70 bin ölünün ardından -Mehmet Y. Yılmaz-
Tek bildiği iş silahlı eylem olan, bağımsız bir Kürt devleti için gencecik insanlarını göz göre göre ölüme gönderen bir örgütün bir günde “Biz yanlış yaptık, kusura bakmayın” diyeceğini kimse zaten beklemiyordu sanırım.
PKK’nın kendisini feshedip silahlarını teslim edeceğini açıklaması kuşkusuz ki tarihi önemde siyasi bir gelişmedir.
Bunun değerini bilmek için son 40 yılı bu ülkede yaşamış olmak yeterli aslında.
PKK’nın ilk silahlı eylemleri 15 Ağustos 1984 tarihinde Şemdinli ve Eruh’ta gerçekleştirildi ve o günden bugüne yaklaşık 70 bin insanımızı kaybettik.
Türkiye istatistik seven bir ülke olmadığı için böyle önemli bir rakamı bile “yaklaşık” olarak verebiliyorum.
Bu sayının yaklaşık 9 bini asker ve polis, yaklaşık 6 bini sivil terör kurbanı.
Bunların her biri insan. Rakamlar, onları kuru bir istatistiğe dönüştürüyor ama onları hâlâ özleyen ana babaları, eşleri, çocukları var.
Kaç kişinin yaralandığını, sakat kaldığını, gelecek için hayallerini kaybettiğini ise bilemiyorum. Onlar kuru bir istatistik bile olamamışlar.
Bu olaya hükümetin oy kazanmak için icat ettiği bir oyun olarak bakmadan önce bu insanları hatırlamaya çalışın.
Bu Türkiye’nin başında büyük bir belaydı ve def etmeye artık çok yakınız.
Bunun değerini bilelim.
Bu işi gerçekleştirenler elbette bunu oya çevirmek isteyeceklerdir, bu normal bir durum. Siyaset, sorunları çözmek için yapılır, bu sorunu çözebilen de bunun siyasi nemasından yararlanır.
Muhalefet partilerinin de bir iki tanesi hariç zaten bu gelişmeyi tereddütle değil, memnuniyetle karşıladığını görüyorum.
CHP, Gelecek Partisi, DEVA gibi partilerin liderleri silah bırakma kararından duydukları memnuniyeti açıkladılar.
Bundan memnun olmayan ve bu işin ardında başka oyunlar arayan partiler de var.
O partilerin temsil ettiği insanlardan çok daha kalabalık bir kitlenin de böyle düşündüğünü görebiliyorum.
Araştırmalar bu memnun olmayan kitle içinde CHP seçmeninin ağırlıklı olduğunu gösteriyor.
Bunun nedenini tahmin edebiliriz: Bu işi iktidar partilerinin bir oyunu olarak görüyorlar.
Silah bırakma ile belli bir aşamaya gelen bu süreçte, bugünden açıklanmayan gizli hesaplar ve planlar varsa, onları ortaya çıkarmak muhalefetin görevidir elbette.
Muhalefet partilerinin demokrasilerdeki görevi budur: İktidar partisinin yanlışlarını bulmak, halka göstermek, düzeltilmesini talep etmek.
Düzeltilmediği takdirde iktidara geldiklerinde bu sorunu nasıl çözeceklerini de açıklamalılar ama.
Sadece karşı olduğunu bağırmak, bir politika yapma biçimi olamaz. Siyaset böyle yapılırsa kayıkçı kavgasına dönüşür, sorunlar da çözülmeden ortada kalır.
Muhalefet, yapılanları eleştirirken kendi bildiği doğru yolu da göstermelidir ki millet sonraki seçimini doğru yapabilsin.
PKK’nın açıklamasında küflenmiş ideolojik saplantıların izleri de var elbette.
Bunları normal karşılamak gerek.
Tek bildiği iş silahlı eylem olan, bağımsız bir Kürt devleti için gencecik insanlarını göz göre göre ölüme gönderen bir örgütün bir günde “Biz yanlış yaptık, kusura bakmayın” diyeceğini kimse zaten beklemiyordu sanırım.
PKK’nın dolambaçlı ifadelerle dolu uzun bildirisini yorumlayarak nefes tüketmenin anlamı yok.
Benim için Abdullah Öcalan’ın bu yolun en başında yaptığı açıklamadaki bir ifade yeterli.
Bu açıklama, Türkiye’nin artık iliklerine işlemiş bile sayabileceğimiz “bölünme korkusunu” yatıştırıyor olmalı.
Öcalan o açıklamasında “ayrı ulus devlet” hayaliyle çıktıkları yolda uğradıkları “federasyon” ve “idari özerklik” duraklarının “aşırı milliyetçi savruluş” olduğunu vurguladı.
PKK’nın bu nedenle “anlam yoksunluğuna düştüğünü” de söyledi.
Bu tarihten sonra o örgütün içinde kalarak ayrılıkçı tezleri savunabilmek mümkün değil.
Bu elbette ayrılıkçı fikirlerin tamamen yok olacağı anlamına da gelmez.
Kürt milliyetçiliği yaşadığı sürece bu talep gizli ya da açık varlığını sürdürecek.
Milliyetçilik ile mücadele zannedildiği kadar kolay değildir. Bunu da sanırım en iyi bilecek milletlerden biri de biziz.
Önemli olan bu taleplerin peşine düşecek olanların elinde silah olmaması.
Bu süreç sadece bunu sağlasa, bu bile tarihi önemde bir başarıdır.
Bu işin sonunda demokrasi çıkmaz
PKK’nın açıklamasının ardından Adalet Bakanı Yılmaz Tunç “Türkiye, hukuk Devleti ilkesine bağlılıkla yüksek standartlı demokrasi yolunda emin adımlarla yürüyüşünü sürdürecek” dedi.
Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mehmet Uçum da mesajında şunu yazdı:
“Yeni dönem Türkiye’yi her bakımdan güçlendirecektir. Demokrasi ve hukuk alanında kapsamlı reformların yapılacağı, ulusal ve yurtsever demokrasi hukukunun somutlandığı yeni bir aşamaya geçileceği herkesin kabulündedir.”
Bunlar nasıl olacak, doğrusunu isterlerse ben pek ümitli değilim.
Yani Uçum Bey’in sözünü ettiği “herkes” içinde ben yokum.
Bu sözlerden anlıyorum ki PKK yüzünden Türkiye’de demokrasi ve hukuk konularında sıkıntılar yaşıyormuşuz.
Şimdi PKK kendini feshettiğine göre hukuk ve demokrasiye mi kavuşacağız?
Bu fikirlere katılmıyorum çünkü Türkiye’de hukuk ve demokrasinin askıya alınma nedeni esasen PKK terörü değil, yolsuzluk düzeniydi.
O düzen sürdürülmeye çalışıldığı sürece Türkiye’ye demokrasi filan gelmez.
Demokrasi, şeffaflık ve hesap verebilirlik rejimidir.
Onun için milleti boş yer heveslendirmeyin.
“Demokrasi geldi, istediğimi söylerim” diye yanılanların Adliyeleri ve hapishaneleri doldurmasını mı istiyorsunuz? -------
/././
PKK ve Mehmet Uçum’un ‘Tam Bağımsız Türkiye’ vurgusundaki fark!-Candan Yıldız-
PKK, Öcalan’ın 'Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nda vurguladığı ‘tekrar’ vurgusunu kabul etmiş görünüyor.
Bir dönem kapanıyor…
Silahlı siyasete göre inşa edilen siyaset kurumları, siyasal statükolar için ise yeni bir dönem başlıyor.
1978 yılında, Diyarbakır’ın Lice İlçesi’nin Fis Köyü’nde temelleri atılan PKK kendisini feshettiğini açıkladı.
Beklenen oldu aslında.
47 yıllık silahlı bir örgütün silahları bırakması ve “PKK adıyla yürütülen çalışmaları sonlandırdığını” açıklaması ne anlama geliyor? Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta Taksim’de İmralı heyetinin açıkladığı 'Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı' ile PKK açıklaması arasındaki paralellik var mı, kimi nüanslardan söz edebilir miyiz?
Öcalan 27 Şubat’taki çağrısında şu tespiti yapmıştı:
“1990’larda reel-sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü ve ülkede kimlik inkarının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler, PKK’nin anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara yol açmıştır.”
PKK açıklamasında da “tekrar” vurgusu yapıldı: “Savaşın karşılıklı olarak tırmandırılmasının yarattığı tekrar aşılamadı.”
Öcalan, 'Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nda Kürt-Türk ilişkilerinin 1000 yıllık tarihi için “gönüllülük yönü ağır basan, ittifak” demişti. Bu ittifakın son 200 yılda parçalanmaya çalışıldığını söylemişti. PKK de “1000 yıllık tarihi Kürt-Türk ilişki diyalektiği ve 52 yıllık Önderlik mücadelesi Kürt sorununun ancak Ortak Vatan ve Eşit Yurttaşlık temelinde çözülmesinin kazandıracağını göstermiştir” dedi. Bu paralellikler de gösteriyor ki, PKK, Öcalan’ın çizdiği yeni ‘dönüşüme’ hazır.
Bu dönüşümün adı Cumhuriyet'in demokratikleştirilmesi… Tarihsel referans olarak Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası’na vurgu var. Türkiye’nin kurucu antlaşması Lozan vurgusuna dair Öcalan’ın yaklaşımı şöyle:
“Kürtlerle Türklerin 1920’lerde yaptığı ittifakı, bugün demokratik temelde yeniden gerçekleştirmeye ihtiyaç vardır. Şimdi yaşadığımız Sevr tehlikesi deniyor ya ben de diyorum ki, Sevr tehlikesine karşı Lozan’ı güncelleyelim. Lozan’ın güncellenmesinde hem Kürtler hem de Türkler kazanacaktır. Lozan’ın güncellenmesi demokratik ulus, demokratik cumhuriyet, demokratik vatandır.”
PKK de “Ortak Vatan ve Eşit Yurttaşlık” vurgusu yaptı. 1924 Anayasası’nın ‘tekçi’ olduğu eleştirisi hep yapılıyordu Kürt siyasetinde. Süreç planlandığı gibi giderse, Sırrı Süreyya Önder’in Öcalan’ın çağrısındaki notta belirttiği gibi “pratikte silahların bırakılması ve PKK'nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir" tespitine yönelik somut adımlar atılırsa sürecin bir yerinde yeni anayasa da gündeme gelecektir.
Açıklamanın en kritik kısmı da sürecin bundan sonra nasıl yürümesi gerektiğine ilişkin emareler taşıyor, buna niyet de diyebiliriz ya da olabileceklerin işareti de…
“Söz konusu kararların uygulanması Önder APO’nun süreci yürütüp yönlendirmesini, demokratik siyaset hakkının tanınmasını ve sağlam bütünlüklü bir hukuki güvenceyi gerektirir.” PKK, burada ‘komplikasyonlara’ karşı Öcalan-örgüt ilişkisinin sağlanması gerektiğini söylüyor.
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin üzerinde titizlikle durduğu, sürecin zehirlenmemesi ya da provokasyonlara karşı korunması için “acilen toplanmalı” dediği PKK kongresi yapıldı ve örgüt kendi varlığına son verdi. Karşılıklı savaşan devlet ve örgütün ortaklaştığı yer “Kürt-Türk İttifakı” olsa da dil ve yaklaşım farkının olduğu da açık.
PKK, Deniz Gezmiş’in idam sehpasındaki “Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Kardeşliği ve Tam Bağımsız Türkiye” sözlerine sahip çıkarken, süreçte en çok yazan, sürece yön tayin etmeye çalışan isimlerden Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un “Yaşasın Tam Bağımsız ve Milli Birliği Tescilenmiş Büyük Türkiye” yaklaşımı arasında hem ortak yan hem de fark var. Öyle görünüyor ki söz konusu fark, bundan sonraki sürecin temel ayrışması olacak ve demokratik mücadelenin de içeriğini oluşturacak.
Tabii bundan sonra silahların nasıl nerede bırakılacağı, PKK yöneticilerinin siyasete nasıl devam edeceği vs meseleleri var. 47 yıllık bir örgütün buharlaşmayacağı ortada.
Anlaşılıyor ki PKK-Türkiye savaşı tarihe gömülüyor. Ama Orta Doğu’daki duruma göre örgütün kendini yeniden şekillendireceği bir durum söz konusu olabilir.
/././
Sosyal medya "devlet onaylı ifade filtresi” haline mi geldi?-Füsun Sarp Nebil-
Sosyal medya şirketleri “ifade özgürlüğü aracı" olmak ile "devlet destekli sansür aktörü" olmak arasında gidip geliyor. Paranın, regülasyon korkusunun ve erişim pazarının olduğu yerde kâr, çoğu zaman halktan önce geliyor. Bu nedenle bizi aptal yerine koyan X.com'a, “tek günlük boykot”lar yoluyla bir ders vermeyi düşünmemiz gerekli.
Krizler sıklıkla bir fırsat olarak değerlendirilir, özellikle de muhalifleri susturmak isteyenler tarafından. Nitekim Pakistan- Hindistan arasında yeniden alevlenen Keşmir sorunu ardından, Hint hükümet koordineli bir “bilgi kontrol” kampanyası başlattı.
Arkasından da, polis halk şarkıcısı Neha Singh Rathore ve üniversite profesörü Madri Kakoti'ye karşı, hükümetin yanıtını eleştiren paylaşımları nedeniyle "Hindistan'ın egemenliğini, birliğini ve bütünlüğünü tehlikeye atmakla" suçlayarak dava açtı. Ünlü Keşmirli gazeteci Hilal Mir, yakın kaynaklarının uydurma bir suçlama olarak tanımladığı bir suçlamayla yakın zamanda tutuklandı. Yetkililer, Mir'in "genç zihinler arasında duyguları kışkırtmayı ve Keşmirlileri sistematik imhanın kurbanları olarak göstererek ayrılıkçı duyguları kışkırtmayı amaçlayan içerikler yayınlama ve paylaşma konusunda aktif olarak yer aldığını" iddia ediyor.
X'teki 8 bin hesap ve düzinelerce Pakistan YouTube kanalı da dahil olmak üzere, büyük Pakistan ve Keşmir haber kuruluşlarının sosyal medya hesapları engellendi. Ülkedeki, muhalif sesler kapsamlı yasal suçlamalarla hedef alınıyor.
Devlet onaylı ifade filtresi
Hindistan'daki hesap engellemeleri ve gelişmeler, Türkiye'de yaşayan bizleri şaşırtmıyor. AKP hükümetinin sık sık başvurduğu yöntemler ve “milli güvenlik” vs. söylemler. Ama şaşırtan şu; X.com'u devir alırken "ifade özgürlüğünü" koruyacağı konusuna özellikle vurgulama yapan Elon Musk'ın X'i, tam tersine ifade özgürlüğünü engellemekle meşgul. Ülkemizde Cumhurbaşkanı adayı olan bir siyasetçinin (Ekrem İmamoğlu'nun) hesabının, X tarafından BTK'dan gelen talep üzerine anında uygulanıyor olması, bize bunu gösteriyor.
Burada dikkati çeken önemli bir konu şu; hem mahkeme hem X.com, İmamoğlu'nun sadece kararda bahsedilen 24 Nisan tarihli mesajına engelleme isteyebilirdi ama nedense İmamoğlu’nun hesabının tamamını kapatmayı uygun görmüşler.
X.com engellemeden sonra, yaptığı açıklamada kararı uygulamazlar ise Türkiye’den engelleneceklerini ve bunun sanki sadece halkın zararına olacağı yani ifade özgürlüğünün engellenmesine neden olacağı konusuna vurgu yapıyor. Ama bu arada kendi tarafında gelirlerinin azalacağından hiç bahsetmiyor.
Arkasından da "itiraz edeceğiz" vs. diyor, Türkiye'deki hukuk temsilcisi olan kendisini "bağımsız avukat" olarak tanımlamaya (ve nedense uzun zamandır yardım vs. gibi çok sempatik yaklaşımlar için) özen gösteren Gönenç Gürkaynak da önce “valla ben yapmadım” tadında, mahkemelerin doğrudan X ile görüştüğü şeklinde bir savunmadan sonra, hemen itiraz edeceğinden bahsediyor ama hem X.com'un, hem de Gürkaynak'ın ifadeleri bizi ikna etmiyor. Niye etmiyor? Çünkü bizim payımıza “itirazın sonucunu beklemek" düşerken, X.com zaten işlemi yapmış ve ifade özgürlüğünün ve tarafsızlığın canına okumuş durumda.
Başka deyişle, X.com'dan "muhalif" ya da "aktivist" içerikler kaldırılıyor ama resmi propaganda içerikleri kalıyor. Bu durum X.com ve benzer davranan diğer tüm sosyal medya şirketlerini tarafsız platformlar olmak yerine “devlet onaylı ifade filtreleri” haline getiriyor.
Bir başka konu Yaman Akdeniz'in de yazdığı gibi, mesela 2 Nisan engelleme kararına bakıldığında bile bazı hesapların kısıtlanmadığı görülüyor. O zaman İmamoğlu gibi, halkın büyükçe bir kısmının takdir ettiği ve de aslında bir Cumhurbaşkanı adayı olan politikacının sesi neden hemen kesiliyor?
Öyle ki, İmamoğlu'nun açtığı @İmamoğlu_int hesabı da hızla kapatılıyor. Gerçi hesap İngilizce olduğu için olsa gerek, dünyaya kapalı ama Türkiye'ye açık. Nasılsa AKP tabanı İngilizce bilmiyor. Ama önemli değil, binlerce kişi şu anda İmamoğlu'nun tweetlerini yaymaya devam ediyor. Bir cins Streisand etkisi; hatırlayacaksınız, sanatçı Barbara Streisand bir fotoğrafçının evinin resmini yayınlamasına kızıp dava açtığında, tüm dünya evinin resmini paylaşmıştı. Wikipedia'ya göre, Streisand etkisi, bilgiyi gizleme, kaldırma veya sansürleme girişimlerinin beklenmeyen bir sonucudur; bu çabalar, bilginin toplum tarafından daha fazla bilinmesine yol açar. Aşağıda bir örneği var.
Hatta paylaşımlar sosyal medyayı aştı ve fiziksel ortamlarda da paylaşımlar başladı.
Zaten İmamoğlu da pes etmiyor. Bu sefer açılan hesabın adı Cumhurbaşkanlığı Aday Ofisi.
Anlayacağınız, halk ve İmamoğlu cenahı da boş durmuyor ve strateji geliştiriliyor. Ama şurası da gerçek, X.com'a bir ders vermek lazım. Şu tek günlük boykotları belki bir kereden de fazla uygulamak, bu yolla reklamının yani gelirinin azaldığını görmesini ve kullanıcıları bu kadar aptal yerine koymamayı öğrenmesini sağlamak lazım.
Sosyal medya kullanıcısının yanında değil çünkü karlılığı önceliklendiriyor
"Sosyal medya halkın yanında mı, yoksa devletlerin baskısı altında, halka karşında mı yer alıyor?" sorusu, özellikle Keşmir, Filistin, Türkiye, Myanmar, İran gibi politik açıdan hassas bölgelerdeki içerik- mesaj engellemeleri ile sıklıkla karşımıza çıkıyor.
YouTube, Meta, X gibi şirketler devletlerin sansür taleplerini “hukuki zorunluluk” olarak sunuyor, ancak aslında kârlılığını ve operasyonel sürekliliği önceliklendiriyor. Bunu yaparken de asıl sermayesi olan kullanıcıları yani "halkı umursamıyor". Çünkü bu şirketlerin kullanıcı sayıları günümüzde inanılmaz boyutlarda, 3000-5000 kişiyi kaybetmek umurlarında değil ve kullanım alışkanlıkları da düşünülürse, "kullanıcıları nasılsa kaybetmeyiz" diye düşünüyorlar. Bunda da haklılar sanırım,
Aslında düşünürseniz, hükümetin erişimi engellemesi ile çok büyük sayıda kullanıcının gönüllü olarak bu ortamları terketmesi aynı değerde. İkisinde de gelir ve süreklilik kaybı söz konusu.
Birincide, tek elden yapılacak bir kapatma söz konusu, ikincide ise, büyük sayıda kullanıcıyı, alışkanlıklarından vazgeçirip, kullanmaktan vazgeçirmek, belki başka ortama (Bluesky, Mastodon gibi) geçirmek büyük çaplı bir motivasyon ve organizasyonu gerektiriyor. Yani hayli zor. Buna güvenip, kullanıcısını ikinci plana atıyor.
“Sosyal medya halk düşmanı mı?”
Evet, bazı açılardan öyle. Yani ifade özgürlüğünü pazarlık konusu yapabiliyorlar. Muhalif sesleri susturmak için araç haline gelebiliyorlar. Hükümetlerden gelen baskıyı şeffaf biçimde paylaşmıyorlar. Kimi zaman da siyasi denge için sistemli şekilde algoritmik manipülasyon yapıyorlar. (örn. "Shadowban", “deboosting”, “algorithmic downranking”)
Ama bazı ülkelerde (örneğin ABD, Almanya, İsveç), baskıya direndikleri veya hükümetle çatıştıkları örnekler de var. Aynı zamanda bu platformlar, çok sayıda yurttaş hareketine ve dijital muhalefete alan açtı.
Yani Sosyal medya şirketleri “ifade özgürlüğü aracı" olmak ile "devlet destekli sansür aktörü" olmak arasında gidip geliyor. Paranın, regülasyon korkusunun ve erişim pazarının olduğu yerde kâr, çoğu zaman halktan önce geliyor.
Bu nedenle bizi aptal yerine koyan X.com'a, “tek günlük boykot”lar yoluyla bir ders vermeyi düşünmemiz gerekli.
/././
Emniyet’te “kritik” toplantı! Dosya savaşlarını önlemek amacıyla kadro düzenlemesi için kanun değişikliği geliyor -Tolga Şardan-
Emniyet’ten yansıyan bilgilere göre, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya kendisine ulaştırılan torpil taleplerinden fazlasıyla bunalmış durumda. Kendisinin imzasıyla yapılacak birinci sınıfa terfi edecek polis müdürlerinin belirlenmesinde ciddi sıkıntı içinde. Zira, aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali durum! Rütbe terfileri, kadro düzenlemeleri ve emeklilik planlaması çerçevesinde; dört maddelik yasa tasarısı hazırlandı.
Türkiye’nin gündemi, PKK’nın silah bırakması yönündeki açıklamasına kilitlenmiş durumda.
Buna karşın, ülkenin en kalabalık ve en geniş yetkili kolluk kurumu Emniyet teşkilatının ayrı bir gündemi var.
Ankara’da bugün gerçekleşecek özel bir toplantı, Emniyet’in gündeminde ses getirecek.
Emniyet’in özellikle amir ve müdür rütbesini yakından ilgilendiren ve teşkilatın gündeminde ilk sıraya oturan konu başlığı; rütbe terfileri, kadro düzenlemeleri ve emeklilik planlaması.
Bir süredir Emniyet Genel Müdürlüğü’nde teşkilat yasası üzerinde değişiklik yapılması için çalışma yürütülüyordu.
Çalışmanın önemi, halen teşkilatın yönetiminde söz sahibi olan “birinci sınıf emniyet müdürlüğü” rütbesini taşıyan ve ikinci sınıf emniyet müdürü konumunda görev yaparken üst rütbeye çıkması gereken müdürlerin kariyerlerini yakından ilgilendiriyor.
Dolayısıyla teşkilat kulisleri karma karışık. Bu sebeple, PKK’nın silah bırakması konusu, Emniyet’te belli birimlerin dışında pek de takip edilen bir durum değil, son günlerde.
Birinci sınıf emniyet müdürleri ile birinci sınıfa aday ikinci sınıf emniyet müdürleri, kendi canlarının derdine düşmüş durumda.
Tablonun nedenini, yazının akışında okuyacaksınız zaten.
Detaylı bilgiye geçmeden önce bir not vermem konunun anlaşılabilir olması sağlayacak kanımca.
Emniyet teşkilatında halen Ankara’daki Emniyet Genel Müdürlüğü karargâhında görev yapan genel müdür yardımcıları, başkanlar, başkanlıklardaki başkan yardımcılıkları, daire başkanları, polis başmüfettişleri, strateji merkezi uzmanları, yurt dışında Emniyet ateşesi görevindeki personel, birinci sınıf emniyet müdürü kadrosunda görev yapıyor.
Ayrıca teşkilatın taşra kadrosunu oluşturan il emniyet müdürlüklerinin en tepe isimleri yani ile emniyet müdürleri ile Polis Akademisi bünyesinde farklı kentlerde faaliyet yürüten eğitim kurumlarının müdürlükleri de birinci sınıf emniyet müdürü kadrosunda.
Diğer bakış açısıyla güncel sayısal veriler şöyle:
Teftiş Kurulu Başkanlığı bünyesinde 789, Özel Güvenlik Denetleme Başkanlığı’nda 189 olmak üzere toplam polis başmüfettişi sayısı 978. Bu personelin tamamı birinci sınıf emniyet müdürü.
Yanı sıra halen aktif görev yapan ve birinci sınıf emniyet müdürü konumundaki il emniyet müdürleri, başkanlar, daire başkanları ve polis eğitim kurumları müdürlerinin sayısı ise, 157.
Genel toplam, bin 135 birinci sınıf emniyet müdürü.
Bu rakama karşın, 2025’te birinci sınıf emniyet müdürü olmak için bekleyen bir alt rütbede bekleyen sayısı ise; 695.
Şimdi sıkı durun; birinci sınıftaki boş kadro sayısı ise, sadece 32!
Kadro yok, torpil var!
Yani, ikinci sınıftaki 695 polis müdürü boş olan 32 kadroya atanabilmek için yılbaşından bu yana tüm işi gücü bıraktı, birbirleriyle büyük mücadele içinde.
Bununla beraber; mevcut yasa hükmü gereğince, ikinci sınıftaki bir polis müdürünün, birinci sınıf emniyet müdürlüğüne atanma yetkisi sadece İçişleri Bakanı’nda!
Bir de yargı kararları sonrasında rütbe terfiini alan polis müdürleri var teşkilatta. Özlük hakkını yargı kararıyla rütbe alanlara pek sıcak bakılmazken, her yıl terfi döneminde İçişleri Bakanları bu konuda ciddi oranda mesai harcıyor.
Tabii bakan onayı aşamasında; siyasetçiler, dini gruplar / tarikatlar / cemaatler, bürokraside sözü geçenler, İçişleri Bakanları üzerinde hatırlı kişiler, iktidara yakın iş insanları ve iş kadınları, hatta gazetecilerden gelen torpil taleplerinden söz etmeme sanırım gerek yok!
Mesleki bilgi ve beceri ile liyakat hak getire! Terfi bekleyen personelin özlük belgesinde “ne kadar çok torpil kaydı” varsa diğer meslektaşlarına göre o kadar öne geçiyor.
Şimdi bu tabloda, kimi birinci sınıf emniyet müdürleri bulundukları makamı ve koltuğu korumak için çaba sarfederken, kimi birinci sınıf adayları da üst rütbeyi alıp görev sahibi olma peşinde.
Dolayısıyla her yıl olduğu gibi bu yılda yine terfi ve emeklilik döneminde Emniyet’te dosya savaşları başladı!
Bu tabloda; PKK silah bırakmış, terörsüz Türkiye dönemine geçiş hazırlığı varmış, ne gam!
Dediğim gibi terfi bekleyen ve emeklilik potasına girmiş polis müdürleri can derdindeler.
Yeri gelmişken, ortaya çıkan durum sadece polise ait değil, yakın zamanda HSK seçimi ve yeni kurulun yapacağı hâkim / savcı atamaları var. Orada da durum çok farklı değil!
Emniyet’te çarşı karışık
Elbette, yaşananların bu noktaya gelmesinde 15 Temmuz sürecinden sonra teşkilatta başlatılan DNA bozulması, bugünün oluşmasının temel sebebi.
FETÖ’yle bağı olduğu için binlerce polisin ihraç edilmesinden sonra doğan boşluğu ortadan kaldırmak için dönemin Emniyet yönetimi kimi dâhiyane uygulamalar getirdi, yakın geleceği hiç düşünmeden.
Terfi süreleri kısaldı, üç yıl bekleme süresi olan rütbe terfileri bir yıla indirildi. Daha önce 15 yılı bulan müdürlüğe geçiş süresi neredeyse yarıya indi. Müdürlüklerde terfi ve kıdem tablosu, eskilerin deyimiyle Arap saçına döndü.
Torpilini patlatan terfisini alıp derin nefes çekiyor.
Kaldı ki; her yıl toplanan Emniyet Genel Müdürlüğü Yüksek Değerlendirme Kurulu’nda gerçekleştirilen re’sen emeklilik işlemlerine karşı başlatılan yargı süreçlerini kazanıp geri dönen personel arasında epeyce birinci sınıf emniyet müdürü olduğunu hesap edersek, liste kabarmış durumda.
Çarşı bayağı karışık, işin özü.
Emniyet’ten yansıyan bilgilere göre, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya kendisine ulaştırılan torpil taleplerinden fazlasıyla bunalmış durumda.
Kendisinin imzasıyla yapılacak birinci sınıfa terfi edecek polis müdürlerinin belirlenmesinde ciddi sıkıntı içinde.
Zira, aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali durum! Torpiller çarpışıyor şu günlerde.
Teftiş kurulu dağıtılıyor mu?
Peki bu kaotik durum nasıl çözülecek?
Aldığım bilgiye göre, geçtiğimiz günlerde İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü, hazırlanan yasa değişikliğini Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sundu.
Erdoğan’ın onayının alınmasından sonra sıra teklif olarak TBMM’ye sunulmasına geldi.
Rütbe terfileri, kadro düzenlemeleri ve emeklilik planlaması çerçevesinde; dört maddelik yasa tasarısı hazırlandı.
Yeni düzenlemeye göre; Emniyet teşkilatında 750 kişilik yeni birinci sınıf kadro oluşturulacak. Bu sayıdaki kadronun 257’si illerde emniyet müdür yardımcısı, 143’ü büyük kentlerdeki emniyet birimleri çerçevesinde ilçe emniyet müdürlüğüne getirilecek. Nüfusu 100 bin ve üzerindeki ilçelere ilçe emniyet müdürü görevine birinci sınıf emniyet müdürü atanacak.
Yeni düzenlemeyle şimdilerde büyük sorun yaratan ve hemen tüm polis müdürlerinin birinci sınıf emniyet müdürü olmasının asıl amacı olan özlük haklarında iyileştirme yapılacak.
Aynı kapsamda şimdilerde uygulanan ve büyük bölümü mahkemelerden yargı kararıyla iptal edilen re’sen emeklilik uygulaması kaldırılacak.
Düzenlemenin yasalaşmasıyla birlikte Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesindeki Teftiş Kurulu’ndaki müfettiş sayısı azaltılacak. Sayı, 300 dolayına sabitlenecek.
Halen mevcut olan polis başmüfettişlerine taşra yolu gözükecek böylelikle. Halen Ankara, İstanbul, İzmir, Adana ve Bursa’da bulunan bölge müdürlüklerinde görevli polis başmüfettişlerinde ihtiyaç fazlası müfettişler ülke genelindeki polis eğitim kurumlarına atanabilecek.
Örneğin İzmir’de yıllardır görev yapan polis başmüfettişi bir gece içinde başka bir kentteki polis eğitim kurumlarına atanacak.
“Emekli olun” baskı mı?
Bu düzenlemelerin geneline bakıldığında teşkilat içindeki sorunu çözmek amaçlandığı görülse de, her zaman olduğu gibi madalyonun diğer yüzü var.
Değişimin amacı her ne kadar “tecrübeli personelin sistemde tutulması, görevdeki uzmanlık birikiminin kuruma aktarılması ve teşkilat yapısının güçlendirilmesi” şeklinde tanımlansa da, Emniyet teşkilatı özelinde bazen şeytanın gör dediğine bakmak gerekiyor.
Teşkilat kulislerinde, özellikle polis başmüfettişlerinin, bulundukları konumdan yurt genelinde farklı şehirlerdeki eğitim kurumlarına atanarak, “emekli olun” baskısının yaşanacağı ifade ediliyor.
Bu atamalarda da yine son dönemde olduğu gibi sisteme aykırı konumda hayata bakışı olan polis müdürlerinin tayine tabi tutularak emekliliğe zorlanacağı ve sistem dışına çıkmalarının sağlanacağı değerlendirmesi seslendiriliyor.
Ayrıca, yazının girişinde aktardığım üzere, Emniyet Genel Müdürlüğü, bugün bu konuyu konuşmak üzere hemen hemen tüm polis müdürlerini Ankara’ya çağırdı.
Emniyet Genel Müdürlüğü yönetimi, belki ileri bir yorum olacak ancak “ikna odası”na alacak polis müdürlerini.
Teşkilat yönetimi, yapılacak değişikliği anlatacak. Anlatımlar sırasında maaşların da 85 bin lira olacağını açıklayacak.
Teşkilatın yıllar içinde oynanan genleri, yeniden şekillendirilmeye çalışıyor.
/././
Tapu harcınızı cezalı ödeyiniz -Murat Batı-
Gelir İdaresi Başkanlığı, yaptığı işlemle aslında bir tür beyana çağrı yapmaktadır. Lakin beyana çağrı diye bir düzenleme vergi kanunlarımızda bulunmamaktadır. Kanuni süresinden sonra kişiler ya pişmanlık yoluyla ya da kendiliğinden beyanname verirler. Şu an Gelir İdaresi uyguladığı bu yöntemle esasında mükellefleri kendi bildikleriyle korkutmaktır.
Gelir İdaresi Başkanlığı bu aralar geriye yönelik 5 yıl içinde (zaman aşımı süresi içinde) satışı gerçekleştirilen konut, arsa, arazi ve iş yerleri için gerçek satış bedeli gösterilmediği gerekçesiyle bir yazı göndermeye başladı ve göndermeye de devam edecek.
Ancak öncelikle bu yazıya konu olayın nedenini ortaya koymaya çalışalım. Gayrimenkuller alınıp satılırken maalesef yerleşmiş bir uygulama olan gayrimenkulün gerçek bedeli yerine genelde daha düşük bir bedelden satış gösterilmektedir. Genellikle düşük olan bedel, banka gibi ispatı güçlü bir vasıtayla gönderilirken kalan tutar ise elden ya da başka bir yöntemle verilmektedir.
Neden düşük gösteriliyor peki? sorusunun cevabı tek bir tane değildir. Bu sorunun cevaplarından birini inşaatçılar/müteahhitler/emlakçılar kanadında aramak lazım. Müteahhitler yeni (sıfır) ev satarken gerçek bedeli göstermedikleri için daha düşük gelir elde etmiş görünecek ve gelir/kurumlar vergisi, geçici vergi ve KDV’yi eksik ödemiş olacaklar. Daha az vergi ödeme üzerine kurulu bir düşünceye dayalı davranış biçimi bu.
Bu sorunun diğer cevabı ise tapu harcıdır. Alım-satıma konu gayrimenkul gerçek bedelinden gösterilmediği için hem alıcı hem de satıcı tapu harcını eksik ödeyerek maddi bir menfaat sağlamış olacaklar. Ve dolayısıyla da Hazine açısından bir harç kaybı ortaya çıkacak. Çünkü uygulamada genellikle gerçek satış bedeli üzerinden değil belediyede kayıtlı bedel yani vergi değeri üzerinden işlem yapılmaktadır.
Yerleşik bu uygulamada düşük bedelden gösterilen tutar, kanundaki ismiyle vergi değeridir yani belediyede kayıtlı tutardır. Bu tutar yani vergi değeri Emlak Vergisi Kanunu m.29’da belirtilen değerdir. Ama halk arasında, basında buna genellikle rayiç bedel denilmektedir ki hatalı bir ifadedir. Bunun adı vergi değeridir.
Özetle gerçek satış bedeli üzerinden değil de vergi değeri üzerinden alım-satımın yapılması sonucunda satıcı açısından gelir/kurumlar vergisinin, KDV’nin, geçici verginin; alıcı ve satıcı açısından tapu harcının ve alıcı açısından ise emlak vergisinin eksik ödenmesinden dolayı maddi bir menfaat söz konusu olmaktadır.
İlaveten gayrimenkulü satan gerçek kişi, şayet bu gayrimenkulü son 5 yıl içinde almışsa bu satış işleminden dolayı ayrıca gelir vergisi de (değer artışı kazancı) ödemek zorundadır. Satış tutarı gerçek bedelinden gösterilmezse Hazine açısından bir de gelir vergisi kaybı ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla dikkat edilmesi gereken hususlardan bir diğeri de satış işleminin gerçek ya da tüzel kişinin niteliğine göre vergileme safhalarında olabilecek cezai durumlara da dikkat edilmesi gerektiğidir.
Bu nedenle siz, siz olun satışlarınızı gerçek bedeli üzerinden gösterin…
Şimdi gelelim asıl mevzuumuza…
Gelir İdaresinin gönderdiği yazıda ne var?
Gelir İdaresi Başkanlığı elinde yeterince somut delil bulunduğu durumlarda izaha davet yazısı göndermekteydi. Ancak bu aralar basına ve sosyal medyaya yansıyan matbu yazılarda görüldüğü üzere gönderilen yazı bir izaha davet yazısı değil, beyana (çağrı) davet yazısıdır.
Gönderilen yazı genel olarak şu şekildedir; “Gelir idaresi Başkanlığınca kamu idare ve müesseselerinden, mükelleflerle muamelede bulunan diğer gerçek ve tüzel kişilerden toplanan bilgiler kullanılmak suretiyle 2024-2025 yılı verileri dikkate alınarak yapılan çapraz kontroller ve analizlerin yanı sıra defterdarlığımızca gayrimenkul değerleme raporları, internet satış ilanları, emsal tapu satışları gibi veriler üzerinden yapılan araştırmalarda işleme konu gayrimenkulün satış tarihindeki değeri …TL’nin altında olamayacağı ve bu nedenle tapu tescil işlemi sırasında harç matrahının şu tutarda (…TL) düşük beyan edildiği tespit edilmiştir
Bu kapsamda 492 sayılı Harçlar Kanunu’nun 63’üncü maddesine istinaden daha sonra ortaya çıkabilecek herhangi bir cezalı tarhiyata muhatap olmamak için yazımız ekinde yer alan dilekçe örneğinin doldurulmak suretiyle dijital vergi dairesi aracılığıyla veya bağlı bulunduğunuz vergi dairesine 15 gün içerisinde müracaat ederek aradaki matrah farkının tahakkuk ettirilerek çıkacak olan verginin ödeme işlemlerinin gerçekleştirilmesi ve yapılan işlem sonucundan Defterdarlığımız denetim koordinasyon müdürlüğüne bilgi verilmesi gerekmektedir.
Cezalı tarhiyatla karşılaşılmaması için gerçek satış bedelinin beyan edilmesi önem arz etmektedir. Buna göre belirtilen süre içerisinde istenilen bilgi ve belgelerin verilmemesi eksik ya da yanıltıcı bilgi verilmesi halinde yazımızın sonunda yer alan Vergi Usul Kanunu’nun mükerrer 355. maddesi uyarınca özel usulsüzlük cezası uygulanacaktır.”
Özetle yazıda deniliyor ki satışını yaptığınız gayrimenkul için beyan ettiğiniz tutar gerçek satış bedeli değil, ben araştırdım, gerçek bedeli biliyorum ama sana son bir şans veriyor gelip ek dilekçeyle farkı “beyan etmeni” ve bu farkları ödemeni istiyorum. Ha! bu arada ilerde çıkacak cezadan kurtulacaksın ama şimdi keseceğim cezayı ödeyeceksin.
Biraz daha irdeleyelim isterseniz…
İspat külfeti
Vergi Usul Kanunu m.3 uyarınca gayrimenkulün gerçek bedelinin altında satıldığının Gelir İdaresince somut delillerle ispat edilmesi gerekmektedir. VUK’un 3/B maddesindeki “yemin hariç her türlü delille ispatlanabilir” cümlesinde de belirtildiği üzere Kanun delil konusunda yemin hariç herhangi bir sınırlama getirmemiştir.
Hatta yine VUK m.3 ispat külfeti iddia edene aittir diyerek Bakanlık bunu iddia ettiğinde ayrıca kat’i suretle ispatlaması da gerekecektir. Yani Gelir İdaresi, bunu iddia ediyorsa ispatlaması da gerekecektir. Bunu sadece iddia edip ispatını size bırakamaz; iddia ediyorsa kendi ispatlayacak. Ama bazı durumlarda ispat külfeti mükellef düşebilir. Gayrimenkul gerçek satış bedeli hususunda olduğu gibi ispat külfeti mükellefe düşebilir.
Buna göre yazı metninde geçen “yapılan çapraz kontroller ve analizlerin yanı sıra defterdarlığımızca gayrimenkul değerleme raporları, internet satış ilanları, emsal tapu satışları gibi veriler” delil olarak kullanılmış.
Buradan ve yapılan açıklamalardan bu tespitlerin esasında bir yapay zekâ marifetiyle yapıldığı anlaşılmaktadır. Gelir İdaresi, işleme konu gayrimenkulün bulunduğu yerdeki benzer gayrimenkullerin yakın tarihteki satış tutarlarını dikkate alarak kendince bir emsal çıkarmış ve bunu delil olarak kabul etmiştir. Bunun kabul edilebilirliği kanaatimce yoktur. Ayrıca bir gayrimenkul için düzenlenen değerleme raporundaki değerden satıldığını varsaymak da bir o kadar anlamsızdır. Zira Danıştayın istihbari nitelikteki delillerin kabul edilmemesi gerektiği ve somut ve yeterli tespit bulunmaması nedeniyle yapılan cezalı tarhiyatların kaldırılması gerektiği yönünde onlarca güncel kararı da bulunmaktadır.
Ancak banka dekontu, ilandaki tutar, taraflardan birinin itirafı ve/veya yazılı bir beyanı gibi nispeten kabul edilebilir bir delil sunulması durumunda elbette Gelir İdaresinin haklılık payı güçlenecektir. Lakin bu durumda da Gelir İdaresi, insanları beyana davete çağırmayacak doğrudan ihbarname düzenleyip tebligatı yapacaktı.
Ceza kesilmeyecek mi?
Hayır kesilecek.
Şöyle ki, kişilere gönderilen yazıya binaen mükellefler ilgili vergi dairesine gitmekte vergi dairesi, bir ihbarname düzenlemekte ve bu ihbarname, harcın aslı ile bir kat kesilmesi gereken vergi ziyaı cezasının Harçlar Kanunu m.63 gereği yüzde 25’i kesilip muhataba tebliğ edilmektedir.
Harç farkından dolayı gönderilen yazıya istinaden vergi dairelerince yapılan işlemi bir örnekle anlatmaya çalışayım. Örneğin, matrah farkından dolayı 20 bin lira harç farkı çıktıysa 20 bin liralık harca ilaveten 20 bin liranın yüzde 25’i kadar da yani 5 bin lira da vergi ziyaı cezası kesilecektir. Ayrıca bu 5 bin lira vergi ziyaı cezası da uzlaşmaya sokulmakta ve ortalama yüzde 80’i silinmektedir. İlaveten harç farkı üzerinden her ay için yüzde 4,5 gecikme faizi de işlemektedir. Özetle kişiden harç farkı, vergi ziyaı cezası ile gecikme faizi alınmaktadır.
Kişilere gönderilen yazıda “daha sonra ortaya çıkabilecek herhangi bir cezalı tarhiyata muhatap olmamak için” ifadesiyle aslında gelecekte ceza yeme şimdi ye denilmek istenmektedir.
Ezcümle
Gelir İdaresi Başkanlığı, bu yaptığı işlemle aslında bir tür beyana çağrı yapmaktadır. Lakin beyana çağrı diye bir düzenleme vergi kanunlarımızda bulunmamaktadır. Kanuni süresinden sonra kişiler ya pişmanlık yoluyla ya da kendiliğinden beyanname verirler.
Bu iki yöntemin bu olayda uygulanıp uygulanamayacağı hususunu başka bir yazıda tartışırız ama şu an Gelir İdaresi uyguladığı bu yöntemle esasında mükellefleri kendi bildikleriyle korkutmaktır.
/././
Trump tarifelerinin belirsizliği gölgesinde fed kararı -Binhan Elif Yılmaz-
Tarifelerin yumuşaması başta ABD ve diğer ülkelerde korkulduğu kadar yüksek bir enflasyon olmayacağı anlamına gelir. Geçen hafta temkinli konuşan Powell risklerdeki azalışla söylemlerinin tonunu değiştirebilir. Henüz haziran için faiz indirimini konuşmak erken ama Trump’ın faiz indiriminde ısrarı devam edecek gibi görünüyor. Eğer ABD-Çin tarifelerinde herkes sözünü tutarsa tabi…
Fed, geçen hafta devam eden tarife belirsizlikleri gölgesinde faiz kararını açıkladı. Fiyat istikrarı ve tam istihdam arasındaki denge görevi açısından temkinli bir yaklaşım sergileyerek faiz oranlarını 4,25-4,5 arasında sabit tutma kararı aldı.
Fed, kısa süren faiz indirim döngüsünü son iki toplantıda “belirsizlik” vurgusuyla sonlandırmıştı. Son toplantıda bu vurgu daha netti. Belirsizliğin temelinde en önemli ekonomik faktör bilindiği gibi gümrük tarifeleri…
Aslında ABD ekonomisi açısından yüzde 4,2 oranındaki işsizlik ve yüzde 2,4 enflasyon oranıyla şimdilik sorun görünmüyor. Ancak Powell, FOMC toplantısının ardından yaptığı açıklamada “işsizlikte artış ve enflasyonda yükseliş riskinin arttığını” ifade etti. Böyle olumsuz sinyaller, stagflasyon olasılığı demek.
Stagflasyon, durgunluk içinde enflasyonu tanımlayan bir kavram. Dolayısıyla büyümede yavaşlama ile birlikte işsizlik de artabilir. Tarifelerin bu tür etkileri ise Fed’den faiz indirimi beklentilerini boşa çıkaracak en önemli etken.
Fed’e göre enflasyon ve işsizliğe ilişkin verilerin bozulma olasılığı yüksek, ancak burada da pek çok belirsizlik hakim;
* Hangi veriler bozulacak?
* Ne zaman bozulacak?
* Hangi düzeyde bozulacak?
* Önce hangi veri bozulacak?
* Bir verinin bozulması diğerini ne düzeyde etkileyecek?
* Sonuçta beklentiler ve yatırım kararları ne kadar bozulacak?
İşsizliğe göz atalım; ABD’de işgücü piyasasının sağlamlığı, Fed’in dikkatle izlediği alan. İşsizlik başvurularında ufak da olsa beklentilerin üzerinde yukarı yönlü seyir var. Yılın ilk aylarında yüzde 4’e kadar gerileyen işsizlik oranı yüzde 4,2’ye yükseldi.
Enflasyona gelince; yüzde 2,4’lük ABD enflasyonu hâlâ hedef yüzde 2 oranından uzak olsa da 2022 yılı ortalarında yüzde 9’luk seviyeyi gördükten sonra uzun süre sıkı kalan para politikasıyla yumuşak iniş hikayesini hatırlıyoruz.
Büyüme şimdilik ekside; ABD ekonomisi bu yılın ilk çeyreğinde geçen yılın aynı çeyreğine göre beklentilerin (yüzde -0,2) üzerinde yüzde -0,3 daraldı. Son gelen büyüme verisine göre tüketici harcamalarının büyümeye katkısı 1,2 ile sınırlıydı, kamu harcamalarının etkisi -0,25 oldu.
ABD’de tüketim harcamaları ülke milli gelirinin yaklaşık üçte ikisini oluşturuyor. Hane halkının tüketimi daralırsa ekonomi de daralıyor.
Büyüme üzerinde asıl önemli etki, ithalattan geldi. İthalatın büyümeye katkısı -5 oldu. Tarifelerin başlayacağı endişesiyle öne çekilen ithalat, büyümeyi de aşağı çekti. Ancak yeni tarifeler nedeniyle ithalat bu hızla devam etmeyeceğinden GSYİH'daki bu düşüş 2. ve 3. çeyrekte ortadan kalkacaktır.
Bu arada Fed bilançosunu daraltıyor, bilançosundaki varlık miktarı son aylarda yaklaşık 20 milyar dolar azalarak 6,7 trilyon dolara geriledi. Fed nicel olmasa da (QE), miktarsal (QT) sıkılaştırma uygulamaya devam ediyor.
ABD’nin ikiz açığı: Dış ticaret ve bütçe açıkları
Trump’ın hep şikayet ettiği, acil durum ilan etmesine neden olan ve tarifelerin gerekçesini oluşturan ana başlık; ABD’nin 1,2 trilyon dolarlık büyük ticaret açığı.
Ancak ABD’nin başka bir açığı daha var; o da 36,2 trilyon dolar düzeyine ulaşan kamu borcu. Bu borç, ülke GSYİH’sının yaklaşık yüzde 124’ünü oluşturuyor. Bütçe açığı ise GSYİH’nın yüzde 7’si düzeyinde.
Bütçe açığını azaltacak şekilde bir yandan kamu harcamalarında kısıntıya gidiliyor, diğer yandan tarifeler üzerinden vergi geliri elde etmeye yönelik adımlar atılıyor. Tarifelerin bir de enflasyonist etkisi var ki, o da ABD borcunun enflasyonla azaltılması seçeneğini ortaya çıkarıyor.
Dolayısıyla Fed, sıkı durduğu sürece enflasyon kontrol altında tutulabilir ama büyüme ve istihdam sorunlu olur. Bir resesyon olasılığı doğar. ABD yönetiminin en arzu etmediği sonuç bu. Ancak Fed para politikasını gevşetir ve politika faizini aşağı çekerse büyüme ve istihdam açısından olumlu etki devam ederken, bir miktar enflasyona razı olunabilir. Yukarıda bahsettiğim gibi ABD kamu borcunun ödenebilmesine katkı sağlayabilir. Diğer yandan zayıf doların ABD ihracatını destekleyici ve rekabeti arttırıcı etkisi de var. Trump, boşuna faiz indirimi diye Powell’a gönderme yapmıyor!
Devam eden tarife müzakereleri
Fed’in faiz kararının ertesinde ABD, İngiltere ile ticaret anlaşması' yapacağını duyurdu. İngiltere için sevindirici bir haber olarak paylaşıldı ancak pazar günü gerçekleşen toplantı henüz gelecekteki müzakereler için bir çerçeve niteliğinde.
Öte yandan bugün beklenmedik şekilde ABD ve Çin hızlı bir tarife anlaşmasına vardı. İki gün sonra başlayacak şekilde (14 mayıstan itibaren) 90 gün süreyle gümrük vergilerini karşılıklı düşürme konusunda anlaştılar. ABD, Çin mallarına uyguladığı gümrük vergisini yüzde 145'ten yüzde 30'a (yüzde 10 tarife ve yüzde 20 fentanil için vergi), Çin ise ABD mallarına uyguladığı gümrük vergisini yüzde 125'ten yüzde 10'a düşürdü.
Kısa vadede piyasalar olumlu etkilenmeye başladı bile; dolar endeksi; S&P ve ABD 10 yıllıklar yükselişe geçti. Ancak belirsizlik bitmedi. Bir yandan ABD diğer ülkelerle müzakereye devam ediyor, diğer yandan 9 nisanda tarifeleri erteleyen önceki 90 günlük süre sonunda ne olacağı önemli.
Tarifelerin yumuşaması başta ABD ve diğer ülkelerde korkulduğu kadar yüksek bir enflasyon olmayacağı anlamına gelir. Ayrıca Çin’de, ABD ve kısa vadede küreselde büyüme tahminleri yukarı yönlü değişmeye de başlar. O nedenle geçen hafta temkinli konuşan Powell risklerdeki azalışla söylemlerinin tonunu değiştirebilir. Henüz haziran için faiz indirimini konuşmak erken ama Trump’ın faiz indiriminde ısrarı devam edecek gibi görünüyor. Eğer ABD-Çin tarifelerinde herkes sözünü tutarsa tabi…
/././
Orta Doğu’da büyük spekülasyon -Akdoğan Özkan-
Son haftalarda Netanyahu ile teması kesen Trump’ın bugün başlayan ve Tel Aviv’i dışarda bırakan Orta Doğu turunda “çok önemli bir duyuru” yapacağının dillendirilmesi, Başkan’ın Filistin devletini tanıyabileceği yolundaki spekülasyonları tetikledi.
ABD Başkanlarının Orta Doğu’ya yaptıkları ziyaretler önemli olmuş, hatta her zaman “yeni” sayılabilecek birtakım gelişmelerin haberciliğini yapmış, ziyaret programlarının bizatihi kendisi bile uluslararası siyasi gözlemcilerin spekülasyonlarına mazhar olmuştur. Bugün bir ABD Başkanı daha Orta Doğu’ya geliyor! Evet Trump, bugün Körfez ülkeleriyle ilkini 21 Mayıs 2017’de yaptığı zirvenin benzerini yapmak üzere Orta Doğu’ya geliyor. Olası gelişmelerle ilgili türlü spekülasyonlar dönüyor, İsrail’i ziyaret programı kapsamı dışında bırakan Başkan’ın bu turda Filistin devletini tanıyabileceği bile iddia ediliyor. Şimdi son gelişmelere ve dönen spekülasyonlara kulak verelim:
Trump’ın bugün başlayan ve 3 gün süreceği açıklanan Orta Doğu ziyaretindeki ilk durağı Riyad, yani zirveye ev sahipliği yapacağı söylenen Suudi Arabistan başkenti. ABD Başkanı’nın Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni ziyaret edeceği de ifade ediliyor. Başkan Trump'ın 6 Mayıs günü Beyaz Saray’da Kanada Başbakanı Mark Carney ile gerçekleştirdiği görüşmede, yakında “çok önemli bir duyuru” yapacağını dile getirmişti. Şimdi tüm uluslararası siyasi gözlemciler bu “çok önemli duyuru” üzerine çeşitli tahminler yürütüyor.
Trump’ın uçağı, ABD ile İran arasında dün, yani pazar günü Umman’ın başkenti Muskat'ta gerçekleşen dördüncü tur dolaylı nükleer görüşmelerden bir gün sonra iniyor Suudi Arabistan’a. Dolayısıyla İran ile ABD arasındaki dolaylı görüşmelerde bir anlaşmaya varılmış olması ihtimali ve Trump’ın bunu ilan etme olasılığı da gündemde.
Umman’daki görüşmelerde ABD heyetine Witkoff liderlik ediyordu. Bu arada hemen hatırlatalım, Witkoff son günlerde Gazze’de geçici bir ateşkes ilan edilmesi karşılığında Hamas'a bazı rehineleri serbest bırakmayı kabul etmesi yönünde Katar ve Mısır arabuluculuğunda baskı yapıyor. Hamas ise İsrail'in tüm Filistinli rehineleri serbest bırakmaya yanaşması halinde savaşı sona erdirmekte ısrarlı. Bu arada, Netanyahu ise Hamas’a, Gazze'de İsrail’in dayattığı koşullarda yeni bir rehine ve ateşkes anlaşmasını kabul etmesi için Trump'ın Orta Doğu seyahatinin sonuna kadar süre vermiş bir konumda. Hamas bu şartları kabul etmezse, Netanyahu, Trump'ın Orta Doğu seyahatinin ardından bölgeyi büyük bir operasyonla tam işgal etmek ve tüm Filistinlileri yerinden etmek üzere tehditler savuruyor.
Yani bölgede çok bilinmeyenli bir denklem söz konusu ve her şey çok karışık. Tüm bu kaotik durumdan iyi bir gelişme çıkması elbette çok zor ve barış pamuk ipliğine bağlı belki ama ümit etmeyi sürdürmek gerekiyor.
Trump manipülasyonlardan sıkıldı
Öte yandan, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun Trump’ın Orta Doğu ziyaretinin durakları arasına İsrail’i katmak için çok çaba sarf ettiğini de biliyoruz. Netanyahu’ya yakın bir isim olan İsrail Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer geçen perşembe günü Beyaz Saray’da Başkan Trump ile görüştü. Toplantı hakkında bilgi aktaran kaynaklara göre, görüşmede, İran ile nükleer müzakereler ve Gazze'deki savaş da konuşuldu. Ziyaret programına İsrail’in eklenmesi talebinin yeniden dile getirilmiş olması da kuvvetle muhtemel. Ancak Trump tur planlarını değiştirmediği gibi, tam aksine, programında İsrail’e resmi bir ziyareti bulunan ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth bir anda bu gezisini iptal etti. ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) Sözcüsü Sean Parnell, X sosyal medya platformundan cumartesi günü yaptığı açıklamada, Trump'ın gelecek hafta yapacağı Orta Doğu gezisine Hegseth'in de katılmasını istediğini aktardı. Yani Hegseth İsrail’e değil, Arap ülkelerine gidecekti. Parnell, “aslında iptal yok” dese de Savunma Bakanı Hegseth İsrail ziyaretini ileri bir tarihe ötelemişti.
Bu arada, İsrail Ordu Radyosu'nun diplomatik muhabiri Yanir Cozin'in kıdemli bir İsrailli yetkiliye atıfta bulunarak aktardığına bakılırsa, Ron Dermer Beyaz Saray’daki temaslarında, kıdemli Cumhuriyetçi yetkililerle “her zamanki kibirli tavrıyla" konuşmuş ve ABD Başkanı Donald Trump’ın “ne yapması gerektiğini” ayrıntılı olarak ifade etmişti. Ancak Dermer'in yaklaşımının ters teptiği anlaşılıyor. Zaten yakın çevresinin bir süredir Trump’a, “Netanyahu’nun Amerikan başkanını manipüle ettiği” algısının yaygınlaştığı yolunda uyarılarda bulunduğu da ifade ediliyor. Bu algının Trump'ın hoşuna gitmediği, hayatta en nefret ettiği şeyin manipüle edilmeye çalışılmak olduğu aynı kaynaklarca dile getiriliyor. Lübnan merkezli El Mayadeen gazetesi, söz konusu kaynaklara dayanarak, bu algının Trump’ı Netanyahu ile arasına mesafe koymaya ve teması kesmeye yönelttiğini yazdı.
Karşılıklı hayal kırıklığı
Daha önce Netanyahu’nun Trump’a karşı bir hayal kırıklığı içinde olduğunu yazan İsrael Hayom gazetesi ise 11 Mayıs tarihli sayısında, artık iki tarafta da “karşılıklı bir hayal kırıklığı” olduğunu ileri süren bir haber yayınladı. Gazete, ABD Başkanı’nın yakın çevresinden aldığı bilgilerden hareketle, Trump’ın İsrail başbakanının kendisine İran'a askeri müdahalede bulunma yönündeki ısrarlı telkinlerinden sıkıldığını ileri sürdü. Aynı kaynaklar, Başkanın özellikle Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri ile ilgili olarak Amerikan çıkarlarını kollayan ve geliştiren bazı kararlar alarak ilerlemek istediğini, bu adımlardan bazılarında İsrail'in de yer almasını istediğini, öncelikli olarak Tel Aviv’in Suudi Arabistan ile ilişkileri normalleştirme atılımı içinde olmasını talep ettiğini kaydetti. Ancak Netanyahu’nun bu yönde tavır alıp hareket geçmekte geciktiğini gören ve İsrail yönetimi gerekli aksiyonları alana kadar beklemeyi reddeden Trump’ın, Tel Aviv yönetiminin katılımı olmadan ilerlemeyi seçtiği ifade edildi.
Dolayısıyla Trump Netanyahu’ya karşı son zamanlarda benimsediği tutum ile İsrail Başbakanı’nı Gazze’ye yönelik planları konusunda biraz daha izole etmeye çalışıyor olabilir.
Riyad ikna olmayınca
Trump, şubat ayında Gazzeli Filistinlilerin Mısır ve Ürdün başta olmak üzere diğer ülkelere taşınmasını ve savaşın ardından Gazze'nin denetiminin ABD'ye bırakılması gerektiğine dair uluslararası çevrelerde epeyce tepki çeken bir açıklama yapmıştı. Sonradan bu planın Suud rejiminin Filistin- İsrail meselesinde iki devletli çözüm şartından vazgeçmesini sağlamak için ortaya attığı iddia edildi. Ancak Trump uluslararası toplumda şok etkisi yaratan bu çiğ Gazze Planı’na Körfez monarşilerini taraftar yazdıramamıştı. Zira Riyad yönetimi Trump’ın Gazze Planı’nın kabul edilemez olduğunu söyleyerek iki devletli çözüme olan bağlılıklarının devam ettiğini belirtmişti. Bu arada Suudi Savunma Bakanı Prens Halid bin Selman el Suud, Nisan ayı ortalarında İran’a beklenmedik şekilde yeni bir ziyaret yaparak ve Kral’dan mesaj ileterek, İsrail’in bu ülkeyi vurma planlarını desteklemediğini ortaya koymuştu
Velhasıl, Amerikan silah sanayinin en büyük müşterilerinden olan ve 1 Ocak tarihinden itibaren BRICS’e de üye olmuş Suudi Arabistan ve BAE’nin ABD’nin bölgeye yönelik tasavvuruna gönüllü katılımını önemseyen Trump, o çiğ plan tutmadıysa yeni bir planla ortaya çıkabilir elbette.
Zira İsrail’de hükümet çok sağlam görünmüyor. 19 Ocak’ta Gazze’de yürürlüğe giren ateşkesin ardından koalisyon hükümeti büyük darbe aldı. Tel Aviv yönetimi, Binyamin Netanyahu’nun hakkındaki yolsuzluk davasının devam etmesi, eşi Sara Netanyahu'ya muhaliflere yönelik baskı yaptığı için dava açılması ve Genelkurmay Başkanı ile başkan yardımcılarının istifa etmelerinin yarattığı istikrarsızlık havası altında zor zamanlar yaşamaya başladı. Öyle ki, İsrail ordusunun 2013-2016 arasında Genelkurmay Başkanlığını yapmış olan Moşe Yaalon bile, Netanyahu’nun Yahudi ahlakından koptuğunu ve askerleri Gazze’ye savaş suçu işlemeye gönderdiğini söyler oldu.
İsrail’de koalisyon hükümetinin zayıflamaya başlaması, Netanyahu’nun manipülasyonlarından sıkılan Trump’ın elini güçlendirdi. İsrail’in ABD yönetimi üzerindeki manipülatif gücü de belli ki sınıra geldi. Orta Doğu’da silahların susmasını sağlayacak öyle ya da böyle bir tür barışın mimarı olmak isteyen ABD Başkanı bu doğrultuda Hamas’a olduğu kadar Netanyahu’ya da kendi şartlarını kabul ettirmeye çalışıyor.
‘Filistin devletini tanıyacak’ iddiası
Bu arada, Suudi Arabistan'ın başkenti Riyad'da düzenlenecek Körfez-ABD zirvesine tüm Körfez liderlerinin katılımı planlanıyor. Sadece sağlık sorunları nedeniyle uzun süredir hiçbir kamusal etkinlik ve toplantıya katılamayan Kral Selman bin Abdulaziz görüşmelerde olmayacak. Ancak veliaht Prens Muhammed bin Selman orada olacak. Selman cumartesi günü Bahreyn Kralı Hamed bin İsa el Halife ve Kuveyt Emiri Şeyh Meşal el Ahmed el Cebir el Sabah ile telefon görüşmeleri gerçekleştirdiği bildirildi. Selman’ın, Trump görüşmesi öncesinde Körfez ülkelerinin çeşitli meselelere ilişkin tutumuyla ilgili “ince ayarlar” üzerine konuşmuş olması muhtemel.
Bu arada Trump’ın zirvede yapacağı söylenen “çok önemli açıklamaları” ile ilgili birtakım spekülasyonlar da son günlerde yoğunlaşmaya başladı.
Zirvede Trump’ın Filistin devleti, büyük ekonomik anlaşmalar ve ABD-Suudi Arabistan nükleer işbirliği gibi konularda büyük bir duyuruya hazırlandığı iddia ediliyor.
İsminin açıklanmaması koşuluyla The Media Line'a bilgi veren, Körfez ülkelerinden bir diplomatik kaynak, “Başkan Donald Trump, [ziyareti sırasında] ABD’nin Filistin Devleti’ni tanıması konusunda bir bildiri yayınlayacak ve Hamas'ın varlığını dışarıda bırakan bir Filistin devleti kurulacak,” iddiasında bulundu.
Filistinlileri vatanlarından kovup bölgeyi ABD öncülüğünde turizm cenneti (!) yapmaktan Filistinlilere devlet bahşetmeye savrulan bir seçenekler yelpazesi! Tabii böyle bir spekülasyonun, Trump’ın Netanyahu üzerindeki baskıyı artırmak amacıyla dolaşıma sokulmuş olabileceği de unutulmamalı.
Bütün bu planlar, seçenekler dün yine Han Yunus'un batısındaki el-Emel bölgesinde bir ailenin sığındığı çadırı bombalayarak dördü çocuk 10 Filistinlinin ölümüne sebep olan İsrail’in umurunda görünmüyor. İnsanın sadece şey diyesi geliyor: Peki bundan aylardır bitmeyen bir soykırıma maruz kalan Filistin halkının ve onun yasal temsilcilerinin haberi var mı?
/././
PKK'nın fesih kararı sonrası Şırnak Valiliği'nden 'özel güvenlik bölgesi' ilanı: Gabar ve Cudi'ye giriş yasaklandı.

Şırnak Valiliği’nden konuya ilişkin yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi:
“Şırnak ili Merkez ilçesi sınırlarında bulunan Bestler Dereler Bölgesi, Şırnak ili Merkez ilçe ve Güçlükonak ilçesi sınırlarında bulunan Gabar Dağı Bölgesi, Şırnak ili Merkez ilçe, Silopi ve Cizre ilçeleri sınırlarında bulunan Cudi Dağı Bölgesi, Şırnak ili Merkez ilçe, Silopi ve Uludere ilçeleri sınırlarında bulunan Kurt Dağı Bölgesi, Şırnak ili Beytüşşebap ilçesi sınırlarında bulunan Kelmehmetler-Dönmezler-Kovankaya, Tahtareş, Hüsrevpaşa-Suhurpaşayayla, İncebeldağları, Faraşin Bölgeleri, Şırnak ili Beytüşşebap ilçesi sınırlarında bulunan Altındağları Bölgesi, Şırnak ili Beytüşşebap ve Uludere ilçeleri sınırlarında bulunan Oymakaya Bölgesi, bahse konu bölgelere gidebileceği değerlendirilen vatandaşların, mezkûr bölgelerdeki yasa dışı unsurlardan ve bunlara yönelik alınacak tedbirlerden zarar görmemeleri açısından 12 Mayıs 2025 (Dahil) - 26 Mayıs 2025 (Dahil) tarihleri arasında 15 gün 'Geçici Özel Güvenlik Bölgesi' ilan edilmiştir. Vatandaşlarımızın; bu tarihler arasında 2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanunu kapsamında yetkili makamlardan izin almak suretiyle ilan edilen bölgelere girebileceği, aksi halde 5442 sayılı İl İdaresi Kanunun 66'ncı maddesi gereğince cezai işlem uygulanacağı, kamuoyuna saygı ile duyurulur.”
***
T-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder