Küba Devlet Başkanı'ndan insanlığa çağrı: İsrail'in 9 çocuğunu öldürdüğü Filistinli doktoru paylaştı.
Gazze’de 9 çocuğu İsrail tarafından katledilen doktor anne Ala Neccar’ın fotoğrafını paylaşan Küba Devlet Başkanı Diaz-Canel insanlığa çağrı yaptı. Saldırıda ağır yaralanan doktor baba Hamdi Neccar’ın yoğun bakımda tedavisi sürüyor. Çiftin 10 çocuğundan biri saldırıdan yaralı kurtulurken çocuğun durumu da halen ciddiyetini koruyor.(https://x.com/DiazCanelB/status/1926358339253944567)(https://haber.sol.org.tr/haber/kuba-devlet-baskanindan-insanliga-cagri-israilin-9-cocugunu-oldurdugu-filistinli-doktoru)
***
AKP'li Varank, Ali Koç'a baklava yedirdi: 'Hadi bismillah'
AKP Bursa milletvekili Mustafa Varank Abu Dabi'de Fenerbahçe Kulübü Başkanı Ali Koç'a eliyle baklava yedirdi.
Birleşik Arap Emirlikleri'nde (BAE) AKP Bursa Milletvekili Mustafa Varank, Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Ali Koç’a Türkiye’den getirilen baklavayı ikram etti. Varank'ın Koç'a eliyle baklava yedirdiği anlar görüntülendi. THY EuroLeague Final Four organizasyonunun finalinde Fenerbahçe Beko, Fransa'yı temsil eden Monaco ile BAE'nin başkenti Abu Dabi'deki Etihad Arena'da karşı karşıya geldi. AKP Bursa Milletvekili ve BAE Parlamentolar Arası Dostluk Grubu Başkanı Mustafa Varank ve AKP İzmir Milletvekili Mehmet Muharrem Kasapoğlu, Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Ali Koç’a Türkiye’den getirilen baklavayı ikram etti. "Hadi bismillah" diyen Varank, Ali Koç'a baklavayı yedirirken "Bu okunmuş baklavayı da beslemeyle yediriyoruz. Hadi bakalım" ifadelerini kullandı. (https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-05/ssstwitter.com_1748193207077.mp4)
***
İttifak yolu -Aydemir Güler-
Karşıdevrimi tepeleyebilecek biricik ittifakın bileşenleri etkileşime geçmeli, kol kola girmeli, tartışmalı, tanışmalı, birbirlerinden öğrenmeli ve birbirlerine güç vermelidirler. Kimsenin bir diğerine dönüşmesi söz konusu olmayacaktır. Ama bir alan temizliği zorunludur.
24 Mayıs Cumhuriyetçiler Kurultayı toplanıyor. Cumhuriyetçilerin birliği için bir adım atılıyor. Peki, yolun neresindeyiz?
Türkiye’nin uzun karşıdevrimi bir üçlü ittifakın imzasını taşır. Ülkemizin aydınlanma devrimini tıkayan, kazanımlarını tahrip eden ve geriye cumhuriyet diyebileceğimiz bir yapının kalmamasına neden olan, emperyalizm, büyük sermaye ve dinci gericiliğin ortak eylemidir. Ve bu, bir özettir yalnızca.
20. Yüzyıl başında Türkiye’ye dışsal bir müdahalede bulunmayı deneyen emperyalizm, ilerleyen yıllarda bir iç olgu haline gelmiş, toplumsal dokuya, sermayenin her bir kıvrımına, devlet mekanizmasına yerleşmiştir. Burjuva devriminin en canlı döneminde bile devrimci bir karakter kazanmayan sermaye, feodalitenin egemen güçleriyle iç içe girmiştir. Dinci gericilik Amerikancı milliyetçilikle yakınlaşmış ve dönem dönem sağ-cumhuriyetçilerle yan yana gelmiştir. Her bir bileşeni kendi çevresini örgütleyen bu ittifakın, yanına sağ ve sol liberalleri, Kürt dinamiğini katarak büyük bir enerji edindiği de eklenmelidir. Karşıdevrim dinamiklerinin 1980’den sonra siyasette üstünlük kurdukları, 21.yüzyılda bütünüyle iktidar oldukları, karmaşık ve geniş ittifaklarını ise daha yakın zamanda inşa ettikleri görülüyor.
Karşıdevrimin başlangıç noktası ise, çoğu örnekte olduğu gibi devrim süreciyle çakışır. Bu çakışma halk kitlelerinin devrime bağlanmasının önünde bir engel de oluşturmuştur. Kırlarda sıtmanın yenilgiye uğratıldığı, işçi sınıfının geliştiği, halk çocuklarının eğitimle tanıştığı doğrudur; ama yine de sermaye toprak ağalarıyla kucaklaşmış ve yoksul köylülük savaş meydanında asker üniformasıyla sırtladığı Cumhuriyet’te topraksız kalmaya devam etti. İşçi sınıfı, örgütsüzlüğe mahkûm edildi. İlerici, devrimci aydınlar baskılandı. Kürt yoksulları ise aşiret bağlarından kurtulacakları bir mücadele çağrısı almadılar ve onları şiddetle sömürüp ezen ve yeni düzenin egemenleri arasında kapağı atan şeyhlerden, ağalardan bağımsızlaşamadılar…
Oysa devrim halk kitlelerinin harekete geçmesidir. Devrimi yaşatacak, ayakta tutacak, koruyacak olan dinamik, mülk sahiplerinden çıkmaz. Mülkünü koruma ve çoğaltma güdüsü, zenginleri en azından devrim korkağı haline getirir. Fırsat bulduklarında sabotöre dönüşür, devrime ihaneti örgütlerler.
Bu evrensel yasa bizde de hükmünü icra etti. Yoksa komünist hareketin sosyalizme yönelik çıkış denemeleri aynı zamanda Cumhuriyet devrimini korumayı içeriyordu. Hep hatırlattığımız gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinden Marksist aydınları çıkartırsanız, şiirden arkeolojiye, halk sağlığından yurttaşlık bilincine her başlıkta derin bir yoksullukla baş başa kalırsınız. Kentlileşen, giderek eğitimli hale gelen işçi sınıfının örgütlü bir güce dönüşmesi karşıdevrimin önünde set oluştururdu. Sol, sınırlı etkisiyle bile tarihimizin kadim eşitlikçi halk kültürünün güncellenmesine aracılık etmeyi başarmıştır. Orta Anadolu’nun karşıdevrim üssüne dönüşmesini önleyecek olan kaynak tam da oydu. Bütün bunlar olabilseydi, Kürt yoksullarının hak arayışı Cumhuriyet zemininde pekâlâ tutulabilirdi.
Bunları “keşke” demek için yazmadım. Olan olmuştur, geriye sarmak mümkün değildir. Ama geçmiş derse dönüşmeli ve yüzler geleceğe çevrilmelidir. Karşı-devrim ittifakının karşısına radikal aydınlanmacı, bağımsızlığa tutkulu, emekçilerin cumhuriyetini programlaştıran bir devrimci ittifak çıkmalıdır.
Bu ittifakın kaynakları bellidir. Cumhuriyetin kurucu akımı olarak bir biçimde devlete tutunagelen Kemalizm, AKP’li yıllarda bu konumundan sürüldü. Cumhuriyetin kurumlarının işgal edildiğini söyleyebiliriz. Ancak işgalcilerin akıllarına gelmeyen başlarına geldi. Cumhuriyetçilik, kurtuluş ve kuruluş dönemini bile aşan bir ölçüde halk kitlelerine mal oldu. Bugün kadınlardan gençlere, işçi ve kamu emekçilerine kadar hakkını arayan herkes kendini Cumhuriyetle özdeşleştiriyor. Karşıdevrimin önünde örgütsüz bir halk barikatı var.
Geçen hafta değindiğim, devrimin gerisine düşülmesini engelleyen “düğüm” budur. Bu zeminde şekillenen Kemalizm, Cumhuriyetçi cephe veya devrimci ittifakın kurucu öznelerinden biri olmak durumdadır. Bu tarif adı geçen akımın bütününü kapsamıyor olabilir. NATO’ya, AB’ye bel bağlayan, sermaye düzenini veri kabul eden, laiklik uygulamaları için özür dileyen bir kesim de kendisini Cumhuriyetçi ilan edebilmekte ve öyle sayılmaktadır.
İkinci kaynak akım devrimi ilerletmeye, eşitlikçi bir düzene taşımayı hedefleyen, bu amaçla kazanımlarına ayaklarını bastığı Cumhuriyet devrimini de eleştiriye tabi tutan komünizmdir. Türkiye’de komünizm yurtsever ve laik doğmuştu. Ancak bu tarif de, Türkiye solunun bütününü kapsamıyor. Liberal, sermaye ve emperyalizmle iş tutan kimi kesimlerin de sol sayılabildiğini biliyoruz. Beğenmesek de gerçeklik budur.
Bulunduğumuz nokta burasıdır. Karşıdevrimi tepeleyebilecek biricik ittifakın bileşenleri etkileşime geçmeli, kol kola girmeli, tartışmalı, tanışmalı, birbirlerinden öğrenmeli ve birbirlerine güç vermelidirler. Kimsenin bir diğerine dönüşmesi söz konusu olmayacaktır. Ama bir alan temizliği zorunludur. Tarihten süzülüp gelen dersler iyi okunmalı, ilkelerimize toz değmemelidir.
Cumhuriyetçiler Kurultayı yolun tam bu noktasıdır. Alan temizlendikçe kapsam daralmayacaktır.
Ve zamana karşı yarışacağız. Devrimlerin tarihe attığı düğümün gerisine düşülemiyor, dedik; ama düğümü kesip atmaları imkânsız değildir. 1990’larda başlayan dünya çapındaki karşıdevrim bunun örnekleriyle dolu. Yugoslavya’dan Suriye’ye…
Demek ki, yolun bu noktasında fazla duramayız. İleri atılımın zamanıdır.
/././
Hayatın çatallandığı yerler -Engin Solakoğlu-
İnsansanız Filistinlilerin önce yaşam sonra da bağımsızlık hakkını savunacaksınız. Değilseniz ona göre muamele göreceksiniz. Bu arka planı koyduğumuza göre yaşanan iki olaya geçebiliriz. Görece hafifinden başlayacağım.
Belirli bir yaşa gelen insan hayatın basit ikilem veya ikiliklerden ibaret olmadığının farkına varır. Yaşarken, ak ve kara arasında grinin pek çok tonuyla karşılaşır. Hayat çoğu zaman karmaşıktır. Eğriyi doğrudan ayırmak emek ister.
Geçen hafta yaşanan iki olay bana bu gerçeği anımsattı. Her ikisinde de ne düşüneceğime hemen karar veremedim. Kıbrıslı Türklerin kullandığı deyimle “ikide kaldım”.
İki olayın ortak noktası İsrail’le ilgili olmaları. Emperyalizmin eni konu çirkinleştiği bir dönemde yaşıyoruz. Bu çirkinliğin zirve noktası ise salt İsrail’in yaptıkları değil, o yapılanları tepkisizce seyreden, daha doğrusu çoğu zaman el altından kimi zaman da açıkça destekleyen Avrupa, Ortadoğu ve uyarına göre her iki şemsiyenin de altına sığışabilen Türkiye’deki sermaye sınıfı iktidarları.
Ana konuya geçmeden arka planı biraz açalım. İki yıla yakın bir süredir Gazze’yi ve her fırsatta Batı Şeria’yı tahrip eden, çocukları çadırlarda yakan, açlıktan ölmelerine yol açan İsrail, bölgede “rahatladıkça” şiddetini ve vahşetini de artırıyor. Artık resmi ve insanlıktan yoksun ağızlardan açıkça Filistin’i Filistinlilerden arındırma hedefini işitiyoruz.
Bir yandan dünyadaki kamuoyu tepkisi yükselir ve düne dek mırın kırın eden Batılı yöneticileri İsrail’in hırsız ve katil idarecilerini yarım ağızla da olsa eleştiriye zorlarken, bir yandan da Filistinleri Kuzey Afrika çöllerine sürüp bölgeyi daha etkin bir sömürü merkezi haline getirme peşindeki küresel sermayeyi ferahlatmanın yolları araştırılıyor.
Filistinlilerin her gün ellişer yüzer öldürülmeleri, ayakta kalan tek tük hastanelerinin yıkılması, Batı Şeria’daki evlerin silahlandırılmış yasadışı yerleşimciler tarafından basılıp sakinlerinin sokağa atılması haber bültenlerinde güçlükle yer buluyor. Filistin soykırımına dair haberler sanki doğal afetmiş havasında servis ediliyor.
Yazının başında söz ettiğimiz karmaşıklık durumunun kesinlikle geçerli olmadığı bir tek uluslararası mesele söyle deseniz, tereddütsüz vereceğim bir örnek artık Filistin. Filistin halkının yanında, İsrail’in karşısında konumlanmak tartışmasız bir insanlık ve vicdan testi haline geldi. Bu noktada gri alanlardan bahsetmek “ama Hamas” diye cümleye başlamak alçaklığınızın derinliğini gösterecek bir belirti sadece. İnsansanız Filistinlilerin önce yaşam sonra da bağımsızlık hakkını savunacaksınız. Değilseniz ona göre muamele göreceksiniz.
Bu arka planı koyduğumuza göre yaşanan iki olaya geçebiliriz. Görece hafifinden başlayacağım.
Çocukluğumdan beri müziği severim. Her türlü müziği dinlerim diyemem ama müziksiz bir evren düşünemem. Müzikle derdi olanla, müziği yasaklamaya kalkanla derdim olur. Gençliğimde şarkı, türkü çığırmışlığım, hatta işin doğrusunu, düzgününü öğrenmek kaygısıyla Timur Selçuk Hoca’nın öğrencisi olmuşluğum da var. Elbette tanıdığım, sevdiğim besteci, müzisyen, şarkıcı, grup çok. Doğal olarak tanımadıklarım, takip etmediklerim de mevcut. Birinci olayımızın öznesi böyle bir şarkıcı. Linet sahne adıyla biliniyor. Bir tek şarkısını dahi baştan sona dinlemiş değilim.
Linet Hanım’ı ben Türkiye Yahudisi olarak biliyordum. Onu bile yanlış/eksik biliyormuşum meğer. Hanımefendinin ailesi Türkiye kökenli, kendisi de İsrail vatandaşıymış. Olayın özü de basın haberlerine göre şöyle: Konser vermesi engellenmiş, tehdit edilmiş, canının tehlikede olduğunu söylemiş. Bunun üzerine sahip çıkanlar olmuş, sahip çıkanlara hakaret edenler olmuş vs..
Burada bir parantez açma ihtiyacı duyuyorum. Özellikle 7 Ekim’den beri üzerinde ısrarla durduğum bir konu var. İsrail’in suçlarından ötürü Türkiye Yahudilerinin sorumlu tutulmamaları, onlara herhangi bir tehdit yöneltilmemesi. Biraz daha genişleterek söyleyeyim. Yahudi dinine mensup olan hiç kimsenin salt dinsel aidiyeti yüzünden İsrail’in eylemlerinin suç ortağı olarak kabul edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Nitekim ABD başta olmak üzere, birçok ülkede İsrail karşıtı eylemlerin başını ilerici veya vicdan sahibi Yahudilerin çektiği yadsınamaz bir olgu. Keza iki yıldır aralıksız izlediğim, İsrail’de yayınlanan Haaretz gazetesinin İsrail’in yaptıklarına dair yorum ve teşhislerinin netliği ve isabetini örneğin BBC, DW veya FR24 gibi yayın organlarında hiç görmedik. Demek ki mesele etnik, dinsel veya kültürel aidiyet değil.
Haaretz’in yazarlarından Gideon Levi Türkiye’ye bir konferans veya başka bir etkinlik için gelse ve onun başına Linet Hanım’a benzer şeyler gelse çok öfkelenir ve onu savunmak için ne gerekiyorsa yaparım gibi geliyor. Gelin görün ki, İsrail’in işlediği suçların büyüklüğü karşısında “ben şarkıcıyım siyasetten anlamam”, “İsrail ordusunda askerlik yaptım ama kısacık” gibi tavırlar almak artık yeterli değil benim açımdan. Bir kere inandırıcı değil. İkincisi insani değil. Sürecin başından beri savunduğum fikirlerden biri, İsrail’in soykırım siyaseti sürdüğü müddetçe, o ülkeden hiçbir şarkıcının, akademisyenin, aydının, sporcunun veya spor takımının, Türkiye’de veya başka bir ülkede faaliyet gösterilmesine izin verilmemesi. Gideon Levi gibi, yapılan açıkça adlandıran, canları pahasına buna karşı duranlar hariç doğal olarak.
Linet Hanım’ın yaşadıkları sonrasındaki tartışmaya bakınca son derece güç bir durumda kalıyorsunuz. Bir tarafta ilk bakışta suret-i haktan ve “ılımlı” görünen bir Akepe akademisyeni, bir tarafta ise siyasi üretimi küfür, hakaret ve sebepsiz zenginleşme gibi üç kavramla özetlenebilecek bir Saray görevlisi. Seçim yapmak ve “ılım”dan taraf olmak çok kolay gibi görünüyor ama değil ne yazık ki. Öncelikle tartışmanın asıl tarafını araştırıp bulmak gerekiyor. Aslında Linet Hanım’ı protesto edenler ve konserini engelleyenler Filistin yanlısı İslamcı olarak tanımlanabilecek bir grup. Atlamış olabilirim ama şarkıcı hanımefendiye doğrudan bir ölüm tehdidi yönelttiklerine dair bir bilgiye de rastlamadım.
Bu ayrıntıyı öğrenince ilk aklınıza gelen “bir şarkıcıyı hedef almak kolay, sıkıysa İsrail’le ticareti sürdürenleri, varilinden 1 dolar bilmem kaç sent kazanıyoruz diyerek petrol sevkiyatına devam edenleri eleştirin” demek oluyor. Çok doğru. Sorun şu ki, bu aktivist grup, yılda birkaç gün Galata Köprüsü’nde veya bir başka merkezî yerde Akepe Genel Başkanının aile efradıyla birlikte Filistin bayraklarıyla poz verenlerden farklı olarak, o ticareti de kıyasıya eleştiriyorlar. Hatta bu yüzden polis şiddetine uğruyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyorlar. Meseleyi İslamcı perspektifle ele almaları -bana göre demiyorum olgusal anlamda– kesinlikle yanlış ama en azından hiç değilse samimi ve tutarlı davranıyorlar.
Bu tespiti yaptıktan ve uzun uzun düşündükten sonra tartışmanın hangi tarafında yer alacağınızı belirleyebiliyorsunuz. Sonuç şu: Linet Hanım, İsrail’in soykırımına karşı net tavır alıp, Filistin kefiyesiyle aktivizme başlayana, daha açık bir deyişle soykırımdan değil insanlıktan yana tavır alana dek Türkiye’de veya başka bir ülkede şarkı söylemeyiversin. Sanat dünyası veya müzik evreni bakımından katlanılamayacak bir kayıp olmaz.
İkinci konu daha da zorlu. Bir kere içinde ölüm var. Washington’da öldürülen İsrail Büyükelçiliği’nin iki görevlisinden söz ediyorum. Diplomat diyemiyorum zira öğrenebildiğim kadarıyla o statüde çalışmıyorlar. Daha çok yerel görevli niteliği taşıyorlar. Bu konudaki ilk tespit çok kolay. Ortada bir çifte cinayet var. İki genç İsrail Büyükelçiliği çalışanı oldukları için öldürüldüklerine göre siyasi bir gerekçe de var. Bunu aynı zamanda siyasal bir şiddet eylemi olarak tanımlayabiliriz. Meseleyi benim açımdan ve daha genelleştirirsek Türkiye açısından daha hassas hale getiren bir unsur daha var. Türkiye özellikle ASALA terörüne çok sayıda kurban vermiş bir ülke. Birçoğu eski meslektaşım. Aralarında kişisel olarak tanıdığım ve sevdiğim kişiler de var. O halde şunu yapabiliriz: Cinayet, çifte cinayet, bir şekilde diplomatik personele karşı işlenmiş bir suç. Bunu derhal kınayabilir, doğru tarafta yer almanın rahatlığıyla hayatımızı sürdürebiliriz.
Gelin görün ki, hayatın karmaşıklığı yine bırakmayacak yakamızı. Biraz derinliğine bakarsak meselenin sunuluş tarzı midenizi bulandıracak öncelikle. Her türlü kan dökülmesinden siyasi kazanç sağlamayı hesaplayan Netanyahu’yu veya ABD’li yetkililerin zırvalarını boş verin. Ancak AB’den Avrupalı liderlere kadar yapılan açıklamalarda neredeyse ortak bir konuşma notu kullanır gibi “antisemitik/Yahudi karşıtı” bir cinayetten söz ediliyor. Birkaç sebeple ilgisi bile yok.
Birincisi öldürülen iki kişiden biri Yahudi değil, Almanya doğumlu bir Hristiyan bir kızcağız. Basın haberlerinde “Siyonizm davası”na çok bağlı olduğundan söz ediliyor. Bunda şaşırtıcı bir şey yok zira “Siyonizm” dini değil siyasi bir proje. Adını tam koyalım bir tür sömürgecilik projesi.
İkincisi bu iki insanın öldürülme sebebi Yahudiliğe dair bir ritüeli, bir ibadeti yerine getirmeleri veya Yahudi giysileriyle dolaşmaları değil, İsrail Büyükelçiliği mensubu olmaları. Başka bir deyişle hedef alınmalarının gerekçesi her gün “güle oynaya” 100 civarında hayatı söndüren, her türlü uluslararası hukuk kuralına göre yasaklanmış olmasına karşın iki milyona yakın insanı açlıkla, susuzlukla eritmeye kalkışan İsrail için çalışmaları. Peki öyleyse neden ısrarla antisemitizmden bahsediliyor? Bu tamamen İsrail’in etkin lobi çalışmasının bir ürünü. Zira Nazilerin yaptıkları soykırım sebebiyle antisemitizm haklı olarak bir insanlık suçu kabul ediliyor. İsrail bu temelden hareket ederek Siyonizmi de bu kapsama sokmayı başardı yıllar içinde. Üstelik bu yolla, Siyonizmin bir ürünü olan İsrail Devleti’ne karşı olmak da aynı kategoriye sokulabilir hale getirildi. Denklem şöyle işliyor: İsrail’e karşıysan Siyonizm’e de karşısın. O zaman da Yahudi düşmanısın. Bak sen şu işe!
Bu tezin dayandığı esas temel ise diğer dinlerden farklı olarak Yahudiliğin bir halkın dini olması ya da Yahudilerin ayrı bir halk oluşturduğu palavrası. Bırakalım Etiyopyalı Falaşaları filan, Kuzey Afrika kökenli Safarad halkı ile Doğu Avrupalı Aşkenazların veya neredeyse Tufan’dan beri Ortadoğu’da yaşayan Mizrahilerin dinsel inanç dışında hiçbir ortak noktaları yoktur. Bu tarihsel ve etnolojik bir gerçektir. Tek halk teorisinin pratik faydası Siyonizme ve İsrail’in kuruluşuna dayanak sağlamasıdır. Bu salakça teoriye göre, Prag veya Varşova’dan gelen Yahudi yerleşimci esasen sadece Mizrahilerin yerlisi olduğu Filistin’de hak iddia edebilir çünkü sırf Tevrat’a inandığı için aynı halka mensuptur. Bu arkaik düşünce sömürgeciliğe zemin hazırlamak dışında bir anlam taşımaz ama arkanıza emperyalizmi aldığınızda silah zoruyla kabul ettirebilirsiniz. İşte kimilerinin hâlâ hayır beklediği Avrupa Birliği’nin atanamamış Nazi generali kılıklı yöneticisi Von Der Leyen’inden, Fransa’nın orta kademe bankacı Cumhurbaşkanı Macron’a kadar ne kadar insanlık süprüntüsü varsa Washington’daki çifte cinayeti “antisemitik” olarak tanımlamalarının hikmeti burada yatar.
Çok uzattım ama bazı şeyleri kısa yazınca anlaşılması güçleşiyor. Hangi dine veya halka mensup olurlarsa olsunlar iki genç insanın Washington’da öldürülmesi insani açıdan yanlıştır. Filistin davasına da en ufak bir katkısı olmayacaktır. Esas yapılması gereken soykırımcı İsrail devletinin o politikaları destekleyen resmi veya “sivil” bütün unsurlarının herhangi bir konuda faaliyet gösteremez hale getirilmeleri, gittikleri her yerde layık oldukları protestolarla karşılaşmalarıdır. Bir başka adım ise dünya halklarının soykırım destekçisi ve işbirlikçisi emperyalist devlet yöneticilerini sırtlarından atmaları, bunu gerçekleştirene kadar da her türlü yöntemle hayatlarını alabildiğine güçleştirmeleridir. Aksi takdirde bu tür cinayetler, İsrail’in ve destekçisi küresel sermayenin sahte mağduriyetini güçlendirmekten başka bir işe yaramaz.
Şunu da ekleyelim. “En kötü barış en iyi savaştan iyidir” veya “şiddetin her türlüsü kötüdür” gibi yavanlıklar sahtekâr liberallerin söylemidir. Savaşın barıştan daha faydalı olduğu durumlar bulunduğu gibi zorbaya teslim olmaktansa mücadeleye devam etmenin ve devrimci şiddete başvurmanın evlâ olduğu haller de vardır. Bu tarihle sınanmış bir gerçekliktir. İkna olmayan Türkiye tarihine, özellikle de Kurtuluş Savaşı’na bakabilir.
Dedik ya, hayat çoğu zaman ak veya karadan ibaret değildir. Taraf olmak, özellikle de doğru tarafta olmak için düşünmek ve araştırmak gerekir. Emek gerekir.
/././
Kaynaklar patronlara, işçilik çocuklara: 'Mesleki eğitim' adı altında sermayeye 2,5 yılda 74 milyar lira aktı
Sanayi ortasına inşa edilen okullar, "çıraklık" adı altında resmileştirilen çocuk işçilik, MESEM'le açılan yolsuzluk kapısı... Mesleki eğitim adı altında milyonlarca çocuk işçinin hizmetine sunulduğu patronlara 2,5 yılda en az 74 milyar lira kaynak aktarıldı.
İktidarın patronlara ucuz işgücü sunmak için devreye soktuğu mesleki eğitim programları hem kamu kaynaklarını sermayeye peşkeş çekiyor hem de çocuk işçiliğini sistematik hale getiriyor. Sanayi Bakanı Mehmet Fatih Kacır’ın son açıklamaları bu sömürü düzeninin nasıl yapılandırıldığını bir kez daha gözler önüne serdi. Kamu kaynaklarıyla finanse edilen ve onlarca çocuğun geleceğini çalan mesleki eğitim programları eğitimde ve ekonomide çöküşün de resmi niteliğinde.
Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır, dün İstanbul Pendik'te "Yetkinlik Geliştirme ve İstihdam Merkezi"nin açılış töreninde konuştu.
Organize Sanayi Bölgelerinde 85 meslek lisesi ve 23 meslek yüksek okulu kurulduğunu ifade eden Kacır, bu okulların "sanayicilerin ihtiyaç duyduğu alanlarda" açıldığını söyledi. Kacır aynı zamanca Kalkınma Ajansları aracılığıyla mesleki ve teknik eğitimde 623 projeye 2,6 milyar lira kaynak aktarıldığını açıkladı.
İşsizlerin cebinden patronlara aktı
Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) adı altında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından uygulanan projeyle çocuk ve gençler ucuz işgücü olarak sermayeye teslim ediliyor.
AKP'nin sermaye sınıfına hediyelerinden olan MESEM cehennemiyle çocukları sömüren patronlar bir süredir çeşitli açıklamalar yaparak lise öğrencisi çocukların "iş hayatına entegre edilmesini" istiyor. Milli Eğitim Bakanlığı da patronların "ucuz işçi" olarak istediği lise öğrencilerini holdinglere emanet etmek için her türlü düzenlemeyi yapıyor.
MESEM kapsamında meslek lisesi öğrencileri haftanın dört günü hatta bazen hafta sonu işyerlerinde çalıştırılıyor. 9, 10 ve 11. sınıf öğrencilerine asgari ücretin en az yüzde 30’u, 12. sınıftaki kalfalaraysa asgari ücretin en az yarısı kadar ödeme yapılıyor. Bu ücretler işsizlik sigortası fonundan karşılanıyor. Öğrencilerin sigortaları da devlet tarafından karşılanıyor. Böylece patronlar hiçbir maddi külfete girmeden kamu kaynaklarıyla çocukları çalıştırıyor.
Bu yılın ilk dört ayında MESEM kapsamında işsizlik sigortası fonundan patronlara 10,3 milyar lira ödendi. Çocuk işçi çalıştıran patronlara 2024 yılında 22 milyar lira, 2023 yılında 38,6 milyar lira aktarılmış. Yani MESEM'in yaklaşık 2,5 yıllık faturası toplam 70,9 milyar lira oldu.
MESEM yolsuzluğa da kapı açtı
İzmit Atatürk Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi tarafından açılan Mesleki Eğitim Merkezi Ustalık Telafi Programı'na geçtiğimiz yıl 22 bin "çırak" kaydedilmesi üzerine yapılan denetimde usulsüzlükler tespit edildi.
MESEM kapsamında sadece bir okul aracılığıyla kamudan 77 milyon lira hortumlandığı belirlendi.
Tutuklanan okul müdürü ve yardımcısının kamuyu zarara uğrattıkları için 148 kez 5'er yıldan 17 yıl 6'şar aya, kişisel verileri hukuka aykırı olarak verdikleri için de 6 bin 223 kez 2'şer yıldan 4'er yıla kadar hapisle cezalandırılmaları talep edildi.
Haksız kazanç sağlayan firma ve dernek yöneticisi diğer sanıklarında 5'er yıldan 17 yıl 6'şar aya kadar hapisle cezalandırılmaları istendi.
Patronlar istiyor, zorunlu eğitim tırpanlanıyor
Milli Eğitim Bakanlığı bununla da yetinmeyerek tüm liseleri MESEM’leştirme çabasıyla yeni bir adım atmaya hazırlanıyor. Bizzat Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin lise eğitiminin holdinglerin “ara eleman” talepleri doğrultusunda yeniden düzenleneceği, zorunlu eğitim süresinin kısaltılabileceğini ifade ediyor.
MESEM programı kapsamında 2023-2024 eğitim öğretim döneminde MESEM'li 12 çocuk iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Çocuk işçiliği zirve yaparken 2025'in ilk 4 ayında en az 23 çocuk çalışırken yaşamını yitirdi.
***
ABD geri dönüşümsüz bir evreye mi giriyor?-Erhan Nalçacı-
Altüst oluş çağı büyük hesaplaşmalara ve ezberleri bozmaya doğru gidiyor. Bu ortamda emekçi sınıflar ister kendiliğinden ister özne olarak tarihe müdahale etme yeteneklerinin arttığını fark ediyor.
Emperyalist düzende hegemonyasını sürdürmekte güçlük çeken tepe devletin bir eşiği geçtikten sonra bir daha toparlayamayacağı bir sürece girme olasılığına daha önce değinmiştik.
ABD için bunu konuşmak için belki daha erken, yine de biriken belirtiler acaba bu süreç başladı mı diye sormamıza neden oluyor.
Trump ekibiyle beş ay önce yönetime geldiğinde bir Napolyon edasındaydı: Panama Kanalı’na el koyuyor, Kanada’yı eyaleti yapıyor, Çin başta olmak üzere dünyanın bütün devletlerini yüksek gümrük tarifeleri ile önünde diz çöktürüyor, Ukrayna ve Rusya arasında hemen barışı sağlıyor, Filistinlilerin kemikleri üzerinde Gazze’de bir sayfiye kenti kuruyordu.
Hiç biri olmadı, aksine ABD geri gitmeye devam etti. Kısaca gözden geçirelim:
Son yıllarda %2-3 arası büyüyen ABD bu yılın ilk çeyreğinde %0,3 küçüldü. Yüksek gümrük duvarlarının üretimin bu kadar toplumsallaştığı bir evrede çöküntü getireceğini konuşmuştuk daha önce. Tabi bu yılın tamamına bakmak gerekiyor, ABD ekonomisinin toparlanma sürecine girip girmeyeceğini göreceğiz.
Öte yandan uluslararası kredilendirme kurumu Moody’s ABD’nin kredi notunu yüksek olan borç ve faizlerine dayanarak düşürdü. Bu düşürme başka kapitalist ülkeler için önemli olmayabilir ve kapitalizmin doğal salınımına işaret edebilir, ancak mesele emperyalizmin tepe ülkesi olunca değişiyor. ABD emperyalizminin geleceği ile oynadığı ülkeler üzerinde kredi notunu düşürme bir operasyon aracıyken şimdi ABD’yi bu durumda görmek düşündürücü.
Emperyalizmin tepe ülkesinin yaşadığı krizi sadece ekonomik terimlerle ifade etmek doğru değil, aynı zamanda bu bir moral ve inanma sorunudur. Bir kez düzenin kadrolarında inanç sorunu doğar ve yabancılaşma başlarsa bunun tahmin edilemeyecek çıktıları olur. Örneğin, ABD iki hafta içinde her biri 60 milyon dolarlık iki savaş jetini uçak gemisinden denize düşürdü. Bütün dünya halklarını 75 senedir silah gücüyle tehdit eden ABD’nin başına gelene üzülecek değiliz ama bu işin nereye varacağını dikkatle izliyoruz.
Yine ekonomik verilerin dışında işin ideolojik boyutuna baktığımızda Hollywood Film Endüstrisinin yaydığı ABD tarzı yaşam ve üstünlük hissi hegemonya inşasında belki uçak gemileri kadar önemliydi. Şimdi Trump iflasın eşiğinde olan Hollywood’u nasıl kurtaracağına bakıyor.
Kadroların inancını ve emekçilerin düzene kapsanmasının zorunluluğunu düşünürsek başka bir sürece daha değinmeliyiz. ABD Hükümeti’nin rekor seviyeye ulaşan borcu ve bütçe açığını gidermek için 2026 bütçesinden dev bir kesinti yapıldığını görüyoruz. Bütçeden 163 milyar dolarlık kesinti bilimsel faaliyetlerden uzay araştırmasına, halk sağlığının korunmasından eğitime ve çevre fonlarına kadar her başlığı içeriyor. Bu kesintinin çok karmaşık sonuçları olacaktır. Bilimsel ve teknolojik gerilemeden emekçi sağlığının bozulmasına ve en nihayet düzenin daha geniş yığınlar tarafından sorgulanmasına kadar çözücü bir etkisinden bahsedebiliriz.
Ancak bütçede iç güvenlik ve askeri kalemlerde önemli bir artışa gidiliyor, nerdeyse bütçenin %75’inin güvenlik ile ilgili olacağı söyleniyor. Zaten tanımladığımız altüst oluş çağı sadece hegemonya devrini değil, emekçi sınıfların yönetememe krizine karşı ayaklanmasını da içeriyor. ABD egemenleri her ikisini de zora dayanarak önlemeyi düşünüyorlar anlaşılan.
Trump’ın gümrük duvarlarını silah gibi kullanıp ABD iç tüketimini koza dönüştürmek istemesi de duvara tosladı. Sonuçta işin esası üretimdir, üretemiyorsan tüketimini avantaja çeviremezsin.
ABD’nin Ukrayna’da emperyalist bir barışı dayatması da sallantıda gözüküyor. Ukrayna’nın değerli nadir elementlerine ABD’nin yalnız başına çökmesi geçen haftaki yazıda işlediğimiz gibi yeni bir emperyalist merkezin doğmasına neden oldu. İngiltere, Kanada, Fransa, Almanya ve Polonya’nın başını çektiği NATO ve AB’den bağımsız bu merkez giderek kötüleşen ekonomik durumlarını askerileşmeyle aşacağını umuyor. Bu koşullarda savaş durmayabilir ve Ukrayna’da bir ABD barışı ve stratejik nadir metallere ulaşma hayal olabilir.
Son olarak Trump’ın geçenlerde tamamlandığı Ortadoğu seferine değinmeliyiz. Bu konuda solda çıkan derlemeye göz atabilirsiniz.
Görünüşte zengin Körfez devletlerine büyük hacimde silah satışının imzalanması Trump’ın başarısı sayılabilir. Ancak daha dikkatli bakarsak ABD’nin nasıl gerilediğini görürüz. 1970’li yılların başında ABD İsrail’i Ortadoğu’da bir tetikçi gibi kullanıyor ve petrolünden başka bir zenginliği olmayan Körfez’in feodal ülkelerine şunu dayatabiliyordu. “Sizi İsrail’den ve sosyalizmden koruyacağım, siz de petrolü benim kontrolümde ve sadece ABD dolarıyla satacaksınız.”
Şimdi bu ülkeler, Suudi Arabistan, BAE ve Katar, petrol gelirlerinin keyfini sürüyorlar ancak geleceklerini petrolde değil, gelişmiş bir kapitalist ülke olmakta görüyorlar. Çin hepsinin başlıca ticaret ortağı olurken, teknoloji transferi ve diplomatik süreçlerde işbirliğini derinleştiriyorlar.
ABD onları korumak yerine onlara gelişkin silahlar satıyor, öyle ki İsrail’i endişelendirecek ölçüde dengeleri değiştiriyor. Suudi Arabistan ile nükleer santral anlaşması örneğin İsrail’i çok tedirgin ediyor. İsrail içinde veya dışında, bölgede bir kapitalist entegrasyon amaçlanıyor.
Bu arada İsrail’in işlediği katliamların tam boy arkasında durmak imkânsızlaşıyor. Demin bahsettiğimiz İngiltere, Kanada, Fransa, Almanya ve Polonya’dan oluşan emperyalist oluşum da ABD’den bağımsız olarak bu yeni pazar ve yeniden tanımlanan hegemonya alanına göz dikiyor, onlar da İsrail’e “Gazze’de dur” diyorlar.
Altüst oluş çağı büyük hesaplaşmalara ve ezberleri bozmaya doğru gidiyor. Bu ortamda emekçi sınıflar ister kendiliğinden ister özne olarak tarihe müdahale etme yeteneklerinin arttığını fark ediyor.
/././
'İtin Olayım Ağam…'-Tunç Tatoğlu-
Kitaba adını veren öykü sevdiğine varamayan Anadolu kadınının içime oturan öyküsü, “İtin Olayım Ağam”. Köle kadınların sadece Mısır’da, batılı ressamların resimlerinde değil, yanımızda, kendi toprağımızda alınıp satıldığı gerçeğini yüzümüze çarpıyor Yusuf Ziya Ağabey.
Yusuf Ziya Bahadınlı… Anadolulu, emekçi, köy enstitütüsü apoletlerini gururla taşıyan öğretmen, yazar, yayıncı, milletvekili, örgütçü. Doğduğu yerin adını soyadına taşıyacak kadar köklerine bağlı, Bahadın’ı hiç unutmamış, gençler için kendi adını taşıyan bir kültür merkezi kurmuş , ışığını Yozgat’ın bu yoksul köşesine taşımış bir aydın. Aleviliğini hiç saklamamış, yalnız kalmaktan korkmamış, Anadolu aleviliği ile sosyalist mücadelenin damarlarının yakın olduğuna dair bir çok araştırma yapmış, sabırla sözlükler yazmış/yayınlamış, yurdunu seven, inatçı, iyimser, gülümsemesi ile hatırlanası bir komünist.
2010 yılında, yakın dostu İbrahim Balaban’ın bazı öykülere desen çizdiği “İtin Olayım Ağam” kitabının 1964 yılındaki ilk baskısını sahaflarda bulmuştum. Bakkallıktan kazandığı para ile kurduğu Hür Yayınları’ndan basılmış. İlk yaptığım şeyin sağlam görünen ciltini itinayla açıp, sayfaları koklamak olduğunu hatırlıyorum. Eski kitap kokusu gibisi yoktur, yılların kokusu yavaşça siner sayfalara, okuduğunuz sürece kolunuza girer, sizi yalnız bırakmaz. Şimdilerde dijital kitapları tercih edenlere önermiş olayım.
Bir öykü kitabını desenler ile zenginleştirmek muhtemelen zamanının ilerisinde bir düşünceymiş. Basit, çarpıcı, daha çok köylü kadınların öykülerinin yer aldığı kitap Balaban’ın iki boyutlu desenleri ile derinlik kazanmış. Balaban’ın o yıllarda imzası bile daha kendini bulmamış. Nasıl olduğunu dinlemek isterdim ama herhalde Balaban, içine dokunan hikayelere desen çizmiş, Bahadın’lı da onu serbest bırakmış. İki Anadolu aydını, iki Anadolu sanatçısı, iki yakın dostun ortaya çıkardığı çok güzel bir kitap…
Öykülerden biri de kendi gibi Yozgatlı bir edebiyatçı olan Abbas Sayar’a atfedilmiş, “Allah de Azap Ali”. Abbas Sayar da değeri bilinmemiş önemli bir edebiyatçı… Yoksulluğun, adaletsizliğin, dinin en keskin biçimde sorgulandığı öyküsünü armağan etmiş dostuna. Ali de dostu gibi inatçıymış muhtemelen “… Gençtim, sevmek, sevilmek benim de hakkımdı, kara gözlü bir yâr mi verdi! Bir karış toprak mı verdi, bir tek mal mı verdi, niye (Allah) diyeyim!..”
Kitaba adını veren öykü sevdiğine varamayan Anadolu kadınının içime oturan öyküsü, “İtin Olayım Ağam”. Köle kadınların sadece Mısır’da, batılı ressamların resimlerinde değil, yanımızda, kendi toprağımızda alınıp satıldığı gerçeğini yüzümüze çarpıyor Yusuf Ziya Ağabey.
Sonra sofrada yeri öküzümüzden sonra gelen kadının, gelin geldiği evde bir “Bazlama” için nasıl ağladığını duydum, duyarsınız… İlk desen bu öyküye çizilmiş. Bazlamalar, gelin, bebek, kayın anne ve bazlamaların ayrıldığı uzaktaki koca… hepsi aynı karede.

Köylerde ağalık taslayan kişilere tapınma, herşeyin ve herkesin sahibi olma üzerine sert bir öykü “Gül Yüzlü Efendim”. Cahilliğin bu yüzünü çok iyi tanıyoruz değil mi? Hem de sadece köylük yerde değil her yerde. Altmış yılda değişen bir şey olmamış, ağalık/mülk ve din el ele kendilerini herşeyin ve herkesin sahibi sanıyorlar hâlâ bugün de.
“Şehriban’ın saçları”… Ah nasıl kıydınız Şehriban’ın saçlarına, bit vardır bahanesiyle kestiniz hastanede. Balaban’ın resimlediği bu öykü Rapunzel’in masalını anımsatıyor ilk baktığınızda. Pencerinin dibinde, Şehriban’a ulaşamadan yedi gün ağlayan Yusuf, olsaydı ona ördüğü saçları sallandıracakmış gibi camdan bakan Şehriban.

Portakalın bilinmediği, bulunmadığı günlerden bir öykü, “Otuzbeş Yıl”. Ankara yollarına kapıcılık yapma umuduyla düşüldüğü yıllar. Omuzlarında yorgan, ellerinde azık, gözleri geride köylüler. Kentlilerin “yorganlılar” dediği yoksulların hikayeleri.

“Geceden kalkacağım üstüme gün düştüğünü kimse görmeyecek…” Kâzım’ın coşkuyla herkese anlattığı hikaye en sonunda tüm köyü ikna eder. Kâzım’a daha sonra ödemesi şartıyla “Bir Çift Sürek” verirler. Günün birinde süreklerden biri ölür, Kâzım’da onunla ölür sanki. Sonra… sonra ne zaman “bir çift süreğin olsa ne yapardın Kâzım?” diye sorsalar aynı coşkuya anlatır Kâzım bıkmadan “Geceden kalkacağım…”

Kitabın sonunda umudunuzu yitirmeyin diyor Yusuf Ziya Ağabey… Önce bozkıra açılan ferah bir “Pencere”, Köy Enstitüleri. Sonra da “Aydınlığa Çağrı”, “Yüzyılların paslandırdığı kulaklarım duyuyordu artık. Kendi ülkemi kendim kuracaktım.”
Böyle işte çalışkan bir aydının 60 yıl sonra kulağımızda kalması, yolumuzu aydınlatması için yazdığı öyküler…

'Sofranız Şen Olsun': Takuhi Tovmasyan'la kitabı ve mutfağı üzerine sohbet - Özlem Öngörü Karanlık/ ŞİFA YENER
İki bölüm halinde yayınlanacak bu röportaj serimizde önce Takuhi Hanım'ın Yedikule’deki evini, o evin kalbindeki mutfağı ve lezzetlerini sizlerle paylaşacağız.
Takuhi Tovmasyan bugünlerde 20. yaşını doldurmuş olan “Sofranız Şen Olsun- ninelerimin mutfağından damağımda, aklımda kalanlar- ” isimli kitabına “ Kimi evde, yemek, yaşamak için yenir. Kimi evde, yemek için yaşanır. Bizim evde ise yemek, muhabbet olsun diye yenirdi. Sofra muhabbet için kurulur, yine muhabbetle kaldırılırdı.” diye başlar.
Öyle bir muhabbet ki bu İzmir’de iki evin önce mutfağını kapladı, sonra o sofralardaki hikayeler bizim sofralarımıza da yayıldı. Bir araya her gelişimizde bir vesileyle O’nu andık. Tanışsak mümkün olur mu ki derken, niyetimiz büyüdü büyüdü içimizde, daha çok tanınıp, daha çok mutfağa girmesine aracı olsak dedik… Bu kadar çok isteyince de, bir baktık ki biz iki kadın İstanbul yollarındayız.
Takuhi Hanım'ın o güzel gözlerine bakıp su gibi akan sohbetini, büyük bir incelikle bizi ağırladığı evinin sıcaklığında, elleriyle yaptığı likörün tadı ağzımızda dinlemelere doyamadık.
İki bölüm halinde yayınlanacak bu röportaj serimizde önce Takuhi Hanım'ın Yedikule’deki evini, o evin kalbindeki mutfağı ve lezzetlerini sizlerle paylaşacağız. İkinci bölümde ise 1952 yılında Yedikule’de dünyaya gelen Takuhi Hanım'ın dimağında capcanlı olan ailesinin hikayelerinde 1930’ların İstanbul’una kadar gideceğiz.

"Sofranız Şen Olsun” lezzetli tariflerinin yanı sıra bir yemek kitabının çok ötesinde; aynı zamanda bir ailenin ve bir semtin hikayesini içeriyor. Her tarif bizi Yedikule’nin bir sokağına, o yemeği en iyi yapan bir aile büyüğünüze hatta bazen en güzel yiyenine götürüyor. Mesela mahallenin çocuklarının denizden sonra öğle yemeği var ki Samatya’da, Yedikule’de o zamanlar anneler için “öğle yemeğinde çocuklarına midye salma yapmak, yalan söylemekten daha kolaydı” diye tarif ediyorsunuz. Nasıl bir evde geçti çocukluğunuz?
Çocukluğum İstanbul'un benim için en güzel, en kadim semti Yedikule'de geçti. İmrahor Caddesi Gencal Sokağı No: 18. Bizim sokağımız şu zamanda bile biraz daha kimliğini koruyan bir sokak. Ben çocukken çok farklıydı tabii. Takuhi yayam; 3 oğlu, ilk başlarda eşi, babalarıyla birlikte 3 evladı ile birlikte yaşıyor. Her zaman tamir olan her zaman elden geçen 3,5 katlı bakımlı ve eğlenceli bir ev, yine de saray değildi tabii. Ana kapısına evin 10 basamakla yukarı çıkılır, tahta ev, kapısı çok güzel ahşap, kapı kolları sarı… Böyle çevirerek bir zili vardı şıngır şıngır şıngır o da sarıydı çevirdiğimiz böyle eski elektrik düğmeleri gibi çevirerek ve çok cici bir sesi vardı.
Koridorda hemen sağda iki tane büyük küpler vardı benim çocukluk boyumda benim boyum da küpler. Tahta kapakları vardı. İçme suyumuz alınırdı Saka Süleymandan. Hemen 2 adım ötede bu sefer solda da bir sarnıç vardı. Onun da üstü yine tahta kapakla kapalıydı. O da evin yaz aylarında buzdolabı vazifesini görürdü, babam oraya zembille, file ile Bomonti bira fabrikasının böyle boylu poslu kahverengi üstünde hiçbir şey yazmayan kahverengi bira şişelerini indirirdi. Yine karpuz, kavun, şeftali öyle file ile indirilirdi. İşte ufak tefek domates, salatalık, kirazı da soğutmak için de her mahallenin bir buz satan küçücük bir dükkanı vardı. Kalıp kalıp buzlar, o nereden gelirdi bilmiyorum ben nasıl satıldığını biliyorum talaş içerisinde buzlar, testereyle siz ne kadar istiyorsunuz göz kararı gösterirlerdi çok küçük bir parayla o alınırdı. O buz gene fileye konur talaşlar ile birlikte eve getirilir, bir bakır leğenin içine konur ufak tefek soğumasını istediğiniz meyveler üzüm, domates, salatalık, erik, kiraz onun içine konur, buz gitgide sulanır ama akşam yemek saatine kadar o soğuğunu saklar.
Mutfağımızda ocak vardı; o ocakta odun kömürü yakılır. Mutfağın hemen sağında iki büyük kapı vardı, oda gibi ama küçücük böyle kabin gibi bir tanesi erzak deposuydu öbürü de odun kömürü, gaz tutuşturucu gaz yağı için.
En alt katta mutfak sıcak, mutfaktaki ocaktan çekilen ateş bakır mangal ile odalara çıkarılır. Öyle ki çocuklar hep böyle ana baba koynunda yatar. Kışın kolay değil uyumak buz gibi yatakta. Yani o kadar şiddetli kışlar olurdu ki yorganımız hep kalındı, ağırdı. O da yetmez üstüne ince bir halı atılırdı yani yere konmayan halılar…
Bir oturma odası, arkada da yatak odaları vardı. Bir kat daha yukarı çıkıldığında büyük balkonlu bir salon arkada da bir yatak odası bir kat daha yukarı çıkıldığında ikinci mutfak evin bir en altında mutfak var bir de en üstünde mutfak var, orası bir çatı katıydı. Çatma bir mutfak tezgahı ve de önünde teras gibi galvaniz kaplı terasımız vardı. Oradan etraftaki evlerin çatılarını görürdük. Manzara buydu. Bir tarafında da küçücük bir kapı vardı o kapıdan da içeri girdiğimizde evin tavan arası vardı.
Çocukluğum bu evde geçti, babam da bu evde doğmuştu.

Bu evin kadınları; anneniz, adınızı aldığınız yayanız ( büyük anne ) Çorlulu Takuhi Hanım ve yine Çorlulu Akabi Hanım, hatta yengelerinizin sofraları; tüm bu kadınlar sizin şahane tabirinizle “sevinerek girdikleri mutfaktan övünerek çıkıyor” ve hep kalabalık büyük sofralar var. O sofraları bize anlatır mısınız?
İster ziyafet sofraları olsun ister 4 kişilik ailemizin günlük sofrası baba gelmeden masaya oturulmaz. Ben hiç hatırlamıyorum daha önceden acıktım dediğimi. Baba geldiğinde her şey hazırdır ve hep birlikte sofraya oturulur. Babanın anlatacakları vardır, annenin anlatacakları vardır, çocukların söyleyecekleri vardır, her şey o masada konuşulur. Bir önemli ayrıntı daha yarın ne yiyeceğim. Yani bizim evde gerçekten yemekte yemek konuşulur. Ya o günün yemeğini ailede en güzel yapan mutlaka anılır ve o inceden inceye anlatılır, çok güzel yapardı veya bu yemeği çok severdi, kulakları çınlasın denilecek, ölmüşse Allah rahmet eylesin gani gani toprağı bol olsun diye anılacak. Yani burada çocuktur ölüden bahsetmeyin korkar mezarlık demeyelim gibi, yani sansür yoktu evimizde her şey konuşulurdu. Paramız var mı yok mu bilirdik yani bazı ailelerde her şey sırdır. Biz bilirdik yani babamızın ne kadar parası olduğunu. Böyle çok hoş muhabbetler olurdu. Ondan sonra işte hep beraber gene masayı toplar sofradan kalkardık.
Eğer bir balık kızartması ise yemeğimiz annem çok az bir miktar su katılmamış rakı içerdi, babam da anneme eşlik ederdi o kadar ama. Ben rakı şişesinin masaya geldiğini hiç hatırlamıyorum. Ondan sonra şarap artık biraz büyüdüğümde benim bardağımı bardağın ölçüsü çeyrek şarap üstüne su abimin ki yarım şarap üstüme su.
Annem yorgunsa elde çamaşır yıkanması gibi temizlik olmuşsa mesela, kadının ağzı açıksa mutlaka bir yorgunluk rakısı ilaç niyetine içilir.
Öyle ki bizden hiçbir şey esirgenmez ne içiyorsa biz de içeceğiz, biz de yiyeceğiz. Ayrı bir çocuk masası yok. Erkekler içsin kadınlar servis etsin hiç böyle bir şey yoktu.
Peki özel günlerinizde sofrada, yemeklerinizde farklı olarak ne yapılırdı?
Misafirimiz varsa, sofrada kadeh kaldırdık; misafir “sofranız şen olsun” dedi, evin sahibi de “geldiniz şen oldu" dedi ve bir yudum içti, sonra bu kadehini koyacak yeri bir türlü bulamaz, o kadar sıkışıktır masa.
Ben böyle bir kültürden geldim ama sonra sosyoekonomik ve sosyokültürel olarak bizden daha geniş imkanlı insanların evine yemeğe gittiğimizde şahane bir masa örtüsü, ortada güzel bir vazo gibi ama alçak bir kapta çiçek, yemekler birbiri ardına mezeler her şey sırayla geliyor. Tabii bu insanlar ile o yediğimiz sofrada o kadar hoş olduk mutlu olduk ki biz de o tabakları birazcık küçülttük. Yani bir tabakta et mezeleri var bir tabakta peynir mezeleri var gene koyduk masaya. Bu sayede mezeni de yiyorsun sıcak böreğini de yiyorsun. Hani bizde ise o zamanlar öyle oluyordu ki yemeye halin kalmıyor. “Ye Allah aşkına ye”, “ölümü gör ye”, “bunu senin için yaptım ye”... Bizim ölçülerimiz böyle ölçüsüz. Gelenler sanki 40 yıllık açmış. Şimdi öyle yapmıyoruz biraz daha uslandık.
Masada mutlaka fasulye pilakisi olur, dolma çeşitleri olur mevsimine göre biber dolması olabilir. Biz daha çok asma yaprağına sarılmış dolmaları severiz bizim özel bir dolmamız vardır kırmızı mercimekli asma yaprağına sarılmış bohça şeklinde beşgen bir dolma, o olur; zeytinyağlı, klasik yaprak dolması olur ya da lahana dolması. Dolmalarımız tatlıdır yani kırmızı biberimiz bizim çok yoktur, biz daha çok tarçın, karabiber, yenibahar kullanırız.
Mutlaka beyin, haşlanmış tavuk, bir de rosto dediğimiz bir şey vardı ki kuzu koyun eti bir yağ tabakasının üstünde sımsıkı sarılır aralara yağlarda girer sonra o böyle kocaman bir salam gibi bağlanır. Onu benim evde hiç yaptığımızı bilmiyorum kasap yapardı onu zaten. Kasap kültürü vardır kasaba ısmarlar bana 2 tane 2 kiloluk rosto yap diye o böyle bu boyda şöyle genişlikte bir et paketi idi Sımsıkı o şekilde düdüklü tencerede pişirilir. Sicim ile bağlıydı, o sicim kesilir sonra o büyük salam dili mi gibi kesilir arasından top karabiber çıkardı çok hoş bir görüntü.
Sonra sıcak yemek mevsimine göre. Tütsülenmiş kefal balığı tuzlu balık, bir de çiroz dereotu yatağında sirkeli. O da ev sirkesi muhteşem bir sirke. Şimdi bu sofradan nasıl kalkılabilir? Çok zor ama gerçekten çok uzun sürerdi çok muhabbetle. Yani bunların hepsi arka arkaya yenmez diye araya şarkı girer şiir girer ud girer. Bir de şöyle bir yemeklerimiz vardı kuzu eti etrafında patatesli fırında yani kuzu eti pişmiş patatesler çiğ onun üstüne bir domatesli sos yapılır işte karabiber kekik falan konur o o şekilde fırına girer. kızarır kuzu eti patateslerde pişer o sosun içinde. Kuzu sarma diye bir şey vardı. Eskiden sarma diye bir kokoreçin, incecik olurdu ve ciğerciler satardı, onu yapardık o da aynı kuzu eti gibi düdüklüde haşlanır. Ondan sonra o böyle yuvarlak yuvarlak konur tepsiye etrafına yine patatesler konur üstüne gene salçalı bir sos hazırlanır fırına verilir mutlaka işte yanında kekik, maydanoz, dereotu ve taze soğanla. Bunlar hep bahar yemekleri, bahar'ın getirdiği güzellikler. Bunlar ziyafet sofralarımızın vazgeçilmezleri.
Bir bayram sofrası mesela olmazsa olmazlar, peynir tabağı, topik, midye dolması, bir börek çeşidi, ara sıcaklar gelmeye başlar mesela ciğer tava küçük küçük kızartılmış ciğer onun yanında mutlaka bir soğan piyazı maydanozlu kekikli kırmızı biberli ciğerin yanında bir lokmacık o soğanı ile kekik ile bir karışım börek kızartması, minicik köfte, bir de sıcak olarak takdim ettiğimiz dalak dolması vardır. Can Yücel'in kulaklarını da çınlatırız hem
Çok merak ediyoruz, Can Yücel için o sofrayı kurup, dalak dolmasından tattırabildiniz mi?
Olmadı; yapamadık. Vallahi olmadı; ama o günü yaşadığımız zaten bize yetti.
Şişli'de Karagözyan okulu diye bir okulumuz var. Bizim genelde okullarımızın dernekleri vardır, derneklerin de salonları vardır. Salonlarda mutlaka piyano bulunur orada konserler verilir, koro konserleri verilir, tiyatro yapılır. Bir Kültür Evi genelde her okulun okul kilise Dernek okul kilise Karagözyan Okulu'nun Derneği'nde biz de Hagop Mıntzuri’ye bir anma günü yapıyoruz. işte o zamanki şartlarda slaytlar falan çok güzel bir gece tertib ediliyor. Çıkışta Abim ve abimin yanındakiler Can Yücel'in etrafını sarıyorlar işte o kültür bu kültür, O yemek bu yemek.. Hagop Mıntzuri’nin öykülerinde çok yemek adları geçer mutfaktaki hayat çok anlatılır, çok hoştur. Böyle yemekten söz açılıyor. Ondan sonra işte abim diyor ki Hocam bir de diyor dalak dolması vardır, yer misiniz diyor, O da burada sansürlü yazdığım şekilde dalak yolması da yerim ……yeter ki olsun diyor ve bu muhabbet orada kalıyor ama onun o kadar çok etrafı genişti ki belki birisi ona yedirmiştir.
O kafiyeli konuşma şekli, kendine has üslubuyla o küfürleri bal kaymak gibi ağzından çıkarışı.. Bizim evde dalak dolması varsa böyle sofra muhabbetlerinde Can Yücel hep anıldı.
Düğün, nişan gibi günlere özel bir yemek olur muydu?
Düğün ve nişan, söz kesimi gibi böyle sevinçli günlerde ise bizde adettir mutlaka zerde pilav verilir. Yemeğin üstüne tatlı olarak. Pasta diye bir şey yoktu yani zaten Yedikule'de pastane yoktu. Biz çok sonra öğrendik pastayı, bizim evde doğumgünü yapılmazdı, doğum günü alışkanlığı yoktu. İsim günü kutlanırdı, evet Hristiyanlar da isimlerin hep bir manası vardır hep bir Azize bağlanır genelde belli günler vardır ki bunlar bayram gibi kutlanır. Onun için biz de büyüklerin çocukların isim günleri kutlanır. Yemekli de kutlanır yemeksiz de. İşte diğer ikramlarla kutlanır likör hep hayatımızda var lokum var badem ezmesi var badem şekeri var daha sonra şokola daha sonra madlen şokola girdi hayatımıza ama ilk başlarda böyle bir tatlıyla evden yapılmış vişne likörü ikram edilirdi. Nişan düğün gibi büyük toplantılarda hazır alınan likörler de vardı. Muz likörü, nane likörü yemyeşil olur. Bir de ahududu likörü vardı. O zamanlar çok nadir bir şeydi ahududu likörü tekelin likör fabrikası vardı ve çok hoş şişeleri vardı. Böyle önemli günlerde babam üç renk tekelin bu şişelerinden likör alırdı evdeki vişne likörü ile birlikte onlar böyle renk renk tepsiye dizilir işte misafirlere ikram edilirdi. Şimdi ama artık ahududu frambuaz her yerde bulmak mümkün olunca artık onu da yapıyoruz.
Ziyafet sofralarında da günlük aile sofralarında da müzik var bir de değil mi?
Her sofraya oturduğumuzda sonunda mutlaka şarkı söylerdik. Her zaman birlikte olduğumuz dayımın eşi yengem Lucy ud çalar, kadınlar erkekler hep bir şey çalar ve söylerlerdi. Babamın kulağı çok iyiydi makam duygusu çok iyiydi, annemin sesi çok iyiydi. Öyle ki babam mırıldanır annem de başlardı. Biz çok ufak yaştan itibaren Türk Sanat musikisine çok aşinayız. O zaman evimizde sadece radyo vardı, radyoda her Çarşamba saat 8‘de çigan müziği çalan bir Macar gruptu yanılmıyorsam, onu mutlaka dinlerdik. Ondan sonra da yine alaturka Türk müziği solistleri olurdu.
Bir de bizim bu yemekte söylediğimiz Türk Sanat Musikisinin yanı sıra bizim kilise müziğimiz de saba makamı. Kilisede her pazar bir ayin olur ayin 2 bölümden oluşur, 1. bölüm tek sesli mugannilerin okuduğu hicaz saba. 2 bölümünde ise çok sesli devam ederdi. Yani çocuk yaşta kulağımız hem tek sesli müzikle hem çok sesli müzikle eğitilmiş oldu.
Bu müzikli hikayeli sofraların birinde başlıyor bu kitabın yazılma hikayesi…
Evin en büyüğü annem olduğu için bütün özel veya normal günlerde bir araya geldiğimizde hep annemin evinde toplanır. Annem zaten sofranın yarısından sonra sofraya gelir ondan sonra herkes doymuştur, muhabbetini etmiştir. Hadi bu sefer anneme dönerler, işte bu yemeği nasıl yaptın Mari. O da başlar anlatmaya en ince ayrıntılarına kadar hoşlarına gider çok böyle. Yine böyle bir muhabbette abimin Üsküdar Erkek Lisesinden arkadaşı Ardaşes ( Margosyan ) takıldı anneme. Bu yemeği nasıl yaptın diye annem de anlattı bir güzel hevesle sonra bir minnacık hata yaptı ben onu düzelttim. Margosyan kardeşim “bak dedi annen 70 yaşında, başladı bu yemekleri unutmaya. Sen otur bunları yaz." Aman be Ardaşes ne yazacağım Allah'ını seversen dedim işte neydi zeytinyağlı pırasa mıydı neydi. Yok yok dedi Otur yaz. Nasıl yazacağım dedim. arkamızda kütüphane var oradan küçük bir not kağıdı aldı ve oraya bir 4-5 satır yazdı, Aha dedi böyle yaz. Şimdi sizin bu kitapta topik tarifinde okuduğunuz ilk paragraf benim değil Ardaşes’in. Onu okuduğumda bunun arkasını nasıl getiririm diye başladım düşünmeye, haklı buldum. Çünkü benim iki evladımın arasında 10 yaş biri 72 doğumlu biri 82. Ben bu çocuklara babamın bana anlattıklarını ne zaman bulup da anlatacağım. 18-19 yaşından sonra benimle olmayacaklar. Her şey anlatılamaz çocuğa, bir takım da ailenin derin acıları var. Babamın bana anlattıklarını ben bu çocuklarımı karşımda bulup anlatamayacağım. Onun için yazmam lazım.
Bir yandan da abinizin de kurucularından olduğu Aras Yayıncılık faaliyete başlıyor değil mi?
Bizim evde edebiyat, kitap, şiir çok konuşulur. Sadece şarkı söylemiyoruz şiir okuyoruz, bir yazarın bir öyküsünü okuyoruz masada. Bir Ermeni edebiyatı külliyatı var. Bir de şu var Türk Ermeni birbirine dost değil. Dost olabilmesi için birbirini tanıması lazım. Nasıl tanıyacak? En güzeli edebiyatla, sanatla, müzikle.. Biz böyle içimize kapalı yaşarsak Ermenice yazıp Ermenice okursak Türkçe okuyanlar hiçbir şeyden haberdar olmayacak. Aynı akla aynı zevke aynı ideallere sahip 4 kafa bir araya geldiler bu şekilde Ermeni edebiyatına açılan bir pencere olarak Aras Yayıncılığı 93 yılında kurdular.
93 yılı biraz kırılma bir yılıydı, cesaret yılıydı. Mesela Kardeş Türküler de o yıl kuruldu. Kürtçe şarkı söyleyen, Ermenice şarkı söyleyen Zazaca, Rumca, Arapça.. Böyle o zamanlar “kahpe Ermeni”, “katil Ermeni” bu sıfatlarla bazı gazete manşetlerinde çıkan adımız biraz yumuşamıştı, kimi köşe yazarları “bizim de böyle Ermeni komşularımız vardı” demeye başladı. Çünkü artık o kadar azaldı ki Ermeni komşularımız, Rum komşularımız artık aranan hatırlanan bir şey oldu. Pek de ne olduğu belli değil yani Ermeni denince akla bir topik geliyor bir de vişne likörü geliyor. Çırağan Sarayı'nı kim yapmış, tiyatroda ilk sahneye kim çıkmış, ilk opereti kim yazmış? İnsanın ağırına gidiyor. Katildik, ne oldu şimdi topik veya bir kadeh likör mü? Pozitif ayrımcılık da insanı yaralıyor, anlatabiliyor muyum, öbürü daha beter de e pozitifin de neresi iyi.
Neyse 4-5 tane de kitabımız oldu ve biz de istiyoruz ki TÜYAP kitap fuarına katılalım. Ermeni yemeklerine ilgi var. Sonra gene bir sofrada Ardaşes getir şu yazdıklarını dedi, getirdim.
Ve sizin 93 yılında başladığınız kitabınız ancak 2004 yılında okuyucu ile buluştu.
Evet, kaç kere kaldırdım. İnatçı yanımı da görüyoruz o zaman, e ben Sarımsaklı soyundanım.
Hem tanıdığımız hem de bizi hiç tanımayan objektif, tarafsız bakan tam 18 danışmanınıza okuttuk. o şekilde hepsinden de olumlu cevap geldi.
Bu kadar fazla gözün değerlendirmesi bir stres kaynağı olmuştur.
Yalnız o değil ki kitap olarak çıktıktan sonra da çok stres yani çıktı çıkacak çıktı çıkacak da yani burada bana çok özel şeyler var sadece çocuklarıma.. Birileri okur mu okumaz mı? Ondan sonra işte çok sevdiğimiz yayın kurulumuzda olan büyüklerimiz de dediler ki ya abartmayın. 500 tane basın yani ne olacak hepimiz alırsak zaten biter ama dünyasında 500 tane ile 1000 tane bastığın zaman parası aynı. Yani bir kağıt parası fark ediyor ki o da çok büyük bir şey değil. O zaman aydınger kağıdına ters emisyon alınıyordu falan öyle şeyler neyse istediklerim oldu yani.
Benim burada yazdıklarımın bana çok kıymetli de satılacak bir şey değil o yemekler. Çünkü o kadar çok yemek kitabı var ki içinde yüzlerce tarif var. Bu kitapta öyle bir şey yok hatta yemek fotoğrafı bile yok, istemiyorum. Öyle parlak kağıt olmasın, Aras yayıncılığın mütevazi kağıtlarından olsun. Şuydu buydu o şekilde 4 yıl sonra geldi, İstanbul Kitap Fuarına hazırlandık. Bir de o zamanki kitap fuarı çok farklı kıymeti var bir prestiji var. Fuar bitti, fuarı kapatıp yayın evine döndüğümüzde kolileri açıyoruz hiç Sofranız Şen Olsun çıkmadı, nasıl olur ya 1000 tane bitti mi böyle yok olmaz matbaada kalmıştır dedik. Matbaaya telefon açtık Hayır ben hepsini gönderdim dedi. Ardından basımlar birbirini izledi.
İyi ki… Bir yanıyla çok ailenize özel anlattığınız, bir yanıyla da bu coğrafyada hangi halktan olursa olsun yaşayan herkes için tanıdık ve bildik… Siz de kitabınızda Ermeni Mutfağı demekten özellikle kaçınıyorsunuz.
Bir yemeği güzel yapan önemli olan mevsiminde etrafında bulduğu malzemelerle onu ortaya çıkarıyorsun. Yani hala bakın 20 yaşlarında kimliğimin artık belirlendiği yaşlarda kendi kendime düşünüp bir şeylere karar verdiğim yaşlardan bugüne kadar bu fikrim hiç değişmedi mutfakta ve müzikte milliyetçiliğin hiç yeri yok.
Anadolu Ermeni halk müziği o kadar aynı ki Kürt müziği ile Arap yakın müzikle Azerbaycan'da Gürcistan'da Ermenistan'la. Müziği ayır, mutfağı ayır.. Ayıp yani milliyetçilik Çok kötü. Bir millet severlik başka bir insan milletini sever doğmuşum hasbelkader Ermeni olarak doğmuş; e İtalyan aileden de doğabilir Yani ben onu seçmedim ki Türk bir aileden de doğabilirdim. İnsan müziği ile övünür, sanatıyla övünür ama yemeğin nesiyle övüneyim. Yemeği güzel yapan önemli mevsiminde etrafında bulduğu malzemelerle onu ortaya çıkarıyorsun. Şimdi İstanbul'da o tarihlerde bu Marmara denizi'nden bir uskumru diye bir balık çıkıyor. Onun çok çeşitlerini yapıyorsun ve bir de dolmasını yapıyorsun. Hadi git Kars'ta da uskumru dolması yap bakalım bundan 100 sene evvel nasıl yapacaksın orada da Ermeni var.
Kitaptaki ilk tarifiniz topik içinse Anadolu Ermenilerinin yemeği diyebiliriz değil mi?
Bir tek topiği kabul ediyorum çünkü topik gerçekten Ermeni yemeği; ama Ermenistan bilmiyor çok enteresan. Yüzyıllar önce var olan Ermeni kiliseleri içinde manastırları külliyeleri ile birlikte var olan yapılarda o manastırlarda yaşayan din adamları eğitim alan gençlerin yatılı olarak yaşadıkları keşişlerin yaşadıkları manastırlarda bayram öncesi tutulan oruç ve perhiz dönemi yapılan bir yemeğin tarifi topik. Bakın ismi çok hoş, “top” ismi Türkçe şeklinden geliyor ve “ik” Ermenice küçültme. Bakın nasıl iç içe girmiş bir kültür Anadolu'da ve bizim bu perhiz ve oruç dönemimizde hayatımız tamamen vegan oluyor vegan besleniyoruz topik de olağanüstü güzel bir vegan yiyecek ve düşünün 500 yıl öncesinin Anadolu'nun soğuğunu tam bu aylarda biz gireceğiz bu oruç dönemine Bahar'a açılacak Paskalya Bayramımız 7 hafta öncesinden bu oruç dönemi başlayacak. O taş manastırlarda rahiplerin keşişlerin Eğitim alan gençlerin nasıl içini ısıtan bir yemek baharatı ile tahin ile nohutu ile içinde her şey var. Onları tok tutacak içini ısıtacak ve sıcak sıcak yenen bir yemek bir öğün için bir topiği önünüze alıyorsunuz ve yiyorsunuz orucunuzu bozuyorsunuz.
İnsanlar göçle birlikte nesiller sonra ana dillerini unutuyorlar. Bir çocuk Amerika'ya gidiyor 3 nesil sonra o çocuk Türkçe bilmiyor ama babaannesinin yaptığı bir helvanın tadını unutmuyor. Damak hafızası, ana dilinden daha da kalıcı oluyor.
Topiğin alın yazısı değişmiş Anadolunun manastırlarında bir perhiz yemeği iken seneler sonra İstanbul'da meyhaneye düşmüş. Ama şu da var ki yok olmaktan evet daha iyi tabii.
Midye dolması ise sadece İstanbul’da.
Anadolu Ermenisi bizim yaptığımız midye dolmasını bilmez. Anadolu'dan kılıç artığı dediğimiz artık Ermenilerin gelip İstanbul'a yerleşip yaptığı… Anadoluda ne yapıyordu bir şeylerin içini dolduruyordu bir yemek yapıyordu. Burada da bedava tertemiz 100-150 yıl önce midye var denizden çıkıyor Onun içini dolduruyor yiyor anlatabiliyor muyum zeytinyağlı bir şekilde hep bunlar bir göçün getirdiği lezzetler.
Anadolu'da zeytinyağlı yemek biraz yalancı sıfatını alıyor yani yalancı dolma. Dolma dediğiniz etkili olur etli olmazsa yalancı olur ama İstanbul meze kültüründe zeytinyağlılar baş tacıdır. Ciğeri kızartıp getiririz, beyin salatası yaparız.
Sofradaki çocukların bu tatlar ile arası nasıldı peki?
Şöyle söyleyeyim biz her şeyi yiyen seven çocuklardık. Ya anne babamızın tutumu ya sofradaki dayımızın amcamızın iştahı böyle yani sofrada hep birlikte yiyince anlatabiliyor muyum özeniyor musunuz. Çocuklar da yerdik her şeyi. Ben pırasadan kaçardım. Halbuki şimdi çok sevdiğim bir sebze. Çocukluk hayatımda sakatatlar, böyle daha ağır tatlar mesela ciğer kızartması çok güzel kokusu da mis gibi. Ondan sonra beyin salatası çok güzel limonu yağı var üstünde maydanoz suyu yanında havucu patatesi böyle biraz mozaik gibi renklerle, söğüş dil alınırdı yani dil alınır haşlanır dana dili kabuğu soyulur ince ince dilimlenir o da bir tabakta söğüş olarak. Tavuk kıymetliydi sonradan ve gerçekte gerçek tavuk suyu ve etten balıktan daha pahalıydı mutlaka misafire tavuk haşlanır etleri soğuk olarak masaya konurdu.
Kitabınızda yemek gerçekten bahane.. Ermeni sofralarındaki yaşamı, mutluluğu, hüznü yani tüm yaşanmışlıkları aktarırken yemek tarifine o kadar doğal bir geçiş oluyor ki sanki o sofralarda o yemekleri yiyor o anıları dinliyoruz. Damağımızda henüz tatmadığımız yemeklerin lezzeti, hafızamızda sizin su gibi akan sesinizden anılar.. Çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
/././
Sahte Jurassic Park: Ulukurt yalanı -Eren İlber Yiğit / Umut Özgür Öngelen
"Bilim insanlarının ve medyanın asıl sorumluluğu, birtakım şirketlerin kâr hırsları uğruna, yapılan çalışmaları çarpıtarak sunmak değil, bugünü onarmak ve kayıpsız bir gelecek inşa etmek olmalıdır."
200 bin yıl boyunca Amerika’nın ovalarında ve çayırlarında dolaşan Aenocyon dirus, kimi Game of Thrones fanlarının dizinin evreninden tanımış olduğu Ulukurt, günümüzden 13 bin yılı aşkın bir süre önce nesli tükenmiş bir tür. Ancak geçtiğimiz haftalarda, Colossal Biosciences adlı ABD’li bir biyoteknoloji şirketi, bu türü yeniden dirilttiğini iddia etti.
2021 yılında kurulan Colossal Biosciences, ilk defa kamuoyuna kendini tanıttığı dönemde amaçlarının Yünlü Mamut, Dodo Kuşu ve Tazmanya Kaplanı gibi nesli tükenmiş birçok türü canlandırıp, tekrardan dünyaya getirmek olduğunu ileri sürmüşlerdi. Bu durum, ilk andan itibaren bilim dünyasında tartışmalara yol açtı.
Peki bu "yeniden dirilme" işlemi nedir? İdeal bir kullanımı söz konusu mudur?
Yapılan çalışmada Colossal biri 72 bin, diğeri 13 bin yıl önce yaşamış iki ulukurtun antik DNA’sını yüksek kalitede elde etmeyi başardı. Araştırmacılar, bu genomlar üzerinde yaptıkları evrimsel analiz ile, bugün yaşayan çakal, gri kurt, Asya yaban köpeği gibi türlerden 4,5 milyon yıl önce ayrıldığını ortaya koydular. Yapılan bu tahmin önceki çalışmalarla da uyumlu. Ayrıca 80 gende diğerlerinden farklı seçilim görüldüğü anlaşıldı.
Bu bilgiler ışığında, şirket yaptığı açıklamada, soyu tükenmiş ulukurtları “yeniden dirilttiğini” ve üç ulukurt bireyi ürettiğini açıkladı. Ancak bu açıklama bilim dünyasında tepkiyle karşılandı. Çünkü aslında yapılan işlem bilimsel olarak “yeniden diriltme” kavramını karşılamıyordu. Burada ''yeniden diriltme'' olarak yapılan, aslında bir hayvanın ölümünden sonra korunan iskelet parçalarından elde edilen DNA'sındaki belirli karakteristik özelliklerini belirleyerek, halihazırda yaşayan ve benzer özellikler taşıyan bir canlının DNA’sında bu özelliklere uygun değişiklikleri sentetik olarak yapmaktan ibaret. Bu da yalnızca genetiği değiştirilmiş, yani bir bakıma mutant, gri kurt yavruları ürettikleri anlamına geliyor.

Ulukurtlar geri mi geldiler?
Bu sorunun cevabı yeniden diriltme tartışmalarının da en can alıcı noktasına işaret ediyor. Canlıların evrimsel süreçlerine bakacak olursak bu iki türün en son ortak atasının milyonlarca yıl önce yaşadığını görüyoruz. Araştırmacılar, ulukurtun DNA analizlerini kullanarak, bu türün aslında Canis cinsinden oldukça erken ayrıldığını gösterdi. Bu durum iki grup arasında görece yüksek derecede evrimsel farklılaşma olduğunu destekliyor.
Colossal'ın burada yaptığı şey, başka bir deyişle bir şempanzenin genomunu sentetik olarak değiştirerek uzun boylu ve tüysüz şempanzeler üretmek, sonra da bunların insan olduğunu iddia etmek. Günün sonunda üretilen mutant canlılara soyu tükenmiş bir ulukurtun yeniden diriltilmiş versiyonu demek kavramsal olarak mümkün değil. Öte yandan, bazı genler ulukurt ile aynı diziye sahip olsa da ortaya çıkan “ürün” epigenetik mekanizmalar nedeniyle farklı olabilir. Sanılanın ve şirketin iddiasının aksine, burada Jurassic Park filmindeki gibi nesli tükenmiş bir türün klonlanması kesinlikle söz konusu değil. Embriyoların üçü de gri kurt embriyosu; doğuran canlı ise dişi bir köpek.
Peki Colossal bu konu hakkında ne düşünüyor?
Bu haberler yabancı medyada devasa başlıklar altında ele alındı. “Ulukurt’un Geri Dönüşü” ya da “Bilim İnsanları Ulukurt’u Geri Getirdiklerini Açıkladı” gibi haberler ile medyada yanlış bir izlenim yaratılmış oldu. Bu haberlerin yanı sıra, Colossal, birçok kıdemli bilim insanının eleştirisine maruz kaldı. Oluşan bu tepkiye verdikleri yanıtlar ise bilim camiasına karşı büyük bir tehdit oluşturmakta.
Colossal Şirketi'nin sosyal medya hesaplarından paylaştığı yorumlardan birinde; “Bilim camiası, bu muazzam başarının ve getirdiği olasılıkların kutlanması yerine tür kavramları hakkında vakit harcayarak neden birbirleriyle tartışıyor? Açıkça görülüyor ki, eleştirmenlerin çoğu katkı sağlamak yerine şikâyet etmeyi tercih ediyor” şeklinde talihsiz ifadeler içeriyordu. Bu tür bir yaklaşım hiçbir şekilde bilimsel tartışmaya uygun olmamakla beraber, projeye dair birçok yeni şüphe doğurdu.
Colossal’ın “yeniden diriltmeye” ilişkin vizyonu nesli tükenmiş hayvanları geri getirebileceklerini kanıtlamak. Bu yolla, örneğin yünlü mamutları hayata döndürüp türlerin doğal habitatlarına geri kazandırılarak ekosistemlerinin iyileştirilmesi yönünde. Hatta geçmişte bütün bunların sonuçlarının "küresel ısınmaya karşı mücadeleye" olumlu katkılar sağlayabileceğini ifade ederek kamuoyunun da dikkatini toplamayı başarmışlardı. Ancak, çok yönlü ve karmaşık bir ekosistem yapısında, yeniden diriltilmiş türlerin ne şekilde etki edeceğini öngörmek çok zor. Özellikle de kapitalist üretim süreçlerinde yüksek karbon salınımının hızlandırdığı küresel ısınmanın, yünlü mamutları ekosisteme dahil ederek çözüleceğini iddia etmek odadaki fili görmezden gelerek yerleri yapay çim ile kaplamaya benziyor.
Bilim insanlarının ve medyanın asıl sorumluluğu, birtakım şirketlerin kâr hırsları uğruna, yapılan çalışmaları çarpıtarak sunmak değil, bugünü onarmak ve kayıpsız bir gelecek inşa etmek olmalıdır.
/././
Anadolu Üniversitesi öğrencilerinden Berkinli, Ali İsmailli şenlik: 'Her şeyi kendimizden bekleriz'-Yekta Armanç Hatipoğlu-
Anadolu Üniversitesi öğrencileri kendi şenliklerini düzenledi. Pankartların boyandığı, şarkıların söylendiği etkinlikte Ali İsmail Korkmaz ve Berkin Elvan’ın da pankartları açıldı.
Anadolu Üniversitesi öğrencileri (22 Mayıs) okulda kendi şenliklerini düzenledi.
Anadolu Park’ta düzenlenen şenlik Anadolu Dayanışma Ağı, Kadın Dayanışma Komiteleri, Eskişehir Lise Dayanışma Ağı, Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) Öğrenci İnisiyatifi, Sinema Kulübü, Eskişehir Takas Pazarı ve İlerici Fikir Topluluğu imzasıyla gerçekleşti.
Saat 14.00’te pankart boyama etkinliğiyle başlayan şenlik, çeşitli aktivitelerle devam etti, 21.30 sularında Eskişehir Lise Dayanışma Ağı’nın konseriyle son buldu.
Yoğun yağmura rağmen devam eden şenlikte Gezi Direnişi sırasında hayattan kopartılan Ali İsmail Korkmaz ve Berkin Elvan’ın da pankartları açıldı.
![]() | ![]() |
'İktidar hegemonyasına karşı çıkmanın en önemli ayağı gençliğin kendi üretimiyle iktidarın karşısına dikilmesi'
THTM Anadolu Dayanışma Ağı Temsilcisi Bartu Can ve İlerici Fikir Topluluğu adına Ahmet Alabay, şenlik hakkında soL’a konuştu.
Can, üniversite gençliği olarak 19 Mart’la birlikte AKP’nin ve onun kurumlarının (bir tanesi rektörlük) çizdiği sınırları aştıklarını, bu iradeyi de her gün güçlendirdiklerini ifade ederek başladı sözlerine.
“Bunun son örneği öğrenciler olarak yaptığımız şenlik oldu. İktidarın gerici baskılarına, yasaklarına karşı üniversite gençliğinin kendi şenliğini örmesi, aynı zamanda iktidara karşı durmanın da bir örneği oldu” diyen Can, genliğin iktidarın yaratmaya çalıştığı hegemonyayı sadece sokakta eylem yaparak kıramayacağını söyledi ve ekledi:
“İktidarın hegemonyasına karşı çıkmanın en önemli başka bir ayağı da gençliğin kendi şarkılarıyla, tiyatro oyunlarıyla, söyleşileriyle, yani kendi üretimleriyle iktidarın karşısına dikilmesi ve bu konuda diretmesi.”
'Her şeyi kendimizden bekleyeceğiz'
Ahmet Alabay “Biz İlerici Fikir Topluluğu olarak, Eskişehir’deki üniversitelerin çevresinde yürüttüğümüz bütün çalışmalarda halihazırda atölyelerimizle, film gösterimlerimizle, söyleşilerimizle, üniversitelerin kendi etkinliklerinin, rektörlüğün dayattığı tüm programın dışında devam eden, dışına taşan bir mücadele içerisindeyiz” diyerek başladı sözlerine.
Alabay, sürece katkı sağlayan ve rektörlüğün baskılarına karşı birlik olan tüm topluluk, kulüp ve öğrenci temsilciliği çalışması yapanların hep birlikte yaratılan bütünlüğü ve mücadeleyi koruma ve ilerletme çabasının temel motivasyonları olduğunu söyledi, bütün bu çabanın kaynağının üniversitelerin, kampüslerin kendilerine ait olduğunu hatırlatmak ve bunu unutulmayacak bir hale getirmek olduğunu ifade etti.
“Biz bu memleketin yarı aydın karaktere sahip gençleri olarak kendi şenliğimizi düzenleyecek, okul içerisinde kendilerini var etmeye çalışan, üniversite yönetiminin tehditlerine maruz kalan diğer topluluklardaki arkadaşlarımızla birlikte mücadele edecek, her şeyi kendimizden bekleyeceğiz” diyen Alabay, sözlerini “Bizi, geçtiğimiz süreç boyunca devam ettirdiğimiz eylemleri, yaptığımız çalışmaları, verdiğimiz emekleri, başkalarının izni veya müsaadesi değil yine bizim örgütlü mücadelemiz var etti. Gençlik olarak bize saldıran gerici, baskıcı her düşünceye karşı duracak, geçit vermeyeceğiz” diyerek noktaladı.
***
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder