan Fidan’ın ismi de zikredildi. İddiaya göre Fidan, Yasin Ekrem Serim'i Kuzey Kıbrıs'a büyükelçi olarak şantaj kasetlerini alması için göndermişti. Ankara’nın kasetlerin peşine neden yıllar sonra düştüğüyse bir muamma.

Halil Falyalı’nın elinde Kuzey Kıbrıs ve Türkiye hükümetlerinden devlet yetkilileri ve yakınlarına dair şantaj kasetleri olduğu iddiası 2021 yılında Sedat Peker tarafından da dile getirilmişti.

Gazeteci Ayşemden Akın’ın “Halil Falyalı yaşıyor” başlıklı yazı dizisinde Önal, Türkiye’deki iktidara ilişkin vahim bir iddiayı dile getiriliyor.

Falyalı’nın örgütü adına, çoğunluğu Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’taki iktidar partisi yetkilileri olmak üzere, her ay yaklaşık 15 milyon doları “sponsorluk” ödemeleri adı altında kişisel olarak kendisinin aktardığını söylüyordu. Hatta Türkiye’deki suçlamaların sebebinin “komisyonu doğru öde, kazandığın parayı biliyoruz” mesajı içerdiğini de öne sürüyordu.

Daha önce eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve eski Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’a Falyalı tarafından rüşvet verildiği iddialarını dile getiren Önal’ın dosyanın ikinci bölümünde de Falyalı’nın adanın güneyindeki mafya lideri Loukas Fanieros’la sıkı dostluğuna ve işbirliğine yer verildi.

Önal’a göre Curaçao’da kurulan şirketin hesabında sanal bakiyelerinde biriken paralar Güney Kıbrıs’ta şahıslar adına kurulan paravan şirketler üzerinden transfer ediliyordu. Para çekildikten sonra Loukas Fanieros himayesinde kuzeye ulaştırılıyordu.

Buna göre Türkiye'deki bankaların devre dışı olmasının sebebi hükümetin kazancın büyüklüğünü fark edip yeniden "komisyon" yani rüşvet talep etmemesi.

Yazı dizisinin 3. bölümünde ne anlatılıyor?

İddialar, yalnızca kumarhanelerle sınırlı değil; savcılara verilen rüşvetlerden, Kıbrıs’tan İstanbul’a uzanan döviz ve kara para akışına; AKP’ye yakın isimlerin işin neresinde durduğuna kadar pek çok ismi ve detayı içeriyor.

Önal, kara para aklanan Larsen Teknoloji’nin üçüncü en yetkili kişisi Fatih Nevzat Aysu’nun ifade verdikten sonra rüşvet ile serbest bırakıldığını öne sürdü. İddiaya göre Halil Falyalı’nın talimatıyla ulaştıkları Adana Cumhuriyet Savcısı Y.P, 100 bin dolarlık ödemeyle Fatih Nevzat Aysu’yu serbest bıraktı.

Halil Falyalı’nın eski finansçısı Cemil Önal’ın konuşmasında Adana’da yasa dışı bahis soruşturmalarının seyrinin rüşvetle değiştiği iddia edildi.

'Falyalı'nın üçüncü adamı ve AKP'li ismin yakınıydı'

Halil Falyalı’nın üçüncü adamı, AKP Sözcüsü Ömer Çelik'in yakını ve para transferleri, nakit akışı ve "VİP müşterilerden" elden alınan ödemelerden sorumlu olan Fatih Nevzat Aysu'nun, 10 Temmuz 2020 tarihli iddianamede yer aldığını söyleyen Önal, “Bu işlemleri yürütebilmek için Adana merkezli ‘AK Grup’ adlı bir yapısı vardı. Adana’daki bir davada, bu yapıyla bağlantılı olarak AKP Gençlik Kolları’ndan iki isim daha yer alıyordu” ifadelerini kullandı.

Önal, Aysu’nun iddianamesinin 100 bin dolar karşılığında Adana Cumhuriyet Savcısı Y.P’nin kapattığını öne sürerken, rüşvet iddiasını şu şekilde açıkladı:

“2021’de Türkiye’deydim. 100 bin dolarlık ödemeyi ben yaptım. İstanbul Havalimanı’na geldik. Savcının şebekesi sistemden Fatih Aysu’nun arama kaydını düşürdü. Polis müdahale etmedi. Havalimanından birlikte çıktık, güzel bir yemek yedik. Ertesi gün de Aysu’yu Adana’ya ifade vermeye gönderdik. Savcı ifadesini aldı, ardından serbest bıraktı. Ancak örgütü kurup yöneten Fatih Aysu, savcıya verdiğimiz para sayesinde kurtuldu.”

Sistem nasıl işliyordu?

2015’ten 2019’a kadar Kuzey Kıbrıs’a gelen Tolga Alparslan, Veysel Şahin, Hüsnü Falyalı ve Halil Falyalı’nın paralarının Girne’deki Magic Touch Tower’ın altında yer alan bir dövizcide aklandığını öne süren Önal tabloyu şöyle çiziyor:

“O dönemlerde para banka havalesiyle gönderilirdi. Bu sistemden dolayı 2016 sonunda hakkımda ‘organize suç örgütü kurmak, yönetmek ve yasa dışı paranın aklanması’ suçlamasıyla bir dava açıldı. O dava kapsamında bu hesaplar da ele geçirildi. Sistem nasıl işliyordu? O zamanlar banka transferleri kullanılırdı çünkü komisyon çok düşüktü. Komisyon bu işte önemliydi.

2019’da dövizcinin kapanmasıyla parayı Kıbrıs’a getirmek zorlaştı. Yılmaz Almaz’ı Türkiye’ye gönderip paravan banka hesapları bulmasını sağladık. 50 bin TL’lik limiti aşmadan, MASAK incelemesine takılmadan, bu bireysel hesaplarda toplanan paralar şahıslar adına açılmış şirket hesaplarına aktarılırdı. Bu sistemin sponsoru tamamen Falyalı Grubu’ydu.

Şirketler için vergi levhası ayarlanır, küçük bir dükkan tutulurdu. Vergiciler geldiğinde karşılarında kurulmuş basit bir iş yeri bulurdu. 50 bin TL’lik limitlerle şirket hesaplarına düzenli para aktarınca kimse sorgulamazdı. İşin o noktasında Veysel Şahin’in dövizcisi devreye girerdi. Türkiye’de ise İstanbul’daki Mergen Döviz kullanılırdı. Türkiye’de biriken para, Mergen Döviz’in banka hesabına gönderilirdi. O yüzde 2,5 komisyonunu alırdı. Ardından parayı muadil banka kullanarak Kıbrıs’taki dövizciye ait yerel bir bankaya aktarırdı. Yerel banka da yüzde 1 komisyonunu alır, hiçbir soru sormazdı.

Bu sistemi döndürebilmek için hem Türkiye hem de Kıbrıs’taki banka şube müdürlerine rüşvet verilirdi. Ancak sistem çok büyüyüp ciddi kazanç sağlanınca, iki banka arasındaki anlaşma bozuldu ve para transferi durdu. Bu noktadan sonra sistem kripto paralara ya da ‘paparacı’ dediğimiz yönteme döndü.

Türkiye’den binlerce banka kartı getirttik. Hepsinin şifresi aynıydı. Yılmaz, Girne’den başlayarak Lefkoşa ve Mağusa’ya kadar ATM’lerden 10 bin 10 bin para çekerdi. Akşam ofise döndüğünde çantasında 2-3 milyon TL olurdu.”

‘Devletle ilişkilerimiz o kadar iyiydi ki, verdiğimiz büyük rüşvetlerle dosyadan adımız silindi’

O dönem GrandBet’in sahibi olan Tolga Alpaslan, Veysel Şahin ile Halil ve Hüsnü Falyalı'nın yer aldığı yasa dışı bahis davasından bahseden Önal, “devletle ilişkilerimiz o kadar iyiydi ki, verdiğimiz büyük rüşvetlerle dosyadan adımız silindi” ifadelerini kullanıyor.

Larsen Teknoloji adına BetCYP’yi alarak yasa dışı bahis yapanların evlerinden değil, ofis ortamında daha güvenli şekilde çalışmasını amaçladıklarını söyleyen Önal şöyle aktarıyor:

“Bu sistem sayesinde Türkiye pazarında daha fazla büyüdük. Falyalı bu işte yalnız değildi. Bu operasyon AKP iktidarının bilgisi ve onayı olmadan yürüyemezdi. Çünkü yayın Türkiye’ye yapılıyor, merkez Kıbrıs’taydı. Patronumun yüksek düzeydeki ilişkileri sayesinde bu izin alınmıştı. Kazandığımız her paradan devlet yetkililerine rüşvet verilirdi. 2016’da sadece beş ayda Larsen Teknoloji üzerinden 140 milyon dolar para çevirmiştik.”

Covid testi detayı

Önal, ailelere yardım, Covid-19 testi hibeleri gibi girişimlerin başka amaç taşıdığını, ceplerinden para çıkmadığını da şu sözlerle anlattı:

“O dönemde devlet, işyerlerine ve çalışanlara maaş desteği sağlıyordu. Biz de tüm personelimize bu destekleri aldırdık. Maaşları devletten bedavaya getirdik. Sonra bu paraların bir kısmını yardım gibi gösterip halkın gönlünü kazandık.

Türkiye’den uçakla getirilen Covid test kitlerinin de başka bir amacı vardı. O dönemde kapanmalar nedeniyle Türkiye’de çok para birikmişti. Parayı almak için böyle bir plan yapıldı. Kitlerle, ilaçlarla birlikte bavullarla nakit parayı da adaya soktuk. Kimsenin ruhu bile duymadan bu paralar Kıbrıs’a getirildi.”

Bakanlık günler sonra kısa bir açıklamayla yalanladı: İddialar asılsız, yasal yollara başvurulacak

Dışişleri Bakanlığı iddiaların dile getirilmesinden bir hafta sonra “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti merkezli bir yayın organında yer alan bir haberde, Bakanlığımıza ve Sayın Bakanımıza yönelik dile getirilen iddialar tamamıyla gerçek dışıdır” açıklamasını yaptı.

Bakanlıktan yapılan yazılı açıklamada, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti merkezli bir yayın organında yer alan bir haberde, Bakanlığımıza ve Sayın Bakanımıza yönelik dile getirilen iddialar tamamıyla gerçek dışıdır. Herhangi bir somut delile dayanmayan bu asılsız iddialar karşısında yasal yollara başvurulacaktır. Devlet kurumlarının güvenilirliğini ve kişilerin itibarını zedelemeyi hedefleyen bu yalanların, bilahare bazı çevreler tarafından kamuoyu önünde tekrar edilmesi ise son derece sorumsuz bir tavırdır. Akıl ve mantık dışı kurguları yinelemek suretiyle yürütülen bu sistematik iftira ve karalama kampanyasına itibar edilmemelidir” ifadelerine yer verildi.

Süleyman Soylu: İftiraları yayan herkes şerefsizdir

Eski İçişleri Bakanı ve AKP İstanbul Milletvekili Süleyman Soylu, BugünKıbrıs’ta yayımlanan “Halil Falyalı Yaşıyor” başlıklı yazı dizisine yanıt verdi. Soylu, kendisine ve devlete yönelik sistematik bir karalama kampanyası yürütüldüğünü savundu, “Bu iftiraları atan, yayan, karalayan herkes şerefsizdir” dedi.

Soylu açıklamasında, görevde olduğu sürece terör, uyuşturucu, sanal kumar ve uluslararası suç şebekeleriyle mücadele ettiğini belirterek, yazı dizisinde kendisine yöneltilen iddiaların “namus ve şeref” mücadelesine gölge düşürmeye çalışan bir “intikam operasyonu” olduğunu dile getirdi.

“Bu ülkede, devletine ve milletine şerefle hizmet etmiş… birine yönelik, ağıza dahi alınmayacak düzeydeki adice dedikodular, bu mücadeleyi hazmedemeyenlerin intikam çabasıdır” diyen Soylu, “Bu iftiraları atan, yayan, karalayan herkes şerefsizdir” ifadelerini kullandı.

Soylu ayrıca, Kuzey Kıbrıs'ta işlenen bir cinayetin Türkiye devleti tarafından kısa sürede aydınlatıldığını ve adalete teslim edildiğini savunarak, bu cinayetle ilgili daha önce kırmızı bültenle aranan bir zanlının ortaya attığı iddiaların tekrarlandığını ileri sürdü. Yazı dizisinin bu iddiaları gündeme taşımasının “dış istihbarat servislerinin oyuncağı hâline gelmiş operasyon çocuklarının işi” olduğunu öne sürdü.

“Her türlü dış istihbaratın oyuncağı hâline gelen bu kişilerin, konu ne olursa olsun, ellerinde belge, bilgi ve kanıt varsa ortaya koymamaları namertliktir” diyen Soylu, kendisinin ve devletin itibarını hedef alanlara karşı hukuki süreçlerin başlatılacağını da açıkladı.

                                                       ***

soL




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -3 Mayıs 2025-

Hariciye'nin 105. yılı -Hasan Göğüş- Son dönemde sınav yönetmeliğinde yapılan değişikliklerle bakanlığa girişin kolaylaştırılması, mesle...