T-24 "Köşebaşı + Gündem" -21 Nisan 2025 -

KKTC’de devlet skandalı da Hakan Fidan’a nasip oldu -Namık Tan-

Erdoğan ve AKP takımı bizi dış politikada rezaletlere alıştırdı, haklarını vermemezlik etmeyelim. Fakat AKP ölçüleriyle bile KKTC’de şu son olanları insanın aklı almıyor, hakikaten insan utanıyor.

KKTC’yi tanıtmak bir yana adeta devasa bir batakhaneye, adeta bir suç ve kara para aklama üssüne dönüşmesi de AKP-MHP koalisyon iktidarı dönemine nasip oldu. Bu defa minare öylesine kılıfa sığmadı ki, Erdoğan yıllardır kasasını emanet ettiği Maksut Serim’in oğlu Lefkoşa Büyükelçisi Yasin Ekrem Serim’i önce Ankara’ya celp etti, peşine babasıyla birlikte ikisini de sessiz sedasız görevlerinden azletti.  

Milli iradeyi dilinden düşürmeyen ama milli iradenin tecelligâhı TBMM’ye gelip düzenli hesap vermeye tenezzül etmediği halde Genel Başkanımız Özgür Özel’e “haddini bil” gibi düzeysizce dil uzatabilme ayrıcalığını dahi kendinde bulabilen sarayın dışişleri sekreteri Hakan Fidan lağım gibi patlayan skandal hakkında ağzını açıp tek kelime edemiyor. Kamu kaynaklarını gönlünce çarçur eden keza sarayın propaganda müdürü Fahrettin Altun ise bir “dezenformasyon” açıklaması olsun uyduramıyor.

“Babasının oğlu” olmak dışında hangi liyakatına, birikimine, deneyimine dayanılarak Lefkoşa gibi kilit önemi haiz bir başkente Büyükelçi atandığı anlaşılamayan Yasin Ekrem Serim görev yerinde yalnızca yedi ay kalabildi. KKTC’nin güvenilir gazetecilerinden Ayşemden Akın’ın Cemil Önal’la, adı geçenin 16 ay tutuklu kaldığı Hollanda’da yaptığı ve Genel Yayın Yönetmeni de olduğu “Bugün Kıbrıs” gazetesinde yayımlanan söyleşiden bu karanlık atama ve apar topar görevden almanın nedenlerini anlamaya başlıyoruz.

Önal, 8 Şubat 2022 tarihinde Girne’de öldürülen sanal bahis şirketi ve kumarhane işletmecisi Halil Falyalı’nın işlerinin mali veçhesini yöneten kişi. Onun Hollanda ve ABD ilgili makamlarıyla paylaştığını ve delillendirdiğini aktardığı ifadelerine göre eski Başbakan Binali Yıldırım ve güncel dışişleri sekreteri Hakan Fidan’ın oğullarının da adlarının karıştığı iddia edilen karanlık ilişkiler yumağını öğreniyoruz. Falyalı’nın, sözü edilen iki mahdum da aralarında olmak üzere yakın ilişkide olduğu kimi AKP dönemi önde gelenlerine ait uygunsuz görüntüleri içeren bir video arşivini -herhalde güvence kabilinden- elinde tuttuğu bilgisini ediniyoruz.

Önal’ın ifadelerinin ciddiyeti Hollanda makamlarınca anlaşmalı serbest bırakılmasından ve koruma altına alınmasından belli. İddiasına göre, Yasin Ekrem Serim bizzat Fidan tarafından toplam 45 video kaydından oluşan arşivi almak üzere Lefkoşa’ya büyükelçi atanmış. Netameli görevini başarmış da. Ancak kayıtlardan beşini, ya o da kendini güvenceye almak için veya kayıtların ait olduğu kişilerle ilişkisi nedeniyle elinde tutmayı yeğlemiş. Böylece Fidan, arşivi ancak eksik durumda MİT Başkanı İbrahim Kalın’a teslim edebilmiş.  

İşin ciddiyetini ortaya koyan bir başka boyutu da baba-oğul Serimlerin Erdoğan tarafından görevlerinden derhal el çektirilmelerinde. Öyle ki, girişte dikkat çektiğim üzere, oğul Serim diplomatik teamüle aykırı olarak ve hatta KKTC makamlarına saygısızlık da yapılarak adı geçen zaten Ankara’ya gelmişken görevden alınıyor ve adaya dönemiyor. Baba Serim ise ta İBB zamanından beri Erdoğan tarafından anahtarı kendine emanet edilen kasayla vedalaşmak zorunda kalıyor.  

Dahası, Ankara iki devletli çözümü savunadursun, adanın kuzeyiyle güneyinin yeraltı âlemleri arasında (ABD’de “crimesyndicate”, Güney Amerika’da “cartel” dedikleri gibi) “federasyon” kurulmuş bile. Maktul “baron” Halil Falyalı, Hollanda’dan Belarus’a, Türkiye’den Dubai’ye uzanan bir kara para aklama ağında güneyin “baronlarından” Lukas Fanieros ile yıllardır ortaklık yapmaktaymış. Sağlama için yalnızca şu basit soruları sormak yeterli: Hollanda ve ABD ilgili makamlarına Ankara tarafından adli iş birliği talebinde bulunuldu mu? Bulunulduysa bu sağır edici suskunluk neden?

O arada, AB Komisyon Başkanı Von der Leyen’le yaptıkları toplantının ardından Orta Asya Türk cumhuriyetlerinden Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan GKRY’de büyükelçilik açma kararlarını resmen duyurdular. Bu ülkeler GKRY’yi “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak zaten SSCB’nin yıkılmasıyla, başlarında bağımsızlıklarını kazandıkları 1990’lı yıllarda tanımışlardı. Şimdi bu adımı da atmaları kendi ulusal çıkarlarını Erdoğan ve onun dışişleri sekreterinin bize anlattıklarının aksine Binali Yıldırım’ın “aksakallısı” olduğu bu Türk devletleri topluluğunda da bekleneceği üzere ulusal çıkarların, hayal edilen “soydaşlıktan” önde geldiğini, “soydaşlık” kavramının diplomaside pek yol tutmadığını gösteriyor.  

Esasen zamanında üstlendiği diplomatik görevler bağlamında adayı çok iyi tanıyan eski meslektaşım Engin Solakoğlu’nun da son yazısında vurguladığı üzere “KKTC’nin kendi kurucu belgelerinde de yer aldığı gibi ‘KKTC’ bir müzakere pozisyonu.” Nitekim Solakoğlu, adadaki tek meşru hükümetin “Kıbrıs Cumhuriyeti” olduğunu belirten BMGK 186 sayılı kararın Türkiye tarafından da adaya BM Barış Gücü gönderilebilmesini teminen tanındığını da aynı yazıda anımsatmış.

Sonuç olarak, devlet ciddiyeti denilen şey tek kaşı indirip diğerini kaldırmakla, her gördüğünüz kameraya dik dik bakmakla olmuyor. Makam aracınızı kullanan şoförün kapısını bir görevliye, sonra kendi kapınızı o şoföre açtırmak gibi gereksiz afra-tafrayla da olmuyor. İçeride elinizin altındaki kamu yayın kuruluşlarına başka, dışarıda görüştüğünüz muhataplara kapalı kapı ardında başka hikâye anlatıp, başka tezgâh açmakla da olmuyor. Herkesi kör alemi sersem sanmakla, o muhayyel devlet ciddiyeti hiç bağdaşmıyor.

Hele kasanız tamtakırken, hele siz gelecek cumhurbaşkanlığı yarışında en güçlü rakibinizi hukuksuz biçimde hapse tıkmışken etkin diplomasi yürütmek güç hatta olanaksız. Çok rezaletler de gördük, görmedik değil. Erdoğan ve AKP takımı bizi dış politikada da rezaletlere alıştırdı, haklarını vermemezlik etmeyelim. Fakat AKP ölçüleriyle bile KKTC’de şu son olanları insanın aklı almıyor, hakikaten insan utanıyor. Anlaşılan büyük ozan Murathan Mungan’ın şu sıkça atıf yapılan “Bu ülkede her şey olabilirsiniz ama rezil olamazsınız” özdeyişi gerçekten doğruymuş: Her yurttaş Dışişleri Bakanı olabilirmiş.

                                                           /././

Yeni Yalta’ya kadar, hop oturup hop kalkmak -Akdoğan Özkan-

ABD ve İran heyetlerinin müzakeresinde 3. tur gözükürken dünyanın kalıcı bir barışa ne ölçüde yaklaştığını bilmiyoruz. Bildiğimiz, Trump, Putin ve Şi’nin Yalta 2.0’ına kadar tarafların birbirlerinin nüfuz bölgelerini tam olarak tanımayacağı


Geçen hafta Umman’da İran heyetiyle dolaylı olarak görüşen ABD yetkililerinin hangi jeopolitik hesaplarla orada olduklarına değinmiştim. İki gün önce heyetler Roma’da ikinci tur görüşmeleri de tamamladılar. Heyetlerin 26 Nisan’da yeniden görüşecekleri açıklandı. Ancak iki ülke arasındaki ikili ilişkiler hangi yöne evrilecek, bölgemizde yeni bir savaşa mı yoksa barışa mı daha yakınız, pek bir ipucu yok. Umman başkenti Muskat’taki ilk görüşme ile İtalya başkenti Roma’da gerçekleşen ikinci görüşme arasındaki zaman zarfında meydana gelen gelişmeler, verilen demeçler sorunun yanıtına dair fikir verebilir, diyerek bu yazıda bu gelişmeleri ve demeçlerin satır arasından okuduklarımızı masaya yatıralım.

Yatıralım, zira müzakereler üzerinden giderilmeye çalışılan ihtilaf, görüşmelerin çökmesiyle bir anda dünyayı, hadi dünyayı olmasa da bölgemizi yeniden ve Türkiye’nin de etkileneceği şekilde daha büyük bir ateşe verebilir. Ellerini ovuşturarak kenarda bunu bekleyen epey bir kesim olduğu da malum.

Şu aşamada müzakerelerin neye evrileceği tam olarak belli değil.

Neoconlar önce Amerikacılara karşı

Bir yanda “Trump gerçekte İsrail’in İran’ı vurmasını istiyor ve askeri destek de verecek, sadece bu görüşmelerle meşruiyet ve ‘rıza üretimi’ arıyor, bir noktada İran’ı nükleer silah sahibi olma arzusundan caydıramadıklarını söyleyerek masayı devirecek ve sonrasında silahlar konuşacak,” diyenler var.

Bir yanda da benim gibi, “ABD istihbaratının başındaki Tulsi Gabbard’ın elindeki bilgiler, İran’ın nükleer silah geliştirme çabası içinde olmadığını gösteriyor, dolayısıyla Trump bu ülkeyi vurmaktan yana değil, Rusya’yı izole etme hesapları içinde Tahran yönetimine rol üstlendirmenin peşinde,” şeklinde akıl yürütenler var. Geçen hafta jeopolitik arka planını detaylı şekilde açıkladığım gibi, Washington’un ölümü gösterip Tahran’ı sıtmaya razı etmeye çalıştığını, en azından buna öncelik vermek istediğini düşünmek mümkün.

Tabii ortada bu şekilde seçenekler olduğunu söylemek, Washington için meselenin akla kara berraklığında olduğunu söylemek anlamına gelmiyor. Zira ABD yönetimi içinde ciddi görüş ayrılıkları olduğunu görüyoruz. Bir tarafta, Savunma Bakanı Pete Hegseth, Dışişleri Bakını Marco Rubio, Ulusal Güvenlik Danışmanları Sebastian Gorka ve Mike Waltz gibi neo-con isimler… Bir yanda da Başkan Yardımcısı J. D. Vance, Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard ve Başkan’ın Orta Doğu Temsilcisi Steve Witcoff gibi “America First”çü kanat var.

Ekip içindeki derin sayılabilecek görüş ayrılıkları kendisini sadece İran meselesinde değil Ukrayna meselesinde de hissettiriyor. Neocon isimler nasıl İran karşısında şahin kesilmekten yanaysa ve İsrail’e destek verilmesi gerektiğini düşünüyorsa, Ukrayna’da da Kiev yönetimini müzakerelere oturtma çabasından arabuluculuktan vazgeçilmesini istiyorlar. “Önce Amerikacı” dediğim isimler ise Mossad istihbaratının sağladığı bilgilerle hareket etmekten yana değil.

Bizi bu yazı çerçevesinde ilgilendiren İran meselesi temelinde konuya biraz daha yakından bakacak olursak…

Mesela, ABD Kongresi üzerinde etkili Siyonist lobilerin tüm engelleme gayretlerine rağmen Tulsi Gabbard, Ulusal İstihbarat Direktörü olarak Başkan Donald Trump’a geçtiğimiz haftalarda, “İran 2003’den bu yana nükleer silah geliştirme çalışması yürütmüyor, ülkenin dini lideri Ali Hamaney de böyle bir çaba yürütmenin karşısında” şeklinde özetleyebileceğimiz bir rapor sunmuştu. Ama Trump’ın Dışişleri Bakanı Rubio İran’ı bir şekilde vurmayı arzulayan bir kanatta yer alıyor. Siyonizm yanlısı lobi gruplarından 1 milyon doların üzerinde bağış aldığı söylenen bir isim Rubio. Trump İran ile dolaylı görüşmelere belki bu yüzden Rubio’yu değil, Orta Doğu Özel Temsilcisi Steve Witcoff’u gönderdi.

Görüşmelerin dinamiği

Şimdi biri Umman başkenti Muskat’ta diğeri İtalya başkenti Roma’da gerçekleşen iki görüşme arasında yaşanan ve çok önemli bulduğum gelişmeleri aktarayım:

İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçı ikinci tur görüşmelerden 3 gün önce, uranyum zenginleştirmenin İran'ın nükleer programının temel bir parçası olmaya devam ettiğini ve bunun “müzakere edilemez” olduğunu yineledi. Böylelikle, ABD Özel Temsilcisi Steve Witkoff'un Tahran'ın uranyum zenginleştirme çabalarını durdurması yönündeki talebine net bir yanıt vermiş oldu. Erakçı, kabine toplantısının ardından gazetecilere şöyle konuştu: “İran'ın uranyum zenginleştirmesi gerçek, kabul görmüş bir konudur. Olası endişelere yanıt olarak güven oluşturmaya hazırız, ancak zenginleştirme konusu müzakere edilemez.

Aslına bakılırsa, bu acıkmalara rağmen, iki heyetin tutumları arasında radikal bir fark olmadığını sanıyorum. Zira, Witkoff, 14 Nisan’da Fox News’a yaptığı bir açıklamada, ABD'nin Tahran'ın nükleer programını ortadan kaldırmaktan ziyade sınırlamayı hedeflediğini ima eden yorumlarda bulunmuştu. Witkoff bu röportajda, “Başkan söylediklerini kastediyor: İran'ın bir nükleer bombası olamaz,” demiş ve İran ile devam eden “görüşmenin” zenginleştirme ve silahlandırma hakkında olacağını, üzerinde mutabık kalınan taahhütlerin doğrulanması zorunluluğunu vurgulamıştı.

Witkoff’un açıklamalarındaki iması bir gerçeklik ifade ediyorsa, Amerikan heyeti, Obama yönetimi döneminde, 2015 yılında imzalanan P5+1 İran nükleer anlaşmasının önemli bir bileşenini, Tahran ile bugün yürütülen görüşmelerde yeniden bir referans noktası olarak kullanıyor demektir. Bu ilginç, zira Başkan Trump bu yaklaşımı 2018'de terk ederek anlaşmadan Washington’un imzasını çekmişti. Trump’ın uzun süredir eleştirdiği söz konusu nükleer anlaşma, İran'ın uranyum zenginleştirme seviyesini yüzde 3,67'nin üzerine çıkarmasını, İslam Cumhuriyeti'nin silah elde etmesini engellemeyi amaçlayan bir çerçeve kapsamında yasaklıyordu. Trump, Washington'un imzasını bu anlaşmadan çekince, İran uranyumu yüzde 3,67 oranına kadar zenginleştirme kısıtından ve kendisini ABD'ye karşı sorumlu hissetmekten kurtulmuştu. Zaman zaman İran’ın bu oranı aştığına yönelik söylentiler çıkmıştı. Elinde yüzde 4'lere yakın mertebede zenginleştirilmiş uranyum bulunan bir ülke olarak İran’ın bu oranı yüzde 20'nin üzerine çıkardığında nükleer reaktörlerinde, yüzde 90'ın üzerine çıkardığında da füzelerin nükleer başlıklarında kullanabilecek bir noktaya ulaşacağı hep söylenmişti. 

İsrail yine de vurabilir

Bu arada, İsrail’in önümüzdeki aylarda İran'ın nükleer tesislerine bir saldırı olasılığını dışlamadığı da aynı günlerde ortaya çıktı. Hem de Başkan Donald Trump’ın, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu'ya ABD'nin İran’a saldırıyı desteklemeyi istemediğini söylemesine rağmen. Reuters’in İsrailli bir yetkili ve konuya aşina iki kişiden aldığı bilgilere göre, İsrailli yetkililer, Tahran'ın nükleer silah edinmesini engellemeye yeminliler ve Netanyahu, İran ile yapılacak herhangi bir müzakerenin Tahran yönetiminin nükleer programının tamamen ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanması gerektiğinde ısrarlı.

Oysa New York Times’ın yazdığı üzere, Donald Trump Beyaz Saray'da bu ayın başlarında yaptığı görüşmede Netanyahu'ya, Washington'ın Tahran ile diplomatik görüşmelere öncelik vermek istediğini ve kısa vadede ülkenin nükleer tesislerine saldırıyı desteklemeyeceğini söylediğini yazmıştı.

Şarkü’l Evsat gazetesi ise, Trump’ın bu konudaki kararını aylarca süren iç tartışmaların ardından verdiğini yazdı. Gazeteye göre, söz konusu tartışma, şahin kanattaki Amerikan kabine yetkilileri ile İran'a yapılacak askeri bir saldırının ülkenin nükleer hırslarını yok edip daha büyük bir savaşı önleyebileceği konusunda şüpheci olan diğer Amerikalı yetkililer arasındaki fay hatlarını iyice belirginleştirdi. Neticede, Beyaz Saray’da önceliği diplomasiye verme yanlısı olan ve askeri harekata şu aşamada karşı olan bir fikir birliğine kabaca da olsa varılmıştı.

ABD yönetiminin konuya ilişkin tonundaki değişikliği fark eden İran ise hem Rusya hem de Çin ile yürüttüğü istişarelerin ardından, Umman'da ABD ile “dolaylı” müzakerelere oturmayı kabul etmişti. “Yapıcı” geçtiği söylenen ilk iki tur görüşmelerde kesin sonuca varılmış olmasa da hem Trump'ın savaşçı söylemi ve İran liderliğinin keskin karşıtlığıyla kızışan hava önemli ölçüde soğumuş görünüyor. Ve en azından şimdilik, hedefte savaş değil barış varmış gibi duruyor.

Yemen’i bunun için vurdular

Tabii bu arada, kimi siyasi gözlemciler İran'ın kritik nükleer altyapısını yerin epey altına gömerek ABD'nin konvansiyonel saldırılarına karşı kendisini bağışık hale getirdiği de söyleniyordu. Zaten Trump yönetimi, bu nedenle ABD envanterindeki en güçlü sığınak patlatma bombalarıyla donatılmış B-2 bombardıman uçaklarını kullanarak Yemen’e saldırdı. ABD yönetimi, birkaç yeraltı silah depolama tesisini vurarak Tahran’a yeraltı tesislerinin Amerikan konvansiyonel silahlarına karşı bağışık olmadığı mesajını göndermeye çalıştı.

Ama tabii bu riskli bir hamle oldu, zira Yemen’e yönelik bu saldırılar İran ve Yemen kaynaklarının da iddia ettiği gibi, hedeflerini yok etmeyi başaramamış ise bu durum, İran'ın kendine güvenini artırarak hedeflediğinin tam tersi bir sonuç vermiş olacaktı.

Tabii bu durumda da İran'ın (varsa) nükleer altyapısının imhasını garanti altına alacak tek seçeneğin özel olarak tasarlanmış, nükleer sığınak delici savaş başlıkları ve bombalar olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalınacaktı. Irak’ta 1991-1998 arasında BM adına silah denetçiliği yapan, eski Amerikan istihbarat subayı Scott Ritter’e bakılırsa, II. Dünya Savaşı sonrasındaki çatışmalarda nükleer silah kullanan ilk ülke olma konusunda Pandora'nın kutusunu açmaya isteksiz olan Trump, biraz da bu nedenle söylemini yumuşatarak İran ile nükleer sorunu çözmekle sınırlı müzakerelere girmeye karar vermişti.

Bir gün önce Moskova’daydı

Bu arada, Erakçi’nin, Roma’daki ikinci tur görüşmelerin hemen öncesinde, 17-18 Nisan tarihlerinde Moskova’da temaslarda bulunduğunu da ekleyelim. Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin tarafından Kremlin'de kabul edilen Erakçi, Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile de görüştü. İki bakanın ülkeleri arasında 17 Ocak'ta Moskova'da imzalanan stratejik işbirliği anlaşması gereği kapsamlı stratejik ortaklık düzeyine doğru ilerleyen çeşitli ikili ilişkilerin tüm yönlerini ayrıntılı bir şekilde inceledikleri bildirildi.

Öte yandan, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Başkanı Rafael Grossi, İran’a gerçekleştirdiği ziyaretin ve İran Dışişleri Bakanı ile gerçekleştirdiği görüşmenin ardından geçen perşembe günü yaptığı açıklamada, ABD ve İran’a nükleer anlaşma için kalan sürenin azaldığı uyarısında bulundu. Grossi, “Tartışmalar kritik bir aşamada ve önümüzde çok fazla zaman kalmadı. Bu yüzden İran’a geldim, müzakere sürecini desteklemek için,” dedi. İran’ın 2003 yılında dini liderin fetvasıyla nükleer silah üretimini haram saydığı yönündeki resmî açıklamasını hatırlatan İran Dışişleri Bakanı Erakçi de, UAEA’nın önümüzdeki birkaç ay içinde İran’ın nükleer dosyasında barışçıl bir anlaşmaya ulaşılmasında önemli bir rol oynayabileceğini belirterek, UAEA’dan ajansı siyasete alet etmemesini istemiş ve nükleer görüşmeleri raydan çıkarmaya çalışan ‘yıkıcı güçlerle’ yüzleşmesini talep etmişti.

ABD'nin askeri müdahale tehdidi eşliğinde İran'la nükleer müzakere yürüttüğü dönemde meydana gelen bir başka önemli bölgesel gelişmede, bir Suudi Arabistan Savunma Bakanı 1979’dan beri ilk kez İran’ı ziyaret etti. Prens Halid bin Selman'ın “tarihi” diye nitelenen geçen haftaki İran ziyareti, zamanlaması ve karşılıklı mesajlar açısından dikkat çekti. Selman, Tahran'da şu isimlerle görüştü: İran Dini Lideri Ali Hamaney, Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri ve Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri General Ali Ekber Ahmediyan. Görüşmelerde, Suudi Savunma Bakanı, Babası Kral Selman'ın yazılı mesajını İran dini liderine iletti. Tahran Times'a konuşan kaynaklar, Savunma Bakanı’nın görüşmelerinde, “Suudi Arabistan'ın bölgesel anlaşmazlıklarda dış güçlerden ziyade İran'ın yanında yer aldığı yönünde doğrudan bir mesaj iletiliyor," yorumunu yaptılar.

Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman'ın gelecek aylarda Tahran'a resmi devlet ziyareti düzenleyeceği de aynı günlerde duyurulan haberler arasında yer aldı.

Çin'in arabuluculuğunda Tahran’la on yıllardır kopuk olan ilişkilerini onarma çabasına yönelen Riyad yönetimi, İran'la gerilimi azaltarak ve Çin’i bölgeye bir denge unsuru olarak katarak ABD'yi frenlemeye çalışıyor.

Bütün bu gelişmelerin bölgeyi ve dünyayı kalıcı bir barışa ne ölçüde yaklaştırdığını bilmiyoruz elbette. Ama bildiğimiz bir şey var, Trump, Putin ve Şi’nin ne kadar zaman içinde olacağını kestiremediğimiz ve Winston Churchill, Franklin D. Roosevelt ve Joseph Stalin’in bundan 80 yıl önce gerçekleştirdiği Yalta zirvesine benzer anlam taşıyan bir görüşmesi olacak. Yalta 2.0 olarak da adlandırabileceğimiz ve tarafların birbirlerinin nüfuz bölgelerini tanıyacağı bu görüşmeye kadar galiba dünya hop oturacak, hop kalkacak!

                                                               /././

Özel üniversite akademisyenlerinin ücret sorununun çözümüne ilişkin…-Murat Batı-

Vakıf ve Devlet üniversitesi öğretim elemanları Yükseköğretim Personel Kanunu’na tabi olması nedeniyle bu Kanundaki istisnaları düzenleyen hükümlerin tüm öğretim elemanlarına uygulanması gerekmekte.

Basında yer alan haberlere göre YÖK, 22 vakıf üniversitesine akademik personeline mevzuata uygun ücret ödemediği gerekçesiyle uyarıda bulunmuş. Aynı haberlere göre ödenmeyen ücret farklarının da geriye dönük yasal faiziyle birlikte ödenmesini istemiş.

Benim de kulağıma gelen haberler bu yönde. Birçok vakıf üniversitesinde görevli bazı akademisyen arkadaşlarımla görüştüğümde maaş sorununun devam ettiğini maalesef hâlâ duymaktayım.

Bu arada vakıf üniversiteleri halk arasında özel üniversite olarak bilindiğinden bu yazıda defalarca zikrettiğim vakıf üniversiteleri ifadesinden özel üniversiteler anlaşılmalıdır. Zira doğrusu da vakıf üniversitesidir.

Ne olmuştu?

Vakıf üniversiteleri ile Devlet üniversitesi öğretim elemanları arasındaki maaş farkının giderilmesi için 17 Nisan 2020 tarihinde 7243 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun  m.11 ile bir düzenleme yapıldı ve Kanun değişikliği aynı gün yürürlüğe girdi.

Söz konusu madde hükmü “Vakıf yükseköğretim kurumlarında çalışan öğretim elemanlarına, unvanlarına göre Devlet yükseköğretim kurumlarında ödenen ücret tutarından az ücret verilemez ile vakıf ve devlet üniversitesi öğretim üyeleri arasındaki maaş farkının giderilmesi amaçlandı.

Ancak Kanun değişikliği 17 Nisan 2020 tarihinde yapılmasına rağmen (duyduklarımız ve basına yansıyan haberlere göre) bazı okullarda bu eşitlik hâlâ sağlanmadı.  

Kanun düzenlemesi yapıldığı dönemde birçok sorun zaten ortaya çıkmıştı ki YÖK özellikle “eşitlemenin brüt mü yoksa net ücret mi” olacak sorusunun cevabını üniversiteler lehine cevaplamıştı. Daha önemlisi kanuni düzenlemenin  uygulanmaya başlama tarihi de kanunda açıkça yazmasına rağmen üniversitelerce görmezden gelindi ve YÖK’e soruldu. YÖK, bu sorunları çözmek adına bir dizi Karar aldı. Özellikle Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı Yürütme Kurulu’nun önceki Kararları ve 08.07.2020 tarihli ve 39 sayılı kararı ile bu kanuni düzenlemenin başlangıcının yeni sözleşme ile olabileceği ve ücretin net mi ya da brüt mü olacağı hususunu vakıf üniversitelerinin keyfiyetine bırakacağı yönünde görüş verdi.

Bu düzenlemelerden bazıları yargıya taşındı ve Danıştay 8’inci Dairesi öğretim elemanının lehine olacak şekilde yürütmeyi durdurma kararı verdi.

Danıştay 8’inci Dairesi tarafından verilen yürütmeyi durdurma kararının sonuç kısmı “Kanun maddesinin bertaraf edecek şekilde düzenleme yapıldığı ve Kanun ile getirilen bir hakkın kullanımının daralttığı, iş sözleşmelerinin yasanın yürürlüğünden önce zam miktarlarını belirleyecek şekilde imzalanmış olmasının da yasanın uygulanmasına gerek olamayacağından açıkça hukuka aykırı düzenleme yapıldığı sonucuna varılmıştır. Bu durumda 2577 sayılı Kanunun yukarıda belirtilen 27. Maddesinde yer alan koşulların birlikte gerçekleştiği anlaşıldığından yürütmenin durdurulması isteminin kabulüne karar verilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.” şeklindedir.

Bu kararda normlar hiyerarşisine yer verilerek Kanunla yapılan bir düzenlemenin idari bir düzenleme ile esnetilip daraltılamayacağına işaret edilmiş. Davayı açan öğretim elemanının bulunduğu vakıf üniversitesi Danıştay’ın bu kararı uyarınca öğretim elemanı lehine düzenlemeyi yaparak aradaki farkı kişiye ödemiş.

Bu karardan sonra Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı Yürütme Kurulu 17.03.2021 tarihli ve 12 nolu Karar alarak üniversitelere gönderdi.  Söz konusu Kararda “08.07.2020 tarihli ve 39 sayılı kararın Danıştay’a açılan dava sonucu yürütmenin durdurulduğunu” ifadesi ile duyurdu. Bu durumda YÖK’ün 39 nolu Kararının dikkate alınmaması gerektiği yönünde önemli bir sonuç çıkmaktadır. 

Bu kararların ardından bazı üniversiteler Kanun’un emrettiği şekilde düzenlemeler yapmaya başladı ama basına yansıyan şekilde görüldüğü üzere bu sorun maalesef hâlâ devam etmektedir.

Önem arz eden bir husus…

Yükseköğretim Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un Gerekçesinin 11’inci maddesinde “vakıf yükseköğretim kurumlarında çalışan öğretim elemanlarının mali haklarının Devlet yükseköğretim kurumlarında çalışan emsalleri ile eşitlenmesi öngörülmüştür.” hükmü yer almaktadır. Gerekçedeki “mali haklar” ibaresi oldukça açıktır.

Şöyle ki; Devlet üniversitesinde görevli bir öğretim elemanı ile vakıf üniversitesinde görevli bir öğretim elemanının ücretleri aynı mali hakları kapsamamaktadır. Mali hak ibaresi 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu’nun 12, 14, ek madde 1, ek madde 2, ek madde 3 ve ek madde 4 gibi bir kısım maddeleri içermektedir. Söz konusu maddeler özetle YÖK tazminatı, üniversite ödeneği, eğitim/öğretim ödeneği gibi ödemeleri kapsamaktadır. Ve bu maddelerde yazan ortak ifade ise “damga vergisi hariç herhangi bir vergi ve kesintiye tabi tutulmaz.” şeklindedir.

Yani Devlet üniversitesinde çalışan bir öğretim elemanına verilen ücretin bu ödeneklere isabet eden kısmı vergiye tabi tutulmamaktadır. Örneğin Devlet üniversitesinde çalışan bir profesörün maaşından sigorta ve diğer kesintiler düşüldükten sonra kalan tutar yani matrah üzerinden vergilendirilir. Ancak Devlet üniversitesinde çalışan bir profesörün maaşının büyük bir kısmı söz konusu ödeneklerden ibaret olduğu için vergiye tabi matrahı da düşüktür.

Devlet üniversitesinde çalışan öğretim elemanının matrahı düşük olduğundan yılın ikinci yarısından sonra ikinci vergi dilimine girmektedir. Ancak vakıf üniversitesi öğretim elemanının matrahı yüksek olduğundan genel olarak mart ayından sonra ikinci dilime ve hatta daha sonra yüzde 27’lik oranın bulunduğu üçüncü dilime de girmekteler. Bu, vakıf öğretim elemanının eline geçen tutarın yıl sonuna doğru daha da azalması anlamına gelecektir.

Bordroda görünen brüt ücretler aynı olsa da ücreti oluşturan kalemlerin farklı olması nedeniyle devlet üniversitesinde çalışan öğretim elemanı ile vakıf üniversitesi öğretim elemanının maaşından yapılacak vergi kesintisi arasında ciddi bir fark oluşmaktadır. Devlet üniversitesinde çalışan öğretim elemanı, bordrosunda bulunan ücret kalemleri içinde ağırlıklı olarak yer alan çıplak ücret dışındaki ödemeler nedeniyle daha az vergi ödeyecek, vakıf üniversitesinde çalışan ise bordrosunda gelirinin tamamı çıplak ücret olarak göründüğünden vergi yükü çok daha ağır olacaktır.

Ayrıca aylar itibariyle artan oranlı vergi tarifesine tabi olduğunu da düşününce hakkaniyet iyiden iyiye yok olacaktır. Vakıf üniversitesi, brüt ücret bazında sorumluluğunu yerine getirse de öğretim elemanı devlet üniversitesinde çalışan aynı ünvanlı meslektaşı ile aynı ücreti maaş hesabında göremeyecektir. Ücret gelirlerinin farklı kalemlerden oluşması nedeniyle aynı brüt ücreti alanların farklı matrahlarının bulunması aynı zamanda Anayasamızın 10’uncu maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine de aykırı bir durum olacaktır.

Kanun maddesi ne anlama geliyor?

7243 sayılı Kanunla 2547 sayılı Kanun’da yapılan değişiklik ile ücretlerin eşitlenmesi amaçlanmıştır. Ancak brüt ücret eşitlemesi vakıf üniversitesi öğretim elemanlarının aleyhine bir durum yaratmaktadır. Kanun’un ve Kanun Gerekçesinin 11’nci maddesi ile bu eşitleme öngörülmüş ve Gerekçede mali hakların eşitlenmesi amaçlanmıştır. Ancak görüldüğü ve konuşulduğu kadarıyla yapılan yeni dönem için sözleşmeler brüt olarak akdedilmektedir.

Vakıf yükseköğretim öğretim elemanlarının ücret düzenlemesinin 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu’nun yukarıda belirttiğim maddeler kapsamına alınması hem adalet açısından hem de Anayasa’nın “Ücrette adalet sağlanması” kenar başlıklı 55’inci maddesinin bir gereğidir.

20 Nisan 2025 itibariyle vakıf üniversitelerinde 31.032 kişi, Vakıf MYO’larda 250 kişi ve vakıf yükseköğretim kurumlarında toplamda 31.282 kişi görev yapmaktadır.

Vakıf öğretim elemanlarının ücret düzenlemesinde ortaya çıkan adaletsizliğin temel sebebi; vakıf üniversitesi öğretim üyelerinin atama ve yükselmelerinde 2547 sayılı Kanunun uygulanması, maaş ve diğer özlük hakları bakımından ise iş kanununa tabi olmasıdır. Bütçesini devletin vermediği kurumların maaş ve diğer özlük haklarında öğretim üyeleri ve vakıf yükseköğretim kurumları aleyhine yapılan düzenlemeler Anayasanın 130’uncu maddesinde yer alan üniversite özerkliğine açıkça aykırılık teşkil etmektedir

Devlet yükseköğretim kurumları öğretim üyelerinin net ücretleri dikkate alınarak eşitleme yapılırsa bu durumda vakıf yükseköğretim üyelerinin vergi ve SGK yükü artacaktır. Bu durum, vakıf üniversitesinin mali külfetini artıracaktır. Her ne kadar temel amacı karlılık olmayan vakıf üniversitelerine de bunu reva görmek çok doğru olmasa gerek.

Sorunun başlangıcı tam da burasıdır

Bu süreçte gözden kaçan çok önemli bir husus var ki o da öğretim elemanlarının aldıkları maaşlara ilişkin bazı istisnalar uygulansa zaten vakıf üniversitesi öğretim üyelerinin eline daha fazla bir maaş geçecek ve hatta bu vakıf üniversitelerinin cebinden çıkmadan olacak.

Şöyle…

Kanunun gerekçesinde yer alan mali haklar ifadesi çıkış noktamız olacak. Yükseköğretim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un gerekçesinin 11’inci maddesinde “vakıf yükseköğretim kurumlarında çalışan öğretim elemanlarının mali haklarının Devlet yükseköğretim kurumlarında çalışan emsalleri ile eşitlenmesi öngörülmüştür.” hükmü yer almaktadır.

Gerekçedeki “mali haklar” ibaresini şöyle yorumlamak gerekir; Devlet üniversitesi öğretim elemanının aldığı ücret dolayısıyla uygulanan vergisel avantajlar vakıf üniversitesi öğretim elemanlarının ücretleri için de uygulanmalı.

Ancak devlet üniversitesinde görevli bir öğretim elemanı ile vakıf üniversitesinde görevli bir öğretim elemanının ücretleri aynı mali hakları kapsamamaktadır. Mali hak kavramından anlaşılması gereken şey yukarıda da yazdığım şekliyle 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu’nun 12, 14, ek madde 1, ek madde 2, ek madde 3 ve ek madde 4 gibi bir kısım maddelerinde yer almaktadır. Söz konusu maddeler özetle YÖK tazminatı, üniversite ödeneği, eğitim/öğretim ödeneği gibi ödemeleri kapsamaktadır. Ve bu maddelerde yazan ortak ifade ise “damga vergisi hariç herhangi bir vergi ve kesintiye tabi tutulmaz.” şeklindedir.

Bunun anlamı Devlet üniversitesi öğretim elemanları maaşlarından daha az vergi kesilmekte, matrahları daha düşük kalmakta, vergi dilimine çok daha geç girmekte ve dolayısıyla da daha az vergi ödemektedirler.

Daha anlaşılır bir ifadeyle 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu’nun 12, 14, ek madde 1, ek madde 2, ek madde 3 ve ek madde 4 uyarınca Devlet üniversitesinde çalışan bir öğretim üyesinin aldığı maaşa çeşitli vergi istisnaları uygulanmakta ve dolayısıyla da istisna uygulanan bu tutarlardan damga vergisi haricinde başka bir vergi alınmamaktadır. Ama bu haklar vakıf üniversitesi öğretim üyelerinin maaşlarına uygulanmamaktadır.

Çözüm için ivedilikle bu yapılmalı

Vakıf üniversiteleri Yükseköğretim Personel Kanunu’nun yukarıda belirttiğim maddelerini kendi öğretim elemanlarına uygularsa ceplerinden para çıkmadan net olarak ücretleri eşitleyebilecekler. Bu nedenle de hem Kanun hükmünü uygulamış hem öğretim üyelerine fazla maaş vermiş hem de sorunları çözmüş olacaklar.

Bunun için vakıf üniversiteleri Gelir İdaresi Başkanlığı’ndan vakıf üniversitesi öğretim üyelerinin Yükseköğretim Personel Kanunu’na tabi olduklarına bu nedenle de Yükseköğretim Personel Kanunu’nun 12, 14, ek madde 1, ek madde 2, ek madde 3 ve ek madde 4 gibi bir kısım maddelerinden dolayı alacakları maaşlarına istisna hükmünü uygulayacaklarına dair bir özelge talep etmeleri gerekiyor. Hatta bazı üniversitelerin bu şekilde uyguladıkları yönünde duyumlar da gelmektedir.

Zaten 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu’nun 1’inci maddesi 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununda yer alan öğretim elemanları tanımına giren personeli sınıflandırmak, aylıklarını ve ek göstergelerini düzenlemek, derece yükseltilmesi ve kademe ilerlemesinin şekil ve şartları ile, sosyal haklardan yararlanma, ek ders ücreti, üniversite, idari görev ve geliştirme ödeneklerinin miktarını tespit etmek, emekli ve yabancı öğretim elemanlarının sözleşmeli olarak çalıştırılma usul ve esaslarını belirlemektir.

Yükseköğretim Personel Kanunu’nun kapsamını düzenleyen 2’nci maddesi de “2547 sayılı Yükseköğretim Kanununa tabi üniversite öğretim elamanlarının aylık, ödenek ve sair özlük haklarını kapsar.” şeklindedir.

Buna göre Yükseköğretim Personel Kanunu’nun kapsamına m.1 ve m.2 uyarınca vakıf ya da Devlet üniversitesi öğretim elemanı ayrımı yapılmadan “2547 sayılı Yükseköğretim Kanununa tabi üniversite öğretim elamanları” ifadesi kullanarak 2547’ye tabi olan tüm öğretim üyeleri girmektedir.

Ezcümle

Vakıf ve Devlet üniversitesi öğretim elemanları Yükseköğretim Personel Kanunu’na tabi olması nedeniyle bu Kanundaki istisnaları düzenleyen hükümlerin tüm öğretim elemanlarına uygulanması gerekmektedir. Bu durumda hem öğretim elemanının net maaşı devlet üniversitesindeki öğretim üyesiyle eşitlenmiş olacak hem de vakıf üniversiteleri ek bir mali külfete girmeden bu sorunu çözmüş olacaklardır.

Bu nedenle 7243 sayılı Kanun ile 2547 sayılı Kanun m.8’de yapılan değişikliğin yürürlük tarihi olan 17 Nisan 2020 tarihinden itibaren vakıf üniversitelerinde bulunan -ki bu tarihte görevli olup da ayrılanlar dahil- tüm öğretim görevlilerinin maaş farklarının ödenmesi gerekmektedir. İlaveten 17 Nisan 2020 tarihinden sonra emekli olmuşların da bu hususu SGK’ya bildirip emekli maaşlarının tekrardan hesaplatması ve emekli maaş farkı almaları da bu mümkün. Emekliler için bu hususu daha sonra başka bir yazıda kaleme alacağımdan bu konuyu burada bitireyim.

                                                                  /././

İmamoğlu: Milyonların iradesiyle cumhurbaşkanı adayı olmam iktidarlarının sonunu getireceği için hapsedildim!


İBB'ye yönelik operasyonda tutuklanıp görevinden alınan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, “Bizi hapsedenlerin derdi sadece bizimle değil. Bizi hapsedenler bizimle beraber demokrasiyi, milletin iradesini hapsetmek istiyor. Bizi hapsedenler İstanbullu hemşerilerimin seçme hakkını çiğnedi. 16 milyon İstanbullunun emanetini gasp etti. 1,5 milyonu CHP üyesi 15,5 milyon seçmenin iradesiyle cumhurbaşkanı adayı olmamın iktidarlarının sonunu getireceğini gördükleri için hapsedildik” dedi.

İmamoğlu'nun, X hesabından yaptığı açıklama şöyle:

"Silivri’den Sesleniyorum:

Geç Gelen Adalet, Adalet Değildir

Aziz Milletim,

Bu satırları hukuksuzca tutulduğum Silivri Cezaevi’nden kaleme alıyorum. Ben ve çalışma arkadaşlarım, birkaç sözde “gizli tanığın” asılsız iddialarına yaslanan bir mahkeme kararıyla hapsedildik. Yolsuzluk ve terör gibi mesnetsiz suçlamalarla cezaevindeyiz. Milletin bize verdiği görevi icra etmekten alıkonuyoruz.

Bizi hapsedenlerin derdi sadece bizimle değil. Bizi hapsedenler bizimle beraber demokrasiyi, milletin iradesini hapsetmek istiyor. Bizi hapsedenler İstanbullu hemşerilerimin seçme hakkını çiğnedi. 16 milyon İstanbullunun emanetini gasp etti. 1,5 milyonu CHP üyesi 15,5 milyon seçmenin iradesiyle cumhurbaşkanı adayı olmamın iktidarlarının sonunu getireceğini gördükleri için hapsedildik.

Kıymetli Vatandaşlarım,

Biz adaleti mülkün, adaleti devletin temeli gören bir medeniyetin evlatlarıyız. Adalet, bir toplumun omurgasıdır. Toplumlar, milletler adaletle nefes alır, adaletle ayakta kalır. Onsuz ne huzur olur ne güven ne de birlik. Halbuki, bugün ülkemizde adalet ayaklar altındadır, milletin adalet duygusu derinden yaralanmıştır. Milletimiz senelerdir mahkeme kararlarının siyasi saiklerle, saraydan verilen emirlerle alındığını görüyor, biliyor. Mahkemeler hukuki olmayan saiklerle gençleri, muhalifleri, siyasi liderleri tutuklayıp hapse atıyor. Aylar boyunca iddianameler yazılmıyor, mahkemeler uzuyor, insanlar boş yere aylarca cezaevinde tutuluyor. Halbuki, yine bize ait veciz sözdür: Geç gelen adalet, adalet değildir.

Aynı cezaevinde bulunduğum Zafer Partisi Genel Başkanı Sn. Ümit Özdağ da tıpkı bizler gibi hukuksuz bir şekilde aylardır burada tutuluyor. Sadece 9 sayfalık bir iddianame için 77 gün beklediği yetmezmiş gibi ilk duruşması iki ay sonra görülecek. Soruyorum: Bu nasıl bir adalet anlayışıdır, neden sayın Özdağ tutuklu yargılanıyor ve iddianamesi hazır edildiği halde neden bir an önce davası görülmüyor? Sayın Özdağ nasıl bir adalet anlayışıyla aylardır özgürlüğünden mahrum edilir, Şubat ayında ziyaret ettiğim kıymetli annesini, sevdiklerini görebilmekten alıkonur? Şiddetle kınıyorum.

Kaderde, Sn. Özdağ ile aynı cezaevinde bulunmamız varmış. Biri Cumhurbaşkanı adayı, biri parti genel başkanı olarak Silivri Cezaevinde, siyaset yapmanın bedelini ödüyoruz. Üzerine basarak söylüyorum; hukuk, siyasi rakipleri susturmak için bir araç olamaz. Adalet, herkes için eşit işlemelidir; aksi halde, bunun adı adalet olmaz, bunun adı zulüm olur.

Asırlar önce Balkanlara attığımız ilk adımın mimarı ve Bursa fatihi Orhan Gazi’nin dediği gibi: “Adaletin en kötüsü geç tecelli edenidir. Sonunda hüküm isabetli olsa da, geciken adalet zulümdür.” Bu söz, devlet yönetiminin temel taşı olmalıdır. Çünkü adalet, devletin meşruiyetinin kaynağıdır. Bir devlet, ancak vatandaşlarına adil davranırsa ayakta kalabilir. Devlet, adaletle yönetilirse güçlü olur ve ancak hukukla ayakta kalır.

Aziz Milletim,

Arkadaşlarım ve ben hapsedildiğimiz cezaevlerinde adaletin yeniden tesis edileceği bir Türkiye’yi hayal ediyoruz, adaletin hüküm süreceği bir Türkiye için var gücümüzle çalışıyoruz. İnanıyoruz ki, milletimizle beraber bu karanlık günleri aşacak, hukukun üstünlüğünü yeniden inşa edecek ve hep birlikte adil, demokratik ve huzurlu günlere emin adımlarla yürüyeceğiz."

                                                     ***

T-24

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -3 Mayıs 2025-

Hariciye'nin 105. yılı -Hasan Göğüş- Son dönemde sınav yönetmeliğinde yapılan değişikliklerle bakanlığa girişin kolaylaştırılması, mesle...