Soma Katliamı'nın 11. yılı: 'Zenginlerin arkasındaki devlet, fakirlerin arkasında yok'
13 Mayıs 2014’te 301 madencinin hayatını kaybettiği Soma Katliamı'nın üzerinden 11 yıl geçti. Katliam göz göre göre geldi, hukuk işçiler aleyhine işledi, ailelerin acısı ise hâlâ taze.
Türkiye'nin en büyük maden faciası olarak tarihe geçen katliamın üzerinden 11 yıl geçti.
13 Mayıs 2014 tarihinde Soma Holding’e bağlı Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. tarafından işletilen maden ocağında 301 işçi göz göre göre ölüme gönderildi.
Dönemin AKP'li Başbakanı Erdoğan yaşananları "fıtrat" diye açıklarken, hukuk ise yine işçiler aleyhine işledi. Katliamda yakınlarını kaybeden aileler ise yaşananları şu cümlelerle özetledi:
"Çok komik, bir tiyatro izletir gibi beş celsede karar oldu. Kişi başına 5-6 ay gibi sürelerle hapis cezaları verildi. Bizim çocuklarımızın her birinin değeri 5 ay, 6 ay olmamalıydı."
"Adalet istiyorum, başka hiçbir şey istemiyorum. Adaletin olacağına da inanmıyorum.”
"Zenginlerin arkasındaki devlet, fakirlerin arkasında yok. Zenginin başına bir iş geldi mi koşturuyorlar, fakirin başına geldi mi ezip geçiveriyor. Fakir olduğumuz için bizi copladılar, hastanelik de olduk. Yine devlet duymadı bizi."

Göz göre göre 301 madenci ölüme yollandı
Manisa'nın Soma ilçesinde bulunan ve Türkiye Kömür İşletmeleri'ne ait olan maden ocağı 2006 yılında Ciner Grubu'na verildi. Ciner Grubu ise 2009 yılında “ileride telafisi mümkün olmayan olayların çıkma ve yangın ihtimaline karşı” ocağı Soma Holding’e bağlı Soma Kömür İşletmeleri A.Ş.'ye devretti.
2009 yılında 230 bin ton üretim yapılırken, Soma A.Ş. tarafından işletilen ocağın sadece bir yılda üretimi 10 kat arttırıldı ve 2,6 milyon ton kömür çıkartıldı. Soma AŞ patronu Alp Gürkan ise üretim maliyetlerini 140 dolardan 23,8 dolara indirdiklerini anlatarak, “özel sektörün çalışma tarzını" öven açıklamalarda bulundu.
İlerleyen yıllarda Soma'da meydana gelen iş cinayetlerinin artmasıyla birlikte konunun araştırılması amacıyla Meclis'te araştırma komisyonu kurulması için 2014 yılında bir önerge verildi. 29 Nisan'da TBMM gündemine gelen önerge AKP milletvekillerinin oylarıyla reddedildi.
Önergenin reddedilmesinden sadece 14 gün sonra yani 13 Mayıs 2014'te Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. tarafından işletilen maden ocağında yangın çıktı.
Yangın çıktığı esnada 787 işçi maden ocağında bulunuyordu. Çıkış kısmına yakın olan işçiler kendi imkanlarıyla hayatlarını kurtarırken, 300'den fazla işçi ise yangın sebebiyle 800 metre derinlikte mahsur kaldı. Günlerce süren çalışmaların ardından 301 madencinin cesedine ulaşıldı.
Erdoğan'ın 'fıtrat' açıklaması ve yerde tekmelenen madenci
Sonrasında ne mi oldu? Dönemin AKP'li Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, AKP'nin iş cinayetlerine bakışını özetleyen şu cümleleri söyledi:
“Bu ocakların bu noktada bu tür kazaları sürekli olan şeyler. Literatürde iş kazası denilen bir olay vardır. Bunun yapısında fıtratında bunlar var. Hiç kaza olmayacak diye bir şey yok."
Katliamın ardından Soma'yı ziyarete giden Erdoğan, büyük bir tepkiyle karşılandı. Protestolar polis şiddetiyle ve gözaltılarla bastırılırken, toplumsal hafızadan silinmeyecek bir kare de o gün zihinlere kazındı. Erdoğan'ın müşaviri olan Yusuf Yerkel, Soma Katliamı’nı protesto eden madenci Erdal Kocabıyık’ı yerde tekmelemiş, üstüne Kocabıyık hakkında daha sonra soruşturma başlatılmış ve Başbakanlık’ın ultra lüks koruma araçlarına hasar verdiği iddia edilerek faiziyle birlikte 631 lira para cezasına çarptırılmıştı. Ayrıca Kocabıyık “kamu malına zarar verdiği” iddiasıyla 10 ay hapis cezasıyla yargılanarak mahkûm edilmişti.

Hukuki süreçte neler oldu?
Türkiye'nin en büyük maden faciası olarak tarihe geçen katliamın üzerinden 11 yıl geçti. Peki bunca yıl içinde nasıl bir hukuki süreç işledi?
Madeni işletenlere yönelik açılan Soma davası 2015'te başladı. İlk etapta 5'i tutuklu olmak üzere 51 kişinin yargılandığı dava, yerel mahkeme ile Yargıtay arasında gidip geldi.
2018'in Temmuz ayında sonuçlanan davada 37 kişi beraat etti. 14 sanık, taksirle ölüme ve yaralanmaya sebebiyet vermekten cezalandırıldı. Mahkeme, sanıklardan Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Can Gürkan'ı 15 yıl, Genel Müdür Ramazan Doğru'yu 22 yıl 6 ay, İşletme Müdürü Akın Çelik'i 18 yıl 6 ay hapis cezasına mahkûm etti.
Can Gürkan, 18 Nisan 2019'da yurtdışına çıkış yasağıyla tahliye edildi. Yargıtay 12. Ceza Dairesi, 30 Eylül 2020'de kararı bozdu. Can Gürkan'ın da aralarında bulunduğu dört sanığa "olası kastla 301 kez öldürme ve 162 kez yaralama" suçundan ceza verilmesini istedi.
Ancak iki Yargıtay savcısı, sanıklar hakkında "taksirle ölüme neden olmaktan" ceza verilmesini talep ederek, bu kararın düzeltilmesi için 8 Ocak 2021'de başvuruda bulundu. Ardından dosya Yargıtay 12. Ceza Dairesi'ne geri döndü. Yargıtay heyeti önceki kararı bozarak, Can Gürkan'ın da aralarında olduğu dört sanığın bilinçli taksirle ölüme ve yaralanmaya neden olmaktan yargılanması gerektiğine karar verdi.
Yeniden yapılan yargılamada Can Gürkan'a 20 yıl, maden mühendisleri Adem Ormanoğlu ve Efkan Kurt'a 12 yıl altışar ay hapis cezası verildi, Haluk Evinç ise beraat etti. Yargıtay 12. Ceza Dairesi, yeniden yargılama sürecinin tamamlanmasının ardından 4 Nisan 2022'de yerel mahkemenin kararını onadı.
Kamu görevlilerinin yargılanmasına ise ancak neredeyse 10 yıl sonra başlandı. Soma Cumhuriyet Başsavcılığı, 25 Aralık 2023 tarihinde 28 kamu görevlisi hakkında kamu davası açıldığını duyurdu. Dava geçtiğimiz haftalarda sonuçlandı ve 28 kamu görevlisinden 10’u beraat etti, 18’ine ise 5 ay ila 6 ay 7 gün arasında hapis cezası verildi. Karara tepki gösteren aileler, istinafa başvuracaklarını ve bütün hukuksal yolları deneyeceklerini açıkladı.

'Çok entrikalar çevirdiler'
Hayatını kaybeden işçilerin yakınları facianın yıl dönümünde acılarının ilk günkü gibi taze olduğunu, adaletin ise sağlanamadığını belirtiyor.
İşçilerin aileleri katliamın 11. yıl dönümünde ANKA'ya konuştu.
Madende oğlunu kaybeden Soma 301 Madenciler Derneği Başkanı İsmail Çolak, “Cumhuriyet tarihimizin ve dünyanın son yüzyılların en büyük işçi katliamının olduğu bir şehirde 11 yıl kolay geçmedi. Nasıl anlatılır? Yaşamadıktan sonra bu anlatılmaz. Çünkü evlat, eş kaybetmişsin. 11 yıl kolay geçmiyor; canından, kanından bir parçayı, evladını kaybetmiş; torunlarının babasını kaybetmiş. Sen evladına doyamamışsın, o çocuğuna doyamamış. Bu insanı yitirmişsin. 11 yıl gibi bir süre geçmiş. Çok iyi geçtiği söylenemez" diye konuştu.
Adalet arayışlarının karşılıksız kaldığını belirten Çolak, "İçimizdeki acımız ilk günkü gibi tazeliğini koruyor" dedi. Yargılama sürecinin adil olmadığını belirten Çolak, olaya ilişkin 100 sanıklı davada cezaevinde kimsenin bulunmadığına işaret etti. Çolak, şöyle konuştu:
"Adil bir yargılama olmadı. Akhisar Ağır Ceza Mahkemelerinde çok entrikalar çevirdiler. Mahkeme heyetlerini değiştirdiler. Aytaç Ballı gibi çok değerli bir yargıcı istedikleri kararı vermeyeceklerinden görevden aldılar. 2011 yılında Elbistan’da meydana gelen toprak kaymasında 11 kişinin hayatını kaybettiği ve 9 kişinin hala milyonlarca ton metreküp toprağın altında cesetlerinin çıkarılmadığı bir davanın hakimini, yargıcını bilerek bu dosyaya atadılar. Çünkü atadıkları hakimin verdiği çelişkili kararlar vardı. Verdiği hapislik cezaları paraya çeviren ve parayı da taksitlere bölen bir yargıcı bizim dosyaya atadılar. Bizim dosyada da ne biz aileleri ne kamuoyunu ne de Türkiye Cumhuriyeti vicdanını rahatlatacak bir karar çıktı. Çıkardıkları, verdikleri kararlarda çocuklarımızın canlarının değerinin beşer gün, altışar gün olduğu ortaya çıktı. Kovid yasasıyla bunları da serbest bıraktılar."
Yargıtay'ın, faciaya ilişkin kamu görevlilerinin yargılanmasının yolunu açtığını belirten Çolak, ancak yargılamanın ağır ceza mahkemesinde değil, asliye ceza mahkemesinde görüldüğünü anlattı. Çolak, "Çok komik, bir tiyatro izletir gibi beş celsede karar oldu. Çıkan kararlar, verilen cezalar çok gülünç. Kişi başına 5-6 ay gibi sürelerle hapis cezaları verildi. Bizim çocuklarımızın her birinin değeri 5 ay, 6 ay olmamalıydı. Adalete olan güvenimizi yitireli çok oldu. 13 Mayıs 2014’te yitirmiştik. Biz adaleti çok aradık. Gerek Akhisar Ağır Ceza Mahkemesinde gerek Bölge İstinaf Mahkemelerinde gerek Yargıtay’da... Maalesef işçiye, emekçiye, yoksula, ezilmişe adalet yok. Adalet zenginin. Ama şunu unutmasınlar ki adalet bir gün herkese lazım olacak" diye konuştu.
İsmail Çolak, faciada kaybettiği oğlunun 26 yaşında ve biri 5 aylık iki çocuk babası olduğunu, yaklaşık üç yıldır madende çalıştığını bildirdi. Kendisinin de facianın meydana geldiği maden ocağından emekli olduğunu belirten Çolak, "Kendi çalıştığım maden ocağında maalesef oğlumu sermayeye kurban verdim" dedi.
Olayın "kader, fıtrat değil; cinayet olduğunu" söyleyen Çolak, "Bu, son yüzyılların ve cumhuriyet tarihimizin en büyük işçi cinayetinin olduğu tarihtir. Çünkü çok basit alınması gereken iş sağlığı güvenliği önlemleri varken, dayıbaşılık sistemleriyle insanları Arap atı gibi yarıştırarak, hiçbir güvenliklerini almadan siyasal iktidar, sarı sendika ve sermaye sahiplerinin çok kazanma hırsı yüzünden maalesef biz 301 evladı burada sermayeye ve siyasal iktidara kurban verdik. Çok basit önlemleri alabilirlerdi. Bu 301 evladımız hala aramızda yaşıyor olabilirdi. Çocuğuyla, ailesiyle olabilirlerdi. Ama maalesef sermayenin aşırı kar hırsı yüzünden çocuklarımızı sermayeye kurban verdik." diye konuştu.

'Adalet istiyorum, adaletin olacağına da inanmıyorum'
Faciada yaşamını yitirdiğinde 29 yaşında olan Bilal Malkoç’un babası Emrem Malkoç ise şunları kaydetti:
“Oğlum vefat ettiğinde 11-12 yıllık madenciydi. Alınmayan önlemler yüzünden biz 301 evladımızı kaybettik. Türkiye’de veya dünyada en ağır iş kolu maden sektörüdür. Bu bir kaza değil; bu bir cinayet, katliam. Bunların sonucu biz çoluğumuzu, çocuğumuzu kaybettik. 11 yıldan beri adalet peşinde koşuyoruz. Türkiye’de adalet sistemi çöktüğünden hiçbir ceza almadan, üçer gün, beşer gün ceza aldıktan sonra hepsi tahliye oldu. Sanki mükafat verdiler, sanki bizim çoluğumuz çocuğumuz suçlu. Neredeyse bizi içeri alacak duruma geldiler. Söyleyecek bir şey bulamıyorum. Adalet istiyorum, başka hiçbir şey istemiyorum. Adaletin olacağına da inanmıyorum.”
'Zenginlerin arkasındaki devlet, fakirlerin arkasında yok'
Bilal Malkoç’un annesi Fatma Malkoç ise "11 yıldır yarı ölü, yarı ayakta gidiyoruz. İdare ediyoruz, torunların sırtına. Torunlar da olmasa yaşamak istemiyoruz zaten. Torunlar var diye kendimizi sürüklüyoruz. Elimizden gelen başka bir şey yok. Arkamızda duran yok. Arkamızda devlet yok. Zenginlerin arkasındaki devlet, fakirlerin arkasında yok. Zenginin başına bir iş geldi mi koşturuyorlar, fakirin başına geldi mi ezip geçiveriyor. Ankaralara gittim, adalet yürüyüşlerine. Ankara, İstanbul, Silivri, Tuzla oralarda bizi hep bastırmaya çalıştılar. Cop da yedik, Beşyol’u kapattık. Fakir olduğumuz için bizi copladılar, hastanelik de olduk. Yine devlet duymadı bizi. Böyle idare ediyoruz" diye konuştu.
Soma 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde kamu görevlilerine verilen 5-6 aylık hapis cezalarına tepki gösteren Malkoç, “Bir çocuk bir ekmek çaldı da bir sene hapiste yattı. Bu 301’e karşı 5-6 ay. Bir dilim baklava çaldı diye çocuğu içeri attılar. Bu canlara karşı 5-6 ay ceza. Bu hak mı, adalet mi? Adalet Sarayı olmuş ama içinde adalet yok” dedi.
Malkoç sözlerini şu ifadelerle tamamladı:
“Bundan sonra bir beklentimiz kalmadı. Devlet bizi görmedi. Allah bizden beter etsin, rahat kafalarını yastıklara koyamasın. Aynı evlat acıları onlara da göstersin. O zaman belki kafaları böyle duvara vururlar da 'Biz bu 301’in arkasında durmadık' diye uykular uyuyamazlar. Gece oldu mu uykuları kaçsın hepsinin. Başta büyüklerin hepsinin. Hele bizim çocuklarımızın canını alanlar kör olsunlar da evlerinin yollarını bulamasın da onların çocukları da bizim çocuklar gibi babasız kalsın. 'Bize ne oldu' dediklerinde 'Biz 301’in canını yaktık, aynısını Allah bize gösterdi' desinler.”
***
PKK kendini feshetti: Peki kazanan kim?-Oğuz Oyan-
Bu süreç Cumhuriyet düşmanı akımların emperyalizmin patronajı altındaki işbirliğiyle asla yürütülemez. Buna en başta karşı çıkacak olanlar bu ülkenin cumhuriyetçileri ve anti-emperyalistleri olacaktır.
Bu soruya “herkes kazandı” veya “tüm taraflar kazandı” diye yanıt verecekler çoktur. “Türkiye kazandı” diyecekler de önemsiz olmamalı.
Peki sakın doğru yanıt “Kürt hareketi kazandı” olmasın? Hatta buna ABD ve İsrail başta olmak üzere Batı emperyalizmini de eklersek daha doğru bir yanıt vermiş olunmaz mı?
Zaten PKK 12. Kongresi Divanı’ndan yapılan açıklama da bu yönde: “PKK mücadelesinin halkımız üzerindeki inkâr ve imha siyasetini parçaladığını, Kürt sorununu demokratik siyaset yoluyla çözme noktasına getirdiğini, bu yönüyle PKK’nin tarihi misyonunu tamamladığını değerlendirdi” ve “… PKK adıyla yürütülen çalışmaları sonlandırdı” denilmektedir.
PKK, son gelinen aşamada artık bir ayakbağından başka bir şey değildi. Aslında epey bir süredir öyleydi. Sahada hükmü pek kalmamıştı. Hareket zayıflamış, kadroları yorgun düşmüştü. Kuzey Irak’taki konumu da -bunun Türkiye’nin Kuzey Irak’a askeri operasyonlarının gerekçesini oluşturması nedeniyle- gerek Kürt yönetimi gerekse Bağdat hükümetinin Türkiye ile ilişkileri bakımından da rahatsız ediciydi. Ayrıca PKK adı birçok ülkenin “terör örgütü” listesinde yer alıyordu ve bu isimden kurtulmak Kürt hareketlerinin genelde destekçisi olan Batı ülkelerinin de işine gelecekti.
Bütün bu sayılanlardan daha önemlisi ise, PKK hareketinin çıkış amacını aşan hedeflere zaten ulaşmış olmasıydı. Suriye’deki PYD-YPG oluşumlarının (ve SDG’nin) yönetim kadroları ve ideolojik/siyasal yapılanmalarının temelinde esas olarak PKK yöneticileri ve PKK programı bulunmaktaydı. Üstelik PYD, Suriye’deki yayılma alanlarını Kürt nüfusunun çoğunlukta olmadığı bölgelere de genişleterek beklentilerinin üzerinde bir alan hakimiyetine ulaşmış bulunuyordu. Gücü de arkasına ABD ve İsrail’i (ve İngiltere, Fransa, Almanya gibi Avrupa güçlerini) almasından ve büyük bir askeri güce/silahlanma düzeyine ulaşmasından kaynaklanıyordu.
Gücünü aldığı bir başka ülke ve siyaset de Türkiye’de 23 yıla yakındır iktidarda olan siyasal İslamcı yönetim oldu. Çelişkili gibi görünebilir, Türkiye’deki iktidar koalisyonu üzerinden zaman zaman ifade edilen öznel niyetlerle de uyuşmayabilir, ama nesnel gerçekler böyledir. Çünkü PYD-YPG-SDG’nin en büyük açmazı, Suriye’de üniter yapının sürdürülmesini savunan ve ABD-İsrail hegemonyasını reddeden bir Şam hükümetinin yerini koruması ve güçlenmesi olurdu. 2011 sonrasında ise Esad yönetimi yıkmak için tüm emperyalist güçler ve İsrail birlik olmuştu. Bu oyunu bozabilecek tek ülke, Türkiye olabilirdi. Ama bunun tam tersini yaptı ve Esad’ın yıkılması için kendi mezhepçi politikaları ve ABD yönlendirmesi doğrultusunda dünyanın bütün cihatçılarının Suriye’de hamiliğine soyundu. Aslında oyunu bozan, Rusya, İran ve Lübnan Hizbullah’ı olmuştu. Ama onların güçleri de giderek zayıflatıldı, Rusya’nın başına Ukrayna sorunu sarılarak geri çekilmesi sağlandı. Böylece alan şer güçlerine kaldı. HTŞ gibi emperyalizmin ve Türkiye’nin koruması altındaki zavallı bir İslami terör örgütünün Suriye gibi kadim bir devletin yönetimini ele geçirmesine izin verildi. Ama Suriye’nin bütünlüğü elbette bile isteye korunmadı.
Artık Türkiye’deki teslimiyetçi/tavizci koalisyona da -Suriye’deki rolünü küçültme pahasına- bir şeyler vermek zamanı gelmişti. Dolayısıyla PKK’nın tasfiyesi bu bakımdan aynı zamanda bir ABD projesidir. Suriye’de 14 yıldır oluşturulan oldu-bittiyi Cumhur ittifakı aracılığıyla Türkiye toplumuna kabul ettirmenin, siyasi iktidara da seçmen nezdinde itibar devşirmenin bir aracı olarak “PKK uzlaşısı” kullanılmak istendi.
PKK Kongre divanı açıklaması “PKK, kaynağını Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasasından alan Kürt inkâr ve imha siyasetine karşı, halkımızın özgürlük hareketi olarak tarih sahnesine çıktı” ifadesine yer veriyor. Aslında bu tutum yeni değil. Apo’nun 27 Şubat tarihli açıklamalarının izi sürülmüş oluyor. Ama asıl sorun siyasi iktidar düzleminde. AKP’nin 2017 Anayasasını değiştiren kanun tasarısının gerekçesinde de 1924 Anayasasının hedefe konulduğunu görürsünüz. Lozan aleyhine açıklamaları da hiç eksik değildir. Montrö’yü savunan emekli komutanları gözaltına alıp kriminalize etmeye çalışması da cabası.
“İç cepheyi pekiştirmeliyiz” diyerek itirazları yok etmeye ve muhalefeti yanında durmaya mecbur bırakmaya çalışan Cumhur İttifakı aslında tam tersini yaparak Cumhuriyet’in temellerini dinamitlemektedir. Lozan’ı, Cumhuriyet’i ve onun 1924 Anayasasını tartışmaya açmak, ülkenin kuruluş tapusunu ve bütünlüğünü tartışmaya açmak demektir. Kürt hareketi bu talepleri sıralayabilirken, aynı doğrultuda sayısız açıklaması olan siyasi İslamcı hareketten güç ve destek almaktadır. Bu bakımdan “iç cepheyi pekiştirmenin” önündeki en büyük engel, Cumhuriyet düşmanlığında Kürt siyasi hareketi ile yarışan siyasal İslamcı harekettir. Ama CHP’nin de “muhalefetin birliği” rüyalarıyla bu girdaba kapılmasını önlemek de öncelikli görevler arasında olmak zorundadır.
Şunlar da hesaba katılmalıdır:
Türkiye’deki iktidar siyaseten çok zayıflamıştır. Seçim kazanma potansiyelini büyük ölçüde tüketmiştir. Kürt hareketini yanına çekmekten medet ummaktadır ama hem bunu yüzde yüz yapamayacaktır hem de yeterli olmama olasılığı yüksektir.
Türkiye ekonomisi kötü gitmektedir. Ekonominin kötü yönetilmesi, siyasi despotizmin ekonomiyi sürekli sarsması tartışılmaz olgulardır. Ama kalıcı olan mesele, geniş kitlelerin yoksulluk-açlık sınırlarının altında tutulmasıdır. Üstelik sorun, bu kitlelerin sayıca giderek çoğalması, alt-orta ve orta gelir gruplarını da içermeye başlamasıyla giderek büyümektedir. Sermaye yönlü bu sistemde toplumun dinci-despotik yöntemlerle bastırılmasının da sınırlarına gelinmiştir.
Emperyalizm, Türkiye ekonomisinin dış desteksiz mecalsiz kalacağının; Türkiye’deki yolsuzluklara batmış ve yargı-hukuk sistemini iğdiş etmiş bir iktidarın zaaflarının onu çökerteceğinin farkındadır. Mevcut siyasi yönetimin iktidardan gitmemek için Yeni Anayasa peşinde koştuğunun, o olmazsa da genel oy hakkını fiilen gasp etmek niyetleri taşıdığı da kimsenin meçhulü değildir. Dolayısıyla emperyalist odaklar bu kadar güçsüz bir iktidardan istediği tavizleri koparabileceğini de bilmektedir. Ukrayna-Rusya-İran denklemlerinde Türkiye’ye yeni roller biçilmesi, Karadeniz’in NATO’ya açılması için Montrö’nün delinmesi gibi beklentiler, Türkiye’de iktidarın kullanışlı bir aparat olarak kalmasıyla mümkündür. Dolayısıyla bu iktidar yapısıyla devam etmek, emperyalizmin ilk tercihidir. Kuşkusuz yedek planları da her zaman vardır.
Siyasi münavebeyi kabullenmeyen, kriminel dosyaları nedeniyle gitmemek üzere iktidara yapışmak isteyen bir siyaset koalisyonu, Türkiye gibi AB’nin yanı başındaki bir ülkede ancak dış güçlerin desteğiyle bu emellerini yerine getirebilir. Dolayısıyla iktidarın sözde dış denge politikalarını tamamen terk ederek, NATO-ABD-Batı emperyalizmi bloğu içine demir atması onun için yaşamsal bir tercihe dönüşmüştür.
Siyasi İslamcı hareketin lideri, tek başına yürütme organıdır, yönetimin tek seçilmiş üyesidir ve başıdır. Bu bakımdan onun üzerinden ödün koparmak, seçilmişlere dayalı bir hükümetin ve gücü aşındırılmamış bir yasamanın görevde olduğu bir siyasi yapıya kıyasla son derece elverişlidir. Özellikle de emperyalizmin elinde birikmiş başka dosyalar varsa. Bu, Türkiye açısından kritik bir güvenlik zaafıdır.
Tabii şimdilik Cumhur İttifakı da PKK’nın feshetmesi meselesinde kendini “kazanan” tarafta görüyor. İktidarının ömrünü uzatmak için buradan bir moral aşısı aldığını düşünüyor. Gerçi anketler öyle göstermiyor. Kendi saflarında bile onay verenler azınlıkta kalıyor. Ama bu konu daha çok su kaldırır, iktidarın istismarına fazlasıyla açık kalır diyelim. Buradaki kilit mesele, CHP’nin PKK açıklamasının siyasi analizine ve taleplerine ne ölçüde onay vereceği olacaktır. CHP’nin içinden farklı yaklaşımlar çıkma olasılığı da yabana atılmamalıdır.
AKP koalisyonunun Kürt açılımı, Suriye’de olan bitene (ve olabilecek gelişmelere) karşı bir savunma ve mümkünse yeniden oyun kurma pozisyonudur aynı zamanda. Bir defa Suriye’de Kürtlerin ABD ve İsrail himayesinde devletleşmesinin artık kaçınılmaz görülmesi yaklaşımı benimsenmiş gözükmektedir. Bunun üzerinden Suriye’de doğrudan uzantıları olan Türkiye Kürtleriyle ilişkileri “normalleştirip” Suriye’de pozisyon kazanma arayışı sezilmektedir. Olur mu olmaz mı ayrı mesele. Ama bunun Türkiye iç politikasına yansımaları daha büyük mesele. İçerde siyasi rakiplerine karşı inanılmaz bir hışımla ve zorbalıkla saldıran bir siyasi yapının Kürt açılımı üzerinden kendine bir “demokratikleşme” cilalaması yapabilmesi ne derece mümkündür?
Silahların bırakılması elbette önemli bir kazanımdır. Ancak Kürt sorununun çözümü için yeterli değildir. Kürt sorununun çözümü sınıf temelli olmak ve Türk-Kürt emekçilerinin ortak mücadelesi ekseninde şekillenmek zorundadır. Bu süreç Cumhuriyet düşmanı akımların emperyalizmin patronajı altındaki işbirliğiyle asla yürütülemez. Buna en başta karşı çıkacak olanlar bu ülkenin cumhuriyetçileri ve anti-emperyalistleri olacaktır.
/././
Birlik ve Cumhuriyetçiler…-Aydemir Güler-
Cumhuriyetçilerin birliği olgunlaşmış tarafların aralarında kontrat imzalamasıyla değil, samimi diyalog, yapıcı tartışma ve ortak mücadeleden çıkacaktır.
Birlik kavramının ayıp örtmek için kullanılışına solda çok rastlandı. Üstünde birlik ve başka pozitif çağrışımlı sözcükler yazılan bayraklar açılıp, devrimci programların, partilerin tasfiye edilmesine az tanık olmadık. “Solun birliği” dendiğinde irite olduğumu söylemek durumundayım. Nedeni bu deneyimdir.
Bugün de “en geniş demokrasi güçlerinin birliği” ifadesinin bırakacağı ilk izlenim, bir “baş düşmana karşı” safları sıklaştırmak oluyor. Ancak buna başka bir şey eşlik ediyor; zımnen o saflara sosyalizm seçeneğinin alınmayacağı da kast edilmiş oluyor. “Bunca güncel yakıcı dert varken, kalkıp da sosyalizm hedefinden dem vurmak” bir fantezi sayılıyor...
Peki, ya söz konusu güncel derdin biricik kalıcı çözümünün sosyalizmde gerçekleşeceğini bilenler ne yapacak?
Programlarımızı ve/veya o programda ısrar eden örgütlerimizi önemsizleştirmek, rafa kaldırmak, belki de tasfiye etmek şıklarından birini işaretlemekte özgürüz!
Keşke dertler, devrimciler sosyalizmden geri durduklarında çözülebilseydi… Kuşkusuz ortalamacı bir çare, maksimalist bir formülden daha kolay olurdu. Kolayı varken zoru aramak akıllı işi değildir, elbette!
Ama öyle olmuyor. Kalabalık ortalama lehine gerçek, köklü çözümden vazgeçilince, bir araya gelenlerin toplam gücü, umulanın aksine azalıyor. Sorunların yaratıcısı sömürücü egemenlerse çarklarını döndürmekte rahatlıyorlar. Deneyim çoğunlukla bunu gösterdiği içindir ki, solun birliği güzellemeleri, kural olarak tuzak içerir.
* * *
Ancak bu deneyim, birliğin genel olarak sahip olduğu pozitif anlamı ortadan kaldırmaz. İttifaklar siyasetin zorunlu parçasıdır. Bugün ise Türkiye’de Cumhuriyetçilerin birliğine dönük ihtiyaç yakıcıdır. Hazırlıkları sürmekte olan bir girişim yakın zamanda meyvesini verecek. Cumhuriyetçiler bir çırpıda, akşamdan sabaha birleşmiş olmayacaklar. Ama yola çıkılacak…
Konu solun birliği değil, bunu yukarıda söyledim. Oradan devam edeyim.
Solcu deyince kimin kast edildiği açık zannedilebiliyor. Yanlış; öyle değil.
Örneğin bazı solcular laikliğe burun kıvırmakta, bağımsızlığın modasının geçtiğini düşünmekte, piyasanın demokratik bir toplumun esası olduğunu iddia etmekteler. Somut olarak Türkiye’nin iki yüz yıllık modernleşme ve aydınlanma tarihini, halka karşı tepeden inmecilikle suçlayanlar solcu geçinebilmekte. Bunlara göre söz konusu tarih, ülkemizin, bizim emperyalist dediğimiz dünyadan tecrit etmesine neden oldu. Neden bu yolun tercih edildiğini ise aynı çevreler, devletin başta Kürtler olmak üzere “kimliklerin” üstünde tepinme tutkusuyla açıklar. Devletin sınıfsallığına ise hiç girilmez. Özetle solun bir bölümü Cumhuriyeti bir ilerleme değil halka düşmanlık saymaktadır.
Bana sorarsanız, bu iddialar solculuğa giremez. Ama ne çare ki, kamuoyunda sol olarak algılanan bir dizi Cumhuriyet düşmanı etrafta. Bunlara liberal sol diyoruz…
Madem öyle, “Cumhuriyet ekseni” solu çoktan bölmüş bulunuyor. Bu bölünmeyi geriye sarmayı iki karşıt yakada kalan solcular zaten istemiyorlar. Liberal solcular da, biz de… İstemiyoruz. Zaten dünyada, bölgede ve ülkedeki gelişmeler, suların hayli yükseldiğini ve aramızdaki köprüleri önüne katıp götürdüğünü göstermektedir. Durum çoktan beri böyle.
Liberal sol emperyalistler ve şeriatçılardan sonra geleneksel faşist hareketle de ortak paydalar bulurken, Cumhuriyetçilerin önünde yeni bir ufuk açılmıştır. Bir ittifak stratejisinin zemini olarak, bu anlamda bir birlik kanalı olarak Cumhuriyetçilik güçlü bir nesnelliğe oturmaktadır.
Komünist sol, devrimci mirasa sahip çıkmanın ötesinde bir tarih tezine sahip olageldi. Buna göre Cumhuriyetin, kapitalizm yolunda aşındırılan kazanımlarının tutarlı ve güçlü temellere oturtulması sosyalizmle mümkün olacaktı. Sosyalist Türkiye, Cumhuriyet’i “içererek aşacaktı.”
Ancak AKP’nin tamama erdirdiği karşıdevrim, “Cumhuriyetin sorununu” birtakım tutarsızlık ve çelişkilere düşülmesinden, temellerinin sarsılmasından öteye taşımış bulunuyor. Bu kadarı, AKP’nin çok öncesinden beri süregiden durumdu. Şimdi ise mevcut rejimin ana perspektifi ve misyonu Cumhuriyetin tasfiyesidir.
Bu yolda ilk önce Cumhuriyetçiler etkisizleştirilip süpürülmek istendi, kurumların içi boşaltıldı. Sonuç Cumhuriyetçiliğin Kurtuluş ve Kuruluş yıllarından beri hiç olmadığı kadar halkla kaynaşmasıdır. 21.yüzyıl itibariyle Cumhuriyetçilik bütün renkleriyle iktidarda olan ve/veya iktidara tutunmaya gayret eden bir akım olmaktan çıkmış, toplumsal bir hareket halini almıştır. Hakkını arayan bütün toplumsal kesimlerin Cumhuriyet sembollerine sarılması bu durumu resmetmektedir.
Geçmişte sol denince varsayılan kapsam çoktan dağıldı; solun birliği artık Sosyalist Cumhuriyetçiliğin liberal sol tarafından kuşatılmasından başka anlama gelmez. Cumhuriyetçilerin birliği ise hakkını arayan tüm sınıflar, kesimler ve akımlar için acil ihtiyaçtır. Sermaye-emperyalizm-dinciler ittifakının yürüttüğü operasyonun toplum katında da tamamlaması, açığa çıkan direncin kırılması halinde geriye bir enkaz kalacak. Acillik bundan kaynaklanıyor.
* * *
Peki ya Cumhuriyetçiler dendiğinde kastedilenin açık mı?
Kabaca biri kurucu akım, Kemalizm; ikincisi ise ileri gitmek için bu kurucu eylemin, devrimin zeminine ayağını basmanın şart olduğunu kavrayan komünizm, ülkemizin iki cumhuriyetçi geleneğidir diyebiliriz. Bu özet yanlış olmaz, ama netlik sağlamaya da yetmez.
Söz konusu olan, iki öğeden oluşan bir küme değildir. Çok sayıda unsurun buluştuğu ve bunların aralarında sayısız çelişki ve mesafenin şekillendiği, amorf bir yapıdan söz etmek durumundayız.
Cumhuriyetçilerin zaman içinde doğrudan AKP-merkezli cepheye iltihak eden unsurlarını boş verelim. Ayrıca geçmişe de takılıp kalmayalım. Solda liberaller nasıl türemişse, kurucu hareketin içinde de bağımsızlığı, laikliği, kamuculuğu önemsemeyen, hatta bu temel değerlere ihanet eden ayrık otları boy atmıştır… Geçelim bunları…
Ama geleceği nasıl kuracağımızın etrafından dolanmaya asla kalkmayalım.
Karşıdevrimi geri püskürterek ayağa kalkacak olan Cumhuriyet emperyalizme kapıları kapayacak, NATO’dan da AB’den de kopacak mıdır, yoksa bunların “zamanı gelmiş” olmayacak mıdır?
Laikliğin dindarları rencide etmeyecek bir biçiminin peşine mi düşülecek, yoksa geçmiş örnekleri harf devriminde, köy enstitülerinde, okuma yazma seferberliğinde yaratılmış bir “halk aydınlanmasını” nasıl güncelleyeceğimize dair kafa mı yoracağız?
İnsanın insanı sömürmesinin açtığı yoldan yurttaşlığın yadsınması anlamına gelen “ayaklar baş olmaz” ahlaksızlığı çıkıyor. Peki, Cumhuriyetin takatsiz kalmasının temel nedeninin sermaye düzeni olduğu açık seçik saptanabilecek midir?
Cumhuriyetçiliğin birleştirici bir güçle donanması için bu başlıkların aydınlatılması gerekir. Birlik için ciddi olunacaksa, şaka değil bir karşıdevrimi geri püskürtmek için yola çıkacaksak, kolayına kaçılmamalı, mış gibi yapılmamalıdır.
Cumhuriyetçilerin birliği olgunlaşmış tarafların aralarında kontrat imzalamasıyla değil, samimi diyalog, yapıcı tartışma ve ortak mücadeleden çıkacaktır.
/././
'Yoz medyadan yobaz medyaya'-Atilla Özsever-
Türkiye’de basının neden özgür olmadığının tartışıldığı toplantıda, gazeteci yazar Sedef Kabaş, 1990’lardaki magazinel basın anlayışından 2000’li yıllarda siyasal İslamcı bir anlayışın egemen olduğu sürece geçildiğini söyledi.
Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS), 2024-2025 Basın Özgürlüğü Raporu'na göre; bir yıl içinde en az 29 gazeteci cezaevine girdi. 3 Mayıs 2025 tarihi itibariyle 18 gazeteci cezaevinde bulunuyor.
Gazeteciler hakkında 313 soruşturma açıldı. Gazetecilere yönelik 123 gözaltı işlemi uygulandı. Gazeteciler 90 soruşturmada ifadeye çağrıldı. Son bir yılda 212 davada 311 gazeteci yargılandı. Bu veriler, TGS Genel Başkanı Gökhan Durmuş tarafından 3 Mayıs Uluslararası Basın Özgürlüğü Günü nedeniyle açıklanmıştı.
Öte yandan bu bir yıl içinde RTÜK (Radyo Televizyon Üst Kurulu) tarafından basın yayın kuruluşlarına 59 idari para cezası kararı verildi ve yaklaşık 87 milyon TL’lik bir para cezası kesildi. Sözcü TV’nin ekranının 10 gün süreyle karartılması kararı çıktı. Tele-1, Halk TV gibi “bağımsız medya” kuruluşlarına da ekran karartma ve idari para cezaları verildi.
Gazeteciler sadece basın özgürlüğünün iyice sınırlandırılmış olması nedeniyle değil aynı zamanda ekonomik sorunlar, düşük ücret, işsizlik, güvencesizlik gibi sorunlarla da karşı karşıya bulunuyor.
RTE engeli
Kadıköy Belediyesi tarafından önceki gün (11 Mayıs 2025) ülkemizdeki basın özgürlüğü sorunlarının tartışıldığı bir toplantı düzenlendi. “Türkiye’de Basın Neden Özgür Değil? Ne Yapmalı?” başlıklı toplantıda, gazeteci-yazar Dr. Sedef Kabaş ile gazeteci-yazar Özlem Gürses görüşlerini açıkladı.
Kozyatağı Kültür Merkezi’nde gerçekleşen toplantının moderatörlüğünü (kolaylaştırıcılığını) akademisyen yazar Orhan Şener Deliormanlı yaptı. Orhan Deliormanlı, açış konuşmasında Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’ne göre Türkiye’nin 180 ülke içinde 159'uncu sırada bulunduğunu söyledi. Deliormanlı, “Biz, Sudan’ın, Mısır’ın bile gerisindeyiz” dedi.
Gazeteci Özlem Gürses de, “Basının neden özgür olmadığını üç harfle açıklayabilirim. RTE, yani Recep Tayyip Erdoğan” şeklinde esprili bir hiciv diliyle konuştu. Özlem Gürses, 1990’lı yıllardaki medyanın durumundan da söz etti.
Gazeteci-yazar Gürses, “O dönemin medya patronu Aydın Doğan, ancak ertesi gün sahibi olduğu gazetenin manşetini görüyordu. Şimdi ise daha gazeteler basılmadan, televizyonda yayın yapılmadan nasıl manşet atılacağı belirleniyor” diye konuştu.
Televoleden yobaz medyaya
Gazeteci-yazar Dr. Sedef Kabaş da, 1990’lı yıllarda “Televole” kültürünün egemen olduğu yozlaşmış bir medyanın varlığına dikkati çekti. Sedef Kabaş, görüşünü şöyle açıkladı:
“O dönemde magazinel bir anlayış vardı. Ayrıca medya patronları aynı zamanda holding sahibiydi. Gazete yöneticileri de patronlarının ticari çıkarını ön plana alıyorlardı. Şimdi ise siyasal İslamcı AKP iktidarının, Erdoğan’ın yani Reis’in çıkarları önemli”.
Dr. Kabaş, “Artık yozlaşmış medya döneminden yobaz medya düzenine geçildi. Türkiye, yozlaşmış medya ile yobaz medya anlayışının sıkıştırılmış bir yerindedir” dedi.
Sedef Kabaş, özgür bir medya düzeninin olabilmesi için sermayeden güç almayan kendi ayakları üzerinde durabilen basın kuruluşlarına ihtiyaç olduğunu belirterek bunun için de halkın özgür medyaya sahip çıkması gerektiğini ifade etti.
Medyanın yüzde 95’inin AKP’nin “yandaşı” konumunda olduğunu belirten Kabaş, özgür bir medyanın oluşumunda tüm toplumun, halkın sorumluluğu olduğunu hatırlatarak “Şimdi en kötü zamanı yaşıyoruz. Tek adam sistemiyle yönetilen otokratik bir ülke düzeyindeyiz. Ancak Atatürk ve arkadaşları nasıl işgal günlerinden başarılı çıktıysa biz de başaracağız” diye konuştu.
Özgürlüğün bedeli ağır
Gazeteci Özlem Gürses de, ikinci turda yaptığı konuşmada, özgür bir medya için gazetecilerin önemli bedeller ödediğini ifade ederek kendisinin de 52 gün ev hapsi cezasıyla karşı karşıya kaldığını belirtti.
Özlem Gürses, inşaat, enerji gibi işlerle uğraşan medya patronlarının özgür basın anlayışını savunamayacağını kaydederek bu durumun birçok yabancı ülkede olduğu gibi yasal bir düzenlemeyle engellenmesi gerektiğine işaret etti.
Gürses, medyada kadınları ikinci plana iten, küçük gören seksist bir dilden de vazgeçilmesi gerektiğini bildirdi. Gürses, eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’la ilgili bir röportajdan da şöyle söz etti:
“Gazetecinin sorusuna Semra Özal şunları söylemiş: ‘Eskiden viski de içerdim, namaz da kılardım. Şimdi ikisini de bıraktım”.
Siyasal İslamcı anlayış
Gazeteci Sedef Kabaş da, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret davasından 49 gün hapis yatmıştı. Kabaş, siyasal İslamcı partilerin dünyanın hiçbir yerinde özgürlük getirmediğini belirtti.
İletişim doktoru Kabaş, Türkiye’de yasama, yürütme ve yargının da artık bağımsız bir güç olmadığını, dördüncü güç olarak kabul edilen medyanın da bu anlamda “yok” olduğunu ifade etti.
İkinci Cumhuriyetçilerin AKP’ye destek verdiğini hatırlatan Kabaş, Türkiye’deki kırılma noktalarının 2010 Anayasa değişikliği, 2017 referandumu, 2023 seçimleri olduğunu belirtti ve İBB (İstanbul Büyükşehir Belediye) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alındığı 19 Mart’ın da “bir darbe” olduğunun vurgulanması gerektiğini kaydetti.
19 Mart direnişiyle birlikte halkın ayağa kalktığını söyleyen Sedef Kabaş, bu durumun kıymetinin bilinmesini istedi. Daha sonra izleyicilerin soru bölümüne geçildi. İzleyiciler de bu sürecin nasıl sona ereceği konusundaki soru ve görüşlerini ortaya koydular.
/././
Bir işçinin ölümü -Nevzat Evrim Önal-
Biz unutmayız. Bu yüzden işçi Erol’u katledenlerin kendileri için yapabilecekleri en iyi şey, hayatlarının geri kalanında canla başla devrim olmaması için çalışmaktır.
Sermaye, biz işçilerin canıyla besleniyor. Çoğumuzu bir anda öldürmüyor, hayatımız boyunca çalıştırıp emeğimizi, saat saat hayatımızı, kanımızı emiyor. Bazılarımızı ise, bilhassa bizimle işi bittiğinde, katlediveriyor.
Geçtiğimiz cuma günü de Erol Eğrek’i aldı sermaye aramızdan. Onu hakkını arıyor olduğu için kapısında beslediği bekçi köpeklerine parçalattı.
Her birimiz öldüğünde, hepimiz onunla beraber biraz ölüyoruz. Bu yüzden bu hafta, ailesinin ve tüm sevenlerinin affına sığınarak, anısına saygıda kusur etmemeye çalışarak, işçi Erol’un ölümünden bahsetmek istiyorum.
***
On yıldır patronu Çalık’ın üzerine yattığı tazminatını almaya çalışıyordu işçi Erol. O tazminatı hak etmek için dört çocuğuyla altı yıl boyunca gurbette, Türkmenistan’da çalışmıştı.
Sıradan, emekçi bir insandı işçi Erol ve her sıradan insan gibi, içinde insancıl bir dünya tutuyordu. Penceresine konan kumruları, sokaktaki kedileri besleyen, çocuklara vermek için cebinde çikolata taşıyan, uğradığı haksızlıklara ve sonuçsuz kalan mücadelesinin yorgunluğuna rağmen insan kalmaya çalışan bir insan evladıydı. Oğlunu evlendirecekti, düğün masrafları için paraya sıkışmıştı. Yıllardır ne eski patronu, ne Türk mahkemeleri, ne Türkmenistan devleti sesini duymamış, derdine çare olmamıştı. Canına tak etti, beline silahı taktı ve kan emici holdingin kapısına dayanmak için evinden çıktı.
Yayınladığı kısa videoda bize son sözleri “Kötü bir niyetim yok. Fazladan bir para, sadaka istemiyorum, sadece haklarımı versinler” oldu.
Silahı elinden aldıklarında, namluyu düşmanlarından birine değil kendi kafasına doğrultmuştu. Sonra işçi Erol’u o kendi kafasına dayadığı o silahın kabzasıyla döve döve öldürdüler.
***
İşçi Erol, binlercemizden biriydi.
Mesela bir diğerimiz, Bulut Faruk. Üç çocuk babasıydı, 40 yaşında bir kuryeydi ve gece saat üçte hala motosiklet üstünde çocuklarına ekmek parası kazanmaya çalışıyordu. Bir araba çarptı Bulut Faruk’a.
Ya da bir diğerimiz, Şerafettin, 15 yaşındaydı. Şarkıdaki gibi tamirci çırağıydı. Çalışırken elindeki balata spreyi alev aldı, vücudunun yüzde 85’i yandı. Hayat doluydu Şerafettin, on gün boyunca yaşama tutunmaya çalıştı, ama kollarının gücü yetmedi.
Ya da Vezir Mohammad, emperyalistlerin tarumar ettiği ülkesinden kaçmış, kaçak bir maden ocağında hayatını kazanmaya çalışıyordu. Çalışırken fenalaştı. Onu çalıştıran alçaklar hastaneye götürmek yerine bedenini yaktılar. Kibriti çaktıklarında Vezir Mohammad muhtemelen hala yaşıyordu.
Geçtiğimiz yıl 1897’miz öldü böyle. Bu yıl Ocak ayında 177, Şubatta 121, Martta 145, Nisanda 152…
Bunlar bildiklerimiz, belki bazılarımızdan haberimiz bile olmadı.
Ve bu ölümlerin arasındaki tüm farklar biçimsel, özleri ise aynı. Yaşanan iş “kaza”larının raporlarını okusanız, videolarını izleseniz bundan hiçbir şüphe duymazsınız.
Her yıl binlercemiz sermaye tarafından katlediliyor. İşçi Erol, binlercemizden biriydi.
***
Her meselede olduğu gibi bu meselede de sosyal medya ahmakları hemen bir cetvel kapıp ölçmeye, terazi kapıp tartmaya başladılar. İşçi Erol’un ülkücü olduğunu, Cumhur ittifakını desteklediğini, İmamoğlu’nun tutuklanmasını haklı bulduğunu keşfedip, yargıyı verdiler. Bu ahmaklara göre işçi Erol “AKP’liydi” ve olay da “bir AKP’liyi başka AKP’lilerin yok etmesi”nden ibaretti.
Çok açık söylüyorum, bir işçi hakkını aradığı için katledildiğinde eli titremeden böyle şeyler yazıp çizenler, kaybettikleri vicdan ve onuru geri kazanmaya, tekrar insan olmaya çalışmalıdır.
İşçi Erol’un bazı düşünceleri kendi kafasına dayadığı silah gibi kendisine düşmandı; aynı onu “karşı tarafta” görenlerin düşüncelerinin kendilerine düşman olması gibi.
Evet, bu hayatta iki taraf var, ama bu taraflar AKP ve CHP değil. Örneğin Kapıkule sınır kapısını geçtiğinizde tarafsız bölgeye girmiş olmuyorsunuz. Bu dünyadaki iki taraf işçi Erol’un tarafı ile onu çalıştırıp sömüren, işten çıkartıp tazminatını vermeyen, hakkını aradığında da katledenlerin tarafı.
Bu iki taraftan ya birindesiniz, ya diğerinde.
***
İşçi Erol’un bir insan olarak ne hatası olmuştur, bilmiyorum. Bildiğim şu: Bu yaşananda hatasızdı. Evinden son kez çıkarken onu öldürebileceklerini biliyordu. Yine de gitti, çünkü ona başka seçenek bırakmamışlardı. Ona kabullenemeyeceği, kabullenirse kişiliğini kaybedeceği boyutta bir haksızlık yaptılar, yıllarca kabullenmesi için zorladılar ve sonunda kabullenmediği için öldürdüler.
Olay böyle sonuçlandı, çünkü yeğeninin yazdığı gibi, işçi Erol yalnızdı. Yalnız başına mücadele verdi. Eğer düşmanının karşısına dikildiğinde yalnız olmasaydı, ona bunu yapamazlardı.
Ama yalnız olması da kişisel tercihi falan değildi. Sermaye onlarca yıldır her şeyden fazla buna, her birimizi yalnızlaştırmaya çabaladı ve çok yol aldı. Bugün işçi Erol’a birileri cumhur ittifakını desteklediği için, birileri de AKP’ye yakın bir şirketin kapısına dayandığı için sahip çıkmıyor, çıkmaktan imtina ediyorsa bu, sermayenin bizi birbirimizden uzaklaştırıp yalnızlaştırmakta ne kadar becerikli olduğunun güncel, canlı delilidir.
Bir işçi yalnız kaldığında ona her kötülüğü yaparlar. İşçiler kan emicilere karşı ancak birlik olduklarında, düşmanlarının kapısına kitleler halinde dayandıklarında zafer kazanabilir.
***
Hakkını ararken, hakkını arıyor olduğu için katlettikleri işçi Erol, hepimizin ölüsüdür. Hesabı, hepimizin hesabıdır. “Sermaye güçlü değil, biz güçlüyüz” diyen ağabeyinin sesi, biz işçi sınıfının, hepimizin sesidir.
Bu sese hep birlikte destek vermeliyiz, çünkü işçi Erol’u pervasızca öldürenler, hiç şüpheniz olmasın, benzer bir durumda herhangi birimize aynı şeyi yapar. Bu dünyada düşmanımız olduğundan kuşku duymamamız gereken tek insan öbeği, sermayedar sınıftır. Bu yüzden tüm silahlarımızı, en önemlisi de düşünce silahımızı birbirimize, yani kendimize değil onlara, başkalarını sömürerek yaşayan bu kan emici sınıfa doğrultmalıyız.
Ve son bir söz: İşçiler kendilerine yapılan kötülükleri kolay unutur, çünkü her gün kötülüğe maruz kalır, sömürülür, haksızlığa uğrar ve aşağılanır, hor görülürler. Alık oldukları için değil, insan kalabilmek için unuturlar. Komünistler ise işçi sınıfının vicdanı ve öfkesi olduğu kadar hafızasıdır.
Biz unutmayız.
Bu yüzden işçi Erol’u katledenlerin kendileri için yapabilecekleri en iyi şey, hayatlarının geri kalanında canla başla devrim olmaması için çalışmaktır.
/././
Çekmeköy’de lüks konut inşaatında göçük: Bir işçi yaşamını yitirdi, bir işçi yaralandı
İstanbul Çekmeköy'deki inşaat alanında meydana gelen toprak kayması sonucu göçük altında kalan bir işçi öldü, bir işçi yaralı kurtarıldı.
Reşadiye Mahallesi Esençile Sokak'taki inşaat şantiyesinde kanalizasyon çalışması sırasında göçük meydana geldi.
Toprak altında kalan 2 işçiyi kurtarmak için olay yerine jandarma, itfaiye, AFAD, UMKE ve sağlık ekibi sevk edildi.
İtfaiye ekiplerinin çalışması sonucu işçilerden Cafer Tülek yaralı olarak kurtarıldı. Tülek, sağlık ekiplerinin olay yerindeki müdahalesinin ardından hastaneye kaldırıldı.
Ekiplerin çalışmaları sonucu toprak altındaki Yasin Tülek'in ise cansız bedenine ulaşıldı.
Olay yerindeki çalışmaların ardından Tülek'in cansız bedeninin Adli Tıp Kurumu morguna kaldırılacağı öğrenildi.
Çekmeköy Kaymakamı Resul Çelik olay yerinde gazetecilere yaptığı açıklamada, saat 13.30'da yapılan toprak kayması ihbarı üzerine bölgeye ekiplerin sevk edildiğini belirtti.
Yaralı kurtarılan işçinin sağlık durumunda “endişelenecek bir şey olmadığını” belirten Çelik, "Diğer kardeşimizle ilgili de arama kurtarma çalışmalarının sonucunu hep birlikte gördük. Şu an olay tamamen adli makamlarımızın talimatları doğrultusunda devam edecek” dedi.
***
Şara'nın Trump'ı ikna çabası: 'İsrail düşmanı olmadığını kanıtlama derdinde, Şam'da Trump Tower istiyor'
Suriye'de yeni cihatçı yönetimin lideri Ahmed Şara, ABD'nin ülkeye dönük yaptırımları kaldırması ve İsrail'le gerilen ilişkilerin yeniden yumuşaması için bir strateji arayışında.
Bazı kaynaklara göre, Şara, bu hafta Orta Doğu gezisi yapacak olan ABD Başkanı Donald Trump ile yüz yüze görüşmek için fırsat kolluyor.
Şara'yla Trump arasında arabulucuk yapma niyetinde olan bir ABD'li "aktivist", Şara'nın yaptırımların kaldırılması için çeşitli yollar denemeye hazır olduğunu söylüyor. Buna göre, Şara, bunun için Şam'da bir "Trump Tower" (Trump Kulesi) inşa etmeyi bile düşünüyor.
Trump-Şara görüşmesi ayarlamaya çalışıyor
Reuters'ta yer alan habere göre, 30 Nisan'da Şam'da Suriyeli İslamcı hareket mensupları ve Körfez Arap ülkeleriyle birlikte dört saat boyunca Şara ile görüşen Amerikalı Trump yanlısı "aktivist" Jonathan Bass, bu hafta Trump'ın Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ziyareti sırasında iki lider arasında tarihi bir görüşme ayarlamaya çalışıyor.
Suriye'nin cihatçı yeni yönetimi, Beşar Esad döneminde getirilen ABD yaptırımlarından kurtulmak için Washington tarafından belirlenen koşulları uygulayamıyor. Bass, Trump'ı, hala ABD tarafından terörist olarak tanımlanan Şara ile aynı odaya sokmanın, "Washington yönetiminin Şam hakkındaki düşüncelerini yumuşatmaya ve Suriye ile İsrail arasındaki giderek gerginleşen ilişkiyi yatıştırmaya yardımcı olabileceğini" umduğunu söylüyor.
Bass, burada Trump'ın 2019'da Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) ve Güney Kore arasındaki silahsızlandırılmış bölgede KDHC lideri Kim Jong Un ile bir araya gelmesi gibi, uzun süredir devam eden "ABD dış politika tabularını çiğneme" geçmişine güveniyor.
'Şara'nın istedikleri İsrail için de iyi'
"Şara, ülkesinin geleceği için bir iş anlaşması istiyor" diyen Bass, bunun enerji işletmesi, İran'a karşı iş birliği ve İsrail ile angajmanı kapsayabileceğini belirtti.
Bass, "Şara bana Şam'da bir Trump Kulesi istediğini söyledi. Komşularıyla barış istiyor. Bana söyledikleri bölge için iyi, İsrail için iyi" dedi.
Şara'nın ayrıca Trump ile kişisel bir bağı olduğunu öne sürdüğünü aktaran Bass, bunun nedenini şöyle paylaştı: "İkisi de vuruldu ve hayatlarına yönelik girişimlerden kıl payı kurtuldular."
Suudi Arabistan'da bir görüşme olabilir mi?
Suriye, devlet başkanlığına göre Şara, dün Suudi Arabistan'ın fiili hükümdarı Veliaht Prens Muhammed bin Selman ile görüştü.
Şara'ya yakın bir kişi daha sonra Suudi Arabistan'da bir Trump-Şara görüşmesinin mümkün olduğunu ancak Şara'nın davet alıp almadığını teyit etmeyeceğini söyledi.
Kaynak, "Görüşmenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği son ana kadar bilinmeyecek" dedi.
Konuya ilişkin yapılan değerlendirmelere göre, Trump'ın yoğun programı, öncelikleri ve Trump'ın ekibinde Suriye ile nasıl başa çıkılacağı konusunda bir fikir birliğinin olmaması göz önüne alındığında, ABD Başkanı'nın bölgeye yapacağı ziyaret sırasında bir Trump-Şara görüşmesi pek olası görünmüyor.
Devam eden çalışmalara aşina bir kaynak, Trump'ın ziyareti haftasında bölgede üst düzey bir Suriye-ABD toplantı yapılması planlanıyordu ancak bu toplantı Trump ile Şara arasında olmayacaktı.
'Washington Şara'ya hâlâ mesafeli'
Washington şu ana kadar henüz tutarlı bir Suriye politikası oluşturup açıklamadı. Ancak politika yapımına aşina bir ABD yetkilisi de dahil olmak üzere üç kaynak, yönetimin Şam ile ilişkilere giderek daha fazla "terörle mücadele" perspektifinden baktığını ifade etti.
Kaynaklardan ikisi, "Bu yaklaşım, geçen ay Washington ile Suriye Dışişleri Bakanı Esad el Şibani arasında New York'ta gerçekleşen ve Dışişleri Bakanlığı'ndan üst düzey bir terörle mücadele yetkilisinin de katıldığı bir toplantıda ABD heyetinin yapısıyla örneklendi" dedi.
Görüşmede, ABD yetkilileri, Washington'un Şam'ın attığı adımları, özellikle de ABD'nin ordudaki üst düzey görevlerden yabancı savaşçıları çekme ve mümkün olduğunca çoğunu sınır dışı etme talebini yetersiz bulduğunu Şibani'ye ilettiler.
Kaynaklardan biri, ABD Hazine Bakanlığı'nın o zamandan beri Suriye hükümetine kendi taleplerini ilettiğini ve şart sayısını ondan fazlaya çıkardığını söyledi.
ABD Dışişleri Bakanlığı ise, toplantıya ABD tarafından kimlerin katıldığını açıklamayı reddetti ve özel diplomatik görüşmeler hakkında yorum yapmadı.
Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü James Hewitt ise, Suriye'nin geçici yetkililerinin eylemlerinin ABD'nin gelecekteki desteğini veya olası yaptırımların hafifletilmesini belirleyeceğini söyledi.
Şara İsrail'e tehdit olmadıklarını Trump'a göstermek istiyor
Suriye'nin Washington'a yaptığı tekliflerin temel amaçlarından biri, ülkenin, Beşar Esad'ı geçen yıl devrilmesinden bu yana Suriye'deki hava saldırılarını artıran İsrail için bir tehdit oluşturmadığını iletmek. İsrail'in kara kuvvetleri güneybatı Suriye'deki toprakları işgal ederken, İsrail hükümet Suriye'yi merkezsiz ve izole tutmak için ABD'ye lobi yaptı.
İsrail, bu askeri operasyonlarla Suriyeli azınlık gruplarını korumayı amaçladığını iddia etti. Suriye yönetimi ise, İsrail saldırılarının gerilimi tırmandırdığını vurguladı.
Şara geçen hafta, gerginliği yatıştırmak amacıyla İsrail ile BAE üzerinden dolaylı müzakereler yapıldığını doğruladı.
Bass, Şara'nın ayrıca kendisine Suriye ile İsrail arasında İsrailli ve Suriyeli yetkililer arasında doğrudan bir görüşmeye yol açabilecek mesajlar iletmesini söylediğini aktardı.
Ancak İsrail, kısa süre sonra, İslamcı silahlı gruplarla çatışmalar sırasında ülkenin Dürzi azınlığını korumak için Suriye yöneticilerine bir mesaj olarak tanımladığı devlet başkanlığı sarayı yakınlarındaki saldırı da dahil olmak üzere saldırıları yeniden başlattı.
Bass, "Şara İsraillilere zeytin dalı gönderdi. İsrail füzeler gönderdi. Bu ilişkiyi çözmeye yardımcı olması için Trump'a ihtiyacımız var" dedi.
***
Fransa iddiaları reddediyor: Üç Avrupa lideri Kiev dönüşünde kokain mi kullandı?
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un İngiltere ve Almanya liderleriyle bir tren yolculuğu sırasında beyaz tozla dolu bir paketi sakladığı video internette hızla yayıldı.
Videoda Macron, Kiev ziyareti sonrası Ukrayna'dan Polonya'ya giden bir trende İngiltere Başbakanı Keir Starmer ve Almanya Başbakanı Friedrich Merz ile toplantıda görülüyor. Macron, toplantı sırasında beyaz paketi sağ eliyle masadan alırken ve ardından masanın altında sol eline aktarırken görülüyor.
Üçlünün "bir torba kokain saklamaya" çalıştığı öne sürülen videoda, liderlerin Kiev'den dönerken Macron'un kokain olduğu düşünülen şüpheli bir beyaz tozu cebine attığına, Merz'in ise bir kaşığı sakladığına işaret edildi.
İddiayı ortaya atanlar arasında ünlü ABD'li muhafazakar sunucu Alex Jones da vardı. Jones, X hesabından videoyu paylaşarak, "GELİŞEN SKANDAL: Macron, Starmer ve Merz Kiev'den dönerken videoya alındı. Masanın üzerinde bir torba beyaz toz. Macron hemen cebine atıyor, Merz kaşığı saklıyor. Hiçbir açıklama yapılmadı. Kokain tutkunu olduğu bilinen Zelenskiy onları yeni ağırlamıştı. Üç 'lider' de tamamen çıldırmış gibi görünüyor" diye yazdı. (https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-05/2gegp6rjicxwfupf.mp4)
Fransız medyası ve Cumhurbaşkanlığından yalanlama
Video sosyal medyada viral hale gelince, Fransız medyası bir açıklama yayınladı. Fransız gazetesi Libération iddiaları asılsız olarak nitelendirdi ve Macron'un bir mendil tuttuğunu ve Merz'in elinde uyuşturucu kullanma araçları değil, bir içecek karıştırıcısı olduğunu savundu. Medya kuruluşu kokain spekülasyonlarını bir "komplo teorisi"nin parçası olarak nitelendirdi.
Fransa cumhurbaşkanlığı sarayı Élysée de, resmi hesabından açıklama yaparak iddiayı reddetti. Paylaşımda, "Avrupa Birliği rahatsız edici hale geldiğinde, dezenformasyon basit bir mendili uyuşturucu gibi gösterecek kadar ileri gidiyor. Bu sahte haberler Fransa'nın hem yurt dışında hem de yurt içinde düşmanları tarafından yayılıyor. Manipülasyona karşı uyanık olmalıyız" denildi.
İngiliz ve Alman hükümetleri ise henüz kokain iddialarına yanıt vermedi.
Avrupa liderleri Kiev'e gitmişti
Macron, Merz ve Starmer, Polonya Başbakanı Donald Tusk ile birlikte Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenskiy ile görüşmek üzere Ukrayna'ya gitmişti.
İngiltere ve Fransa'nın kurduğu "gönüllüler koalisyonu" olarak adlandırdığı bir ittifakın parçası olan dört ülke, Rusya'yla Ukrayna arasında süren üç yıllık savaşta ateşkesi kabul edene kadar Rusya'ya baskıyı artırma sözü vermişti. Bu, dört Avrupa ülkesinin liderlerinin Ukrayna'ya ilk ortak ziyaretiydi.
Video, Marcon, Starmer ve Merz'in gece dönüş yolculuğu sırasında kaydedildi. 10 Mayıs'ta Fransa cumhurbaşkanı, Le Parisien'e Fransa'nın ortaklarını Rusya'ya karşı savaşında Ukrayna'yı desteklemenin olası yolları konusunda ikna ettiğini belirtmişti.
***
Son 45 güne dair düşünceler (II) -Engin Solakoğlu-
Bu karşıtlaşmanın sonucunu belirleyecek olan temel etken halkın haklı öfkesinin bilinçle örgütlenmesi olacaktır. Bu sürece şu veya bu yönde müdahil olmaya kalkışacak “dış güçler” mutlaka olacaktır ama bunun kitlede anlamlı bir karşılık görmesi ya da caydırıcı etki yapması olanaksızdır.
Geçen hafta 19 Mart’tan sonra yaşananlara dair düşüncelerimin bir bölümünü paylaşmış, kendimce Akepe rejimine karşı yükselen isyanın gerekçelerini sıralamaya çalışmıştım.Bu hafta ikinci ve son bölümü sunuyorum. Rastlantıya bakın ki, aşağıda okuyacağınız bölümün konusu olan “açılım” bağlamında önemli gelişmelerin olduğu bir ana denk geldi bu kısım.
Ekonomik güçlükler, kültürel dayatmalara gösterilen tepki gibi unsurların yanında 19 Mart sonrası yaşananların üçüncü sebebine değineceğim. AKP-MHP ortaklığının ismi ve kapsamı belirsiz “açılım” siyaseti, nüfusun büyük bölümünü oluşturan Türk halkında tepki yaratmıştır. Sokağa çıkan kitlelerde yaygın olarak tanık olduğumuz milliyetçi ve PKK karşıtı sloganların açıklaması budur. Bu arada toplumda yükselen Türk milliyetçiliği eğilimine rağmen “açılım”ın öncülüğünü yürütme görevi verilen MHP'nin kitlesinin partiden hızla uzaklaştığı ve çok sayıda yeni ve muhalif örgütlenme çabasına girdiği not edilmelidir. Bu da iktidar bloğunun geleceği ve kalıcılığı bakımından olumsuz bir gelişmedir.
Diğer yandan “açılım”ın Kürt halkında da geleceğe yönelik bir umut yaratmadığını vurgulamak gerekir. Kürt halkı adına siyaset yaptığını söyleyen parti ve örgütlerin bütün çabasına karşın özellikle Batı’da, büyük kentlerde yaşayan Kürtler için ülkenin bütününü kaplayan Akepe karanlığından, sömürüden, yoksulluktan, adam kayırmacılıktan, dinselleştirmeden ve umutsuzluktan kurtulmak öncelikli hedeftir. Bunlar gerçekleşmeden Kürt halkının ezici çoğunluğunu oluşturan emekçi kesimin hayatında anlamlı bir değişiklik beklemek gerçekçi değildir. Siyasal bilinç düzeyi ülke ortalamasının hayli üzerinde olan Kürt emekçisi bunu bilecek deneyime sahiptir.
Sorunun özüne bakacak olursak, PKK’nin kendini feshetmesi diye adlandırılan sürecin örgütün isim ve kısmen nitelik değiştirmesinden ibaret kalacağı açıktır. Suriye’de elde edilen avantajın silahsız sürdürülebilmesi mümkün değildir. Mesele büyük ölçüde silahların bundan böyle kimin için ve kime karşı kullanılacağıdır. Bu konunun ayrıntısına girmek yerine şu yazımı hatırlatmakla yetineceğim.
Bu işin sonu nereye varır sorusuna yanıt vermek kolay değil. Yine de bu bahsi kapatabilmek için aşağıdaki birkaç düşünceyi sıralamakta yarar var.
Akepe ve ortağı 23 yıl sonunda büyük ölçüde denetim altına aldığı güvenlik ve adalet mekanizmalarını kitlesel protestoları ve başkaldırı eğilimlerini ezmek için kullanacaktır. AKP bir yandan da düzen içi muhalefeti evcilleştirecek, esasen haklı sebeplerle CHP’ye tümüyle angaje olmaktan kaçınan eylemci kitleden uzaklaşmasını sağlayacak adımlar atmayı sürdürecektir.
Bu noktada karşımıza çıkacak soru şudur: CHP protestocu kitleyi çeşitli yöntemlerle bezdirecek ve sokağı eve göndererek hangi koşullarda yapılacağı belli olmayan bir seçimi beklemeye mi zorlayacak yoksa giderek büyüyen meşru bir öfkenin yarattığı kitlesel dalgayı arkasına alarak iktidarı sarsmaya devam mı edecektir?
CHP tarihini ve yapısını bilenler için birinci olasılık daha güçlü görünmektedir. Bununla birlikte tarihin sürekli tekerrür edeceğini düşünmek de yanıltıcı olabilir. Tepkisini doğru bir zeminde örgütlediği takdirde Türkiye toplumunun değişim talebi AKP’yi de CHP’yi de sollama hatta devre dışı bırakma potansiyeline sahiptir.
Şimdi biraz da yaşananların dış politikayı ilgilendiren boyutlarına bakabiliriz.
AKP’nin 23 yıllık iktidarının temel özelliklerinden biri dış politikada önceki iktidarlara kıyasla daha esnek davranabilmesidir. AKP yeri geldiğinde AB yanlısı, yeri geldiğinde ABD müttefiki, yeri geldiğinde ise Rusya’ya yakın, yeri geldiğinde Çin’in önemli ticari ortağı olabilmektedir. Esasen bu davranış kalıbı AKP’ye özgü bir “beceri” olmaktan ziyade değişen dünya konjonktürüyle bağlantılıdır. ABD hegemonyasındaki zayıflama, Putin liderliğinin Rusya’yı yeniden dünya sahnesinde etkin hale getirmesi ve Çin’in ekonomik bir kutup olarak ortaya çıkması Türkiye ölçeğindeki ülkelerin hareket alanlarını genişletmiştir. Artık birkaç küçük istisna dışında hiçbir ülke şu veya bu süper gücün sadık “memuru” görüntüsü vermemektedir. AKP’nin bu alandaki göreli başarısı kısmen de iktidarının uzunluğuyla ilgilidir. 23 yıl içerisinde dünyada ve bölgemizde pek çok sarsıcı gelişme olmuş, AKP de politikalarını buna göre ayarlamak zorunda kalmıştır.
AKP’nin 2023 seçimleri sonrasında rotasını yeniden Batı’ya çevirmesi genel bir beklentiydi ve gerçekleşti. Uluslararası gelişmelerin tozu dumanı ve AKP’nin kendisini “anti-emperyalist“ bir parti olarak tanımlamasına dayanan propaganda bombardımanı arasında zaman zaman unutulan birkaç gerçeği anımsatarak başlayalım. Türkiye bir NATO ülkesidir. Ülkede çok sayıda ABD üssü bulunmaktadır. 1952’den beri Avrupa Konseyi üyesidir ve Konsey çatısı altında faaliyet gösteren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraftır. 1996 yılından beri AB ile Gümrük Birliği’ndedir. Bu sonuncusunun doğal sonucu olarak dış ticaretinin yaklaşık yarısını AB ülkeleriyle gerçekleştirmektedir. Türkiye’deki sabit sermaye yatırımlarının kayda değer bölümü Almanya, Fransa, Hollanda ve Belçika gibi ülkelerde kurulu şirketlere aittir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullandığı her türlü malzeme NATO standardında olmak zorundadır. Bu itibarla yerli silah sanayi ne kadar gelişmiş olursa olsun, her türlü silah ve askeri teçhizat alımının doğal adresi Batı’dır.
Bu genel duruma uymayan birçok örnek bugüne kadar kalıcılığı tartışmalı istisnalar olmanın ötesine geçmemiştir. Şimdi bu tabloyu hatırda tutarak 19 Mart sonrası yaşanan toplumsal hareketlerin dış yansımalarını değerlendirebiliriz.
Kendi demokratik erdemleri sorgulanmaya muhtaç ABD’deki Trump yönetimi bakımından Türkiye’deki demokrasinin niteliği, iktidarın ne yolla değişeceği ya da değişmeyeceği gibi meseleler önemsizdir. Bunu olayları takip eden günlerde iki ülke arasındaki temaslarda verilen mesajlarda gördük. ABD bakımından önemli olan ortağın istikrarlı ve verilen talimatları yerine getirebilecek kudrette bir yönetime sahip olup olmadığıdır.
ABD’nin Ortadoğu’da yeniden çizmeye kalkıştığı harita bakımından Türkiye’nin önemi eşsizdir. Türkiye’deki bir iktidar değişikliği en iyi ihtimalle planın yürütülmesinde gecikmelere yol açacağı için arzu edilmez. Bununla birlikte, taktik hatalarla kendisini zayıflatan ve toplumsal desteğini yitiren bir ortakla yol yürümenin de riskleri olur. AKP’nin 19 Mart bağlamında ABD’den almış göründüğü destek koşulsuz ve sürekli değildir. İktidarın topallaması artarsa o destek bir çırpıda ortadan kalkabilir ve devreye yedek oyuncular girebilir.
Benzer bir durum AB için de geçerlidir. Son 75 yıldır bütün dünyaya demokrasi nutku atma konusunda uzmanlaşan Avrupa, AB üye adayı ve Avrupa Konseyi üyesi olan Türkiye’deki gelişmelere dair son derece zayıf ve içeriksiz tepkiler vermekle yetinmiştir. Kaldı ki, özellikle Ukrayna ve Filistin sorunlarıyla ilgili olarak kendi halklarının sesine dahi kulak vermeyen ve evrensel insan hakları ilkelerinden koşarak uzaklaşan Sermaye Avrupası’nın bu konuda bir inandırıcılığı da kalmamıştır. Oysa istediği takdirde Avrupa AKP rejiminin canını acıtabilecek enstrümanlara sahiptir. Bunların başında da Avrupa Konseyi’nden ihraç silahı gelmektedir. Avrupa, AKP’nin AİHM kararlarını uygulamamak konusundaki tavrına karşı örneğin Rusya’ya karşı tereddütsüz uyguladığı cezalandırma mekanizmalarını kullanmaktan kaçınmıştır. Bunun sebeplerini de aşağıda açıklamaya çalışalım.
Brüksel esasen Türkiye bağlamında iki noktaya odaklanmıştır. Bunlardan birincisi Gümrük Birliği’dir. Türkiye gelişkin bir sınai altyapıya ve verimliliği yüksek bir emekçi sınıfına sahiptir. Grev hakkını kullanamayan, gerçek anlamda örgütlenmeleri engellenen Türkiye’nin emekçileri düşük ücretlerle Avrupa sermayesi için 7/24 üretmektedir. Küresel bir sorun olan lojistik Türkiye ve AB arasında mesele değildir. Çerkezköy ve Çorlu gibi büyük üretim merkezleri ile AB arasındaki mesafe 100 km civarındadır. Örneğin pandemi nedeniyle çalışması aksayan limanlar veya Yemen’deki Husiler’in Bab-ül Mendep boğazını cehenneme çevirmeleri iki taraf arasındaki doğrudan ticaret üzerinde doğrudan bir sorun yaratmamaktadır.
İkinci nokta Geri Kabul Anlaşmasıdır. Avrupa siyasi rejimlerinin birincil tehdit olarak gördükleri kitlesel düzensiz göç hareketlerinin en önemli geçiş noktalarından biri olan Türkiye bu anlaşmayla Avrupa’ya benzersiz bir hizmette bulunmuştur. Bunun aksamadan devamı Avrupa için çok önemlidir. Üstelik mesele salt göçün durdurulmasından ibaret değildir. Ülkelerinden çıktıktan sonra Türkiye’ye sıkıştırılan göçmen kitleleri Türkiye’de işgücünün ucuzlamasını sağlamaktadır.
Bu iki noktaya eklenebilecek üçüncü bir nokta ise muhayyel “Avrupa Ordusu”na Türkiye’nin yapacağı katkıdır. Türkiye hem görece gelişkin silah sanayii hem de Avrupa’ya kıyasla çok daha geniş ve “ucuz” insan kaynağıyla bu planın ağırlıklı bir unsuru olmaya adaydır.
Kendi halkının sırtından Avrupa’ya bu kadar faydası dokunan bir iktidarın değişmesi Avrupa bakımından tercih edilmez. AKP’nin iktidara gelmesi, yerleşmesi ve normalleştirilmesi için yoğun emek harcayan Brüksel bütün bu emeğinin bir anda heba olduğunu görmek istemeyecektir. Zira AKP’nin yerine gelmesi beklenen CHP iktidarı dahi, her vesileyle ilan ettiği Batı kurumlarına olan bağlılığı ve zihinsel bağımlılığına rağmen, yoğun bir toplumsal baskıya maruz kalacak ve özellikle Geri Kabul Anlaşması konusunda Avrupa’yla pazarlık etmeye zorlanacaktır.
Ancak ABD ile ilişkilerde geçerli olan olgu AB’nin yaklaşımı için de geçerlidir. AKP’nin bu desteği almayı sürdürebilmesi için krizi yönetebildiğini göstermesi gerekecektir. Başka bir deyişle destek ehliyete ve AKP’nin yeniden bir toplumsal meşruiyet ve rıza üretebilme kapasitesine bağlıdır.
Son dönemde yaşanan soğumaya ve özellikle S-400’ler konusunda büyümesi beklenebilecek krize rağmen Rusya’nın AKP’nin iktidardan gitmesini isteyeceğini düşünmek yanlış olur. İktidar alternatifi gibi görünen CHP açıkça “Batıcı” bir yaklaşıma sahip olduğundan Moskova’nın tercih edeceği bir parti değildir. Yalnız SSCB döneminin mirasını ve hafızasını da üstlenme iddiasındaki Rusya şunu da bilmektedir. Türkiye’de hiçbir iktidar Rusya’yı doğrudan karşısına alacak bir dış politika yaklaşımı benimsemeyecektir ve ilişkiler zamanla doğal sayılabilecek bir mecraya oturacaktır. Bu yüzden de Rusya bakımından AKP’nin kredisinin sonsuz olduğu söylenemez.
Şimdi bütün bu derlemeden ne sonuç çıktığına bakabiliriz. AKP’nin ülkedeki rejimi yeniden ve kendi çıkarlarına göre dizayn etmeye yönelik 19 Mart operasyonunu yaparken dış dünyadan belirleyici ve kapsamlı bir tepki almayacağını bilerek hareket ettiğine kuşku yoktur. Ancak buradan, şu veya bu ülkenin bu hareketin tetikleyicisi veya cesaretlendiricisi olduğu sonucunu çıkartmak yanıltıcı olur.
Buna karşılık, AKP’ye karşı gösterilen toplumsal direnç ve iktidarın yönetme becerisindeki bariz zaafların, Türkiye’nin belli başlı dış ortaklarının “pazarlık gücünü” artıracağı kesindir. Zayıflayan bir yönetimin, dış politikada taviz verme eğiliminin güçleneceği ve ülkenin temel hak ve çıkarlarını daha fazla pazarlık konusu yapacağı da tahmine müsaittir. AKP’yle birlikte yol yürümek isteyen dış güçler bir yandan iktidarın kalıcılığını tartarak ihtiyatlı davranacaklar, bir yandan da bu durumdan kendi çıkarları doğrultusunda azami ölçüde yararlanmanın yollarını arayacaklardır.
Türkiye’de 19 Mart operasyonunun veya buna gösterilen kitlesel tepkinin ardında “dış güç” aramaya kalkışmak derin bir fikri yoksulluk işareti olduğu kadar Türkiye halkına da saygısızlıktır. Karşımızda, neredeyse 150 yıldır şu veya bu şekilde sandık alışkanlığı ve görece demokratik bir kültür edinmiş, üstelik son yıllarda alabildiğine yoksullaştırılmış ve öfkesini büyütmüş bir halk ile onu aç bırakarak paslı bir demir kafese kapatmak isteyen siyasal bir iktidar bulunmaktadır.
Bu karşıtlaşmanın sonucunu belirleyecek olan temel etken halkın haklı öfkesinin bilinçle örgütlenmesi olacaktır. Bu sürece şu veya bu yönde müdahil olmaya kalkışacak “dış güçler” mutlaka olacaktır ama bunun kitlede anlamlı bir karşılık görmesi ya da caydırıcı etki yapması olanaksızdır.
Unutmayalım ki, birçok ülkedeki benzeri olaylarda gördüğümüzün aksine, Türkiye’de sokağa çıkan kitleler içinde ne Rusya ne ABD ne de AB bayrağı taşıyan tek bir kişi bile yoktur. Kitlelerin ana motivasyonu bundan 106 yıl önce belirlenmiş bir hedef olan “tam bağımsızlıktır”.
Türkiye bunu başarabilecek bir halka ve altyapıya sahiptir.
/././
TÜSTAV’ın ilk Kürtçe çalışması: Jiyana Nîvkuştiyan ve Diyarbakır'da emek mücadelesi -Özkan Öztaş-
Salih Şimşek’in anılarıyla Jiyana Nîvkuştiyan, TÜSTAV’ın ilk Kürtçe kitabında bir dönemin mücadele ve tanıklığı edebi bir dille hayat buluyor.
Salih Şimşek’in kaleminden dökülen Jiyana Nîvkuştiyan, Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı’nın (TÜSTAV) Kürtçe yayınlanan ilk eseri olarak tarihe not düşüyor. Bu kitap, yalnızca bir anı toplamı değil, aynı zamanda bir dönemin toplumsal ve siyasal çalkantılarının, emek mücadelesinin ve Kürt coğrafyasındaki direnişin edebi bir yansımasını teşkil ediyor.
Şimşek’in hayat hikâyesine yaslanan bu çalışma, acının, yokluğun ve umudun iç içe geçtiği bir coğrafyada, bir insanın ve bir halkın mücadelesini zarif bir dille anlatıyor.
"Diyarbakır’da 1975’te TÖB-DER, 1977’de TKP üyesi olan Salih Şimşek’in kitabı Sêyîneya Jiyana Nîvkuştiyan / Yarı Öldürülmüşlerin Yaşamı Üçlemesi adından anlaşılacağı üzere üç bölümden oluşuyor;
1- Evîna Azadiyê / Özgürlük Sevdası (1953-80)
2- Zîndana Amedê Dojeha Rûerdê / Diyarbakır Zindanı Yeryüzü Cehennemi (1980-84)
3- Hêviyên Nîvco Mayî – Yarım Kalmış Umutlar (1984 sonrası)"
Kitabın TÜSTAV'ın sitesindeki tanıtımında bu ifadeler yer alıyor.
Ama kitabın Türkçesi için "Yarım Bırakılmış Hayatlar Üçlemesi" demek daha doğru olacaktır diye düşünüyorum.
Bir hayat, bir dönem: Salih Şimşek’in yolculuğu
1953’te Diyarbakır’ın Çınar ilçesinde dünyaya gözlerini açan Salih Şimşek, çocukluğundan itibaren yokluk ve acıyla yoğrulmuş bir hayatın izlerini taşır. Dicle’nin kıyısında tuğla işçiliğiyle başlayan çocukluk yılları, onun emek dünyasıyla erken yaşta tanışmasına vesile olur. Bu tanışıklık, Şimşek’in karakterini ve mücadele azmini şekillendiren bir mihenk taşıdır.
Diyarbakır Öğretmen Okulu’ndan mezun olduktan sonra, 1975’te öğretmenliğe adım atan Şimşek, dönemin en etkili öğretmen sendikalarından TÖB-DER saflarında yer alır. 1973 Lice depremi sonrası dayanışma derneği kurarak afetzedelerle omuz omuza çalışır; bu, onun toplumsal sorumluluk bilincinin ilk yansımalarından biridir.
Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) 1977’de yayımladığı dergilerde yazılarıyla ve emeğiyle yer alan Şimşek, aynı zamanda Kürt illerinde emek mücadelesinin ön saflarında koşar. Ancak 1980 darbesi, bu mücadele dolu yılları keskin bir kırılmayla gölgeler. Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nin karanlık koridorlarında yaşananlar, Şimşek’in hem tanık hem de mağdur olduğu bir trajediye dönüşür.
1991’de ise “Komünizmle Mücadele” yasaları kapsamında, 141-142. maddelerden yargılanır. Tüm bu çetin süreçlere rağmen kalemi elinden düşürmez; yazılar, kitaplar ve nihayetinde Jiyana Nîvkuştiyan ile mücadelesini kâğıda döker.
Bir dönemin aynası: Toplumsal ve siyasal tanıklık
Jiyana Nîvkuştiyan, Şimşek’in kişisel hatıralarını merkeze alarak, 1960’lar ve 70’lerin Türkiye’sinde, özellikle Kürt coğrafyasındaki siyasal ve toplumsal dalgalanmaları ustalıkla resmediyor.
Terzi Niyazi Tatlıcı ustanın dükkânında yankılanan sohbetler, Diyarbakır’ın kendine özgü siyasal iklimi, Kürt aydınları, yazarları ve siyasetçileriyle kurulan bağlar, Şimşek’in politik dünyasının derinleşmesine zemin hazırlar. Öğretmenlik yılları, devrimci hareketlerin Kürt illerinde kültürel çalışmalara ağırlık verdiği bir döneme denk gelir. DDKO, DDKD, Rizgari gibi oluşumlar, Kürtçe yayımlanan dergiler ve politik tartışmaların merkezi olan kitabevleri, Şimşek’in hayatındaki dönüm noktaları olur.
Kitap, dönemin önemli olaylarını Şimşek’in gözünden yeniden canlandırıyor: Türkeş’in Diyarbakır ziyaretinin hüsrana dönüşü, Lice depremi, Dicle ve Bingöl’deki TÖB-DER örgütlenmeleri, Antep’te Behice Boran’la yapılan buluşmalar, TKP’nin Diyarbakır’daki faaliyetleri…
1977’de Mehdi Zana’nın Diyarbakır Belediye Başkanı seçilmesi ve aynı yıl Taksim 1 Mayıs’ı, bölgedeki siyasal atmosferi şekillendiren iki kritik moment olarak öne çıkıyor. Ağrı, Erzurum, Kars gibi şehirlerdeki TÖB-DER ve parti çalışmaları, Politika dergisi, Sosyalist Gençlik Birliği, TİP ve TSİP’in Kürt illerindeki faaliyetleri, Şimşek’in tanıklıklarıyla yeniden hayat buluyor.
Kültürel dokunuşlar ve insan hikâyeleri
Jiyana Nîvkuştiyan, yalnızca politik bir anlatı değil, aynı zamanda kültürel anekdotlar ve insan hikâyeleriyle zenginleşmiş bir eser. 8 Mart 1978’de Diyarbakır sokaklarında İGD’nin astığı Nâzım Hikmet şiiri, 1979’da Nâzım için düzenlenen anma etkinlikleri, Kamuran Bedirxan’ın Nâzım’la diyalogları, Kürt aydınlarının Marx ve Engels’ten alıntılarla sınıf mücadelesine katkıları… Bu detaylar, dönemin ruhunu okura capcanlı hissettiriyor. Şimşek’in kalemi, bu anekdotları işleyerek, okuru hem düşündürüyor hem de dönemin ruhuna değmesini sağlıyor.
1980: Bir büyük kesinti
Kitap her ne kadar bir üçleme olsa da esasında siyasi anlamda anlatı 1980 darbesiyle ikiye ayrılıyor: Darbe öncesi ve sonrası.
1980, yalnızca Şimşek’in değil, bir halkın ve bir mücadelenin üzerine karanlık bir gölge düşürüyor. Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi, faşizmin ve zulmün en acımasız yüzünü sergiliyor. Şerafettin Kaya’nın Diyarbakır’da İşkence kitabıyla dünyaya duyurduğu vahşet, Esat Oktay Yıldıran’ın adıyla özdeşleşen işkence yöntemleri ve Şimşek’in bizzat tanık olduğu ölümler, bu bölümde yürek burkuyor.
Bayrak ve İstiklal Marşı eşliğinde uygulanan işkenceler, “Bu memleket sizin değil” söylemiyle sistematik bir şekilde yerleştirilen aidiyetsizlik duygusu, devrimcilerin ülkeyle bağlarını koparmayı hedefleyen bir zulmün izlerini taşıyor.
Mazlum Doğan ve Necmettin Büyükkaya gibi Kürt siyasetinin öncü isimleri, Şimşek’in anılarında etraflıca yer buluyor. Kitap, yakın tarihin yaralarını da deşiyor: Halepçe Katliamı, Vedat Aydın ve Musa Anter cinayetleri, Türkiye Birleşik Komünist Partisi dönemine uzanan hatıralar… Her biri, Şimşek’in öznel yorumları ve politik değerlendirmeleriyle zenginleşiyor.
Bu öznellik, kimi zaman yorum farklılıkları ile kimi gerçekleri eğip bükse de hatıraların ve tanıklıkların bir dönemin ruhunu yansıtmadaki gücünü tekrar hatırlatıyor.
TÜSTAV’ın ilk adımı
Jiyana Nîvkuştiyan, TÜSTAV’ın Kürtçe yayıncılıktaki ilk adımı olmasıyla ayrı bir önem taşıyor. Kitap, Diyarbakır Kürt illerinde sınıf mücadelesinin nasıl filizlendiğini, nasıl yaygınlaştığını ve kimlik politikalarının bu mücadelelerin yerini nasıl aldığını gözler önüne seriyor. Politik hafızası güçlü olanlar için bu eser, döneme dair ayrıntı zenginliğiyle tamamlayıcı bir kaynak sunuyor.
Salih Şimşek’in edebi ve içten üslubu, duyarlı ve mücadeleci dille hayat buluyor. Jiyana Nîvkuştiyan, bir dönemin tanıklığını, bir halkın direnişini ve bir insanın kaleminden dökülen umudu okura ulaştırıyor. Bu kitap, sadece bir anı değil, aynı zamanda bir mücadeleyi da aktarıyor okurlara.
/././
Zafer Günü ve Gözyaşım Pıt -Ayşe Şule Süzük-
Bu sistemi devam ettirebilmek için alabildiğince yalan, tahrifat ve yıkım çuvallarını üzerimize boca ediyorlar.
Geçmiş ders verir mi? Pek emin değilim. Geçmişin nasıl hatırlandığı ya da hatırlatıldığı ile ilgili düşünmek gerek. Tarihsel olay ve olgular bugüne, belleklerimize, bugünün ideolojik yeniden kuruluşuna ne şekilde katkı yapar ya da hizmet eder? Ya da bugün dediğimiz kesit hangi tazyikler altında şekillenerek anımsayışların, düşünüşlerin ve eyleyişlerin alt yapısını oluşturur?
Neyi unutmamamız gerekir?
Bireylerin kişisel tarihleri ile toplumun hafızasının iç içe geçtiğini görürüz bazen. Birbiri üzerine kapanan anımsayış derinliği ile toplumsal ve bireysel kavrayış bütünlüklü hâle gelebilir. Bu iyi bir şeydir. Toplumun kalbi ile bireyin kalbi tek bir ritimde atar o vakit. Aidiyetin eriyip şerbetlenerek tatlı tatlı yayılması görkemli bir tamlık duygusu yaratır insanda. Helezonik bir tarih; dünü, bugünü, yarını kucaklayacak gibi olur. Düşünün bakalım bu sözünü ettiğim kucaklaşma dünyada ve ülkemizde hangi tarihsel kesitleri, anları hatırlatıyor size?
Yazılarım kaleme alınmadan önce demleniyor. Önceden fark etmiyordum bunu. Yani kendi içime dışarıdan ve anlamaya yönelik, alıcı gözle bakmıyordum. İnsan bazen aydınlanıveriyor, kavrayışı billurlaşıp, sevinip rahatlıyor. Neyi, neden yaptığımız ya da yaptığımız şeylerin neye, neden yol açtığı özellikle ilginç. Akan bir su gibi her şey her şeye kapı açıyor, her şey her şeyi çağrıştırıyor. Hayır, mistik bir şeyden söz etmiyorum son derece maddi ve diyalektik bir vurgu var dediklerimde.
Bu yazı için yazma konusunu, beni dürtükleyen iç sesimi, beni harekete geçiren çağrışımlar silsilesini anlatmak için ifade etmek istedim. Uzatmayayım. “Pazar Yazısı” günüm değil malum on beş günde bir yazıyorum. Ancak geçtiğimiz günlerde çocuklarla “Hayat Güzeldir” filmini bir kez daha izledim. Film ünlü idi döneminde, İtalyan Roberto Benigni yönetmeni, 1997 yapımı. Bugüne göre eski. Pek çoğunuz izlemiştir. İtalyan faşizmi ve Mussolini’nin yükselişi gölgesinde şekillenen hayatları, 2. Dünya Savaşı’nın başlaması ile toplama kampında nihayetlenen bir baba ve oğulun tatlış ve buruk hikâyesini anlatıyor film, oldukça dokunaklı.
Peki, tamam.
Ancak son sahne, çocuğu kurtaran bir ABD askeri simgesinde askerin yabancılaştıran konuşması ve finito. O sahne öyle bir sahne ki izleyiciye yalnızca ABD askerine minnet duymak ya da onun kollarına atılmak seçeneklerini sunuyor. “Dünyayı kurtaran Yanki, sen çok yaşa!” demeye zorluyor izleyiciyi. 2. Dünya Savaşı yalnızca ABD askerini mi getirmeli akla? Tek ve biricik kurtarıcı figürü o mudur?
Filmin söylemediğini söylemek istedim. Hatırlayış ve tarih konusu işte bu düşünce geçişlerimin, bu çağrışımların sonucu: “Geçmiş hatırlanarak tekrar kurulur.”
Üstelik elimde Vera Panova’nın “Yol Arkadaşlarım” romanı var. Tesadüf bu ya roman tam da 2. Dünya Savaşı’nda SSCB’de bir hastane treninin hikâyesini anlatıyor. Şimdi, yukarıdaki tartışmaya müdâhil olmamam mümkün mü? Romanın karakterleri olan sevgili Danilov’a, Lena’ya, Doktor Belov’a, Yulya Dimitriyevna’ya, Fayna’ya, Ukraynalı Vaska’ya, kolları bacakları kopmuş, faşizmin saldırıları sırasında yaşamını yitirmiş onca insana ne derim ben? Tarihi bunca tahrif ederek topal ördeğe çevirmek yazık değil mi?
“Kuşkusuz toplumlara ait bellek yoktur ama toplumlar üyelerinin belleğini belirler. En kişisel anlar bile sadece sosyal grupların iletişimi ve etkileşimi üzerinden oluşur. Sadece başkalarından öğrendiklerimizi hatırlamayız, aynı zamanda onların anlattıklarını, anlamlı diye vurguladıklarını ve yansıttıklarını da hatırlarız. Her şeyden önce, başkaları tarafından sosyal açıdan belirlenmiş anlamları bağlamında algılarız. Çünkü farkındalık olmadan hatırlamak mümkün değildir.” diyor Jan Assmann, “Kültürel Bellek” kitabında.* Tam da yazdığıma denk düştü.
Hatırlayış aslında yeniden yeniden kurulması gereken geçmişe değil, bugüne dair bir pratik. Onun için 1947 yılı Stalin Ödülü’nü almış bu dayanışma yüklü romanda, romanın mekânı hastane trende insanlığın güzel ve mücadeleci yüzü bakıyor bize. Cepheden ve cephe boyunca yanıp yıkılmış şehirlerden, köylerden yaralılara ulaşan, onları iyileştiren, faşizmle, Nazilerle savaşımda güç veren Sovyet insanları aslında bugüne ve yarına sesleniyor. Muazzam bir donanımla işini ifa eden hastane trene dair minicik bir bölümü romanın dilini görmeniz açısından paylaşıyorum:
“Hastane tren artık cephe hattına gitmiyordu. Bunun için sadece birkaç vagondan ibaret “uçan tren” denilen özel trenler kullanılıyordu. Bunlar daha donanımlı trenlerdi ve “Geçici Hastane Tren” diye isimlendirilmişlerdi. Cepheden yaralıları alıp yakındaki bölge hastanelerine taşıyorlardı. Ve özel trenler yaralıları savaş alanından binlerce kilometre içlere hızlıca taşıyordu. Bu öyküde anlatılan trense yeni sınıflamaya göre tipik bir cephe gerisi hastane treni olmuştu. Cephe treni olması için fazla büyük, fazla savunmasız, fazla maliyetliydi. O mobil hastaneydi, konforlu ve mükemmel donanımlıydı.”**
Hayalinizde canlandırdınız mı? Sonra bugüne gelin: ihanet ve unutuş çağına. İnsanlığın hafızasını boşaltmaya, insanlık tarihinden eşitlikçi sistemleri silmeye, sosyalizmin ismini kazımaya, SSCB deneyimini hiç yaşanmamış gibi ya görmezden gelmeye ya da alabildiğince şeytanlaştırmaya çağıran bugünün insanlık düşmanlarına çevirin başınızı. Orada göreceğiniz büyük bir karanlık, kan, irin, dehşet. İnsanlığın başına örülen kapitalizm belasının doymak bilmez kâr hırsı. Bu sistemi devam ettirebilmek için ise alabildiğince yalan, tahrifat ve yıkım çuvallarını üzerimize boca ediyorlar.
Başa dönersek İtalya’da, Mussolini ve “Hayat Güzeldir” ile başlayan kâbus Reichstag'a kızıl bayrağın dikildiği 9 Mayıs 1945 tarihine kadar devam etti. Pek çok ülkeden yurtsever canla başla faşizme karşı savaştı. SSCB 27 milyona yakın insanını savaşa kurban verdi.
“Çarpışmalarda ölen sivil halkın sayısı da inanılmaz boyuttaydı. Kuşatmadan önce 500 bin olan Stalingrad nüfusu, savaş bitiğinde bine inmişti. (…) Bu yıl da Berlin’deki üç Sovyet Anıt Mezarlığı (Treptow, Tiergarten ve Pankow’dakiler) ziyaretçi akınına uğradı. Fakat anma etkinlikleri yine tartışmalı yasaklamalarla gölgelendi. Berlin yönetimi, bu alanlarda Rusya ve Sovyetler Birliği’ne ait bayrak, sembol ve marşların gösterimini yasakladı. Hatta Sovyetleri çağrıştırabilecek her türlü simge de yasak kapsamına alındı.” ***
Neyi unutmamamız gerekir?
Ama hatırlıyorum, hatırlıyoruz. Ve biliyoruz ki geçmiş ancak kendisiyle ilişki içinde olunduğunda ortaya çıkar. Geçmiş hatırlandığı sürece yalanlara pabuç bırakmaz ve gerçek tüm karaçalıcılara rağmen pırıl pırıl halkların gözlerinde parlar.
Yaşasın Büyük Zafer!
2. Dünya Savaşı’nda faşizme karşı mücadele eden tüm yurtseverleri saygıyla hatırlıyorum. Hatırlamaya devam edeceğim.
*Kültürel Bellek, Jan Assmann, Ayrıntı Yayınları.
**Yol Arkadaşları, Vera Panova, Yazılama Yayınları.
*** https://haber.sol.org.tr/haber/9-mayis-fasizme-karsi-zaferin-80-yili-kutlu-olsun-398121
Hamiş: Geçen haftaki yazımdaki alıntılar Cemil Meriç’in “Bu Ülke” adlı kitabındandır. Yazmayı unutmuşum.
/././
Hindistan-Pakistan savaşının uluslararası bir arka planı var mı?-Erhan Nalçacı-
İngiliz emperyalizminin 60 yıldır kurduğu mekanizma hala çalışıyor ve belki bir dış müdahale gerektirmeden savaş gibi emekçi halk düşmanı politikaları yeniden üretiyor.
Cihatçı ve ayrılıkçı bir çetenin Hindistan’a bağlı Keşmir’de 26 turisti öldürmesinden sonra başlayan savaş her iki devlet de nükleer güç olduğu için henüz kontrollü bir şekilde sürdürülüyor. Ancak nükleer tehdit “yakarız gerekirse dünyayı” tarzında havaya asıldı bir kez.
İki hafta önce uzun bir geçmişi olan Keşmir sorunu Engin Solakoğlu tarafından ayrıntılı şekilde ele alındı. Burada ise ayrıntılara girmekten çok olayın tarihsel arka planını ve Hindistan-Pakistan geriliminin uluslararası boyutunu kısa yazının izin verdiği kadar ele alacağız.
Herkes olayın İngiliz emperyalizminin bir mirası olduğunu yazıp kabul ediyor. İngiltere yerel feodalleri işbirlikçi hale getirerek sömürgeleştirdiği Hindistan’ı İkinci Dünya Savaşı sonrası kontrol edemez hale geldi ve 1947’de bağımsızlık süreci ilan edildi.
Ancak İngiltere birçok eski sömürgesinde yaptığı gibi onlarca yıl boyunca emperyalizmin müdahale edebileceği bir gerilimi ekerek çıktı bölgeden veya başka bir deyişle sömürgeciliğin bitmesine rağmen kısmen de olsa ipleri elinde tuttuğu bir mekanizma yarattı.
Hindistan halkı ortak kökene sahip kadim bir halktır. Ancak kuzey kısmı daha çok Müslüman kavimlerin etkisi ve işgali altında kalmış ve İslamlaşmış, aşağı kısmı ağırlıklı olarak Hindu dinine bağlılığını sürdürmüştür. İngiliz emperyalizmini o dönemde yöneten alçaklar sürüsü ülkeyi din temelli olarak bölerek büyük bir kötülük yaptılar. Pakistan bir din devleti olarak kuruldu ve tam anlamıyla bağımsızlık sürecinin gereği olan burjuva devriminin gereklerini yaşayamadı.
Hindistan’da ise Hindu çoğunluğu ve Müslüman azınlığı ile 20. yüzyıla özgü bir burjuva devrimine tanıklık edildi.
20. Yüzyılın başlıca bir fenomeni emperyalizmin sonu gelmeyen gaddarlığı ve iblisliğine, onların işbirlikçisi feodallere karşı bağımsızlık savaşlarında Sovyetler Birliği’nin desteğinin alınmasıydı. Bu, tarihte son kez ve geçici olarak burjuvaziye bir ilericilik ruhu aşıladı.
Pakistan egemenleri İngiliz ve ABD emperyalizminin Bağdat Paktı gibi kuruluşlarına katılır ve karşı-devrimci bir pozisyon alırken Hindistan Bağlantısızlar Hareketi’nin öncülerinden oldu.
Bağlantısızlar Hareketi 1955 Bandung Konferansı ile kendini gösterdi, sosyalist olmayan ancak ABD ve İngiliz emperyalizmine karşı kendi ulusal çıkarlarını Sovyet desteğini alarak korumaya çalışan burjuva devrimlerine yaslanıyordu.
Hindistan ve Sovyetler Birliği arasında bu koşullarda çok yönlü işbirliği yaşandı. Silah temini başta olmak üzere ticaretten uzay çalışmalarını kapsayacak şekilde kültürel işbirliği programlarına kadar geniş bir yelpazede dayanışma gelişti aralarında. Bu dönemin ürünü olan ve Sovyet-Hindistan Nakliye Hattı’nın 25. Yılı anısına basılan Sovyet pulu aşağıda görülüyor.
Şekil 1: Sovyet-Hindistan Nakliye Hattı’nın 25. Yılı anısına 1981 yılında basılan Sovyetler Birliği pulu görülüyor.Afganistan’da 1978 Devrimi sonrası İngiltere’nin bölgede kurduğu mekanizma yeni bir özellik kazanacaktı. Emperyalizm Sovyetler Birliği tarafından desteklenen Afganistan devrimini boğmak ve Sovyetler Birliği’ni gerici bir kuşatma altına almak için İslamiyet’e dayanan ülkeleri ve kendi yönlendirmesindeki cihatçı çeteleri kullanacaktı. CIA ve İngiliz haber alma teşkilatı adeta bir emperyalist bir teknoloji geliştirmişler, cihatçı çeteleri uzaktan kumanda edebilecekleri ve yönlendirebilecekleri bir kıvama getirmişlerdi.
Yeşil Kuşak adı verilen bu kuşatma en çok Pakistan halkını vurdu. Pakistan Suudi parasıyla cihatçı çetelerin lojistik üssü haline geldi. Seçilmiş Devlet Başkanı Butto’yu askeri darbe ile deviren ve idam ettiren Ziyaülhak 1980’lerde Türkiye’yi Yeşil Kuşak’a katan 12 Eylül faşist darbesinin lideri Kenan Evren’in dostu olacak, Türkiye’de kendisine fahri doktora unvanı verilecekti.
Pakistan bu emperyalist müdahale nedeniyle hala her emperyalist merkezin delegelerinden oluşan ve çatışma halindeki klikler tarafından yönetiliyor.
Günümüz olaylarını anlamak için o yıllarda bir başka uluslararası dinamiğin Hindistan-Pakistan gerilimine nasıl yansıdığına bakmamız gerekiyor. Çok kısaca Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti arasında başlayan sürtüşme Çin’in 1970’li yıllarda Sovyetler Birliği’ne karşı ABD ile müttefik olmasıyla sonuçlandı. Bu koşullarda Çin Pakistan’ın yanında durdu, başlıca silah sağlayıcılarından biri haline geldi, hatta Afganistan’da yürüyen iç savaşta Pakistan yanlısı tutumunu sürdürdü.
1990’larda Sovyetler Birliği’ndeki karşı-devrim sonrası bölgede bütün kartlar yeniden karıldı. Neoliberal politikalar ve kamu mallarının özelleştirilmesi yaygınlaştı. Aktör olan bütün ülkelerde yağmaya ve sömürüye bağlı bir sermaye birikimi yaşandı, tekelci sermayenin iktidarı giderek perçinlendi, geçen yüzyılın ilerici-gerici referanslarından kurtulundu.
Rusya Hindistan’ın başlıca silah ve petrol ihracatçısı olmayı sürdürdü.
Son 10 yılda Hindistan sermayesinin Modi’nin liderliğinde sermayenin mutlak iktidarı için Hindu dinine dayalı bir dinci-milliyetçi politikayı tercih etmesi Rusya ile ilişkiyi etkilemedi. Sonuçta hızla emperyalist hiyerarşide yükselen Hindistan’da geniş ve yoksul emekçi kitleleri düzene bağlayan sahte bir gerilime ihtiyaç vardı.
Ancak asıl dramatik değişiklik Çin’deki devasa sermaye birikimiyle ortaya çıktı. Çin dünyada meta üretiminin liderliğini ele geçirdi ve emperyalist dünyadaki tüm dengeler değişti. Emperyalist hegemonya krizi bütün olaylarla etkileşmeye başladı.
Dünyadaki petrolün ve ham maddenin önemli bir bölümünü tüketen ve büyük bir meta ihracatçısı haline gelen Çin için bütün ticaret yolları stratejik bir öneme sahip. Ticaretinin büyük kısmını Pasifik’te Malaka Boğazından yapan Çin illaki alternatif ticaret rotaları yaratmak zorundaydı. Aşağıdaki harita Çin’in başlıca alternatif rotalarından biri ve Malaka Boğazı’nı atlamasına yardımcı olan Çin-Pakistan Ticaret Koridorunu gösteriyor.
Şekil 2: Çin’in Hint Denizi’ne kestirmeden ulaşmasını sağlayan Çin-Pakistan Koridoru görülüyor. Gwadar Limanında sonlanan koridor fark edildiği gibi Pakistan Keşmir’inden geçiyor.Ekonomik olarak zor durumda olan Pakistan’a bu nedenle Çin çok önemli yatırımlar yaptı ve halen Pakistan’ın önemli bir müttefiki durumunda bulunuyor. Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru boyunca Çin yatırımlarında çalışan Çinli mühendis ve işçilere ise muhtemelen Batı emperyalizmi tarafından yönlendirilen Cihatçı örgütlerin çok sayıda ölümcül saldırıları yaşandı.
Görüldüğü gibi 21. Yüzyıl dinamiklerinde değişen sınıfsal ilişkilere ve nedenlere rağmen Hindistan-Rusya, Pakistan-Çin ikili ilişkileri korundu. Esas gerekçesi Batı emperyalizmine karşı bir güvenlik örgütü olan Şangay İşbirliği Örgütü(ŞİÖ)’ne 2017’de hem Pakistan hem Hindistan aynı anda alındılar. Bir yandan bu düşman kardeşlerin bir güvenlik örgütüne alınması Çin’in diplomatik başarısı oldu, öte yandan ŞİÖ’yü kırılgan hale getirdi.
İngiliz emperyalizminin 60 yıldır kurduğu mekanizma hala çalışıyor ve belki bir dış müdahale gerektirmeden savaş gibi emekçi halk düşmanı politikaları yeniden üretiyor.
Ancak Hindistan ve Pakistan’ın şimdilik Keşmir’de çatışmasının Çin-Pakistan ekonomik koridorunu da vurması, ŞİÖ’yü karıştırması ve Rus-Çin ilişkilerini bozma potansiyelini taşıması nedeniyle Batı emperyalizminin ama özellikle İngiltere’nin bu güncel Keşmir savaşında dahli olma olasılığını akla getiriyor. Ayrıca İngiltere-ABD arasındaki sürtünmeye dönük bir mesaj içermesi bile mümkün gözüküyor.
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder