Farklılıklar, başkalıklar çağını yaşıyoruz. Bunun anlamı ise bellidir: Özgürlük, özellik, çeşitlilik, değişiklik, çok toplumsallık (multiples sociologiques), çok odaklılıktır (polycentralisme)[4] ve felsefi, siyasal, kültürel çoğulculuktur. Çoğul gerçeklik, son çözüm önerisinin, dayatmacılığın reddi demektir.
Çoğulculuk, bireysel özgürlüğün / özerkliğin doğal sonucudur. Değil mi ki, herkes, berikiler ile ötekiler dikeylemesine, yataylamasına özgür ve eşittir, öyleyse orada bireyler, hiçbir düşünce kalıbına uymak zorunda değildirler; çünkü onlar, birer bireydir, “bende” değildirler.
Öte yandan elbette her birey, demokratik toplumda kendi alınyazısını belirlemede özerktir. Özerk birey olarak da demokratik sürece katılacak, öyle kalacaktır. Böylece tek değer değil, değerler çokluğu yaşanacaktır.[5] Çünkü özgürlükçü demokraside her bireyin yaşam biçimini kültürel bir değere dönüştürme hakkı vardır.[6]
Nitekim bilindiği üzere, doğa bile, kuşkusuz tek tip insan yaratan bir klinik değildir; çoğulcudur. Toplumlar da, doğal yapıları gereği böyledir. Nitekim Babil Kulesi Söylencesi de, Tanrı’nın bile tek dil tasarısından hoşlanmadığının bir kanıtıdır.[7]
Özetle sivil toplum, insana özgü değerlerin özündeki çoğulcu yapıyı benimseyen bir toplumdur. Böyle bir toplum, akılcı temelini yalnızca kendisinin oluşturduğunu ileri sürmez[8] ve dayatmaz. Dolayısıyla dayatamaz. Ne katıksız bireyci ne de katıksız kolektivisttir. “Akıl bize, her zaman ötekinden gelir. (...) Farklılıklar düzenli değiş tokuştur. (...) Değiş tokuşun olanaksız olduğu her yerde hiç kuşkusuzu dayatma vardır, terör vardır (...) Öteki, öteki kaldığı sürece ırkçılık yoktur. Öteki, ne zaman ki farklılığa zorlanır, orada ırkçılık başlar. (...) (Hiç kimse boşuna yorulmasın). Ötekinin kökünü kazımak için yapılan her girişim, ötekinin yok edilemezliğini kanıtlamıştır, kanıtlamayı da sürdürmektedir.”[9]
Aslında çelişki, çatışma, bir tür doğal toplumsallaşma biçimidir (Simmel). Bundan korkulmamalı, tam tersine insanlar, buna özendirilmelidir. Zira demokrasi bir “üst dil”dir (métalangue), farklılıkların katılıklarını çoğulculuk sayesinde eritir,[10] eritecektir de. Demokrasinin çoğu kez ayrımına varıl(a)mayan dehası da, işte buradadır.
Bu yüzdendir ki, demokrasi, toplum mühendislerinin gelgeç ve kurgusal bir tasarımı değil, toplumsal gelişmeyi sağlayan sorgulayıcı bir araştırma izlencesidir, programıdır.
İşte bu yüzdendir ki, demokrasi, ancak yaygın sivillik ve çoğulculuk ortamında boy verir.
Bütün bunlar, demokratik toplumun ideologların, yöneticilerin hamur gibi yoğurup biçim verecekleri bir varlık olmadığını ortaya koymaktadır.[11] Bu amaçla yapılan “devrimler, omuzdaki yükü değiştirmemiş, yalnızca omuz değiştirmiştir” (B. Shaw). O kadar. Çünkü sonuç, her zaman bellidir ve şudur: Hiçbir kültür üzeri çizilerek yok edilememiştir. Bu türden her girişim onu güçlendirmiştir. Tek biçimli insan yaratma dayatması (intégrisme), tehlikeli bir arındırma girişimi[12] olarak her şeyden önce girişimin sahiplerini yok etmiştir. Kurgusal akılla toplum mühendisliğine özenen Jakobenler, Robespierre, Billaud-Varennes, Saint-Just, Le Pelletier, insanı terörle yeniden üretmeye yeltenmişler; Napoléon, bütün Avrupa’yı bir kimyager gibi kendi deneyi için kullanacağı bir hammadde olarak görmüştür.[13] Mussolini, Hitler, Stalin, Franco, yalnız milyonlarca cana değil, insanlığımıza, şereflerimize de saldırıp kıymışlardır. Hepsi de tek biçimli insan yaratma isterisiyle kendilerini Tanrı’nın yerine koymuşlar; kendi akıllarının ürettiği tek gerçeği topluma dayatarak, kendilerinden menkul yol göstericiliği benimseyerek, toplumsal olayların, olguların kişilere, aktörlere teslim olmayacak kadar karmaşık olduğunu asla düşünmemişlerdir. Yarattıkları ideolojik, yanlı Procrustes devlet sayesinde insanların yataklarına uzun gelirse, ayaklarını kesmişler, kısa gelirse ayaklarını uzatmaya yeltenmişlerdir. Kimileyin de insanları önce parçalara ayırmışlar, sonra da, bu parçaları yeni biçimler altında birleştirip kendi insanlarını yaratmak istemişlerdir. Onlar, her totaliter rejim gibi, tek “bir meyve koparmak için bütün ağacı deviren” (Montesquieu) insanlardır.
Bu nedenlerle özgür birey yok olmuş, geriye yalnızca tek bir efendi kalmıştır. Bu ise, bilinen öylesine bir devlet ile geriye her efendinin gerek duyduğu kölelerden ibaret bir yığındır. Bir başka anlatımla, bireysiz devlet.
Böyle bir devlet ise, elbette her zaman “çaldığı dişlerle ısıran hain bir yaratık”tır (Nietzche).
İşte topluma deli gömleği giydiren böyle bir rejimde ve devlette, elbette insanlar, artık maske takıp sahte kimlik kartlarıyla dolaşmak zorundadırlar. Bireyler için tek kurtuluş yolu, ikiyüzlülük, yani ahlaksızlıktır. Çünkü orada hiç kimse artık kendisi değildir. Ortalıkta duyulan sesler slogan, yinelenen törenler ise, kısır ritüellerdir. Pastörize insanlardan oluşan böylesi bir toplumda fotokopiler ve yığınlaşma başlar. Örgütlenme yoktur. Çünkü farklılık yoktur. Bunun adı da “kültürel soykırım”dır (génocide culturelle).
Gerçekten artık böyle bir toplulukta insanlar, tek şey öğrenir, tek şey bilir, tek şey düşünürler. Bu da rejimin dayattığı çürütülemez bir gerçektir, bu. Herkesin aynı şeyi düşündüğü bir yerde ise, aslında kimse düşünmüyor demektir. Çünkü orada insanın yerine artık kişiliksiz yaratıklar, “hiç kimse”ler (Octavio Paz) geçmiştir.
Şu nokta asla unutulmamalıdır: İdeolojik, militan devletin sonu, aslında her zaman aynıdır. O, hızlı yaşlanır (progeria). Çünkü “ölümcül devlet yetmezliği” hastalığına yakalanmıştır. İnsanı köleleştirdiği için de meşru değildir. Çünkü devleti ayakta tutan zorbalık ile meşruluk arasındaki ilişki ise, her zaman ters orantılıdır.
Şu nokta da asla unutulmamalıdır: İnsan, “yanakları kızaran bir yaratıktır,.[14] Çünkü şereflidir. Her yönüyle tanınmak, benimsenmek, kabul edilmek ister. Dolayısıyla devlet ve herkes, insana saygılı olmak zorundadır. İnsana, insanın kendisine, insan kümelerine ve ölüm pahasına değer verdiği şeylere, kültüre, dile, kimliğe saygıdır, bu.
iç kuşkusuz bHiç kuşkusuz bu saygı, aslında insan ruhunun, yaradılışının birleşenlerinden biridir. Dolayısıyla insan olmanın, insan sayılmanın vazgeçilemez bir koşuludur. Çünkü insan, yalnızca biyolojik gereksinmeleri olan bir varlık değil, hak ettiği değer verilmeyince öfkelenen, aşağılanınca utanan, değerince değer verilince gurur duyan bir yaratıktır da.[15]
Platon, buna “thymos” diyordu.
Gerçekten hiçbir insan, kendisine bebekler gibi davranılmasından hoşlanmaz. Zira o her zaman ergindir; ergin ve özerk olarak tanınmasını ister.
Tarihin itici gücü de aslında budur.
Çoğulculuk, elbette zenginliktir. Her kültürün çoğulcu kültüre getireceği zenginlik, değişiklik; zengin gelişme ve değişimlerin vazgeçilemez bir gerekçedir.[16] Bu yüzden çoğulcu demokraside berikiler, ötekilerin karşıt görüşlerini sergileme hakları örselendiği zaman, kendi hakları örselenmiş gibi onları savunurlar. Çünkü savundukça kendilerinin de çoğalacaklarını bilincindedirler. Bu yüzden her toplumda her kültür, başlı başına bir değerdir, boşlukların yanı sıra deneyimleri, bilgelikleri, erdemleri içinde taşır. Geleceği, geçmişi ve şimdiyi canlı bir iletişimle bütünleştirir. Eşzamanlı ve tarihsel çeşitlilik, çoklu tekliktir (unitas multiplex); bu yüzden de insanlığın ortak dokusudur. Çünkü insanlık dayanışması, ancak kültürel çeşitlilik saygı içinde gerçekleştirildiği zaman,[17] değişik kültürlerin, kimliklerin bir arada olması sağlandığı zaman gerçekleşebilecek ve barışa ulaşılabilecektir. Çünkü çoğulcu yaşam, ötekine saygıya dayanır.[18]
Aslında kültürler arasında değer açısından, yansız devletin ve hukukun egemenliği altında, eşitlik ve de her kültürün güneş altında yerini alma hakkı vardır.[19]
Kültürler, birbirlerini küçümseyemez. Okul bahçesinde berikilerin öteki saydıkları bir çocuğa “Seninle oynamayız” demelerinin yarattığı acıyı sözcükler asla anlatmaya yetmez, yetemez.
Nitekim bu yüzden demokrasilerde bu türden davranışlar, özünde birer insanlık suçu[20] olarak görülmüşlerdir.
SS’ler ile ötekileri düşününüz. Bir zamanlar onların aralarında diyalog yoktu. Çünkü eşitlik yoktu. SS’ler ötekileri düşman olarak bile görmüyorlar; köpekler, domuzlar, zararlı böcekler gibi görüyorlardı. Ötekiler, onların gözünde hayvan bile değillerdi. Sadece birer çöptüler. Çöpün alınyazısı ise elbette yakılmaktır.[21]
Bu yüzden insanlık, “tek”in yerine “çok”u, ötekilerle berikileri, “Bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine” (N. Hikmet) yaşatan çoğulcu demokrasiyi geçirdi. Aynı değil, başka başka şeyler söylendiği için de, gerçek diyalog başladı. İnsanların devletleştirilmesi aşaması bitti, devletin insancı kılınması aşamasına geçildi. Toplumlar da, böylelikle barışa, dinamizme kavuştu. Bilindiği üzere kimileri, bunu “tarihin sonu” diye duyurdu.[22] Bir bakıma haklıydılar. Çünkü demokrasi, çoğulculuğu, çeşitliliği hem özendiren, hem de hoşgörü çimentosuyla bir arada yaşatan bir düzendi.[23]
Çözülme ve ayrışmanın içinde aslında birleşme de vardır.[24] Bu nedenle görülmemiş çeşitliliklerimizin içindeki birleştirici ipliklerimizi bulmak gerekir.[25] Nitekim bulunmuş ve “biz” kavramına ulaşılmıştır.
Bunun anlamı ise, “diyalojik ilke”yle birden çok aklın yarışarak dinamiklerin seferber edilmesi, “dönüşümlülük ilkesi”yle (principe de récursion) yaratma, üretme kesintisizliğine ulaşılmasıdır.[26]
Demek, son çözümlemede, doğanın da, toplumun da yapısı çoğulcudur. Doğa da, toplum da, çoğulcu dinamiklerine dokunulmasını içlerine sindiremez. Nitekim sindirememektedir. Bu dokunulmazlığın çiğnenmesi durumunda birincisi, kendisiyle birlikte insanı; ikincisi, dokunanları yok etmektedir.
Doğal dengenin ve toplumsal barışın bozulmasının kökeninde yatan temel neden, aslında çoğulculuğun göz ardı edilmesidir.
[1] VECA, Veca, Salvatore, (E. Buissière), Ethique et Politique, Paris, 1999, s. 166, 167.
[2] JUNG, C.C., (C.E. Sılay), Keşfedilmemiş Kimlik, Ankara, 1998.
[3] LYOTARD, Jean-François, (Z. Aslan), Ötekinin Hakları, Liberal Düşünce, n.14, 1999, s. 144.
[4] LEFEBVRE, Henri, Le manifeste différentialiste, Gallimard, Paris, 1970, s. 45. 48.
[5] CROWDER, George, Çoğulculuk ve Liberalizm, Diyalog, 1995, s. 81.
[6] SARIBAY, Ali Yaşar, Postmodernite, Sivil Toplum ve İslam, İletişim, İstanbul, 1994. s. 11.
[7] BERLIN, Isalah, Volksgeist’in Geri Dönüşü; İyi ve Kötü Milliyetçilik, GARDELS, s. 101.
[8] BARRY, Norman, (M. Erdoğan), Komünizm Sonrası Dönemde Klasik Liberalizm, Ankara, 1997, s. 101.
[9] BAUDRILLARD, Jean, (E. Abora/İ. Ergüden), Kötülüğün Şeffaflığı, Ayrıntı, İstanbul, 1997, s. 117, 119, 120, 122, 137.
[10] CONNOLLY, William, (F. Lekesizalın), Kimlik ve Farklılık, Ayrıntı y., İstanbul,1995
[11] BASTIAT, Frédéric, (D. Russel/Y. Arslan), Hukuk, Ankara, s. 11.
[12] HENRY-LEVY, Bernard, La pureté dangereuse, Paris, 1984, s. XIV.
[13] BASTIAT, s. 41-57.
[14] FUKUYAMA, Francis, (D.-A.Canal), La Fin de l’histoire et le dernier homme, Flammarion, Paris, 1992, s. 202 vd.
[15] FUKUYAMA, s. 17-19.
[16] RAPUSCINSKI, Ryzsard, Amerika’da la raza cosmica, GARDELS, Nathan, (B. Çarakçı Dişibudak) Yüzyılın Sonu, (Büyük Düşünürler Çağımızı Yorumluyor), İstanbul, 1999, s. 164, 172, 173.
[17] MORIN, Edgar / NAÏR, Sami, Une Politique de Civilisation, Arléa, Paris, 1997, s. 33, 34.
[18] BURDEAU, Georges, Le Libéralisme, Paris, 1979, s. 286.
[19] RAPUSCINSKI, s. 178.
[20] LYOTARD, Ötekinin..., s. 149.
[21] LYOTARD, s. 145, 147, 150.
[22] FUKUYAMA, aynı yapıt.
[23] TOURAIN, Alain, Qu’est-ce que la démocratie? Fayard, Paris, 1994, s. 9, 37.
[24] RAPUSCINSKI, s. 178.
[25] PAZ, Octavio, Tarihin Sonunda Batı Doğuya Dönüyor, GARDELS, s. 192.
[26] MORIN, Edgar, Penser l’ Europe, Paris, 1987, s. 29 vd.
/././
Kıbrıs Sorunu ve Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın GKRY ile ilişkilerinde gelişmeler -Özdem Sanberk-
AB’de üye ülkelerin kendi çıkarları açısından önem taşıyan konuları birbirleriyle taviz pazarlıklarında kullanmalarına imkan veren çalışma yöntemleri sürdükçe Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında GKRY, Türkiye’nin çıkarlarını hedef alan çabalarını yoğunlaştırmayı sürdürecektir

Annan planı
Hatırlanacağı gibi Kıbrıslı Rumların, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Annan tarafından Türk ve Rum halklarına AB’ye üye olmak için sunulan “Kapsamlı Çözüm Planı" önerisi, Nisan 2004 yılında adada iki toplum arasında yapılan referandumda Türkler tarafından kabul edilmesine fakat Rumlarca reddedilmesine rağmen GKRY’nin 1 Mayıs 2004’te üyeliğe kabul edilmesi, Türklerin ise bu haksızlığa ilaveten, bir de ticaret ambargosuna maruz bırakılması Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de barış umutlarının tabutuna mıhlanan son çivi olmuştu. Bu arada yine hatırlanacağı gibi o tarihlerde de AB üyeliği için geçerli olan bir koşul da aday ülkenin tam üyelik statüsü kazanabilmek için önce komşularıyla, eğer varsa, siyasî sorunlarını çözme zorunluluğu idi. Bu koşul AB’nin bizzat kendisi tarafından getirilmişti.
Üye ülkelerin AB’yi kendi politikaları için bir baskı aracı olarak kullanmaları
Yunanistan, Doğu Akdeniz ve Ege’de Türkiye ile mevcut siyasî sorunlarını çözmeye teşebbüs etmeksizin altı yıl devam eden müzakere sürecinden sonra, AB’nin kendi koyduğu koşulları yine kendisine çiğneterek 1 Ocak 1981’den itibaren birliğe üye oldu. Yunan diplomasinin başarısını ortaya koyan ve aynı zamanda AB üyesi ülkelerin çifte standardını da gösteren bu başlangıç, Schuman, Monnet, Spinelli gibi kurucu babalarının görüşlerini geçersizleştiriyordu. Çünkü adı geçen devlet adamları Avrupa Birliği'nin, her bir üyesinin kendi ulusal çıkarını koruma amacıyla değil Avrupa’nın barış, istikrar ve refahı idealine hizmet için kurulduğunu savundular. Ne var ki ileriki yıllarda sırf Yunanistan değil üye ülkelerin hemen tamamı, bu ideali bir tarafa bırakarak birliği kendi ulusal çıkarlarının bir baskı aracı olarak kullanma yolunu seçtiler.
Kıbrıs sorunun temelinde ada Türklerinin yaşam haklarının korunması yatar
Tabii ki Kıbrıs sorunu, BM Genel Sekreteri Annan’ın “Kapsamlı Çözüm " önerisinin Nisan 2004 yılındaki referandumda Türkler tarafından kabul edilmesine rağmen Rumlarca reddedilmesiyle başlamadı. Kıbrıs sorununun temelinde ada Türklerinin yaşam haklarının korunması ve adadaki Türklerin ve Rumların ve her birinin ana vatanları Türkiye ve Yunanistan arasında Doğu Akdeniz’de 1960’ta uzun vadeli bir barış ve iş birliğinin sağlanması için kurulan siyasî eşitlik dengesinin Yunanistan tarafından yıkılmaya kalkışılması yatar. Hatırlanacağı gibi bu denge aslında Lozan’da 1923’te kurulmuş; Zürih ve Londra Antlaşmaları ile 1959 ve 1960’ta Kıbrıs bağlamında teyit edilmişti. Ancak Kıbrıslı Rumlar bu dengeyi 1963’te silah zoruyla kendi lehlerine yıkmaya teşebbüs ettiler (*Kıbrıs’ta Unutturulmak istenen Yakın Geçmiş T24-27Mart 2025 ). "Kanlı Noel" diye anılan bu teşebbüs Kıbrıs’ı Doğu Akdeniz’de barış ve istikrarı bugüne kadar tehdit eden çözülmeyecek bir sorun haline getirdi.
Yunanistan’ın genişleme emelleri
Yunanların çoğu, 1821- 1829 Yunan Bağımsızlık Savaşı'nın hâlâ devam ettiğine inanırlar. Bu görüş, Kilise ve sağ siyasî çevrelerde bugün dahi savunulur. Atina’da göreve gelen hemen her hükûmet, fırsat bulduğu ölçüde antlaşmaları ihlal etme pahasına emrivakilerle bu yönde adımlar atmıştır. Örneğin 12 Ada'nın silahlandırılması, Ege’de uluslararası hava sahasının sahiplenilmesi gibi teşebbüsler hatta Yunanistan’ın mevcut sınırları dışında bulunan bazı tarihî toprakların ülkenin yeni güvenlik stratejisinin kapsamında görülmesi gibi, şimdi resmî ağızlarca pek tekrar edilmeyen beyanlar zikredilebilir.
AB içinde iki Yunan Devleti
Bu tür davranışlar Yunanistan’ın topraklarını genişletme emellerine ışık tutar. Nitekim Yunanistan 1981’de AB üyelik statüsünü kazanmasından itibaren bu statüsünü genişleme emellerine hizmet için daha ciddi bir kararlılık ve etkinlikle kullanmaya başlamıştır. GKRY ise Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında 2004’te AB’ye üye olur olmaz bu kez Yunanistan’ın, Avrupa’da Türkiye’nin çıkarları aleyhindeki diplomasisinin ve etkinliğinin Birlik içinde adeta iki Yunan devletinin gücüne eşit düzeyde arttığını görüyoruz. AB’de üye ülkelerin kendi çıkarları açısından önem taşıyan konuları birbirleriyle taviz pazarlıklarında kullanmalarına imkan veren çalışma yöntemleri sürdükçe Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında GKRY, Türkiye’nin çıkarlarını hedef alan çabalarını yoğunlaştırmayı sürdürecektir. Dolayısıyla 4 Nisan 2025 tarihli AB - Orta Asya Cumhuriyetleri Semerkant Zirvesi'ndeki benzeri hamlelerle önümüzdeki dönemlerde sık sık karşılaşacağımıza muhakkak nazarıyla bakabiliriz.
Türk Devletleri Teşkilatı üyesi devletlerin GKRY’ye büyükelçi atamaları
Türk Devletleri Teşkilatı üyesi olan Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın, KKTC’yi tanımazken Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ne Büyükelçi atamaları Ankara’da beklenmedik bir gelişme oldu. Prof. Dr. Yıldız Deveci Bozkuş, bu konuda yazdığı makalesinde (*) AB’nin Ukrayna savaşıyla başlayan alternatif enerji kaynaklarına yönelik arayışlarının da bu süreci tetiklediğinin tahmin edildiğini; ancak en önemli etkenin tabii ki AB’nin Orta Asya devletleri ile ilişkilerini “stratejik ortaklık” seviyesine yükseltme kararı olduğunu ifade ediyor. Prof. Bozkuş ayrıca AB Konseyi’nin, 4 Nisan 2025 tarihli Birinci AB-Orta Asya Zirvesi’nde Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Türkmenistan ile iş birliklerini “stratejik ortaklık” seviyesine yükseltme kararı aldığını ve AB’nin “stratejik ortaklık” kapsamında 5 Orta Asya ülkesine 12 milyar Euro yatırım yapacağını açıklamasının da bu devletlerin yüzünü Batı’ya çevirmesinde önemli bir faktör olduğunu vurguluyor.
Prof. Bozkuş, bu gelişmeyi AB ile Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın ilişkileri açısından aydınlatıcı bilgi ve görüşleriyle değerlendiriyor. AB’nin bu hamlesinin Türkiye dış politikası açısından değerlendirecek olursak bu konuda aşağıdaki düşüncelerimize yer vermek uygun olabilir:
AB'nin Yakın Komşuluk Politikası
Bilindiği gibi Birlik, 2007 tarihli Lizbon Zirvesi'nde yürürlüğe koyduğu AB Yakın Komşuluk Politikası'nı, Ukrayna ve Gazze savaşlarına, uluslararası ticarette Başkan Trump’ın göreve başlamasıyla patlak veren dünya gümrük krizlerine rağmen, Lizbon’da planlandığı şekilde, muntazaman uyguluyor. AB şimdiye kadar AB ile coğrafi yakınlık paylaşan 16 devletle ilişkilerini “tam üyelik” hedefinden bahsetmeden düzenleyerek AB’nin barış, ekonomik iş birliği ve demokrasi gibi temel ilkelerinin tüm kıtayı kapsayan geniş Avrupa Birliği'ne yerleştirilmesi idealini gerçekleştirme hedefini güdüyor. Avrupa Yakın Komşuluk Politikası, biri Güney’de Akdeniz boyutu (Barcelona süreci) ile; diğeri ise Doğu Avrupa’da, Doğu Partnerliği adı altında Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Moldova, Ukrayna ve Belarus’u kapsıyor. Belarus, 2021’de AB’nin Doğu Ortaklığı’ndan çekildiğini bildirdi. Ukrayna ve Moldova AB’nin genişleme politikası içinde ilerleme kaydetme yolunda girdi. Gürcistan ise AB’ye aday ülke olarak kabul edilmiş olsa da ülkedeki son siyasî gelişmeler nedeniyle sıkıntılı bir konumda.
AB'nin Birinci Orta Asya Zirvesi
AB’nin, Birinci Orta Asya Zirvesi adı altında Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Türkmenistan ile Semerkand’da yaptığı toplantı ise Avrupa’nın barış, ekonomik iş birliği ve demokrasi gibi temel ilkelerini ile defa olarak Kafkasya’nın doğusuna götürme yolunda attığı yeni bir adım olarak nitelendirilebilir. Bu adımın hedefine ulaşıp ulaşamayacağı konusunda bu aşamada bir tahminde bulunmak için zaman tabii erkendir. Ancak AB’nin uluslararası düzenin halihazır karışıklığı ve güvensizliği içinde bu çapta bir teşebbüse kalkması Birliğin sahip olduğu geniş vizyonu kanıtladığını da kabul etmek gerekiyor.
“Yeni bir çağın kapısını aralamak”
Gerçekten de Prof. Özkuş yukarıda değindiğimiz makalesinde “AB Komisyonu Başkanı Von der Leyen’in Orta Asya devletlerinin AB ile yakınlaşarak “yeni bir çağın kapısını aralamak” istediğini, böylece AB’nin “yeni Orta Asya stratejisinde” kendine enerji, ulaşım, sanayi ve ekonomi rekabetinde yer edinmeyi planladığını ve aynı zamanda, "uzun vadede Rusya ve Çin’e yönelik mevcut bağımlılıklarından ve içinde bulunduğu jeopolitik rekabetten de kurtulmak istiyor” dediğini hatırlatıyor.
Bir taşla iki kuş vurmak
Birinci AB-Orta Asya Zirvesi’nde Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında aslında Türkiye’nin GKRY olarak tanımladığı bir yönetimde Büyükelçilik açmaları konusuna gelince bu gelişmenin, Türk Devletleri Teşkilatı üyesi olan Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın ülkemizle ilişkileri arasında en azından şimdilik bir mesafe yarattığı aşikar görünüyor. Bu sonuç 1981’de AB üyesi olan Yunanistan’ın ve 2004’te Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında GKRY’nin de üyelik statüsünü elde etmesiyle birlikte her ikisinin AB içinde temel hedeflerinin bu üyeliklerinin kendilerine sağladığı diplomatik imkanlar sayesinde Türkiye çıkarlarının karşısında durmak olduğuna yukarıda değinmiştik. Gerçekten de bu kez Birinci AB-Orta Asya Zirvesi vesilesiyle Yunanistan ve GKRY, hem öteki AB partnerleriyle birlikte von der Leyen’in dediği gibi AB’nin, “yeni Orta Asya stratejisinde” kendilerine bir yer edinmekte ve hem de Türk Devletleri Teşkilatı üyesi olan Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın, KKTC’yi tanımak şöyle dursun, Güney Kıbrıs’a Büyükelçi atamak suretiyle Türk milletiyle Orta Asya Türk Cumhuriyetleri arasındaki güven duygularında bulanıklık yaratılmasına sebep olmakta. Bu sonuç, Yunanistan ve GKRY ikilisinin adeta bir taşla iki kuş vurmuş olması atasözünü akla getiriyor.
Bu örnek olay, Kıbrıs Cumhuriyeti adı altındaki GKRY ve Yunanistan’ın, AB politikalarını, örtülü fakat etkili şekilde yönlendirme kapasitesi sahip olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Dolayısıyla, dış politikamızın oluşturulmasında ve uygulanmasında AB diplomasisini bu açılardan da yakından izlememiz yararlı olabilir.
(*) “Üç Türk Devleti Neden Güney Kıbrıs’a Büyükelçi Atadı”, Prof. Dr. Yıldız Deveci Bozkuş, Fikir Turu.
/././
Prof. Dr. Klein: Ortak akıl nasıl kullanılabilir?-Füsun Sarp Nebil-
Tabii ki kolektif zeka (ortak akıl) dediğimizde aklımıza "yapay zeka" da geliyor. Sonuçta, günümüzde üretken yapay zeka olarak adlandırılan yapay zeka türü, toplumun yıllardır biriktirdiği kolektif ürünler ile eğitiliyor. Ayrıca sosyal medyaya da baktığımızda kolektif zeka gibi bir şey görüyor olabilir miyiz? Bunları ve yaptığı çalışmalardan aldığım notları Prof. Klein'a sordum
Prof. Dr. Mark Klein
Dünyada tüm insanlığını etkileyen düzeyde olan pek çok sorun var. Mesela göç, su kıtlığı ya da daha önemlisi; iklim değişikliği. Bu tür sorunlar küresel olarak çözülmeli. Çünkü örneğin iklimin sınırları filan yok. Yani bir ülke çözüyor olsa bile, tüm dünya aynı şekilde davranmadıkça sorun orada duruyor. Ama küresel olarak da çözülemiyor çünkü farklı çıkarlar söz konusu.
Yani çözülmesi gereken pek çok konu ya da sorun varken, acaba ortak akıldan yeterince faydalanabiliyor muyuz ?
Massachusetts Institute of Technology (MIT) bünyesindeki "Kolektif Zeka Merkezi'nde (Center for Collective Intelligence) araştırmacı bilim insanı olan Prof. Dr. Mark Klein, Hisar Okulları Düşünce Okulu Konferansı için 12 Nisan’da İstanbul’daydı. School of Collective Intelligence’a bağlı öğretim üyesi ve aynı zamanda bir kolektif zeka girişimi olan HiveWise Inc.’in yöneticisi olan Klein, öğretmenler ve eğitimcilere büyük insan gruplarının karmaşık problemlerini birlikte daha etkili bir şekilde çözmelerine yardımcı olacak yöntemler aktardı.
Tabii ki kolektif zeka (ortak akıl) dediğimizde aklımıza "yapay zeka" da geliyor. Sonuçta, günümüzde üretken yapay zeka olarak adlandırılan yapay zeka türü, toplumun yıllardır biriktirdiği kolektif ürünleri ile eğitiliyor. Ayrıca sosyal medyaya da baktığımızda kolektif zeka gibi bir şey görüyor olabilir miyiz? Bunları ve yaptığı çalışmalardan aldığım notları Prof. Klein'a sordum.
- CV’nize baktığımda, hep “kolektif zeka” ve “müzakere” üzerine çalıştığınızı görüyorum. Yıllar içinde bu konulara farklı açılardan yaklaştığınız izlenimini edindim. Şimdi en popüler konudan başlayalım: Sürdürülebilirlik. 2006’daki çalışmalarınızda kolektif zekanın sürdürülebilirlik açısından başarısız olduğunu fark ettiğinizi söylüyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz? Neden kolektif zeka sürdürülebilirliğe çözüm üretemiyor ?
Benim hipotezim, zaten pek çok sürdürülebilirlik sorununun, kolektif zekadaki başarısızlıklardan kaynaklandığı yönünde. Başka bir deyişle, sürdürülebilirlik ve birçok başka konuyla ilgili olarak genelde kullandığımız kolektif karar alma süreçleri pek optimal olmayan yani yetersiz süreçler. Bugüne dek eğer daha iyi bir müzakere/danışma süreci kullanmış olsaydık, tüm paydaşlar için daha iyi çözümler bulabilirdik. Bu başarısızlık, diyalogların ölçeklenebilirliğinin zayıflığı gibi çeşitli nedenlere ve birbirine bağlı pek çok bileşenle karar vermenin karmaşıklığına dayanıyor.
- "Geleneksel kollektif karar alma süreçleri karmaşık kararlarla başa çıkmakta başarısız oluyor. Çünkü bu süreçler pek optimal değil" diyorsunuz. Buradaki optimal olmayan şey nedir?
Aslında birçok farklı sorun var; yetersiz fikir üretimi, hatalı değerlendirme ve optimal olmayan uzlaşı oluşumu gibi. Bu konuda biraz detay sunan bir makaleyi buradan okuyabilirsiniz.
- Bu başarısızlık aşılabilir mi? Yani gerçekleştirdiğiniz "Deliberatorium" ve "Kompleks Müzakere" projeleriyle bu duruma bir çözüm bulabildiniz mi?
Benim ve diğer uzmanların yaptığı araştırmalar, geleneksel kolektif karar alma yöntemlerinin neden karmaşık kararlarla başa çıkmakta başarısız olduğunu büyük ölçüde açıklamış durumda. Deliberatorium -Ortak akıl veya müzakere platformu olarak Türkçeleştirilebilir- yaptığımız çalışmaların gösterdiğine göre, bu sorunların çoğunu çözmek için pratik bir yol sunuyor. Ancak bu da nihai bir çözüm değil. Örneğin, bunu daha hızlı ve daha verimli hale getirmek için özellikle büyük dil modelleri gibi yapay zekâdaki son muazzam gelişmelerden faydalanmaya çalışıyoruz.
Karmaşık müzakere projesi ise henüz pratik etki yaratmaya pek yakın değil. Müzakerenin amacı, hangi karar seçeneklerinin hayata geçirileceği konusunda tüm paydaşlar arasında fikir birliği yaratmaktır. Bu temelde, iyi potansiyel çözümler üretmekten daha zor bir sorundur, çünkü kendi çıkarlarını düşünen birçok paydaşı, toplam faydayı en üst düzeye çıkaracak bir karara ulaştırmanın bir yolunu bulmamız gerekiyor.
- Sosyal medya konusunda ne düşünüyorsunuz ? Sizce bugün sosyal medyada ne oluyor? Ortak akıl denilebilir mi? Yakın gelecekte nereye evriliyor? Sosyal medya mesajları bir tür sosyal terapi olabilir mi? İnsanlar neden sosyal medyayı kullanıyor? Etkileşim mi, yoksa kolektif zeka mı? Bu etkileşim bize (insanlığa) bir şey katıyor mu?
Bence pek çok insan sosyal medyadan "kendi kabilesini bulma" şeklinde faydalanıyor. Kendini izole hisseden insanlar, çok uzakta bile olsalar, kendileri gibi insanları bulma imkanına sahip oluyor. Sosyal medya bilgi paylaşımı açısından da harika olabilir, ancak yanlış bilgi ve toksik etkileşimler gibi karanlık bir yönü de var.
- Tabii ki kolektif zeka (ortak akıl) dediğimizde aklımıza "yapay zeka" da geliyor. Çünkü, günümüzde üretken yapay zeka olarak adlandırılan yapay zeka türü, toplumun yıllardır biriktirdiği kolektif ürünler ile eğitiliyor. Acaba müzakere konusunda çalışan bir bilim adamı olarak yapay zekayı nasıl değerlendiriyorsunuz? İklim değişikliği ya da sürdürülebilirlik gibi konulara baktığımızda, yapay zeka çözüm geliştirebilir mi?
Bana öyle geliyor ki LLM'ler ve insanlar birbirini tamamlayan güçlü yönlere sahip: LLM'leri geniş bilgi yığınlarına hızla erişmek için kullanabiliriz ancak;
Yaratıcı değiller: İnsanların geçmişte söylediklerini tekrarlıyorlar.
Genel cevaplar üretiyorlar: Eğitim setinde en sık görülenlerin "ortalaması."
(Genel internet) eğitim setinin parçası olmayan büyük miktarda uzmanlaşmış/yerelleştirilmiş bilgiyi kaçırıyorlar.
Hepsinin büyük ölçüde aynı eğitim setleri var, bu yüzden çeşitlilikleri düşük.
İnsanları şunlar için kullanabiliriz:
LLM'lerin sahip olmadığı yerelleştirilmiş/özelleştirilmiş bilgiyi eklemek.
Muazzam bilişsel çeşitliliğimize dayalı yeni fikirler icat etmek.
Özellikle biçimselleştirilmesi zor tercihlerle en iyi çözümleri seçmek.
- İklim değişikliği gibi karmaşık ve çok paydaşlı konularda karar almak için hangi yöntemi önerirsiniz? Araştırma konferansı gibi bir şey mi? Bir matris oluşturmak mı? Açabilir misiniz? "Henüz pratik bir etki yaratmaya yakın değiliz" demenize rağmen "O halde birçok paydaştan bazılarının çok, bazılarının az fayda sağlayacağını söyleyelim. Hatta bazıları faydadan çok zarar görecek" diyorsunuz. Onları ortak bir çözüme ikna etmek hâlâ nasıl mümkün?
Sistematik olarak yanıtların oluşturulup değerlendirildiği yapılandırılmış bir süreç öneriyorum. Bu süreçte, bir karar matrisi yani “denge tablosu” oluşturulur. Bu tablo; olası çözümleri, bu çözümlerin farklı kriterleri ne kadar karşıladığına dair puanlamaları ve bu puanlara verilen gerekçeleri içerir.
Sonrasında, size pareto-optimal çözümlerin bir listesini veren "kaybet-kaybet" (pareto-egemen) yanıtları eleyebilirsiniz. Bu noktada, bir fikir birliği çözümü seçmek az çok sıfır toplamlı bir oyun haline gelir, çünkü pareto-optimal kümeden seçim yaptığınızda, her seçim birinin kazanması ve birinin kaybetmesi anlamına gelir. Bu noktada konu bir güç meselesi haline gelir - en fazla güce sahip olan, kendi faydasını en üst düzeye çıkaran çözümü alır. Bu gerçekliği değiştirecek bir çözümüm yok çünkü bunun temel ve kaçınılmaz bir durum olduğunu düşünüyorum.
Ana hedefim, kalabalığı, en azından pareto-egemen ("kaybet-kaybet") çözümlerden kurtulmak için kullanmaktır. Çünkü kaybet-kaybet çözümleri herkes için en kötüdür. Pareto-optimal cepheyi bulma hedefi konusunda herkes hemfikir olabilir, çünkü bu kazan-kazan bir aktivitedir, herkes faydalanır. Ancak pareto-optimal cepheyi bulduğunuzda, bu sadece sıfır toplamlı bir savaştır ve bu gerçeği değiştirmek için bir çözümüm yok.
- Çözüm üretmenin müzakereden daha önemli olduğunu söylediniz. Harika ama “kazan-kazan” bir çözüm üretmek için kalabalık ne yapmalı? Öncelikle bu topluluk nasıl bir araya gelecek? Bir çözüm üretmeye nasıl ikna olacaklar? Altın anahtar nedir?
Burada en azından 2 motivasyon vardır. Biri özverili/bencillikten uzaktır: Değer verdiğiniz bir davaya veya topluluğa katkı sağlamak gibi. Bu güçlü bir teşviktir. Diğeri ise bencildir: Kolektif zekayı iyi kullanırsanız, herkes için -dolayısıyla sizin için de- daha iyi çözümler bulma şansınız artar.
- İşbirlikçi tasarımda çatışma yönetimi için bir hesaplamalı modelden bahsediyorsunuz. Çatışmayı yönetmek ve pozitif bir şeye dönüştürmek mümkün mü? Bazen mümkün mü? Yoksa çatışmayı değiştirmek ve başka bir çatışma yaratmak mı gerekir? Ne sonuca vardınız?
Çatışmayla verimli şekilde başa çıkmak için en az 2 strateji bulunuyor:
Çatışmanın, katılımcıların temel hedeflerinden mi, yoksa sadece farklı başlangıç önyargılarından mı, kaynaklandığını analiz etmek. Eğer ikincisi söz konusuysa, çatışma aslında bir tür yanılsamadır: Geri adım atarak, ortak hedeflere hitap eden yeni "kazan-kazan" fikirler geliştirerek genellikle çözüm bulabiliriz. Deliberatorium, bu fikir üretim sürecini kolaylaştırmak üzere tasarlanmıştır.
Katılımcıların hedefleri temelden farklıysa, bir dereceye kadar çatışma kaçınılmaz olur. Bu gibi durumlarda, katılımcıların toplam faydayı en üst düzeye çıkaran fikirlerde birleşmelerine yardımcı olmak için fikir üretme sürecini, katılımcıların toplam faydayı maksimize eden fikirlere yönelmesini sağlayan iyi müzakere uygulamalarıyla -kompleks müzakere projemde geliştirilenler gibi- desteklememiz gerekir.
Deneyimlerime göre, çatışma yerleşik olsa bile, karmaşık kararlar söz konusu olduğunda, katılımcıların birlikte karar alma biçimlerindeki sınırlamalar nedeniyle henüz bulamadıkları daha iyi ("kazan-kazan") çözümler neredeyse her zaman vardır.
- Çatışmalarla ilgili olarak, temel hedefler veya ön yargılardan bahsettiniz. Sizce önyargılar çözülebilir mi?
Bu, kişilerin psikolojik olarak ne kadar esnek olduklarına bağlı. Bana göre, bir ön yargı sadece insanların -belki de sadece alışkanlık yüzünden- karşılıklı olarak daha düşük (kaybet-kaybet) çözümleri tercih etmesi anlamına gelir. Ama zihinsel olarak yeterince esneklerse, belki de başlangıçta uygun gelmeyen başka bir çözümün kendileri için daha iyi olduğunu fark edebilirler.
- Yine Avrupa Birliği’nin CATALYST projesinde çalıştığınızı belirtiyorsunuz. "Bu proje, sosyal olarak etkili uygulamalar için kalabalıkların bilgeliğini daha iyi toplamanın yollarını yaratmayı amaçlıyor" diyorsunuz. Gerçekten de kalabalıkların bilgeliği diye bir şey var mı? Özellikle sosyal medyada gördüğümüz şey genelde “yankı odaları” oluyor. Yani, yanlış ve hatalı bilgiler kontrol edilmeden, bazen kasıtlı şekilde yayılabiliyor. Eğer böyle bir bilgelik varsa, bu kolayca yanlış yönde manipüle edilemez mi? Yoksa siz başka bir şeyi mi kastediyorsunuz?
Kalabalıkların bilgeliği gerçek ve güçlü bir etkidir, ancak yalnızca bazı temel koşullar sağlandığında işe yarar. Bu koşullar:
1) Katılımcıların çoğunun konu hakkında sıfır olmayan bilgiye sahip olması.
2) Katılımcıların çeşitli olması ve kararlarını birbirinden bağımsız şekilde vermesi.
Bu koşullar, sosyal medya araçlarında neredeyse her zaman ihlal edilir. Temel sorun, bu araçların kolektif zekayı değil, etkileşimi maksimize etmek için tasarlanmış olmasıdır.
- Çalışmalarınızın hep “müzakere” etrafında döndüğünü görüyorum. Konuya her defasında farklı açılardan yaklaşmışsınız. Örneğin “müzakere odaklı sosyal medya analizi” ya da NEC tarafından fonlanan “büyük ve karmaşık müzakereler için daha hızlı ve daha iyi sonuçlar elde etmeye yönelik yazılım” gibi. Acaba sizi müzakere konusuna bu kadar yoğunlaşmaya iten şey neydi? Sizce müzakere hayatımızın merkezinde mi?
Müzakerenin kolektif zekayı en üst düzeye çıkarmanın önemli bir parçası olduğunu düşünüyorum, ancak bu sadece bir parçası. Bana göre diğer büyük parça, olası kazan-kazan çözümleri bulmak için kalabalığın gücünü kullanmak.
- “Evet dedirtmenin sanatı”, “İkna sanatı” gibi kitaplar var. Sizin çalışmanız bu kitaplardan nasıl farklı?
Bu kitaplar fikir üretmek yerine müzakereye odaklanıyor. Bu durumda amaç, insanların sizin istediğiniz şeyin onların istediği şey olduğuna ikna etmektir. Benim çalışmam ise kalabalığı kullanarak mümkün olan en iyi kazan-kazan çözüm seçeneklerini bulmaya odaklanıyor, böylece müzakerenin sonucu herkes için daha iyi oluyor.
- Bu müzakerelerden ya da kalabalığın çözüm üretmesinden nasıl bir sonuç umuyorsunuz? Bu, çatışmasız ve savaşsız bir dünya mı? Yoksa medya, filmler, reklamlar ve hatta yapay zekâ yoluyla insanların ikna edilip, hoşlarına gitmeyen şeyleri tolere ettikleri bir dünya mı?
Kişisel hedefim, insanların daha sonra müzakere ettikleri ve üzerinde anlaşmaya vardıkları çözümleri iyileştirmek için kolektif zekayı kullanmalarına yardımcı olmak. Bu, çatışmayı ortadan kaldırmayacaktır çünkü insanlar her zaman birbirlerinden farklı çıkarlara sahip olacaktır. Ancak en azından mümkün olan en iyi çözümler arasından seçim yapacağız.
- Son sorum… Illinois’de kaya tırmanışına yönlendirildiğinizi söylüyorsunuz. Bu ne anlama geliyor? Neden bazı profesörler bunu önerdi ve siz bundan ne kazandınız?
Illinois’deyken bu kadar çok kaya tırmanışı yapmış olmam komik, çünkü o eyalet neredeyse tamamen düzdür. Bu, Illinois dışındaki (Joshua Tree, Yosemite, Devil’s Tower gibi) güzel yerlere seyahat etmek için bir bahaneydi. Ayrıca fiziksel ve zihinsel olarak kendime meydan okumak hoşuma gidiyor. Uzun zamandır yapmadım gerçi.
/././
Yılın ilk çeyreğinde kamu tasarruf etti mi?-Binhan Elif Yılmaz-
Kamu harcamalarının etkinlik ve verimlilik kazanımlarının sağlanmasıyla kamu parası harcanırken de kamuda tasarruf sağlanabilir.
Kamu parasının nasıl harcandığı, o ülkede yaşayanlar için ekonomik, sosyal, siyasi sonuçları belirlemede en önemli faktörlerden biridir. Bu parayı etkin ve verimli bir şekilde kullanmak kamu mali ve yönetim sisteminde şeffaflığı ve hesap verebilirliği gerektirir.
Kamu harcamalarının etkinlik ve verimlilik kazanımları, belirli bir kamu harcaması miktarı için “çıktıları arttırarak” ya da belirli bir çıktı miktarını elde etmek için gereken “girdileri azaltarak” gerçekleştirilebilir. Söz konusu ikinci seçenek, kamu harcamalarının azaltılmasına olanak tanır.
Kamu harcamalarında nelerin, ne kadar azaltılabileceği, oldukça geniş bir yazının konusu. Bu yazıda kamu harcamalarının kamuda tasarruf ile azaltılma seçeneğini ele alıyorum.
Zaten son yıllarda kamu harcamaları üzerindeki baskı giderek artıyor. Bu durumun nedenleri çok fazla, birkaçını sıralayalım:
Nedenlerden biri; iki yıl üst üste ek bütçe çıkarıldı, son iki yılın bütçe harcamaları/GSYH ortalaması yüzde 24,6’ya çıktı. Pandemiden çıkışta dahi bu oran (2021’de) yüzde 22’ydi.
Bir başka neden; seçimler ve ekonomik kriz bütçeyi yıprattı ve mali disiplinin daha fazla bozulmaması gerekli.
Nedenlerden bir diğeri; para politikasındaki sıkı duruşla maliye politikasının eşgüdüm içinde olması, harcamaları azaltarak sıkılaşması.
Bir diğer neden de; toplumca da beklenen, kamuda tasarrufun hayata geçmesi.
Bugün hazırladığım tablo, geçen yıl ve bu yılın ilk çeyreklerinde, tasarruf tedbirleri kapsamında yapılan harcamaları karşılaştırıyor:

İki yıl önce en büyük artışın yaşandığı taşıt alım-kiralama, kırtasiye-baskı, temsil-ağırlama giderleri seçimler sonrasındaki düzeyine dönmeye başlarken, geçen yıla göre de gerileme bütçe rakamları bazında gerileme kaydetmiş görünüyor.
Ancak kamu, taşıt alımlarını özellikle 2023’ün ilk aylarında gerçekleştirmişti. 2023 yılı ilk çeyrekte taşıt alımları için 295,4 milyon TL harcanmıştı. İki yılın enflasyonu ve taşıtların değeri dikkate alındığında bugünkü karşılığı, bu tutarın iki katından fazla olacaktır. 2025 yılı ilk çeyrekte ise kamu taşıtları için harcanan meblağ 56 milyon TL’ye inmiş.
Zaten kamu, bu taşıtları 2023 ilk çeyrekte edinmiş, dolayısıyla bir anlamda alınan alınmış. Bu durumu alınan taşıtlarda devam eden taşıt onarım giderlerindeki artıştan anlayabiliriz.
Geçen yılın ilk üç ayında tasarruf tedbirleri kapsamındaki kalemlere harcanan tutar, ilk üç ay bütçe harcamalarının yüzde 1,63’ü olmuş. 2025 yılı aynı döneminde ise yüzde 1,27’si. Kamunun tasarrufa başlamadığı kabul edilen 2023 yılının tamamında tasarruf edilmesi gereken kalemlere yapılan harcama da, bütçe harcamalarının yüzde 1,96’sıydı.
Bu karşılaştırma bize şunu gösteriyor: Tasarruf genelgesinde yer alan harcama kalemlerinde ne kadar tasarruf edilirse edilsin bütçe açığını kontrol etmede etkisi giderek azalıyor. O nedenle doğru yere bakmak gerek, o da kararlı bir şekilde giderek büyüyen ve büyümeye devam edecek olan borç faiz giderlerine.
Bu yılın ilk çeyreğinde borç faiz giderleri/bütçe harcamaları oranı yüzde 14,6 ve borç faiz giderleri/vergi gelirleri oranı da yüzde 23’e yükselmiş durumda.
Sadece mart ayına ait borç faiz giderleri/bütçe harcamaları oranı yüzde 15,7 ve borç faiz giderleri/vergi gelirleri oranı da yüzde 25’e çıktı.
Çeyrekler itibariyle tasarruf genelgesindeki kalemlere yapılan harcamalara bakınca, burada top yekûn bir tasarruf olmayacağı açık. En basitinden enerji ya da haberleşme giderleri sıfırlanamayacağına göre, kamu harcamaya devam edecek.
Ancak son aylarda kamu harcamasının devamına, siyasi ve hukuki gerilimlerle borcun faiz, vade ve döviz riskindeki artışın bütçeye yansımaları farklı bir boyut kazandırıyor. Bu konuyu "Hazine'nin zor haftası" yazımda da anlatmıştım.
Yazının giriş kısmında bahsettiğim kamu harcamalarının etkinlik ve verimlilik kazanımlarının sağlanmasıyla kamu parası harcanırken de kamuda tasarruf sağlanabilir.
Etkin bir kamu borç yönetimi ile borç faiz giderlerinin bütçedeki payı azaldığında, mevcut tasarruf genelgesinin kapsamı genişletilip denetlendiğinde, belli bir çıktıyı elde etmek daha az girdi ile mümkün olacak.
/././
Prof. Melek Göregenli: Saraçhane, Gezi’den daha heterojen bir yapıya sahip; gençlere 'bizi kurtarmalarını beklemek' gibi yeni bir yük yüklüyoruz!-Candan Yıldız-
“Gençler için gelecek tahayyülünün hiç bu kadar kaybolduğu bir dönem olmadı”

Gezi’den sonra, tam 12 yıl sonra toplumsa itirazın en kitlesel haliydi Saraçhane… Çoğunluğunu gençler oluşturdu. Eylemler farklı biçimlerde, formatlarda sürüyor, gençlerin yargılandığı davalar da eylem alanlarına dönüşüyor.
Uzun bir sessizliğin ardından sokak siyasetini yeniden hatırlatan Saraçhane gençliği ile Gezi gençliği arasında kıyaslamalar yapıldı. Zira Gezi’nin sloganları vardı ama Gezi kadar ortak bir tahayyül yoktu.
2000’lerde doğan bu gençlik Z Kuşağı denilerek anlaşılabilir mi? Heterojen olan bu gençliğin ortak paydası AKP karşıtlığı mı? İttihatçı sembolleri kullanan bir gençle sosyalizm yanlısı slogan atan genç birbirini anlayabilir mi?
Sosyal psikoloji alanında çalışmalar yapan, 30 yılını gençlerle birlikte geçiren akademisyen Prof. Melek Göregenli ile konuştum, sorularıma yanıt bulmak için.
Göregenli’ye göre Gezi’de itirazın yanı sıra alternatif önermeler de vardı. Saraçhane’de ise hedeflerde bir homojenlik yoktu.
Gençler için gelecek tahayyülü hiçbir dönemde olmadığı kadar kaybolmuş durumda ve farklı sorunlarla baş etmeye çalışan gençlerden ‘bizleri kurtarmasını beklemek’ ayrı bir yük ve haksızlık…
İşte Prof. Göregenli’nin yazılı olarak gönderdiğim sorularıma yanıtları…
“Bu gençler Türkiye’nin en iyi üniversitelerine girmiş süper çocuklar gibi nitelemeler hiyerarşi oluşturuyor”
- Sayın Göregenli ‘Saraçhane gençliği’ diye bir kategoriye katılır mısınız? Kuşak meselesi ‘tek tipleştirme’ riski nedeniyle doğru tartışılıyor mu?
Toplumsal olguların, Z Kuşağı ya da başka kuşaklar üzerinden anlaşılabileceğini düşünmüyorum, bu kuşak söylemini bütünüyle anlamsız ve yanlış buluyorum. İnsanın kişisel ya da kolektif davranışlarının belirleyicisi olarak ‘yaş’ değişkeninin merkezde olduğunu yani diğer bütün özelliklerden baskın bir rolü olduğunu gösteren bir bilimsel bilgi bilmiyorum, yok. Ama bu kuşak meselesinin bu kadar popüler ve tartışmaların odağına konmasının nedeni sanırım büyük lafların, öngörülerin, romantikleştirilmiş atıfların kolayca yapılabilmesini mümkün kılması tam da günün egemen popüler ideolojilerine uygun kolaycılık bu. 19 Mart’tan önce başka bir Z kuşağı anlayışı vardı, dikkati hemen dağılan, ciddi hiçbir şeye yoğunlaşamayan, sadece kendini düşünen vb., pek çok bugünün tersi olumsuz atıf. Ben 30 sene gençlerle birlikte yaşadım, bir tek genelleme hakkım olsa şunu söylerdim: Şu yaşadığımız koşulları en çok hakketmeyen en az sorumlu olanlar ve en masumlarımız onlar, bir tek bu açıdan benzer koşullardalar. Zaman zaman bu atıfların hiyerarşiye karşı olduğu düşünülen bir ideolojik zeminde yeni hiyerarşiler yaratmak gibi zararlı sonuçlara algılara yol açabileceğini de düşünüyorum. Gezi’de de aynı eğilim vardı, “orantısız zekâ” nitelemesini hatırlıyorum; şimdi de “bu gençler Türkiye’nin en iyi üniversitelerine girmiş süper çocuklar” gibi nitelemeler var. Sanayide çalışan ve “Ben bu adamı hiç sevmedim, çünkü bana hiçbir faydası olmadı” diyen eylemdeki genci hatırlıyorum. Ayrıca zaten her bakımdan sürdürmekte zorlandıkları hayatlarında, omuzlarına yeni bir yük yüklüyoruz: Bizi kurtarmalarını beklemek gibi mesela. Yaş ilerledikçe insanların konforlarına daha düşkün olabildiğini, belki de bazıları daha çok şeye sahip olabildikleri için risk almalarının daha zor olduğu gibi yaşa bağlı pek çok değişimden söz edebiliriz, gençler daha kolay harekete geçebilirler. Ama bu bilgiler bize farklı özelliklere sahip gençlerin neden ve ne zaman politik kolektif eylemleri başlattıklarını ya da yoğun olarak katıldıklarını açıklamaya yetmez.
Gezi Parkı eylemleri
- Saraçhane’ye gittiğimde Gezi’ye göre daha genç bir kitle vardı. Ve daha kalabalıktı. Gezi ise yaş olarak daha karmaydı. Saraçhane’deki gençliğin dış görünüş olarak tek tipliliği dikkatimi çekmişti. Hemen hemen hepsi siyah ya da koyu renk giymişti. Cinsiyet fark etmiyor… Bir de yüzlerini tişörtlerle bağlama stilleri ortaktı… Ya birbirlerinden öğrenmişler ya da sosyal medya videolarından. Ki öyle videolar da var. Siz bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Saraçhane gençliğini doğrudan gözlemleme fırsatım olmadı ama İzmir’deki eylemlerde bulundum ve farklı mekanlardaki gençlerle iletişim imkânı buldum. Sanırım benzer özellikler eylemlerin gerçekleştiği bütün kentlerde vardı. Sınıfsal ve kültürel olarak, eğitim düzeyleri, politik görüşleri bakımından farklı özellikleri olan gençler harekete geçtiler. Bence motivasyonlarının kaynağı ve harekete geçme süreçlerini etkileyen faktörler farklı olsa da ortaklaştıkları en önemli konu, bu iktidarın uygulamalarına isyan etme noktasına gelmiş olmalarıydı, hepsi için bardak taştı sanırım, bardağı dolduran nedenler farklı olsa da. Aynı üniversitede okuyan öğrencilerin bile farklı dünya görüşleri olduğunu gördük: Örneğin LGBT bayrağı ile bozkurt ve zafer işareti yapan gençler yan yana durabiliyor. Üniversite öğrencileri, yoksul orta ve üst sınıflardan öğrenciler, işçi gençler, işsiz gençler, farklı etnik kimlikleri olan, cinsel yönelimleri, cinsiyetleri farklı gençler vb. Kimisi zaten önceden de bir dünya görüşüne sahip farklı kolektif eylem deneyimleri olan gençler, daha örgütlü kimisinin ilk eylem deneyimi. Daha çok şey söylenebilir ama dediğim gibi ortak yanları, artık yeter demek için zamanın geldiğini ve sokağa çıkmak gerektiğini düşünmeleri hatta hissetmeleri. Sokağa çıktılar ve eylemlere büyük bir ivme kazandırdılar.
“Sandık seçeneğinin tehlikede olduğu düşüncesi etkili oldu”
- Gezi ve Saraçhane gençliği doğal olarak karşılaştırıldı. Zira hem Gezi’nin sloganları vardı hem de Gezi’yi sahiplenme… Bu nedenle Gezi eylemleri ağaçların sökülmesiyle başladı ve başka manalar kazandı, Saraçhane eylemleri ise İBB Başkanı İmamoğlu’nun gözaltına alınması, tutuklanması sonrası başladı. Üniversite gençliğinin barikatları aşmasıyla toplumsallaştı. 12 yıl sonra sokağa çıkmanın nedeni farklı olsa da alta yatan nedenler de değişti mi ya da ortak noktalar var mı?
Gezi’yi bugünden konuşuyoruz yani tamamlanmış bir süreci konuşuyoruz. Gezi gerek dönemin politik koşulları gerekse kitleselleştikten sonraki dinamikleri bakımından farklıydı bence. Gezi eylemleri ‘Gezi Parkı’ kapsamında ele alındığında başka, Türkiye’nin geneline yayılan kitleselliği bakımından düşünüldüğünde farklı yanlarıyla konuşulması gereken bir süreç. Ama nereden bakarsak bakalım bence şu anda yaşadığımız itiraz, eylem dalgası sınıfsal ve içerdiği toplumsal grupların özellikleri açısından Gezi’den daha heterojen bir yapıya sahip. Gezi daha başlangıçta açık bir politik itiraz ve çerçeveyle başladı ve öyle de ilerledi, iktidarın hayatın kamusallığına, kamusalın inşasına bir müdahaleye karşı çıkış genel olarak iktidarın yönetme biçimine itiraza ama çok daha politik içeriği net olan bir itiraza dönüştü. Şöyle söyleyebilirim belki, Gezi’de sadece bir itiraz yoktu aynı zamanda alternatif politik açık net önermeler de vardı. Bütün ülkede, daha orta ve orta üst sınıf, görece daha eğitimli politik açıdan da daha homojen bir eylemlilikti Gezi. Bugün gerçekleşen tetikleyici an ise İmamoğlu’nun tutuklanması. Galiba, bu coğrafyada yurttaşların ortak olarak en güvendikleri iktidarları değiştirme aracı olan ‘sandık”’seçeneğinin tehlikede olduğu düşüncesini yarattı genel olarak.
Saraçhane protestoları (Fotoğraf: T24)
“Gelecek tahayyülünün hiç bu kadar kaybolduğu bir dönem olmadı”
- Gezi’nin sınıfsal mı kültürel mi bir tepki olduğu çok tartışıldı. Ekonomik koşullarda bugünkü kadar ağır değildi. En azından o yıllarda üniversite gençliğini barınma sorunu yoktu. Son yıllarda ise güvencesizlik, geleceksizlik, ‘okuyunca ne olacak’, başka bir ülkede yaşam arayışı gençlerin ortak kaygıları. Sınıfsal konumunu kaybetme korkusu daha mı öne çıkıyor gençlikte?
Ekonomik ve sosyal koşullar çok daha zor ve iktidarın gündelik hayatın her alanına müdahalesinin sınırı yok; en son nasıl doğum yapacağımızı vazeden bir pankartı futbolculara taşıtacak kadar saçmaladılar diyeceğim, daha iyi bir argümanı hakketmiyorlar. Gençler için ise galiba hiç bu kadar gelecek tahayyülünün kaybolduğu bir dönem olmadı. Bence başlangıç olarak temel motivasyon, toplumun büyük çoğunluğunun yaşadığı ve artık değişmesinin neredeyse imkânsız olduğunu düşündüğü hayatlarımız. Yoksulluk, hukukun üç beş adamın kontrolünde iktidarın çıkarına hizmet eden yekpare bir rıza üretme sistemine dönüştüğü, hayatın her anlamda sığlaştığı, eğitim ve diğer kurumların giderek laiklikten uzaklaştığı, her gün en az bir kadının öldürüldüğü, birden fazla işçinin iş cinayetlerine kurban verildiği, dağı taşı zeytini denizi yok edilen, insanların cinsel yönelimlerinden etnik kimliklerinden dolayı ve daha pek çok nedenle artık açıkça yasalarla kriminal eştirmesinin adımlarının atıldığı bir ülke. Bütün bu koşullar, bu toplumun her bir insanını bir yerinden yaraladı ama uzun zamandır böyle. Yeni olan yanı bu eylemliliğin kitlesini Gezi’ye göre daha heterojen kılan, ilk eylemlerin başarılmış olması. Toplumun farklı kesimleri, hep beraber bir gücü olduğunu yaşayarak gördü. Kolektif eylemin sürdürülmesinin önemli koşullarından biri ortak bir kolektif kimlik inşası -itirazda ortaklaşma- ve eylemin sonucunda göreceli de olsa bir başarı kazanılmasıdır; eylemlerin sürdürülmesi, kitlesel katılımın -katılanların toplumun farklı kesimlerini kapsayacak şekilde çeşitlenerek- giderek artması nedeniyle de mümkün oldu. Gezi’den başka bir farkı ise politik homojenliğin, itiraz bakımından var olması ama hedefler açısından henüz oluşamaması bence. Henüz sürecin başındayız, zamanla nereye evrileceğini göreceğiz.
“İktidar yanlılığının kuşaklararası aktarımında sorunlar var”
- Gezi gençliği ile Saraçhane gençliği arasında bir süreklilik var mı varsa bu AKP karşıtlığı mı? Benim konuştuğum gençler arasında ebeveynleri AKP’li olan gençler de vardı
Kuşkusuz var, Gezi bir direniş efsanesi yarattı, bu topraklardaki -Batı’daki diyelim- en yakın kolektif eylem pratiği. Sembolleri, genel fikri, neşesi, ironisiyle aktarılıyor. Sovyet Devrimi’nin sembolleri de hala capcanlı bunca zaman ve dünya bu kadar değişmişken; en son Yozgat’taki eylemciler Ekim Devrimi’nin kodlarıyla ikonlaştırılıyor. İnsanlık tarihinde isyanlar nadirdir ama altüst edicilikleri, sıradan insanın kendi gücünü fark etmesi bakımından kalıcı izler bırakırlar. Bence Gezi’de de AKP’li ya da muhafazakâr ailelerin çocukları olan gençler vardı. Pek çok araştırma iktidar yanlılığının kuşaklararası aktarımında sorunlar olduğunu gösteriyor zaten, AKP’ye oy verenlerin gençler arasında oranı giderek düşüyor.
“Hasım politik görüşlerin ortak eylemliliği var”
- Gezi’de sanki farklı toplumsal kesimler, feministler, LGBTİ+’lar, anti kapitalist Müslümanlar gibi grupların görünürlükleri daha fazlaydı. Özgürlük, saygı, çoğulculuk ve dayanışma kavramlarının yaşatıldığı bir deneyimdi Gezi… Saraçhane’de ise baskın toplumsal kimlik Atatürkçülük, kentli bir Türklük… Yer yer farklı toplumsal kesimleri dışlayan aşırı sağcı dövizlere de rastladık mesela. Başkalarının da hak ve özgürlükleri tali bir mesele mi bu kuşak için?
Gezi başlangıcı ve süreci açısından politik içeriği daha net bir hareketti, kitleselliğini belirleyen birbiriyle uyumlu kapsayıcılık temelinde ortaklaşan farklı politik hareketlerin uyumlu birlikteliğiydi. Bugün böyle bir bütüncül dünya görüşünden söz edemeyiz en azından şimdilik hatta karşıt zaman zaman hasım politik görüşlerin ortak eylemselliği var. Ortaklaşılan esasen itirazın kaynağı ve hedefi. İlk günlerden sonra farklı görüşlerin, eğilimlerin, grupların eylem mekanları, zamanları ve belki eylem tarzları da değişti gözlemlediğim kadarıyla. Çünkü yukarıda özetlemeye çalıştığım nedenlerle farklı biçimlerde politikleşmeye neden olan koşullarda yaşayan çeşitli toplumsal gruplardan insanlar var eylemlerde. Sol, sosyalist eğilimli insanlar -her yaştan-, farklı parti aidiyetleri olan insanlar -sol, sosyal demokrat-sağ, milliyetçi- hiçbir parti aidiyetiyle kendisini ifade etmeyen ama genelde -ya da daha görünür olan diyelim- milliyetçiler. Bence feministler, LGBTİ’ler de eylemlere katılıyorlar ama belki kendi örgütlülükleriyle, bayraklarıyla falan değil hatta zaman zaman Gezi’deki gibi diğer grupların sloganlarına, söylemlerine itiraz ettikleri eylemler de yapıyorlar.
Ankara'da Ekrem İmamoğlu protestoları (Fotoğraf: T24)
“CHP’nin, sol sosyalist hareketlerin, iradesi olan herkesin nasıl bir politik öncülük yapacağı belirleyici olacak”
- Baskın söylem milliyetçilikti…
Sanırım asıl dikkat çekici olan bu eylemlerde genel olarak milliyetçilik ve Kürt düşmanlığıyla, hatta ittihatçılık gibi söylemlere kadar giden çeşitlilikte özetlenebilecek söylemlerin ve tavırların zaman zaman baskın olması. Böyle olması normal geliyor bana. Son 25 yıldır ekilen tohumların yeşermesi böyle bir politik sosyalizasyona neden oldu. Ayrıca sınıfsal ve toplumsal konum da insanın nasıl politikleşeceğini belirliyor, her seçeneği tanıma bilme imkanları oldu da milliyetçiliği tercih ettiler diye düşünmüyorum. Biraz da itiraz edilen iktidar tarafından bile makbul karşılanabilecek söylemler bunlar. Bayrakların bir tür meşruiyet sağladığını bu nedenle çok yaygın olduğunu düşünüyorum. Bu konuda asıl önemli olan bence bu eylemliliğin öncüsü olma sorumluluğunu en çok taşıyan CHP’nin ve kuşkusuz sol sosyalist hareketlerin, iradesi olan herkesin, nasıl bir politik öncülük yapacağı, yeni bir hayat vadediyorsa bunun içini nasıl dolduracağı; farklı yaraları olan insanların itirazlarını birbirlerini yaralayarak değil hep beraber iyileştirebileceklerini önceleyen bir politik hattı kurup kuramayacağı…
/././
T-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder