BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -22 Nisan 2025-

Doların hegemonyası sona mı eriyor?-Hayri Kozanoğlu-

Trump’ın agresif ticaret hamleleri, güvenli liman ezberlerini bozarak doların konumunu ilk kez ciddi biçimde tehdit ediyor. Rezerv para statüsü ilk kez bu açıklıkla sorgulanıyor. Doların değer kaybı, küresel güç dengelerinin değiştiğinin de işareti.

Dünya ekonomisi karıştığında, risk algısı yükseldiğinde “güvenli liman” diye paranın sığındığı belli adresler vardı. Bunlar altın, Japon Yeni, İsviçre Frangı, en başta da haliyle ABD Doları’ydı. 2007-08 Küresel Finansal Kriz gibi Amerika merkezli bir sarsıntıda, Covid pandemisinde bile bu kural değişmemişti. Ancak Trump’ın 2 Nisan’ı kurtuluş günü ilan edip, gümrük vergilerini dayatmasıyla birlikte beklenen olmadı. Paranın diğer alışılmış adresleri yine kıymete binerken, dolar değer yitirmeye devam etti. Bu arada Alman hazine tahvillerinin de cazibesi arttı; söz konusu gelişme avronun dolar karşısında değerlenmesine katkıda bulundu.

Üstelik ABD’de hisse senedi piyasaları da inişe geçmişken, borsaların ilk alternatifinin ABD 10 yıllık tahvilleri olması beklenirken, bu varlıkların da fiyatı düşmeye, verdikleri faiz (getirileri) artmaya başladı. Bu olgu da dolara güvenin azalmasının, Amerikan varlıklarından toplu çıkışın bir belirtisi kabul edildi. Her ne kadar borsalardaki keskin değer kaybı, kredili işlem yapanları devlet tahvilleri dahil diğer varlıklarını satarak teminatlarını kapatmaya yöneltmiş olsa da, 36 trilyon dolarlık bu piyasadan genel bir uzaklaşma eğilimi belirgindi.

KÜRESEL SERMAYENİN YAYINLARI TARTIŞIYOR

Doların rezerv para olarak sallandığı tartışmasına, finans kapitalin etkili yayın organı Financial Times’ın bu yargıya onay veren uzun bir makaleyle katılması da dikkat çekti. (Is the world losing faith in the almighty US dollar? - F.Times 17.04.2025). Bu metinde 1971’de dönemin başkanı Richard Nixon’un doların altın bağlantısını keserek 1944’te yürürlüğe giren Bretton Woods Anlaşması’nı sona erdirdiği kavşakta, aynı zamanda tüm ithalata yüzde 10 gümrük vergisi de koyduğu hatırlatılıyor.

Nixon şokunun dalgalı kur rejimlerinin önünü açtığı, hızlı kredi genişlemesini sağlayarak ve küresel sermaye akışlarını teşvik ederek beklenenin tam aksine dolara yönelimi güçlendirdiği hatırlatılıyor. Gelgelelim Trump şokuyla tam aksi yönde bir eğilimin gözlendiğinin, dolardan kaçışın tetiklendiğinin altı çiziliyor.

Burada iki soruya cevap bulmanın önemine değiniliyor. Birincisi, doların bu gerileyişi nereye kadar gidebilir? Yabancılar şu anda ellerinde 19 trilyon dolarlık ABD hisse senedi, 7 trilyon dolarlık Hazine kağıdı ve 5 trilyon dolarlık şirket tahvili bulunduruyorlar. Bu portföylerde sınırlı bir kısıntının bile doları daha fazla baskı altına sokma olasılığı var.

İkincisi, bu değer kaybı sürerse doların küresel ekonomide ve finans sistemindeki biricik rezerv para olma özelliği erozyona uğrar mı? Burada bazı etkili analist ve yatırımcıların Trump şokunun doların yüzyıla yaklaşan egemenliğinin sona erebileceği yolunda görüşleri aktarılıyor.

Birtakım muhalif yayın organlarında veya akademik dergilerde doların geleceğini masaya yatırmak farklı, bire bir parayı yönetenlerin bu konudaki tutumları farklı bir anlam taşır. Çünkü ikinci grubun sadece akıl yürütmekle kalmayıp, fiili olarak portföy boşaltarak dolarsızlaşma sürecini hızlandırmaları olanaklı.

Yıllardır Nixon döneminin Hazine Bakanı John Connaly’nin Roma’daki G-10 toplantısındaki, “Dolar bizim paramız, sizin sorununuz” sözü hatırlatılır. Ama bu kez doların ABD’nin de sorunu olma riski büyük.

TİCARİ İŞLEMLERDE AĞIRLIĞI SÜRÜYOR

Halihazırda dünyadaki döviz işlemlerinin yüzde 88’inin bir ayağında dolar bulunuyor. İhracat faturalarının yüzde 54’ü dolar cinsinden. Dış borçların yüzde 60’ı ve uluslararası tahvil ihraçlarının yüzde 70’i dolar üzerinden gerçekleşiyor.

Ortalıkta 2 trilyon dolarlık banknot dolaşıyor. Bunun yarısından fazlası yabancıların cebinde veya kasasında konuşlanmış durumda. Şöyle basit bir hesap yapmak olanaklı: yüzde 2,5 enflasyon üzerinden küçük bir hesaplamayla, doların satın alma gücünün kaybından ABD Merkez Bankası 50 milyar dolar kar elde ediyor. Buna literatürde senyoraj geliri deniyor.

Genel olarak doların rezerv para statüsü, ona olan talebi artırarak değerli kalmasını sağlıyor. Bu ithal ürünlerin tüketici açısından daha ucuza alınmasına olanak tanıyor. Arzının bolluğu dolar faizlerini normalden aşağı çekiyor, böylelikle hem hazine düşük maliyetle ve alabildiğine borçlanabiliyor, hem de ortalama yurttaşın ipotekli konut, kredi kartı faizleri göreceli düşük belirleniyor.

Ekonomi yazınında Belçikalı akademisyen Robert Triffin’in adıyla anılan Triffin İkilemi diye bir kavram var: ABD dolarının rezerv para konumunu sürdürmesi için uluslararası piyasalarda yeterli arzının bulunması gerekiyor. Bunun gerçekleşmesi de ancak, Amerikan ekonomisinin sürekli cari açık vermesiyle, döviz gelirlerinin döviz harcamalarının altında kalmasıyla olanaklı. İkilem oluşturması da şuradan kaynaklanıyor; hem cari açığı paranıza güveni sarsmayacak bir düzeyde tutmalısınız, hem de belli bir cari açık vererek küresel likiditeyi sağlamalısınız.

MAR-A-LAGO ANLAŞMASI

Bu konu Trump’ın Harvard Üniversitesi’nde, ekonomi doktoralı danışmanı Steve Miran’ın da gündeminde. Miran işte bu durumun tüm ülkelerin ABD’ye karşı ticaret fazlası vermesini sağladığını, son tahlilde imalat sanayini baltaladığını düşünüyor. Bu soruna bir çare bulmak gerektiğini savunuyor.

Miran’ın kafasından geçen, ticaret ortaklarını paralarının değerini düşürmeye zorlayarak, ABD imalat sanayisine rekabet gücü kazandırmak. Bu plan ilk orada konuşulduğu için Trump’ın malikanesinin bulunduğu yerin adıyla Mar-a-Lago Anlaşması diye anılıyor.

Burada 1985 yılında Japonya, Almanya, Birleşik Krallık ve Fransa ile yapılan Plaza Anlaşması’na öykünülüyor. ABD söz konusu ülkeleri paralarını devalüe etmeye zorlamış, böylece dış ticaret açığını kapamayı ummuştu. ABD’nin söz edilen süreçte açıkları kapanmadı ama, bu operasyonda parasının piyasa değerini düşürmek için dolar varlıklarını elden çıkaran Japonya’da ekonomi Yene boğuldu. Etkileri bugün bile devam eden borsa ve emlak borsası şişkinlikleri ortaya çıktı. Balonların patlamasıyla uzun süreli bir durgunluk baş gösterdi.

40 yıl sonra, hele Trump’ın müttefik ülkelere gümrük vergisi sopasını salladığı bir konjonktürde, bu tarz bir uzlaşmanın sağlanması olanaksız görünüyor.

Aslında Trump’ın göreve gelmesiyle yaptığı açıklamalar ve yürürlüğe soktuğu uygulamalar sonucu dolar avroya karşı %12 civarında değer yitirdi. Bu pratikte ABD’nin dış açıkları için gümrük vergilerinden daha etkili bir gelişme. Çünkü ithal mallarını avro cinsinden bu oranda pahalılaştırırken, ihracatı aynı ölçüde ucuzlatıyor. Halbuki gümrük vergisi eğer misilleme yapılmazsa, sadece ithalatı caydırıcı bir etki yapıyor.

MESELE ÇİN’İN YÜKSELİŞİ

Peki o zaman ABD’nin kronik dış açıklarının nedeni nedir? Gümrük vergileriyle bu sorun çözülebilir mi? İsterseniz bu noktada sözü Marksist iktisatçı Michael Roberts’a bırakalım: Kapitalizm koşullarında ekonomiler arasında, verimli üreticinin daha az verimliyi açık vermek zorunda bırakmasından değil, ama kapitalizm eşitsiz ve birleşik gelişmeye dayalı bir sistem olduğundan, bu ortamda düşük maliyetli ulusal ekonomiler uluslararası ticarette daha az etkin olanlara üstünlük sağladığı için, dış ticaret ve sermaye hesabı dengesizlikleri ortaya çıkar.

Amerikalı kapitalistleri kaygılandıran da fazla veren ülkelerin onları dolar basmaya zorlaması değildir. Çin’in üretkenlik ve teknolojide ABD ile arayı kapatması ve onun ekonomik egemenliğini tehdit etmesidir. (Tariffs, Triffin and the dollar 14.04.2025 Michael Roberts blog)

ABD, doların 1944 sonrası rezerv para niteliği kazandığı dönemde dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücüne sahip ülkeydi ve serbest ticaretin önde gelen savunucusuydu. Bugün ABD bu ilkelerinden vazgeçti, buna bağlı olarak ideolojik anlamda da inandırıcılığını yitirdi. Gelgelelim henüz dolar egemenliğine kafa tutacak nitelikte bir güç de ortaya çıkmadı.

Çin zaten sermaye kontrolleri uyguladığı ve Yuan tam konvertibl olmadığı için doların yerini almaya aday değil. AB’ye gelince, onlar da kendi kronik sorunlarını yaşıyor, ortak bir sermaye piyasaları da yok. Genelde durgunluk sorunlarıyla boğuştukları, durumu dış fazla vererek aşmaya çalıştıkları için küresel ekonomiye yeterli likidite verme olanakları da bulunmuyor. İsviçre, Avustralya gibi görece küçük ekonomilerde bu boşluğu dolduracak potansiyele sahip değiller.

Bu nedenlerle kısa dönemde doların tahtına kurulacak bir alternatif görünmüyor. Ancak dünya nasıl jeopolitik fay hatları üzerinden çok kutuplu, parçalanmış bir manzara sergiliyorsa; bunun iz düşümünü döviz piyasasında da görmek beklenebilir. Yani farklı paraların öne çıktığı çoklu egemenlik bölgeleri, alternatif ödeme sistemleri...

                                                            /././

Erdoğan ile Bahçeli siyaset dışına düşerse -Yaşar Aydın-

Bahçeli’nin sağlık durumu ve Erdoğan’ın adaylık sorunu, iki lider sonrası döneme dair krizi de büyütüyor. Bahçeli, rejimi kalıcı hâle getirmek için hamle yaparken, Erdoğan sürece temkinli yaklaşıyor. Ancak asıl mesele Erdoğan ya da Bahçeli’nin kimliği değil; sistemin kendisi.

Geçen hafta paylaşılan bir kamuoyu araştırması, ilginç bir sonuç ortaya çıkarsa da yeterince tartışılmadı. Araştırma şirketi, katılımcılara “Erdoğan seçimde aday olmazsa…” sorusunu sordu.

Araştırmanın sonucuna göre Erdoğan’ın olmadığı bir seçimde AKP’nin oyu yüzde 13’lere kadar geriliyor. Aslında herkesin bildiği ama dillendirmediği bir durumu, yani AKP’nin ancak Erdoğan’la anlamlı olduğu gerçeğini bir kez daha hatırlattı.

Bu soru, seçim yaklaştıkça çok daha fazla dillendirilmeye başlanacaktır. Şu anki durumda Erdoğan ikinci dönemini yaşadığı için bir daha aday olamıyor. Başta ekonomi ve dış politika olmak üzere her gelişmenin erken seçimi biraz daha ötelediğini düşünürsek, Erdoğan’sız bir seçim o kadar da uzak değil. AKP’li vekillerin; Erdoğan’la girilecek ve kaybedilecek bir erken seçimi mi, yoksa Erdoğan’sız girilecek ve geleceğe dair bir umudun taşınacağı normal seçimi mi tercih edeceğini bugünden söylemek çok kolay değil.

Aslında benzer bir durum MHP için de geçerli. MHP, resmi kuruluş tarihi olan Şubat 1969’dan bu yana sadece iki başkanla yönetildi. Devlet Bahçeli, 1997 yılından bu yana başkanlık koltuğunda. Bahçeli’nin son yıllarda yaşadığı sağlık sorunlarının, siyasete aktif katılım konusunda belli başlı sorunlar yarattığı görülüyor. MHP’nin Bahçeli’yle mi devam edeceği, yoksa yine Bahçeli’nin işaret ettiği yeni bir isimle mi süreceği önümüzdeki günlerin önemli sorularından biri olacak.

MİLENYUMUN İKİ AKTÖRÜ

İkinci yüzyılın ilk on beş yılını kavga, sonraki on yılını ise ortaklıkla geçiren Erdoğan ve Bahçeli, hiç kuşku yok ki geçen 25 yılın Türkiye’deki en önemli siyasal figürleri oldu. Daha net ifade etmek gerekirse, ülkenin içinde bulunduğu durumun bizatihi sorumlusu.

Siyaset, hatta ülkenin yönetim şekli bu iki isim üzerine inşa edildi. Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi, bu iki isim üzerine dikilen bir elbiseden başka bir şey değil.

İktidar cenahında yaşanan krizlerin bir nedeni de bu isimlerin olmadığı bir döneme dair ciddi bir hazırlığın yapılmamış olması. Türköne’den Ahmet Hakan’a kadar birçok ismin geçiş taktiği önermesinin arkasında da bu var. Sadece isim değil, neyi savunacakları bile muamma.

İSLAMCI MI, TÜRKÇÜ MÜ?

AKP-MHP ortaklığı neredeyse 10 yılını doldurdu. Bu süreçte birçok konuda fikirler yakınlaştı. Hatta yüzde 10’luk bir geçişken seçmen kitlesi bile oluştu. Bununla birlikte AKP’nin İslamcılığını besleyen İsrail ve Batı karşıtlığında; MHP’nin milliyetçiliğini ayakta tutan Kürt sorununda yaşananlar, önümüzdeki günler için net konuşmayı engelliyor.

İki figürün temsil ettiği İslamcılık ve Türkçülük, yine bu iki ismin döneminde erozyona uğradı. Bu nedenle geleceğe dair birden fazla yolun açılması muhtemel.

CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKÛMET SİSTEMİ Mİ, PARLAMENTER SİSTEM Mİ?

İktidar blokunun ana hamuru ve birlikteliklerin hukuki temsiliyeti, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi olarak tanımlanabilir. İki ismin siyam ikizine dönüşmesinin ardında yatan da kuvvetler rejiminin varlığı.

Tek adam rejimi, bugüne kadar Erdoğan ve Bahçeli için dikilmiş bir elbise gibi durdu. Bu rejimin en büyük şansı bu iki ismin uyumu gibi görünse de, bugün yaşanan krizin de nedenlerinden biri aslında.

İttifakın parçası olan tüm kesimler ve bireylerin kafasında “onlardan sonra ne olacak” sorusu var ve bu durum, uzun erimli bir plan yapmanın önünde engel olarak duruyor.

BAHÇELİ ÇARK MI ETTİ?

Son günlerde yandaş isimlerden gelmeye başlayan “ara formül” ya da “böyle giderse Bahçeli erken seçime gider” çıkışlarının arkasında da bu gerilim yatıyor. Siyaseten ömrünü tamamladığı görülen Erdoğan rejimiyle ülkede hiçbir kesimin uzun vadeli bir şansı olmadığını, yandaş kalemlerin satır aralarında okuyabiliyoruz.

Hatta bazı yazarlar, Bahçeli’nin korumasında daha net cümlelerle bu görüşü ifade edebiliyor.

Bugün “aralarında ayrılık var” tartışmasına yol açan meselenin temel bir yaklaşımdan öte, taktiksel olduğunu söylemekte fayda var. Bahçeli, rejimin devamı için 1 Ekim’de başlattığı süreci önemli buluyor ve bu konuda ısrarcı.

Böyle bir süreçten kazanarak çıkma ihtimalinden emin olmayan Erdoğan ise daha temkinli duruyor.

Bahçeli, kendilerinden sonra devam edecek bir sürecin inşası ve rejimin kalıcı hâle gelmesi için adım atarken; Erdoğan kendi merkezinden meseleye yaklaşıyor.

Türkiye’nin içinde bulunduğu gerilimin adı esas olarak “Erdoğan ve Bahçeli’nin dönemi bitti, sonrası nasıl olacak?” krizidir.

Halk iradesiyle mi değişecek ve yeni bir düzen mi kurulacak, yoksa rejim buna bir çözüm mü bulacak?

Şu anda rejim çözüm bulamadığı için muhalefete saldırmakla uğraşıyor.

Oysa belli ki halk için sorun sadece isimler değil, sistemin kendisi.

Halkın meselesi, tek adam rejimiyle.

                                                              /././

Pişman mısın?-Ayça Söylemez-

Taht Oyunları dizisinde, Duvar’ın ötesindeki halkın lideri Mance Rayder, kral namzetlerinden Stannis’e diz çökmediği için öldürülüyor. Halkı da dizideki bazı başka karakterler de otoriteye diz çökmediği için farklı zamanlarda benzer sonlarla karşı karşıya kalıyor. Neyse ki Taht Oyunları evreninde veya itaat emrinin bu derece açık verildiği Orta Çağ’da yaşamıyoruz. Artık her şey daha diplomatik, yazılı kanunlarımız var. Ancak tam bir gözetim altında yaşadığımız için otorite belki daha az şaşalı ama daha güçlü. Sadece “diz çökmek” gibi sembolik bir jestle kurtarmak zor; bedenimizi hapsetme yetkisine sahip olan otorite, aklımızı da istiyor.

Örneğin süresi belli bir hapis cezasına mahkûm oldunuz, bu sürenin sonunda hayata karışıp karışmamanızın kararı, hücrenizde harcadığınız elektriğin miktarına göre verilebiliyor. Tasarruf da itaate dahil.

VAİZLE GÖRÜŞMEMİŞ

1 Ocak 2021’de uygulanmaya başlanan İdare ve Gözlem Kurulu kararlarıyla ilgili ilk haberi, 13 Ocak’ta yapmıştım.

Isparta’da basın açıklamasına katılmak gibi suçlamalarla mahkûm olup şartlı tahliye hakkı kazanan üç üniversite öğrencisinin aileleri, kızlarını karşılamak için gittikleri İzmir Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu önünde, tahliyenin 6 ay ertelendiğini öğrenmişti. Kurulda bulunan psiko-sosyal yardım servisi raporunda, öğrencilerden birinin, “yaptığı eylemin suç teşkil ettiğini düşünmediği, pişmanlık yaşamadığını ifade ettiği” belirtilmiş, şartlı tahliyeye uygun bulunmamıştı.

Büyük suçu ise fazla kitap okuması ve din hizmetlerinden faydalanmamış olmasıydı: “Kurum kütüphanelerinden veya ailesiyle ziyaretçileri tarafından gönderilen toplam 57 kitap okuduğu, kurs veya manevi rehberlik faaliyetlerine yönelik bir talebi bulunmadığı saptaması yapılmıştır.” (Manevi rehberlik görevi, Adalet Bakanlığı’nın Diyanet İşleri Başkanlığıyla protokolü kapsamında vaizler veya din görevlilerince yerine getiriliyor.)

ANAYASA’DAN BAHSETMİŞ

Geçen 4 yılda buna benzer onlarca haber yaptık.

Örneğin, 17 yıldır hapishanede olan S.A.’yla ilgili Elazığ 1 Nolu Cezaevi İdare ve Gözlem Kurulu verdiği kararda, hükümlünün kanundan ve Anayasa’dan doğan haklarından bahsetmesini “hapishane ile uyum içerisinde olmadığı” şeklinde değerlendirmişti.

Ya da Sincan Cezaevi İdare ve Gözlem Kurulu Başkanlığı, M.K.’nin tahliyesinin ertelenmesine gerekçe olarak, “açık görüşte diğer hükümlülerin aileleri ile selamlaşması nedeniyle olumsuz davranışa yönelik gruplaşmaya neden olmasını” gösterdi.

İdare ve Gözlem Kurulunun kriterlerinden bazıları şöyle:

• Manevi rehberlik birimi tarafından yürütülen kurs, eğitim, koğuş dersi ve ahlak eğitimi gibi programlara katılımı ile manevi danışma amaçlı bireysel görüşmelere düzenli katılımı. (Ahlak eğitimi önemli tabii…)

• Elektrik ve su kullanımı başta olmak üzere harcamalarında tasarruf kurallarına riayet edip etmediği. (Mahpuslar, faturalarını oda lambası hariç kendisi ödüyor.)

• Kişisel bakıma özen gösterip göstermediği!

• Psiko-sosyal sorunları ile baş edebilmesine yönelik bireysel görüşmelere katılımı. (Adli hükümlülerde bu psikolojik destek anlamına gelebilir, ancak diğerlerinde siyasi örgütlülük fikri, ‘sosyal sorun’ olarak görülüyor olabilir…)

PUANI YETMEMİŞ

Tabii hepsi teferruat.

Asıl önemli soru, “Pişman mısın?” Cinayet hükümlüsüne sorulduğunda belki bir anlam taşıyabilecek olan bu soru, halihazırda eylemi nedeniyle mahkûm olduğu cezasını tamamlamış siyasi bir hükümlüye sorulduğunda istenen cevap, siyasi görüşlerinin bu ceza süresince değişmiş olduğunu söylemesi.

Aynı süreçten Selçuk Kozağaçlı da geçti. ÇHD Onursal Başkanı, Avukat Selçuk Kozağaçlı hakkında hakimlik, 16 Nisan’da şartlı tahliyeye uygun olduğuna hükmetti, 17 Nisan’da ise aynı hakimlik, “Gelişim Puanı” düşük olduğu gerekçesiyle şartlı tahliye başvurusunun reddine karar verdi. (Bu puan, yukarıda bahsettiğim kurul kararıyla belirleniyor.)

Karar, savcılık itirazının ardından geldi. Savcılığın itirazında, Kozağaçlı’nın topluma zarar verme riski olduğu, ayrıca toplumla bütünleşmesinde ve gelecek motivasyonunda sorun olduğu iddia edildi:

“Gözlemlenen tutum ve davranış değişikliği ile gelişim motivasyonunun düşük olduğu, belirlenen gelişim puanının 37,75 olup bakanlık tarafından belirlenen eşik puanı (eşik puan 40) karşılamadığı, kişinin terör örgütü üyeliğinden ayrıldığına dair somut bir beyanı veya davranışının kurumca tespit edilemediği, kendisi hakkında kurum tarafından terör örgütünden ayrıldığına dair verilen samimiyet tasdik kararının da bulunmadığı, kişinin salıverilmesi sonrası toplumla bütünleşme süreci ve gelecek motivasyonu hakkında olumlu bir kanaat oluşmadığı, topluma ve mağdura zarar verme riski konusunda anlaşılır, samimi ve olumlu bir kanaat oluşamadığı gözlemlendiğinden…”

İtirazda ayrıca, Kozağaçlı’nın, diğer hükümlü ve tutuklularla mektuplaşması, cezaevine verdiği dilekçeler, kendisine kargo/posta yolu gönderilen yayınlardan bahsedildi. Yani sorunlardan biri de Kozağaçlı’nın “fazla okuyup yazması” gibi görünüyor. Neyse ki idarenin endişe ettiği gibi “toplumla bütünleşmesinde” sorun yok, dışarıdaki o kısa arada kendini gayet berrak ifade etti: “Hiç gitmemiş gibi geldim” dedi. Yine gelecek.

                                                                /././

Yozgatlı Abdullah ile AVM işçisi Beyza’yı buluşturmak!-Selçuk Candansayar-

Kabul edelim, haklı olarak gönendik Yozgat mitinginden. Büyük İskender’in bile fethetmeye değer bulmayıp uzağından geçtiği söylenen, ne zaman Anadolu insanıyla ilgili olumsuz bir yargıdan söz edilecek olsa adı geçen şehirde, hem de Cumhuriyet tarihinin en kalabalık mitingini yapabilmek az buz başarı değil.

CHP ve liderliği muhalefet pratiğini her geçen gün geliştiriyor ve toplumla bütünleşiyor. Bir avuç traktör eylemcisinin İmamoğlu’na destek sürüşüne bile tahammül edemeyen kof kibirli iktidar çiftçilere ceza yazınca, önce cezaları üstlendi ve aynı anda da “o zaman ben de miting yaparım Yozgat’ta” özgüveniyle “eylem koydu”. Karşılığını da fazlasıyla aldı.

Kimbilir belki Yozgat da belleğinin kuytularına attığı Celali İsyanları’nı hatırlayarak, üzerine atılan “siyasal islam” toprağını silkelemeye karar verdi. Öyle ya da böyle, Abdullah Ceylan’ın “şalgamınan turpunan” söylemi bir “eylem güzeli” olarak kürsüden dünyaya yayıldı. Kısa sürede yüzlerce görselle dijital evreni salladı ve traktörle birlikte muhalafetin sembollerinden biri haline geldi. RTE’nin söylem egemenliği için araçlaştırdığı “turp dilini”, muhalefet kendi dilinin devrimine dönüştürdü. Her şey çok güzel oldu. 15- 20 traktöre kesilen trafik cezası 1.000 traktörlük konvoya ve onbinlerce katılımlı bir mitinge olanak sağladı.

Yozgat mitinginin kalabalığı, görsellere de yansıyan bir tür “köylü isyanı” görselleri, Özgür Özel- Mao ilişkilendirmelerinin bir “cin fikirli” siyasal propoganda işi olmadığı çok açık. Kendiliğinden gelişen ve her kendiliğinden gelişen isyanın kimlik bulabildiği bir örgüt olduğunda nasıl da coşup taşan bir sele dönüşebildiğinin de somut örneği. Hepimiz ders almalıyız ya da eski derslerimizi hatırlamalıyız. Sadece bu açıdan bile çok çok değerli.

Coşkumuzu hiç azaltmadan, isyan eden çiftçilerin isyan ruhlarının ardındaki ekonomipolitiği de göz ardı etmememiz gerekir. AKP düzeninin hemen hemen bitirdiği tarım alanının bir yansıması var isyanda. Çiftçiler Cumhuriyet tarihinin en kötü dönemini  yaşıyorlar. “Tarım bitti” sözü sadece tarımsal üretiminin bitmesini imlemiyor. Tarımsal nüfusun da bittiğini söylüyor. Artık, ailenin yarısı kentte ve kapitalist üretim düzenine eklemlenirken diğer yarısının köyde kalarak, birbirlerini karşılıklı idare ettikleri bir düzenin de sonu gelmiş durumda. Eskinin kökü köyde (kırda) işçisinin yerini, köyle hiç bir organik bağı kalmamış, köksüzleşmiş işçiler almış durumda. Kırla bağları yok, kırdan alabildikleri, bazen de kıra verdikleri destekleri kalmamış durumda.

AVM işçisi Beyza, güvencesiz, sendikasız ve ölümüne çalışıyor. Maaşı tek başına bir hayatı idame ettirmesini sağlamaya yetmiyor. Barınma sorunuyla her gün yüz yüze yaşamak zorunda. O işin sağladığı kredi kartı kullanma hakkıyla “sürdürülebilir borçluluk” düzeninde yarını düşünmeye fırsatı bile olmadan günü kurtarmaya bakıyor. Elinde ve ruhunda kalabilen tek “değeri”, tüketilme hakkı”. Üç kuruş da alsa, borç içinde olsa da haracayabildiği sürece “hayatından memnun olduğunu sanarak” yaşamaya çalışıyor. Gelecek belirsizliği insanı önce kaygılandırır ama bir süre sonra tersine bir şekilde “yaşayabilecek kadar yaşayayım, yeter ki istediğim gibi yaşayayım” ilkesine sarılmasına yol açabilir.

AVM işçisi Beyza, çiftçi Abdullah’a bakıp ne olup bittiğini anlamıyor. Belki gülümsüyor, akıllı telefonundaki tik tok videosuna bir an bakıyor, sonra parmağıyla kaydırıyor ve ardından gelen 8 taksitli dudak dolgusu tanıtımına odaklanıyor, o kadar.

Yıllarca kırsaldaki “köylülüğü” eleştirmek dururken köylüyü eleştirenler, şimdi kentteki geleceksizleşmiş, köksüzleşmiş işçi Beyza’yı eleştirmeye de teşneler.

Mesele ne Beyza’nın botoksu ne de Abdullah Ceylan’ın zarar ettiği turpu. Beyza ile Abdullah’ı birleştirebilecek siyasal eylemin yolunu bulmakta. Abdullahların az, Beyzaların çok olduğunu unutmadan devam etmeli...

                                                              /././

Toprak talanı hangi kamunun yararına?-Gözde Bedeloğlu-

Elli binden fazla insanın hayatını kaybettiği 6 Şubat depremlerinde en çok yıkımın yaşandığı yer oldu Hatay. Geçen iki yılın ardından yakınlarını kaybedenlerin adalet mücadelesi, barınma sorunu, enkaz kaldırma ve yeni konut inşaatları sürüyor. Yurttaşlar, şehri kaplayan yoğun tozun sağlık sorunlarına neden olduğunu anlatıyor. Binalardaki asbest içerikli malzemeler de halk sağlığı için ciddi risk oluşturmaya devam ediyor.

Depremzedeler, başta barınma olmak üzere, eğitimden sağlığa, çözüm bekleyen daha pek çok sorun varken, bir de Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın olur kararıyla belirlenen ‘rezerv yapı alanı’ uygulaması ve yol açtığı mağduriyetle uğraşmak zorunda kalıyor. 2023’un aralık ayında mecliste kabul edilen yeni düzenlemeye göre, rezerv yapı alanı tanımındaki ‘yeni yerleşim alanı’ ifadesi yasadan çıkarıldı. Böylece gerekli görülen tüm alanların rezerv yapı alanı ilân edilebilmesinin önü açıldı.

***

Kahramanmaraş’ta, etrafındaki hemen hemen bütün yapıların yıkılmasına rağmen ayakta kalan İnşaat Mühendisleri Odası’na (İMO) ait bina, bilimsel gerçekliğe göre hareket edildiğinde ölümlerin önüne geçilebileceğinin kanıtı ve sembolü olmuştu. İlân edilen ‘rezerv alan’ içinde kalan ve yıkılmasına karar verilen İMO binası için mühendislerin bakanlığa yaptığı itiraz kabul edilmedi ve yıkım gerçekleşti. Yeni düzenlemede, binaya biçilen bedel dışında, yurttaşa itiraz hakkı tanınmıyor.

Hataylılar, Antakya ve Defne’ye göre hasarın daha az olduğu Samandağ çarşı bölgesi ve tek katlı müstakil evlerin de yer aldığı Gazi Mahallesi’nin rezerv yapı alanı ilân edilip, hasarsız evlerin de yıkılacak olmasına karşı eylemler yaptı. Durumdan, tapu müdürlüğünden telefonlarına gelen mesajla haberdar olan yurttaşlara önce sağlam binaların yıkılmayacağı söylendi, birkaç ay sonra da tebligat gönderilerek, kendilerinden binaları boşaltmaları istendi.

‘Mülkiyet gaspı’ tartışmalarına sebep olan ‘rezerv alan’ uygulamasına karşı tepki gösteren yurttaşlar, sağlam evlerinin yıkılıp yerine yenisinin yapılmasıyla üstenmek zorunda bırakılacakları borç yükünü de taşımak istemiyor. Orta ve az hasarlı olduğu tespiti yapıldıktan sonra evlerini güçlendirmek için tadilat yaptıranlar da rezerv alanı içindeki hasarsız yapıların yıkılacak olmasıyla mağdurlar arasında.

Bir yıl önce, rezerv alan içinde kalan hasarsız ve az hasarlı yapılara dokunulmayacağını söyleyen bakanlık bugün tam tersini yaparak, depremzedeyi korku ve endişe içinde bırakan bir kriz ortamı yarattı. Dün, BirGün’den İlayda Kaya, Antakya’daki Odabaşı ve Doğanköy mahallesindeki hasarsız evlerinden çıkmaya zorlanan yurttaşların dava açmaya hazırlandığını duyurdu. Rezerv alana karşı açtıkları dava devam eden mahalleliden evlerini on beş gün içinde terk etmeleri isteniyor, aksi halde tahliye ve yıkımın kolluk yardımıyla yapılacağı söyleniyor.

Depremzedeler, mağduriyetlerinin hızlıca giderilmesini beklerken maalesef yerine yenileri ekleniyor. Hatay Samandağ’da son olarak ‘acele kamulaştırma’ kararıyla yurttaşların tapulu mülklerine el konuldu. Mağaracık ve Hıdırbey mahallelerinde, deprem konutu inşa etmek için kamulaştırılan tarım arazileri iş makinalarıyla talan edildi, üzerinde meyvesi olan çok sayıda ağaç söküldü. Geçim kaynaklarının ellerinden alınmasına tepki gösteren bahçe sahipleri kepçelerin önüne geçerek zeytin ve narenciye ağaçlarının sökülmesine engel olmaya çalıştı ve daha önce de pek çok kez yaşandığı gibi yine karşılarında jandarmayı buldu. Yarın, ‘acele kamulaştırma’ kararının iptali için açılan davanın esasa ilişkin duruşması görülecek.

***

Kamulaştırmanın, kamu yararı gözetilerek gerçekleştirilmesi gerekir. ‘Acele kamulaştırma’ kararlarında, bedelin sonra ödenmesi şartıyla taşınmazlara el konulabiliyor ancak burada mahkemeye yapılan itirazın sonucu beklenmeden, yurttaşın tapulu meyve bahçelerine iş makinalarıyla girildi. Demek ki kolluk ve kaymakamlık, mahkemenin, acele kamulaştırmanın şartlarının oluşmadığını tespit ederek işlemi iptal etmeyeceğinden emin! Canını zor kurtarabilmiş depremzedenin barınma sorununu çözmek adına bağını bahçecisini talan edip ağacını meyvesini sökmenin toplumun hangi yararına olduğu izaha muhtaç.

                                                          /././

AKP iktidarı tarafından özel yasalarla korunan Amerikan Cargill firmasının Bursa’nın Orhangazi İlçesi’nde birinci sınıf tarım arazisine hukuksuz bir şekilde kurduğu Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) üretimi yaptığı fabrika, tarım ve sulak alanlara ciddi zarar veriyor.

195 bin metrekare alan üzerinde, etrafı zeytin ağaçları ile çevrili olan fabrikanın her yıl yeraltından 1 milyon metreküp su çektiği belirtiliyor. Yaşam savunucuları ve muhalefet vekilleri "Kazanılan hukuk kararları ve fabrikanın kapatma kararına karşın iktidar adeta fabrikayı koruma zırhına almış durumda. Ekolojik felaket kapıda. Fabrika kapatılmalı" dedi.

ABD’li gıda tekellerinden Cargill’in Türkiye hikâyesi, AKP iktidarının şirkete büyük kıyakları, mahkeme kararlarına rağmen verdiği teşvikler ve işçi düşmanlığı ile gündeme gelmişti. Daha önceki yıllarda da iktidar tarafından yüzde 70 vergi indirimi uygulanan şirket, AKP iktidarında Türkiye’de hızla büyüdü.

Bugünün BirGün'ü

Ülke gündemine Bursa’daki hukuksuzluklarla oturan şirket Orhangazi’de 1997’de "tarımsal sanayi kuruluşları için ÇED Raporu hazırlanması zorunluluğu" kaldırılması ve mahkeme süreçleri ile gündeme gelmişti. Cargill’in hukuksuz tüm işlemleri mahkeme kararıyla iptal edilmesine hatta bu konunun AİHM’e taşınması ve Türkiye mahkum edilmesine karşın şirketin faaliyetlerine devam etmesi dikkat çekmişti.

Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi süreci de iddialara göre yine Cargill’in isteğiyle gerçekleştirildi. Yine iddialara göre, Cargill’i dönemin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’a bağlayan ise büyük ölçüde ABD’de üretilen mısır ithalatı olduğu ve bu nedenle hukuksuzluklara göz yumulduğu öne sürülmüştü. Doğayı, su kaynaklarını yok eden, İznik Gölü ve çevresindeki su kaynaklarını yok etmeyi sürdüren tesis, CHP’li Bursa Milletvekili Kayıhan Pala’nın konuyu TBMM’ne taşımasıyla bir kez daha gündeme geldi.

11 İPTAL KARARI VAR

Cargill Tarım ve Gıda Sanayi A.Ş. hakkında uzun yıllardır devam eden hukuksuzluk iddialarını Meclis gündemine taşıyan Pala, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’un yanıtlaması istemiyle verdiği 10 maddelik yazılı soru önergesine iki aydır yanıt verilmediğini söyledi.

Pala, önergesinde yalnızca bölgedeki çevre katliamına değil, aynı zamanda Türkiye’de “yargı kararlarının fiilen boşa düşürülmesi” sorununa da dikkat çekerek "Ekolojik felaket kapıda" dedi. Fabrikaya ilişkin 1998’den bu yana Bursa İdare Mahkemeleri, Danıştay 6. ve 10. Daireleri ile AİHM tarafından verilen toplam 11 iptal kararının bulunduğunu anımsatan Pala ‘‘Bu kararlar, ‘Tarım Arazilerinin Korunması’ ilkesini ihlal eden imar planlarını, yapı ruhsatlarını ve tarım dışı kullanım izinlerini açıkça hükümsüz kılıyor. Ancak iptal edilen her işlemden sonra, ilgili kurumlar yeni bir ‘mevzi imar planı’ veya ‘yönetmelik değişikliği’ ile fabrika faaliyetlerini sürdürebilmek için zemin hazırlıyor. Türkiye’de hukuk devleti varsa, Danıştay kararıyla kesinleşmiş hükümler 27 yıldır niye uygulanmıyor? Tarım toprağı ve İznik Gölü hangi gerekçeyle küresel bir şirkete armağan ediliyor?’’ diye sordu.

Prof. Dr. Kayıhan Pala-CHP Bursa Milletvekili 
Halk Sağlığı Uzmanı

İMTİYAZ SON BULSUN

Hukuka aykırı kazanılmış imtiyaz döngüsünün son bulması gerektiğini vurgulayan Pala ‘‘Fabrika İznik Gölü’ne birkaç km mesafede bulunuyor. Bölgedeki çiftçiler ve çevre örgütleri, mısır nişastası üretiminden kaynaklanan atıkların yer altı sularına karıştığını, toprağın yapısının bozulduğunu, gölde alg artışı riskini büyüttüğünü belirtiyor’’ dedi. 2018’de AİHM’in verdiği “hak ihlali” kararını anımsatan Pala “Uluslararası alanda Türkiye mahkûm edildi. Buna rağmen bakanlıklar adım atmıyor’’ dedi.

∗∗∗

DOSYA EMSAL OLMALI

Cargill kararlarının yalnızca bir şirket meselesi olmadığını, Türkiye’de tarım-çevre-sanayi dengesini kalıcı biçimde bozacak emsal oluşturmaya başladığını anımsatan Pala “Bakanlıklar bu tutumu sürdürürse, yarın ülkenin dört bir yanında bereketli tarım toprakları beton saha haline gelir; kıtlık tehlikesi kapımıza dayanır” uyarısında bulundu. Pala, şöyle devam etti: “Toprağımızdan, suyumuzdan taviz veremeyiz. 11 kez iptal edilen bir projeyi kurtarmak için hukuk eğilip bükülemez. Mahkeme kararını uygulamayan, tarım arazisini korumayan her yetkili sorumludur. Cargill örneği, kamu otoritesinin tarafsızlığını ve halk yararını hatırlayacağı bir dönüm noktası olmak zorunda. Konunun sonuna kadar takipçisi olacağız; çevre ve halk sağlığı için geri adım atmayacağız.”

Yaşam savunucuları, Cargill’e karşı çok sayıda eylem yapmıştı. - (Fotoğraf: DHA)

∗∗∗

KANUN HİÇE SAYILDI

Bursa Su Kolektifi’nden Caner Gökbayrak, fabrikanın koruma zırhı altında olduğunu belirterek ‘‘11 iptal kararı olan tesis için bir tane kapatma kararı vardı ve bir ay tesis kapatılmıştı. Bu davaların büyük çoğunluğunda yer almıştık. Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyaretinde fabrikayı kurtarmak için görüşme yaptığını duymuş ve eylemler gerçekleştirmiştik. Ardından davalar açıldı. Açılan davaların hepsi kazanıldı. Sonra tarım alanlarını işgal eden fabrikalara yönelik bir kanun düzenlemesi yapıldı. Bir çeşit affa uğradı. Ve aftan sonra burası yeniden çalışmaya devam etti’’ dedi.

Çıkarılan kanunla doğayı yok edenlerin ödüllendirildiğini söyleyen Gökbayrak ‘‘Tarım arazisini işgal edeni ödüllendiren bir çalışmaydı. Sonrasında tesis kapasitesini de artırdı. Şirket çok ciddi su kullanımı yapıyor. Bu tarım tekelinin kullandığı mısır şurubunu üretmek için kullandığı su miktarı o zaman için Orhangazi’deki yurttaşların kullandığı suyun iki katıydı. Şimdilerde kapasite artışıyla çok daha arttığı söylenebilir. Cargill’in kapatılması gerekir. Bu hukuksuzluğa artık son verilmesinin çok önemlidir’’ değerlendirmesini yaptı.

Caner Gökbayrak - Bursa Su Kolektifi Üyesi

∗∗∗

DAVALARDA YENİ AŞAMAYA GELİNDİ

28 yıldır süren hukuki süreç hakkında bilgi veren Avukat Erol Çiçek, Cargill davaları sürecinde yeni bir aşamaya gelindiğini söyledi. Çiçek, şirkete ait 3 adet ruhsatın Bursa İdare Mahkemesi’nce 25.01.2023 tarihinde iptal edildiğini anımsatarak ‘‘Ruhsatı iptal edilen tesisler İlave Nişasta Silosu, Deniz Kurutucu Binası ve Yeni Elektrik Trafo Binası yapılarıdır. Davalı Orhangazi Belediye Başkanlığı ve onun yanında müdahil Cargill’in yaptığı istinaf başvurusu da Bursa Bölge İdare Mahkemesi tarafından 29.11.2024 tarihinde kesin olarak reddedildi. Bursa İdare Mahkemesi’nin kararıyla birlikte, hukuki dayanağı kalmayan tesislere verilen yapı kullanım, çalışma izin ve ruhsatlarının iptali, İmar Kanunu gereği, yapıların mühürlenerek çalışmasının durdurulmasını ve yıkılmasını talep edilmiş olmasına rağmen, mahkeme kararı Mart 2023’den beri hâlâ uygulanmamıştır’’ dedi.

YOĞUN İZLEM ALTINDA

Bursa Büyükşehir ve Orhangazi Belediyeleri’nin kararı uygulamamaya devam ettiğini anımsatan Çiçek, şöyle devam etti: ‘‘Bursa Valiliği de olup biteni seyretmekle yetinmektedir. AİHM, Cargill kararında sürecin tamamının hukuka aykırı olduğunu, yargı kararlarının uygulanmadığını, bunun da hukuk devleti ilkesine aykırı olduğunu tespit etmiştir. Bu karar sonrası Cargill süreci Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından yoğunlaştırılmış izlemeye alınmıştır. Uzun dönemde Türkiye’nin kararları uygulamakta ısrarcı olduğu kanaatine varılırsa, meselenin bir ihlal prosedürü altında tekrar AİHM önüne getirilmesi mümkün olabilir. Dünya’nın ve ülkemizin küresel iklim krizini yaşadığı ve krizin daha da şiddetlenmesinin beklendiği, su krizinin ülke genelinde yaşandığı bir dönemde, stratejik yeraltı su kaynaklarımız üstelik bedavaya bu çok uluslu şirketin sömürüsüne teslim edilemez. Anayasayı ve Türk Milleti’nin egemenlik yetkisini ihlal eden kişiler ve kamu kurumlarını, bir kez daha hukuka ve insan haklarına saygılı davranmaya çağırıyoruz.’’

Erol Çiçek - Avukat

                                   ***
          BİRGÜN


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -3 Mayıs 2025-

Hariciye'nin 105. yılı -Hasan Göğüş- Son dönemde sınav yönetmeliğinde yapılan değişikliklerle bakanlığa girişin kolaylaştırılması, mesle...