T-24 "Köşebaşı + Gündem" -26 Mayıs 2025-

Kazan’dan: Siyaset, ekonomi, kültür, Türkiye, Rusya -Ercan Uygur-

Kazan 19’uncu yüzyıldan başlayarak, Rusya’nın Çin ile ticaretinin merkezi olmuştur. Bu ticarette Ruslar yanında Türkler/Müslümanlar ve küçük Yahudi toplumu önemli sermaye biriktirmiştir. Böylece Kazan, önemli bir ticaret, siyaset ve kültür merkezi oluyor

kazan üniversitesi

Geçen hafta Kazan’da uluslararası “Kazan Forumu” vardı ve davetli konuşmacı olarak ben de orada idim. Bir soru şudur; Türkiye’deki ve dünyadaki bazı olaylar ve gelişmeler Kazan’da (Rusya’da) nasıl algılanıyor?

Bu soruya yanıtı, çoğunluğu Rusya Bilimler Akademisi üyesi olan akademisyenlerle yaptığım sohbetlere dayanarak vereceğim. Bu sohbetlerde örneğin Putin’in İstanbul toplantısına gelip gelmeyeceği sorusu da var(dı). 

Sohbetlerde elbette ekonomi, ticaret, büyüme/kalkınma konuları da vardı. Kazan Forumu, “Rusya ve İslam Ülkeleri” alt başlığını da taşıyor ve haliyle ekonomi ve ticaret konularının ağırlıklı olduğu bir forumdur.

Kazan 2025 Forumu’na dünyanın birçok ülkesinden yaklaşık 8 bin 500 kişinin katıldığı bildiriliyor. Afrika’dan, Orta Doğu’dan, Orta ve Doğu Asya’dan katılımcıların olduğunu ben de gözledim.

Kazan, Tataristan Özerk Cumhuriyeti’nin başkenti. Ancak Tatarların giderek nüfus çoğunluğunu yitirmekte olduğu anlaşılıyor. Kazan Tatarları, Kırım Tatarları ile aynı soydan, ama arada dil ve kültür farkları da oluşmuş.

İlginç bir konu da şudur: Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk aşamalarında Kazan Tatarlarının/Türklerinin önemli ilişkileri, katkıları vardır. Bunlar Mustafa Kemal Atatürk tarafından nasıl örülmüştü? Benzer ilişkiler şimdi ne durumdadır acaba?

Kazan’dan bakınca, çok kutuplu dünyada oyunlar nasıl oynanıyor? Türkiye’nin Suriye ve diğer bölgelerde dış politika başarısı/başarısızlığı nedir? Bu gibi konuları sonraki yazıya bırakıyorum.   

“İdil ırmağı”, Kazan’da siyaset ve kültür; Tolstoy ve Lenin

Önce Kazan’ın kendisini kısaca anlatayım. Uçakla Kazan havalimanına alçalırken aşağıda büyük bir göl görüntüsü var. Bu görüntüyü yaratan, Türklerin İdil, Rusların Volga dediği, Avrupa’nın en büyük, en uzun ırmağıdır.

Kazan, devasa İdil ırmağının yarattığı verimli ovaların ortasındadır. Bu ırmak Rusyanın önemli enerji kaynağıdır, üzerinde çok büyük dört baraj vardır ve ulaşıma büyük katkı sağlıyor. İdil ırmağı, elbette tarımsal üretime de çok önemli katkı yapıyor.

Kazan ayrıca 19’uncu yüzyıldan başlayarak, Rusya’nın Çin ile ticaretinin merkezi olmuştur. Bu ticarette Ruslar yanında Türkler/Müslümanlar ve küçük Yahudi toplumu önemli sermaye biriktirmiştir. Böylece Kazan, önemli bir ticaret, siyaset ve kültür merkezi oluyor.

Sonuçta Kazan’da, siyaset ve din kitapları dahil, çok kitap basımı yapılır olmuştur. Bu süreçte, örneğin Kırım Tatarlarından/Türklerinden İsmail Gaspıralı’nın Tercüman gazetesi ve kitapları da basılır ve satılır olmuştur.

Gaspıralı, yayınları ve gazetesi ile Türklerin ve Türkçenin birliği ve Rusya Müslümanlarının korunması için çaba içindedir. Gaspıralı, Osmanlı Devleti’nin kötü gidişini durdurma tartışmaları ve çalışmaları içinde de olmuştur.

Kazan’da bugün ünlü yazar Leo Tolstoy’un bir müze-evi var. Tolstoy burada 1841-1845 döneminde halasının bir araya topladığı kardeşleri ve kuzenleri ile dört yıl yaşıyor. Tüm kardeşler Kazan Üniversitesi’nde öğrenci oluyorlar.

Leo Tolstoy’un müze-evi

Tolstoy, bir giriş sınavı ile, 1844’te önce üniversitenin Doğu (Şark, Oriental) Dilleri bölümüne kaydoluyor. Belirteyim, giriş sınavı konuları arasında Tatar Türkçesi de var. Tolstoy bu sınavda da başarılı oluyor.

Çok hareketli sosyal yaşantısı nedeniyle Tolstoy birinci sınıfı geçemiyor. Hukuk fakültesine geçiş yapmak için başvuruda bulunuyor. Başvurusu kabul ediliyor, ama iyi bir başlangıçtan sonra ikinci dönemde yine bazı derslerden kalıyor. Tolstoy, 1847 başlarında üniversiteden, bir veda mektubu da yazarak, ayrılıyor.

Kazan Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesine, tam 40 yıl sonra 1887’de, bu kez Bolşevik devriminin lideri ve Sovyetler Birliği’nin kurucusu Vladimir İ. Lenin  kaydoluyor. Lenin, dul annesi ve küçük kardeşi Dmitry ile bugün müze-ev olan konutu kiralıyorlar.

Lenin Hukuk fakültesine ancak üç ay devam edebiliyor, çünkü çarlık karşıtı radikal öğrenci gösterilerinde polise yakalanıyor ve okuldan uzaklaştırılıyor. Belirteyim, Lenin’in üç ay boyunca derslere girdiği derslik ve sırası Kazan Üniversitesi’nde hâlâ muhafaza ediliyor.

Bu uzaklaştırma sonrasında Lenin, annesi ve kardeşi Kazan’da zor koşullarda 9 ay daha kalıyorlar. Bu süre boyunca Lenin sürekli okuyor, değerlendirmeler yazıyor ve kendinden daha deneyimli radikal siyasi gruplarla toplantılar yapıyor. Dikkat edelim, Lenin 1887’de henüz 17 yaşındadır. 

Vladimir İlyic Lenin

Cumhuriyetin kuruluşunda “Tatar Türkleri”

Bugüne dönelim, günün çok erken saatinde havalimanından alındım ve Kazan’da bir otele bırakıldım. Otelin resepsiyonundaki görevlilerden birinin adı Asena. Dikkatimi çekiyor, ama Tatar adıdır düşüncesiyle doğaldır diyorum.

Asena İstanbul Türkçesiyle “Kazan’a hoş geldiniz” diyor. Sonra da açıklıyor; babam Türk, annem Tatar Türk’ü, “adımı bilerek, seçerek Asena koymuşlar.” Bir yıl önceye kadar Türkiye’de yaşamışlar, ama artık Kazan’a yerleşmişler.

Neden? “Çünkü bildiğiniz gibi Türkiye’de koşullar çok zorlaştı.” Gençlerimiz, yetişmiş insanlarımız yalnızca Avrupa’ya göçmüyorlar. Kazan’a da gelenler var demek ki.

Sonra “Kazan Forum”un yapıldığı kongre merkezine gidiyoruz. Merkez’in girişinde yerel kıyafetleri ile gençler yol gösteriyor. Ruslar, Tatarlar var; sonradan öğrendim Türkmenler, Başkurtlar da var.

Tatar olduğunu varsaydığım bir genç, yaka kartıma bakarak sesleniyor; “Men Tatar Türküyrem.” Sonra elini uzatıyor, yakasında Gülnar yazıyor. Gözleri dolu dolu bir şeyler söyledi, ama anlamadım. Bir sıkıntısını anlatmak istedi sanırım. Ertesi günlerde kendisini aradım ama göremedim.

Bu iki karşılaşmadan aklıma geldi; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamalarında Kazan Tatarlarının/Türklerinin önemli ilişkileri, katkıları oldu. Mustafa Kemal Atatürk’e yardımları oldu. Kimlerdi bunlar? Bazılarını kısaca hatırlatayım. 

Bunların başında Yusuf Akçura geliyor. Akçura Rusya’da doğdu, eğitim için İstanbul’a getirildi. Jön Türk hareketine katıldı. Paris Siyasal Bilgiler Okulunu bitirdi, sonra Kazan’a döndü. Ünlü “Üç Tarz-ı Siyaset” (Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük) maka­lesini yazdı. Kemaloğlu (2017).

Akçura, 1908’de Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a geri geldi, siyasî tarih dersleri verdi. 1931’de Atatürk’ün Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin (daha sonra Türk Tarih Kurumu) kuruluş çalışmalarında görevlendirildi, 1932’de de cemiyetin başkanlığına seçildi.

Atatürk’ün sık görüştüğü bir diğer Tatar aydını da Sadri Maksudi Arsal’dır. 1880’de Kazan’ın Taşsu Köyü’nde doğdu, Rusya’daki eğitiminden sonra 1902’de Paris’te Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. 1906’da Rusya’ya döndü ve II. Rus Duma’sına üye seçildi.

Rus baskısından kaçan Arsal, önce Fransa’ya gitti, sonra davet üzerine Türkiye’ye geldi. Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşunda yer alan Arsal İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Türk Hukuk Tarihi dersleri verdi.

Atatürk, kendisini yanına çağırır ve onunla ülke sorunlarını tartışırdı. Arsal, 1930-1938 ve 1950-1954 döneminde milletvekilliği yaptı, Ankara Hukuk Fakültesi’nde dersler verdi. Arsal, Türkçenin Arapça ve Farsça kelimelerden arındırılması tezini ortaya koydu.

Atatürk ile görüşen bir diğer Tatar bilim insanı arkeolog ve etnolog Hamit Zubeyr Koşay’dır. 1909’da Osmanlı’ya göç eden Koşay, Selanik’teki medresede, Macaristan ile Almanya’daki şarkiyat enstitülerinde eğitim aldı. Türk Tarih Ku­rumu ve Türk Dil Kurumu’nun kuruluşunda önemli rol aldı, Etnografya Müzesi’nin kurucusudur.

Türkiye’de çok tanınan Tatar aydınlarından biri de Akdes Nimet Kurat’tır. 1903’te Tataristan’da Berkete köyünde dünyaya geldi, 1920’de liseyi bitirdi. 1924 yılında Türkiye’ye sığınarak İstanbul Darül­fünunu bitirdi. Edebiyat Fakültesi’ne kaydolarak önce felsefe, sonra tarih bölümünde eğitimine devam etti.

Kendisi 1928 yılında Tarih Bölümü’nden mezun olduktan sonra Almanya’ya gönderildi. 1933’te doktorasını tamamladı. Bu tarihten sonra İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi’nde görev yaptı. 

Kurat’ın Prut Seferi ve Barışı, Rusya Tarihi, Türk-İngiliz Münasebetlerinin Başlangıcı ve Gelişmesi (1553-1610), Türkiye ve İdil Boyu gibi önemli çalışmaları vardır. Kemaloğlu (2017).

Belirtmemiz ve anmamız gereken başka Tatar aydınlar da var elbette, ancak bunlar yeterli bilgi verdi sanırım.

Rus meslektaşlarla yaptığım sohbetlerin bir konusuna değinip yazıyı bitireyim. Bu meslektaşlarımız Putin’in 15-16 Mayıs 2025’te Ukrayna konusunu görüşmek üzere İstanbul’a gelmeyeceğini biliyorlardı.

Çünkü artık Putin’i tanıyorlardı. Ukrayna konusunda Trump’ın yolu açmasıyla, güçlü ve avantajlı konuma geçmişti, alabileceğinin en yükseğine çıkacağını biliyorlardı. Daha azına razı olmayacaktı.

Hani Trump iyi pazarlıkçıydı? Genel kanı şuydu: Trump bir otokrattı ve sınırlı bilgisiyle her şeye hükmettiğini sanıyordu. Bu konuyu, Türkiye değerlendirmeleri ile birlikte başka bir yazıya bırakıyorum.  

Kaynaklar:

Kemaloğlu, İlyas (2017) “Atatürk ve Tatar Aydınları”

Savunma Haber, 2017.

https://shbr.tr/ataturk-ve-tatar-aydinlari

                                                                     /././

Odessa’yı yakan hesaplar -Akdoğan Özkan-

Savaşta adı çok anılmıyormuş gibi dursa da özellikle İngilizler ve Avrupalıların ‘gerekirse Kiev’i verelim ama onu asla’ diye düşündüğü Odessa meselesi son günlerde kelimenin tam anlamıyla “alevlenmiş” görünüyor

odessaOdessa Kenti'ndeki Richelieu Heykeli, Rus saldırısından korunması için kum torbalarıyla koruma altına alınmıştı.

ABD yönetimi Ukrayna Savaşı’nın sonlanması meselesini Trump ile birlikte kafasında az çok çözmüş gibi bir izlenim verirken, şahin kesilip olası bir “barış anlaşması” konusunda ayak direyerek Zelenski’yi savaşı sürdürme konusunda cesaretlendiren Avrupa’nın böyle davranmasının arkasında pek çok sebep varmış gibi görülebilir. Ancak özellikle de İngiltere’nin böyle yapmasının ardındaki en önemli motivasyon, Rusya- Ukrayna savaşında adından çok bahsettirmiyormuş gibi duran Odessa’ya yönelik hesaplar, kanımca.

Avrupalılar Ukrayna’nın “Karadeniz’in incisi” olarak anılan Odessa limanlarının kontrolünü Ruslara yitirmesindense başken Kiev'i kaybetmesini dahi tercih edebilecekler, sanıyorum. Hatta bir adım daha ileri giderek şunu söyleyeyim, özellikle 2022’de İstanbul’da yakalanan barış imkanını dinamitleyen İngilizlerin Rusya'nın bu şehre yönelik tasarruflarından vazgeçmesini barış anlaşmasının önündeki ana şart olarak gördükleri kanaatindeyim.

Son günlerde Odessa ara ara ateşe boyanıyor, bu nedenle bu konuyu öne çıkaralım istiyorum, Aslında Odessa’nın çatışmaların sonuçları bakımından kritik öneme haiz bir kent olduğunu daha savaşın başlarındaki yazılarımda dile getirmiştim. 2022 yılı Nisan’ında T24’te kaleme aldığım “10 Soruda Ukrayna Savaşı” başlıklı yazımda, savaşın sebepleri ve nasıl seyredebileceği üzerine düşüncelerimi aktarırken, tek bilemediğimiz hususun Odessa olduğunu belirtmiş ve Rusya’nın Odessa’yı alarak “Ukrayna’nın Karadeniz’e çıkışını tamamen kapatmak isteyip istemediğini henüz bilemiyoruz,” yazmıştım, daha Ruslar doğuda, Donetsk ve Luhansk’ta bile kayda değer bir ilerleme kaydetmemişken. Rusya lideri Vladimir Putin’in kafasında böyle bir hedef var mıydı, o tarihte, bizlerin bilmesi mümkün değildi çünkü. Geçen yıllar içinde Odessa’nın bütün kıymetine rağmen -ara ara aldığı füze saldırıları dışında- savaşın ana merkezi dışında tutuluşuna bakarak “Ruslar kadim Rus kenti olarak gördükleri Odessa’yı istemiyor, herhalde” şeklinde akıl yürütmek çok yanlış sayılmazdı.

Ancak son günlerde Odessa’ya yönelik ilginç gelişmeler oluyor. Ruslar, Ukrayna'nın askeri sanayi alanlarına yönelik yüksek hassasiyetli silahlar ve insansız hava araçları (İHA) ile saldırılar gerçekleştiriyor. Rusya Silahlı Kuvvetleri geçen cuma geçesi boyunca Ukrayna'nın askeri sanayi bölgesinde bulunan füze ve İHA üretim tesisine, radyo teknik istihbarat merkezine ve ABD yapımı “Patriot” hava savunma sistemlerinin bulunduğu bölgelere karadan yüksek hassasiyetli silahlar ve İHA’larla saldırı düzenledi.

Ayrıca, “İskender” kısa menzilli balistik füze sistemi ile Odessa limanında askeri teçhizat taşıyan bir yük gemisi ile limandaki konteyner deposuna saldırılar yapıldığı belirtildi. Bakanlık, “gemide, İHA'lar, insansız deniz araçları ve mühimmat dahil olmak üzere çeşitli askeri teçhizatla dolu 100 konteyner yer alıyordu. O gece Odessa limanından dakikalarca alevler yükseldi. Saldırılar cumartesi de sürdü.

Aslına bakılırsa, Rus birlikleri Ukrayna Silahlı Kuvvetleri'nin sivil hedeflere yönelik saldırılarına karşılık olarak, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri'nin Odessa yakınlarındaki askeri noktalarına, personeline, teçhizatına, hatta paralı askerlerin bulunduğu yerlere ve ayrıca altyapıya (enerji tesisleri, savunma sanayi, askeri idare ve Ukrayna'nın iletişimine) yönelen saldırılar daha önce de gerçekleştirmişlerdi. Ancak Odessa belki de ilk kez böyle güçlü balistik füzelerin de yer aldığı saldırıların hedefi oldu ve deyim yerindeyse “cehenneme döndü.”

Peki neden? Bunu açalım zira bize bu savaşa dair pek çok şey söyleyecek: Neden Odessa hedefe konuyor?

İstanbul’dan gelen gemi

Bunun iki sebebi var. Birincisi, Moskova’nın Rusya ile Ukrayna arasındaki İstanbul müzakerelerinin ilk aşamasının gerçekleştiği gün, İstanbul limanı çıkışlı büyük miktarda askeri yardım sevkiyatının Odessa limanına ulaştığını tespit etmesi. Rusların iddialarına, göre, İstanbul'dan gelen bir kargo gemisi Odessa limanının sekizinci rıhtımında görüldü. Rus medyasının, “Diary of a Paratrooper” adını taşıyan bir dijital günce aracılığıyla cepheden bilgiler geçen bir Rus askerine dayanarak verdiği bilgilere bakılırsa, limanın onuncu rıhtımında da, yani deniz üssünün bulunduğu yerde Türkiye'den gelen yüz metre uzunluğunda bir kargo gemisi tespit edildi. Geminin su üstünde oturma seviyesine bakarak, çok fazla kargo getirdiği varsayıldı. Ambarların kapakları açıktı, bir yükleyici iskele boyunca ilerliyordu ve limanda daha önce görülmeyen, sırt çantalı, askeri üniformalı adamlar vardı. Görünüşe göre önemli askeri malzemeler taşınmıştı.

Ardından sahada birkaç gün boyunca göreceli bir durgunluk yaşandı. Kiev güçleri Rusya topraklarına yönelik dron saldırılarını birkaç gün minimumda sürdürdüler. Ardından saldırılar birden arttı. 20 Mayıs'tan 23 Mayıs'a kadar Rusya hava savunması tespit ettiği 1.177 Ukrayna insansız hava aracını imha etti. Bunlardan 788'i Ukrayna’nın savunma bölgelerinin dışında, Rusya topraklarına yönelik görev icra ediyordu. Rusların iddiasına göre, Moskova’ya yapılan saldırılarda Ukrayna bayrağı taşıyan Türk Bayraktar yapımı İHA’lar da kullanılmıştı.

Dolayısıyla, Ruslar, Rusya ile Ukrayna arasındaki ilk müzakere turunun İstanbul'da gerçekleştiği gün o kargo gemisinin, Odessa’ya gelmesini “ikiyüzlülük” olarak değerlendirmiş, ardından gerçekleşen saldırılara da bakarak düğmeye basmış, sonuçta da Ukrayna’ya İstanbul kanalıyla tonlarca NATO silah ve mühimmatı taşımış gemileri vurmuş, Odessa limanının cehenneme dönmesine sebep olmuşlardı.

İngilizlerin Odessa tutkusu

Bir diğer neden, biraz daha stratejik. ABD Başkanı Donald Trump’ın özel elçisi Keith Kellogg tarafından da duyurulduğu üzere, Washington yönetimi, şu aralar Ruslarla NATO üyesi bazı Avrupa ülkelerine ait askeri birliklerin Dinyeper'in batı yakasına konuşlandırılmasını da müzakere etmeye çalışıyor. Bu aslında, Ukrayna’nın bölünmesine giden yolda hem taraflar arasında hem de Avrupa içinde birtakım pazarlıkların döndüğünün de habercisi. Ancak Ruslar, belli ki konunun bir anlaşma ile çözüme kavuşturulması beklenmeden, bazı NATO ülkelerinin Odessa’yı, daha da genel bir ifadeyle Karadeniz’i bir oldubittiye sürüklemesini hoş karşılamıyor, cezayı kesiyorlar. Zira Odessa, her şeyden önce Kırım’ın ve Dinyeper’in batısında ülkenin Karadeniz’e çıkışını tutan stratejik bir liman kenti.

Rusya ile bağlantısı olan her şeyin Ukrayna yönetimince yasaklandığı Odessa konusunda baş şüpheli İngilizler. Aslında, İngilizlerin Odessa ve Karadeniz tutkusu yeni değil. Savaşın öncesine gidiyor. Eski bir T24 yazımda da dikkat çektiğim üzere, Ukrayna hükümeti İngilizler ile Kasım 2021’de yani savaştan üç ay önce 1,7 milyar pound'luk kredi anlaşması imzalamıştı. Söz konusu çerçeve anlaşması ile sağlanacak kredi sayesinde Ukrayna, Britanya'dan 8 hücumbot, 2 mayın tarama gemisi alacak, daha da önemlisi, İngilizler Ukrayna'nın Karadeniz kıyısında iki donanma üssü inşa edecekti. İngilizler anlaşmanın kendilerine verdiği yetkiye dayanarak Britanya donanmasının bir kısmını Karadeniz’de, Rusya'nın burnunun tam dibinde üslendirebileceklerdi.

Ruslar, İngilizlerin Karadeniz’e yönelik bu niyetlerinden habersiz değillerdi. TASS ajansının 14 Aralık 2021 tarihinde geçtiği “Deployment of UK Military Bases in Ukraine Possible” başlıklı haber, Rusların bunun farkında olduklarını anlatıyordu. Ukrayna Donanması'nın geliştirilmesi ve güçlendirilmesiyle ilgili anlaşmayla ilgili mutabakata, Başkan Vladimir Zelenski'nin 2020 yılında İngiltere'ye yaptığı ziyaret sırasında varılmıştı. Taraflar askeri ve askeri-teknik alanlarda iş birliğinin güçlendirilmesine ilişkin bir mutabakat imzalamışlar, ayrıca buna 1,25 milyar İngiliz poundu tutarında İhracat Finansmanı kredisini de dahil etmişlerdi.

‘Orbital operasyonu’

Ukrayna Savaşı’nın ilk haftalarında kaleme aldığım T24’te kaleme aldığım bir yazımda, Odessa limanlarının kaderinin savaşın kaderi açısından çok önemli olduğunu daha eski tarihli gelişmelere de yer vererek belirtmiştim. Aslında Odessa İngiliz hükümetinin zihninde ve gönlünde 2015’ten itibaren özel bir yer işgal etmişti. İngilizler 2014 tarihli Meydan Darbesi’nin hemen akabinde Ukrayna ile çeşitli savunma iş birlikleri içine girmişlerdi. Hatta, İngiliz Kraliyet donanmasına bağlı bazı gemiler ara ara Odessa’da konuşlandırılmıştı. Kraliyet Donanması’na ait bir oşinografik araştırma gemisi olan HMS Echo, 19 Aralık 2018’te Odessa’ya gelmişti. Gemi, Orbital Operasyonu adı verilen görev kapsamında İngiltere Kraliyet Deniz Piyadeleri komandolarının Ukrayna ordusuna vermeyi planladığı eğitime destek için Odessa’daydı. İngilizler, 2015-2022 yılları arasında tam 22 bin Ukrayna askerini bu eğitim çerçevesinde eğitime tabi tuttular.

İngilizlerin keyfi yerindeydi ama, işte tek sıkıntıları Montrö Sözleşmesi idi. Zira, İngiliz gemileri uluslararası hukukun gereği olarak Karadeniz’de maksimum 21 gün kalabiliyordu. Montrö gereği, yarın öbür gün savaş söz konusu olursa o gemiler Karadeniz’e hiç gelemeyeceklerdi.

Odesa’nın önemi için çok fazla şey yazılabilir:

* Bunların başında, Ukrayna’nın mısır, tahıl ve maden/mineral ihracatının büyük bir kısmını, ekonomisi ve deniz ticareti üzerinde son derece söz sahibi bir nokta olan Odessa'dan ve yakındaki küçük limanlardan yapması geliyor.

* Karadeniz Tahıl Koridoru Anlaşması sonlanmadan önce Ukrayna'dan tahıl yüklü gemiler de dünyaya Odesa Limanı’ndan açılıyordu.

* Rus Çariçesi II. Katerina tarafından 1794’te kurulmuş olan Odessa şehri, Ukrayna’da Rusça konuşan nüfusun çoğunlukta olduğu, Rus kültürünün de son derece kuvvetli olduğu bir bölge.

* Odessa, Moldova’nın Sovyetler Birliği’nden ayrıldığı 1991 yılında bu ülkeden tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan eden, bugün halen ayrılıkçıların kontrolünde bulunan Transdinyester bölgesine de komşu. Rusya’nın Transdinyester’de askeri birliğinin yanı sıra, Dünya Savaşı’ndan kalan en büyük cephanelerinden biri de bulunuyor.

* Gerek bu nüfus için gerekse de Rusya için bölgenin bir başka sembolik önemi de var. Neo-Nazi grupların 2 Mayıs 2014’te bir sendika binasında 48 kişinin diri diri ölümü, 250’den fazla kişinin de yaralanmasına sebep oldukları bir katliama sahne olmuş bir kent Odessa. Rusların bu katliamın sorumlularını cezalandırmak isteyeceklerini de pekâlâ düşünebiliriz. 

Aslında bütün bu olguları sayıp dökmeden de, sadece I. Dünya Savaşı’na bakarak çok iyi biliyoruz Odessa’nın ne kadar stratejik bir önem taşıdığını.

Dolayısıyla, İngilizler için Kiev’in belki sadece sembolik bir önemi varken, Odessa’nın Britanya donanmasını Karadeniz’e taşıma arzusunu saklayan stratejik bir önemi var.

Planlar akamete uğrayınca

İngilizler bölgedeki varlıklarını kalıcı kılmak maksadıyla Ukrayna ordusuna donanma üsleri inşa etme ayrıcalığını savaştan önce elde etmişlerdi. Çünkü zaten bir savaşa gidileceğini biliyor, harıl harıl Ukrayna askeri eğitiyorlardı. Gerçi savaş 1922 şubatında patlak vermeseydi, İngiliz donanma filosu -Ukrayna ile anlaştığı üzere Berdyansk ve Ochakov limanlarında donanma üsleri inşa ederek- Karadeniz’deki İngiliz ve NATO varlığının yoğunlaşmasına olanak tanıyacak stratejik bir avantaj kazanabilecekti. Bu amaçla, 2021 yılı Haziran ayında bir iyi niyet mektubu imzalanmış, Kasım ayında da İngiliz parlamentosu hükümetin Kiev yönetimine, yukarıda da bahsettiğim 1,7 milyar pound’luk finans sağlama kararına onay vermişti. İngilizler o yılın aralık ayında giriştiler üslerin inşasına.

İngilizlerin diğer provokatif adımlarından birinde ise, Londra hükümeti 2 adet Sandown sınıfı mayın avlama gemilerini hizmetten çıkarak Ukrayna’ya hibe edilmelerine karar verdi. Aslında bu konu 2021’de ilk olarak gündeme gelmişti. Gemilerin “HMS Grimsby” ve “HMS Shoreham” olan adları da “Chernihiv” ve “Cherkasy” şeklinde değiştirildi. Bu arada, eski Başbakan Rishi Sunak’ın Kiev ziyareti ile birlikte iki ülke arasında kapsamlı, yeni bir savunma iş birliği anlaşması da onaylandı. Anlaşma kapsamında İngilizler Kiev yönetimine 2,5 milyar poundluk yardım yapma sözü de verdiler.

Ancak belki beklediklerinden biraz önce gelen savaş İngilizlerin planlarını bozdu. Bir kere Montrö Sözleşmesi gereği İngiliz gemileri bölgeyi terk etmek durumunda kalmıştı Gerçi Londra hükümeti, “Chernihiv” ve “Cherkasy” isimli mayın avlama gemilerini Karadeniz’e yine de göndereceğini açıkladı. Ancak Ankara, Montrö Sözleşmesi’ne dayanarak bunun hukuki bir dayanağı olmadığını ve gemilerin Boğaz’dan geçmesine izin vermeyeceğini bildirdi. NATO çevrelerinden emekli bazı İngiliz ve Amerikalı generaller Türk donanmasına ateş püskürerek, “böyle NATO müttefikliği mi olur” demeye getirdiler. Romanya’nın da fişteklediği krizler zor atlatıldı, yazmıştım.

Tabii Rusların ilerleyişi İngilizlerin planını akamete uğrattı. Sonuçta, Londra’nın Berdyansk planı hayata geçemedi ancak Kırım Tatarlarının “özü” olarak bildiği, daha batıdaki Ochakov’da bulunan donanma altyapısı Ukrayna’dan Rusya içlerine gerçekleştirilen saldırıların planlanmasında dahi önemli rol oynadı. Yine de donanma üssü genişletme planları hayal oldu.

İngilizlerin o tarihteki planlarına set çeken Rusya, şimdi de Odessa’nın kendisine karşı saldırılarda bazı NATO güçleri tarafından üs olarak kullanılmasını kabul etmeyeceğini şiddetli bir şekilde anlatarak, limana gelen gemileri ve rıhtımları yakıp yıkıyor.

Yaklaşık 3 yılın ardından İstanbul'da 16 Mayıs'ta Cumhurbaşkanlığı Dolmabahçe Çalışma Ofisi'nde bir araya gelen Ukrayna ve Rus heyetleri arasında esir takasıyla ilk meyvesini veren İstanbul Müzakereleri yeni ve ümitvar bir evreye doğru ilerleyecek mi bilmiyoruz.  Ancak Rus 90. Muhafız Tank Tümeni artık Dinyeper’e dayanmışken, pek çok şeyin yanı sıra Odessa şehrinin adını da bundan sonra daha sık duyacağız gibime geliyor.

ABD Başkanı Donald Trump'ın Orta Doğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff, Ukrayna meselesinde bir barış anlaşması ortaya çıkarmanın en hızlı yolunun Rusya’ya Ukrayna’nın doğusundaki dört bölgeyi vermekten ve Kırım’ın mevcut statüsünü kabul etmekten geçtiğini söylemiş, “daha fazlasına niye ihtiyaçları olsun ki” kabilinden bir şeyler söylemişti. Ancak bazı müzakerelerden sonra, ABD ve Avrupa, Ukrayna'nın geri kalanının Dinyeper boyunca bölünmesini kabul etseler bile, böyle bir bölünmede Dinyeper, Harkov, Sumi, Çernigiv ve Poltava bölgelerini muhtemelen Ruslara vermeyecek, bu bölgeler Kiev'in kontrolü altında kalacaktır. Ancak kanımca, savaşın sonunun yaklaştığına işaret edecek en önemli gösterge, bu şehirlerden ziyade Odessa’nın kaderinin belirginleştirilmesi olacaktır. Ben Avrupa’nın Kiev ve adını andığım o diğer dört bölgeden ziyade Odessa meselesinde daha odaklı olacaklarını düşünüyorum, ama ne olacağını tam kestiremiyorum

Ocak 2025'te Beyaz Saray’a döndüğünden beri Başkan Trump, Ukrayna'ya ABD tarafından finanse edilen yeni bir askeri yardım paketi açıklamadı. Ancak, Zelenski’nin tutumundan artık sıkıldığı anlaşılan Trump, geçenlerde “ABD olarak barış görüşmelerinden kalkabileceklerini” de söyledi. Öyle ya, kalkar, Avrupa’ya Ukrayna’ya sevk edilmek üzere milyar dolarlık silah satar, kasaya yine artı yazar. Zaten, ABD'nin yaz aylarında Kiev yönetimine yönelik geçmiş yükümlülüklerin bir parçası olan silah teslimatlarını durduracağı yönündeki endişeler arasında, son zamanlarda Avrupa’nın Ukrayna'ya Rusya ile savaşa devam edebilmesi için ABD’den silah satın alabileceği ihtimali de giderek “itibar görüyor.”

Bu arada, İstanbul bu gelişmelerin ardından barış görüşmelerinin bundan sonraki ayaklarına ev sahipliği yapabilir mi, bayrağı Vatikan’a filan devreder mi, onu da hiç bilmiyorum. Zaten, geçenlerde ABD eski istihbarat subayı Scott Ritter, “Belli oldu. Barış gerçekleşmeyecek. Bence barış planı da gerçekleşmeyecek. Çünkü Ukrayna şu aralar Ukraynalılara ait değil, başka çıkarlar var işin içinde” şeklinde konuşmuş, bu işin “Ukrayna’nın koşulsuz teslimiyetine kadar” gidebileceğini ifade etmişti. Bakalım, görelim, ama umalım iş o raddeye varmadan barışta anlaşılsın!

                                                                    /././

Bu Beşiktaş’tan bir halt olmaz!-Asena Özkan-

Kafası atan bir fanatik köprüye çıkar da ‘Yeter artık’ pankartı asarsa şaşırmam!

Bu Beşiktaş’tan bir halt olmaz!

Galatasaray meydanlarda şampiyonluğunu kutlarken aynı saatte Beşiktaşlı futbolcuların İnönü Stadı’nda oynayacakları Rizespor maçına odaklanmaları gerekiyordu. Bırakın odaklanmalarını Beşiktaş bıraktığınız ve bildiğiniz gibi, değişen hiç bir şey yok. Rakibe ve skora odaklansalar da organize olmayı beceremeyen zengin oyuncuların ‘fakir’ futbolu olanca hızıyla devam ediyor…

Rakip, sezon tamamlanmadan ununu eleyip eleğini duvara asan Rizespor, yitirseler de kazansalar da onlar için durum değişiklik ihtiva etmeyecekti. Beşiktaş’ın sezonu üçüncü sırada tamamlaması içinse kazanma zorunluluğu mevcuttu. Kimse konuk Rizespor’un Beşiktaş’a kolay teslim olmasını beklemiyordu ancak özellikle ilk bölümdeki gereksiz sertlikleri de yersizdi. Beşiktaş’ta ise oyunun neredeyse tümü Ekvadorlu genç futbolcu Keny Arroyo’nun üzerine kurgulandı, oyunda kaldığı süre içinde. Ancak olmadı, olmasına da olanak yoktu; deneyim sahibi olmayan eleman tek başına Beşiktaş’ı yukarı nasıl çekebilirdi ki?

Sahada dolanan Ciro Immobile’nin yerini Mustafa Hekimoğlu, Keny Arroyo’nun yerini de Joao Mario aldı. Bir anlamda kötülerden daha iyi oldukları düşünülen isimler oyuna dahil edildi. Bu sırada da Serkan Akaydın akılcı kafa vuruşuyla takımı Rizespor’u öne geçiren golü atıverdi. Kısa süre sonra da Joao Mario attığı golle skoru eşitledi. Sonrasında bir başka sessiz ve etkisiz eleman Ernest Muci’nin yerini Semih Kılıçsoy aldı. Beşiktaş’ın en önemli sorunu da bu; sahadaki isteksiz ve beceriksizlerin yedek kulübesindeki alternatifleri de farklı değil!

Norveçli teknik direktör Ole Gunnar Solskjaer kazanma arzusuyla son dakikalarda Felix Uduokhai - Emirhan Topçu ve Jonas Svensson – Yakup Arda Kılıç değişimini yaptı. Savunmanın iki önemli ismini oyundan aldıktan sadece bir dakika sonra da Ali Sowe attığı golle takımı Rizespor’u 2-1 öne geçirdi. Beşiktaş’ın da ligi üçüncü basamakta tamamlaması hayal oldu. Yazacak çok şey var kısa özeteni yapmaya çalışayım…

Mevcut kadronun ‘vasatı’ dahi bulamayan futbol sergileyememesini ‘normal’ karşılamak ‘akıl izan yoksunluğu’ işaretidir dikkat! Bu teknik direktör ya da tümünden teknik ekip değişimiyle çözülecek sorun değil. Deneyimlendi, sayısını unuttuğumuz kadar teknik direktör geldi tümü de başarısız olup gitti. Gitmeyen tek eleman var o da Gedson Fernandes!

Başkan Serdal Adalı’nın da itiraf ettiği; gibi zihinsel olarak emekli olmuş Ciro Immobile bir sezonda 6 milyon Euro (primleri vs hariç) kazanırken diğerlerinden fazla bir şey bekleyemezsiniz.

‘Gençler’ aldatmacasından vazgeçmek zorunluluk. Beşiktaş’ta forma giyen gençlerin hiç birisi ne bugün ne de yakın gelecekte beklentileri karşılayacak düzeyde değil. Yazılan çizilenleri fazla ciddiye almadan bu gerçeği kabul etmek gerekli. Ayrıca bu kadroya Rıdvan Yılmaz’ı yeniden dahil etmek teknik direktör bir yana tribündekileri ‘kanser’ eder!

Rizespor maçının bitiminde, tribündeki çocukların gözyaşları Beşiktaş’ın içinde bulunduğu durumu özetlemeye yetti: Bu Beşiktaş’tan bir halt olmaz! Kafası atan bir fanatik köprüye çıkar da ‘Yeter artık’ pankartı asarsa şaşırmam!

                                                                /././

Rüşdü Saracoğlu’nun ardından | Merkez Bankası bağımsızlığı: Niçin gerekli ve hatta yeterli?-Haluk Tükel-

Merkez Bankası bağımsızlığında çeşitli kategoriler sayılabiliyor ama her şey gelip ‘başkan atama ve görevden alma’ sürecine odaklanıyor

Rüşdü SaracoğluRüşdü Saracoğlu

Piyasa ekonomisinin işleyişinde değeri istikrarlı bir para birimine ihtiyaç oluyor. İngiliz Merkez Bankası'nın 1694 yılında kurulmasından bu yana, ulusal para birimi üretiminde "tekel" sahibi merkez bankaları ekonomik hayatımızın ayrılmaz parçası... Hepsinin de ortak misyonu paranın değerini korumak... Nominal ücretlerin ödenmesiyle hayatına başlayan para birimi, o gelirin mal ve hizmetlere tüketim amaçlı harcanmasıyla yaşam döngüsünü tamamlıyor. Harcanmayan kısmı tasarruf olarak yoluna devam ediyor, o birikim de yatırım harcamalarıyla döngüsünü tamamlıyor. Görüldüğü gibi, para, mal ve hizmet değişimine aracılık ediyor, tasarruflar için değer birikimi sağlıyor. Bu döngülerin aksamaması yani ekonomik ve mali krizlerin ortaya çıkmaması, istikrarlı bir para birimine bağlı ve bunun sorumluluğu merkez bankalarında...

Nihayet ulusal para biriminde “tekel sahibi" merkez bankasının arkasında devlet otoritesi mevcut. Bunun en anlamlı açıklaması, ABD dolarının üzerinde ifadesini buluyor. “Bu banknot, kamu veya özel tüm borçlar için yasal ödeme aracıdır!" ("This note is legal tender for all debts, public and private!)" Yani borç ödemesinde hiçbir gerçek veya tüzel kişi, Türk lirasını borç karşılığında kabul etmemezlik yapamaz. Eskiden cezası ölümdü çünkü kralın iradesine karşı gelmekle eş anlamlıydı.

Elbette alacaklı da borç ödendiği zaman parasının değerinin korunduğundan emin olmak ister. Dolayısıyla, Merkez Bankası, ‘paranın bekçisi’dir. “Bekçilik”, hem saygın ve itibarlı bir kurum hem iyi eğitilmiş personel hem de güçlü liderlik gerektirir. Bu açıdan, Merkez Bankası başkanı, “paranın bekçisi” olarak, güçlü irade sahibi, tepeden tırnağa silahlı, güven veren, güvenilir ve kendisinden çekinilen, hatta korku salan bir karakterde olmalıdır. İktidarlar, karşılığı olmadan, yani yetersiz rezerv veya vergi toplamadan harcama yapmaya kalkarlarsa, Merkez Bankası başkanını rüyalarında kâbus olarak görmeliler... Merkez Bankası bağımsızlığı, dengeli ve kapsayıcı bir iktisadi kalkınmayı hedefleyen, gelişmiş özgürlükçü bir refah toplumu olmanın gerekli ve yeterli şartıdır.

Bu nedenle merkez bankalarının "bağımsız" olması, yani siyasi dokunulmazlıklarının olması ama işlemleriyle ilgili şeffaf, hesap verebilir ve misyonları çerçevesinde sorumluluk sahibi olmalarını doğal karşılamak gerekir. Bağımsız bir Merkez Bankası ile enflasyonla mücadelenin daha başarılı olduğu bilinen bir gerçektir. Siyasetçiler, genellikle seçim öncesinde, kısa vadede, parasal genişlemeyle ekonomiyi destekleyip makro dengeleri (2017’de yaşadığımız gibi) bozup, ekonominin uzun vadeli istikrarını tehlikeye atarlar. Ekonomi, gereksiz bir şekilde “dur-kalk” devreleri yaşamak mecburiyetinde kalır. Burada para politikası hedeflerini ekonominin gereklerine göre belirleyen kurumsal, hukuksal, operasyonel, mali bağımsızlığa sahip bir Merkez Bankası ve görev süresi seçim dönemlerini aşan bir ‘Merkez Bankası Başkanı’nın varlığı, istikrarın garantisi oluyor. Yani kötü günlerde, yeri sağlam, Hükümet’in yanlış uygulamalarına set çekebilecek ve yetenekli ve cesur bir Merkez Bankası Başkanına ihtiyaç var.

Grafiğimizde [1], 1930 yılında Dünya İktisadi Buhranı’nın yarattığı siyasal bunalım ortamında kurulan[2] Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın, kuruluşundan bu yana, başkanların görev süreleri ve önde gelen gelişmiş batı ülkelerinde ‘guvernör’lerinin yasal görev sürelerini izlemek mümkün.

Türkiye’de 3 yıldan (2 dönem imkânı), 5 yıla (2 dönem imkânı) çıkarıldı, sonra Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle 4 yıla (2 dönem imkânı) indirildi ve ataması, üçlü kararnameden cayılmasıyla cumhurbaşkanı tarafından tek imzayla yapılır hale geldi. Bu yasama ve yürütme arasındaki istişareden ve ortak akıldan yoksun düzenlemenin sonucu olarak, Türkiye son 3 yılda, 3 Merkez Başkanı gördü. ABD “Federal Reserve” (FED) Başkanı’nın ataması 4 yıllık ama kurumun federal kurumsal yapısı ve hukuki statüsü bankaya tam bir bağımsızlık sağlıyor. FED Guvernörleri, 2-5 dönem (8-20 yıl) görev yapıyorlar.

Türkiye, 1970-1985, 15 yıllık dönemde karma ekonomiden özel girişimin sürüklediği serbest piyasa ekonomisine geçiş için sancılı bir dönem yaşadı. 1985-1995, 10 yıllık dönemde ise AB’ye 1987 tam üyelik başvurusu sonrasında, 1995 AB’yle ‘Gümrük Birliği’nin gerçekleşmesi ve 2005 “Tam Üyelik” müzakerelerinin başlayabilmesi için, -Kopenhag Ekonomik Kriterlerine[3] uyum açısından- piyasa ekonomisine işlerlik kazandırmak amacıyla hukuksal ve kurumsal altyapı reformlarına girişildi.

Para ve kredi alanında Merkez Bankası’nın misyonunun yeni ve modern bir bakış açısıyla ele alınması (para politikasını yürütülmesi, mali sistemin gözetimi ve denetimi, ödeme sistemlerinin işletilmesi) için 1987 yılında göreve gelen Dr. Rüşdü Saracoğlu, bu konuda bir gelenek oluşturmak istedi. 1960-1990, 30 yıllık dönemde, ortalama 3 yıl görev süresiyle 10 başkan görmüş Merkez Bankası, Dr. Saracoğlu’yla 6 yıllık bir görev süresine şahit oldu ve başkanın görev süresi de yasal olarak 5 yıla çıkarıldı.

Türkiye’de modern, saygın ve güçlü bir merkez bankacılığının tesisi açısından, Saracoğlu reformunun başarılı olduğunu söylemek doğru olacaktır. Nitekim, Gazi Erçel, Süreyya Serdengeçti, Durmuş Yılmaz ve bir ölçüde Erdem Başçı, Saracoğlu ekolüne mensup Merkez Bankası yöneticileridir. Bu gelenek, 1995-2015, 20 yıllık döneminde istikrarın önemli bir unsuru olmuştur. Bankanın İdare Merkezini, hükûmetten uzağa, borsanın, mali piyasaların ve özel banka genel merkezlerinin bulunduğu, Türkiye’nin ekonomik başkenti olan İstanbul’a taşıma düşüncesi de o zamanlar ortaya atılmıştır.

Biz enflasyonu yenmek ve mali piyasalarda ve banka sisteminde güven ortamını tekrar sağlamayı istiyorsak, Merkez Başkanı başkanını 6-8 yıllık bir görev süresiyle donatmamız, kollektif bir atama yöntemini tekrar benimsememiz şart gözüküyor. En azından, bağımsız bir Merkez Bankası, Hükümet’in ekonomi ve maliye yönetimi işini oldukça kolaylaştırır. Bu konuda istekli, arzulu, kararlı ve cesur olmakta ülke yararı var.


(Başlık) Türkiye’de modern merkez bankacılığını yerleşmesini sağlayan müteveffa Guvernör Dr. Rüşdü Saracoğlu anısına 17 Nisan 2021 yılında Ekonomim gazetesinde yayınlanan yazının güncellenmiş halidir.

Merkez Bankası guvernörlüğü süresinin 5 yıl olduğu 1986-2016 döneminde ortalama görev süresi 4 yıldan, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle yönetilen ve görev süresinin 4 yıla indirildiği dönemde 1,5 yıla düşmüş gözüküyor. “TCMB son 8 yılda 6. başkanını gördü!” tespitiyle basında da yer alan bu gelişmenin 2018 yılından beri yaşadığımız ekonomik istikrarsızlığın yansıması olduğu kadar nedenidir de!

Maruf BUZCUGİL, “TCMB son 8 yılda 6. başkanını gördü” Ekonomim Gazetesi, 5 Şubat 2024

[1] Kuruluşundan bu yana Merkez Bankası Guvernörlerinin görev süreleri grafiği (Güncelleme 31 Mayıs 2025)

[2] İlhan Tekeli ve Selim İlkin, “Para ve Kredi Sisteminin Oluşumunda Bir Aşama Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası” TCMB Ankara, 1981

[3] “AB üye adayı ülke, işleyen bir piyasa ekonomisinin varlığını ve Birlik içinde piyasa güçleri ve rekabetçi baskı ile baş edebilecek kapasiteyi garanti eden kurumların istikrarını sağlamış olmalıdır.”

                                                                 /././

ABD’nin kredi notunu düşüren gelişme: Maliye politikası sürdürülemez bir patikada -Binhan Elif Yılmaz-

75 yıl boyunca milli gelirin yüzde 4,3’üne eşit düzeyde kamu harcamasında kısıntıya gidilmesi veya vergi artışlarının gerçekleştirilmesi olduğu öne sürülüyor. Olası reform gecikirse, gelecek nesillere yükleyeceği yük daha da artacak. Bu elbette ABD halkı için kemer sıkma ve acı reçete anlamına geliyor

ABD’nin kredi notunu düşüren gelişme: Maliye politikası sürdürülemez bir patikada

Küresel ekonomide gözler uzun zamandır ABD’de para politikasının sonuçları ve Fed’in bir sonraki faiz kararına çevriliyken, Moody’s maliye politikasının sürdürülemezliği gerekçesiyle ABD’nin kredi notunu Aaa’dan Aa1’e indirdi. On yıldan fazla zamandır ABD’de kamu borç stoku ve bütçe açıklarına ilişkin tüm projeksiyonların “sürdürülemezliğe” işaret etmesi, iki yıl önce de Fitch’in not indirimine yol açmıştı.

Maliye politikasının sürdürülebilirliği, kamu borç stoku- GSYİH rasyosunun uzun vadede sabit kaldığı ya da azaldığı bir politika olarak tanımlanır. ABD ise bu görünümden çok uzakta.

ABD Hazine Bakanı Scott Bessent’in imzasını taşıyan ve her yıl yayımlanan “ABD Hükümeti Mali Raporu”nda kamu maliyesi göstergeleri, varlık-yükümlülükler ve 75 yıllık geleceğe yönelik projeksiyonlar yer alıyor. Bu rapor ABD Başkanına, Kongreye ve Amerikan halkına kapsamlı bilgilendirmeler sunuyor.

Mevcut görünüm ışığında 75 yıllık bir projeksiyona göre maliye politikasının sürdürülebilir olmadığı Mali Raporun pek çok yerinde ifade ediliyor. Rapora göre kamu borç stokunun milli gelir içindeki payının 75 yıl sonra, yani 2099 yılında yüzde 535’e ulaşacağı tahmin ediliyor.

Aşağıdaki Grafik 1, kamu gelirleri, faiz dışı harcamalar, net faiz ve kamu harcamalarının GSYİH'ye oranına ilişkin tarihsel ve güncel politika projeksiyonlarını gösteriyor.

Grafik 1.

Maliye politikasının sürdürülebilirliğine ilişkin önemli göstergelerden biri olan birincil açığın (primary deficit-faiz dışı açık) GSYİH’ye oranı ABD’de 2013’ten 2019 yılına kadar ortalama yüzde 2,1 oldu. Bu oran 2020’de pandemiye yönelik genişletici politikalar ve kamu harcamalarının artması sonucunda yüzde 13,3’e yükseldi. 2021’de ekonomik toparlanma vergi gelirlerini artırırken, birincil açık- GSYİH oranı yüzde 10,8’e düştü. 2024'te ise kısmen artan kamu gelirleriyle geçen yılki Mali Rapor'daki birincil açık GSYİH oranına göre 0,5 puan azalarak yüzde 3,3 oldu.

Ancak 2027’den sonra baby-boom kuşağının emekliliğinin devam etmesi ve sağlık-yaşlı bakım maliyetlerindeki artışlar nedeniyle 2045’te birincil açık - GSYİH oranının yüzde 4’e kadar tırmanması bekleniyor. İzleyen yıllarda bu oranın kademeli olarak azalması ve nüfusun yaşlanma hızının yavaşlamasıyla 75 yıllık projeksiyon döneminin son yılı olan 2099’da yüzde 2,8’e ulaşacağı tahmin ediliyor.

2010 yılında ABD’de özellikle Medicare hastane ve doktor ödemeleri için maliyet kontrolleri başlatılmıştı ama bunların uzun vadeli etkileri henüz tam olarak görülmedi. Medicare maliyet artışını azaltmayı amaçlayan yasal düzenlemelerin nereye varacağı konusunda belirsizlik hâkim. Trump yönetimi son düzenlemelerle sadece Medicare’de değil, Medicaid için de toplam 1,2 trilyon $’lık harcama kesintisine hazırlanıyor. ABD halkı ise böyle bir hak kaybına karşı.

Aşağıdaki Grafik 2, ABD’de birincil açık, faiz oranları ve GSYİH projeksiyonlarına göre hesaplanan kamu borç stoku, GSYİH oranı projeksiyonlarını gösteriyor.

ABD’de tarihsel olarak en yüksek kamu borç stoku, GSYİH oranı yüzde 106 ile ikinci dünya savaşı sonrasına ait. Ayrıca bu oranın 1980-2024 ortalaması da yüzde 51 gibi oldukça düşük bir düzeyde.

Son Mali Rapor mevcut maliye politikası uygulamalarının devam ettiği varsayımlarına göre, bu politikaların sürdürülemez bir patikada olduğunun üstüne defaten basıyor. Çünkü 2024 mali yılı sonunda kamu borç stoku- GSYİH oranı yaklaşık yüzde 98 olarak gerçekleşti ama, mevcut politika ve bu raporun varsayımlarına göre 2099 yılında yüzde 535'e ulaşacak.

Bu projeksiyon 2022 yılına göre daha düşük (o dönem yüzde 701’e varacağı öngörülüyordu) olsa da kamu borç stoku- GSYİH oranının öngörülen bu fahiş ve sürekli artışı da ABD’de şimdiki maliye politikasının sürdürülemez olduğunun ispatı.

Anlaşılan bugünden sonra da kamu borç stoku- GSYİH oranı, büyük ölçüde ve sürekli olarak artacak. Çünkü birincil açıklar ve borcun artan faiz ödemeleri daha yüksek borç seviyelerine yol açacak.

Dolayısıyla kamu borç stoku-GSYİH oranı, birincil açıkların daha yüksek borç seviyelerine yol açması nedeniyle sürekli olarak artıyor ve bu oranın sürekli olarak artması, mevcut maliye politikasının sürdürülemez olduğunu gösteriyor.

Grafik 2.

Maliye politikasının sürdürülebilirliğini sağlamak için zaman kaybetmeden bir mali reform gerekiyor? Ama nasıl?

Mali Raporda ABD’nin 75 yıl sonra yüzde 535’lik kamu borç stoku-GSYİH oranına ulaşmasını engelleyecek politikanın, 75 yıl boyunca milli gelirin yüzde 4,3’üne eşit düzeyde kamu harcamasında kısıntıya gidilmesi veya vergi artışlarının gerçekleştirilmesi olduğu öne sürülüyor.

Eğer olası reform gecikirse, gelecek nesillere yükleyeceği yük daha da artacak.

Bu elbette ABD halkı için kemer sıkma ve acı reçete anlamına geliyor. Ayrıca böyle bir acı reçetenin gecikmesinin maliyeti kendisini en çok borç faiz ödemelerinin artan yükünde hissettirecek.

Enflasyonla mücadelede sıkı para politikası borcun faiz yükünü ve maliyetini artırırken, şimdi de tarifelerin belirsizliği ve büyümeyi aşağı çekmesi ile borcun sürdürülebilirliğini tehlikeye sokacak. Ayrıca paydada yer alan GSYİH küçüldüğü için de kamu borç stoku-GSYİH oranı büyümeye devam edecek.

Dolayısıyla enflasyon ve büyüme oranlarının geleceği dikkate alındığında, ABD’de maliye politikasının bu sürdürülemez patikada bir süre daha yol alacağı anlaşılıyor. Böylelikle maliye politikasının ekonomik ve mali göstergeleri ne derece etkileyeceği uzun süre gündemde kalacağa benziyor.

                                                                  /././

Çalışanlar bu yıl yaklaşık 11 milyar lira fazladan gelir vergisi verecek -Murat Batı-

Yaklaşık 7,5 milyon asgari ücretli var. Kalanının ise asgari ücret üstü ücret aldığını varsayarsak; 737 lirayı asgari ücretin üstünde ücret elde eden kişi sayısıyla çarptığımızda 2025 yılında yaklaşık 11 milyar lira fazladan gelir vergisi alınmış olacaktır

para hesap

SGK verilerine göre bugün itibariyle ücretli çalışan sayısı yaklaşık 22 milyon civarındadır. 22 milyonun 2 milyon kişisi emekli olduktan sonra tekrar çalışanlardan oluşuyor. Bunların bir kısmı kamuda bir kısmı ise özel sektörde çalışmaktadır. Bu kişiler ister kamuda isterse özel sektörde çalışsın sundukları emek karşılığı aldıkları bedele ücret adı verilir.

Çalışanların maaşlarından yapılan vergi kesintisinin yapıldığı dilimler Gelir Vergisi Kanunu (GVK) m.103’te düzenlenmiştir. Normal koşullarda ücretliler için uygulanan tarife yüzde 15’lik orandan başlar ve yüzde 40 (dahil) oranda sona erer. Alınan ücret tutarına göre uygulanan vergi oranları da değişiklik gösterebilmektedir.

Buna göre her ay alınan maaştan SGK işçi kesintisi ve işçi işsizlik fonu kesintisi yapıldıktan sonra kalan tutar bu tarifeye tabi tutulur. Her yıl 1 ocaktan itibaren alınan ücretler toplanarak (kümülatif) tarifeye tabi tutulur ve böylece alınan maaşa bağlı olarak yıl içinde üst dilim (ler)e geçilebilmekte.

Ancak hesaplanan (kesilen) bu vergi, ödenecek vergi değildir. Bu vergiden ayrıca asgari ücrete kadar gelir ve damga vergisi istisnası olduğu için asgari ücret tutarı üzerinden hesaplanan gelir vergisi çalışanın maaşından yapılan vergi kesintisinden mahsup edilerek daha az vergi ödememizi dolayısıyla elimize daha fazla ücret geçmesini sağlamaktadır.

Bu oldukça yerinde bir uygulama. Hatta bu yolla 2024 yılında Hazine 677 milyar lira vergi alacağından vazgeçmiş; 2025 yılında ise hedeflenen tutar 850 milyar liradır.

Ancak…

Buraya kadar her şey güzel lakin hesaplamada kullanılan “asgari ücret” hatalıdır. İşveren ile Devlet lehine ama çalışanın aleyhine olan bu yazılı olmayan uygulama nedense bir teamül haline gelmiş. Normal bir uygulamaymış gibi sorgulanmadan uygulanmaktadır.

Şöyle ki asgari ücrete kadar gelir vergisi istisnasını düzenleyen Gelir Vergisi Kanunu m.23/18’inci bentte "asgari ücrete kadar olan ücret..” ifadesi bulunmaktadır.

Ancak ülkemizde asgari ücret aylık değil günlük hesaplanırÖrneğin 2025 yılında uygulanacak asgari ücret tutarını Resmî Gazete’de ilan eden Asgari Ücret Tespit Komisyonu kararında da aylık değil günlük tutarı ilan etmiştir. Kararda “işçinin bir günlük normal çalışma karşılığı asgari ücretinin: 01.01.2025- 31.12.2025 tarihleri arasında 866,85 TL” olduğu yazılmış. Asgari Ücret Tespit Komisyonu Kararında geçen günlük tutar da brüt tutardır. Önceki tüm asgari ücret ilanlarında da aylık değil günlük ilan edilmiştir.

Buna göre sadece asgari ücret geliri elde edenlerin ücretleri hem gelir hem de damga vergisinden istisna edilerek herhangi bir vergi ödemelerinin önüne geçilmiştir. Ayrıca asgari ücretten fazla gelir elde eden ücretlilerin de net asgari ücrete kadar olan ücretleri hem gelir hem de damga vergisinden istisna edilmiştir.

Ancak istisna edilen tutar, esasında SGK matrahı üzerinden hesaplanan tutardır; gerçek asgari ücret değil. Ve bu durum hem fazla gelir ve damga vergisi ödenmesine hem de SGK ve iş mevzuatı açısından ciddi hak kayıpları doğurmaktadır.

Asgari ücret aylık ya da yıllık değil günlük ödenen bir bedeldir. Yapılan hesaplamalara bakıldığında her ay 30 gün olarak dikkate alınmaktadır. Çünkü 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 88’inci maddesi uyarınca her ay 30 gün olarak dikkate alınmaktadır. Yani SGK matrahı ile brüt ücret aynı algılanmaktadır. Bu yazılı olmayan kural çalışana ciddi hak kayıpları yaratmaktadır.

Buna göre 2025 yılı için açıklanan brüt asgari ücret 26.005,50 TL’dir ama bu tutar gerçekte SGK matrahıdır, aylık brüt asgari ücret tutarı değildir. 2025 yılında 31 gün ile biten ay sayısı 7’dir. Yani 7 ay 31 gün ile bittiği için bu yedi ayda çalışanların maaş bordrolarında -özellikle vergi yönüyle- hata yapılmaktadır.

Şöyle ki GVK m.23/18’de yer alan “ödemenin yapıldığı ayda geçerli olan asgari ücretin aylık brüt tutarından işçi sosyal güvenlik kurumu primi ve işsizlik sigorta primi düşüldükten sonra kalan tutarına isabet eden ücretleri” fıkrası uyarınca gelir vergisinden istisna edilecek tutar “…aylık brüt tutarından…” ifadesi gereği “brüt asgari ücrete” isabet eden tutardır, “SGK matrahına” isabet eden tutar değildir.

Bu nedenle asgari ücretten fazla ücret alan herkes fazla vergi ödemektedir. GVK m.23/18’de yer alan “…aylık brüt tutarından…” ifadesi gereği “brüt asgari ücrete” isabet eden tutarın istisna edilmesi gerekmektedir. Ancak uygulamada nedense aylık 30 güne isabet eden yani SGK matrahı kadar olan kısım istisna edilmektedir.

Gelir vergisi açısından istisna edilen tutar her ay için 22.104,67 TL’dir. Oysa asgari ücretin gerçek tutarı doğru saptansa -365 gün ile- ortalama 737 TL’ye yakın yıllık fazla gelir vergisi ödenmemiş ve dolayısıyla da çalışanın cebinden aynı tutar eksilmemiş olacaktır.

2025 yılında yaklaşık 22 milyon ücretli çalışan var. Asgari ücretli sayısına ilişkin net bir veri şu an için yok. Bakan Işıkhan en son yaptığı açıklamada 6,6 milyon; DİSK-AR’ın Raporuna göre ise yaklaşık 8,5 milyon asgari ücretli bulunmaktadır. Bakan’ın ve Disk’in söylemlerinin ortasını alırsak yaklaşık 7,5 milyon asgari ücretli var diyebiliriz.

Böylece yaklaşık 7,5 milyon asgari ücretli olduğunu ve kalanının ise asgari ücret üstü ücret aldığını varsayarsak; 737 lirayı asgari ücretin üstünde ücret elde eden kişi sayısıyla çarparsak 2025 yılında yaklaşık 11 milyar lira fazladan gelir vergisi alınmış olacaktır. Tersten okursak; 2025 yılında fazla vergiden dolayı çalışanlar, 11 milyar lira eksik ücret almış olacak.

Özetle GVK m.23/18’de düzenlenen asgari ücret istisnası tutarını SGK matrahı gibi düşünüp eksik istisna yapılıp dolayısıyla da fazla vergi alınmaktadır.

                                                               /././

Prof. Dr. Osman Can: Kimse kendini kandırmasın, askerî vesayetin kaldırılmasından sonra Türkiye’nin anayasal düzeninde denge denetim olamadı -Cansu Çamlıbel-

“1960’lardan 2010’a kadar askerle sivil siyaset arasında bir denge kurulmuştu, antidemokratikti ama bir dengeydi. 2010’da bu denge sivil iktidar lehine dağıldı ama sistem yine demokratik olmadı. Bu bir sistem kriziydi, fırsata çevrilebilirdi ancak parti içi demokrasi olmadığı için tüm otorite liderin eline geçti. Kişiselleşmiş olan her otorite bir ülke için idam fermanı gibidir”

Prof. Dr. Osman Can: Kimse kendini kandırmasın, askerî vesayetin kaldırılmasından sonra Türkiye’nin anayasal düzeninde denge denetim olamadı

Uzun zamandır sesini çok duymadığımız bir isim anayasa hukukçusu Prof. Dr. Osman Can. Oysa Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ilk döneminde, iktidarın hukuk konularında en güvendiği, kamuoyunda en çok sesinin duyulmasını istediği çekirdek ekibin içindeydi. Öyle ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, partiden eleştiriyle ayrılmasına rağmen, Osman Can’ın 2018 yılına kadar Avrupa Konseyi’nin hukuk alanındaki danışma organı Venedik Komisyonu’nda ‘Türkiye Temsilcisi’ olarak görev yapmasını engellemedi. Ancak 2018’ten sonra iktidar, Osman Can’ın Venedik Komisyonu’ndaki görev süresine uzatma istemediği gibi yollarını da tamamen ayırdı.

Osman Can’ın AKP tarihindeki kritik rolünü kendi web sayfasına koyduğu birkaç ana başlık üzerinden hatırlayalım:

“2007 yılında ortaya çıkan Cumhurbaşkanlığı krizini çözmeyi amaçlayan Anayasa Değişikliğinin iptali için Anayasa Mahkemesi’nde açılan davanın raportörlüğü ile görevlendirildi. Görüşleri doğrultusunda Mahkeme ret kararı verince Cumhurbaşkanı’nın Türkiye tarihinde ilk defa halk tarafından seçilmesi mümkün hale geldi.

2008 yılında AK Parti’nin kapatılması talebiyle açılan davanın raportörlüğünü üstlendi ve kapatma isteminin reddi yönünde görüş sundu. Parti kapatılmadı. Raporunda savunduğu usule ilişkin görüşleri, mahkemece oybirliğiyle ilke kararlarına dönüştü.

2010 referandumunun askeri vesayeti ortadan kaldırmasına rağmen sistemi demokratikleştirmeye yetmeyeceği, hızla yeni bir toplum sözleşmesi üzerine bir anayasal düzenin inşa edilememesi durumunda Türkiye’nin yönetilemez hale geleceği düşüncesinden hareketle, Türkiye’nin sayılı medya, üniversite, sivil toplum ve siyasal aktörleriyle bir araya gelerek, siyasi aktörleri yeni anayasa yapımına ikna etmede önemli rol üstlenen Yeni Anayasa Platformu’nun oluşumunda yer aldı."

Bugünlerde ise sade bir hukuk hocası olarak Frankfurt ile İstanbul arasında bölüştürdüğü iki şehirli bir hayat yaşıyor. Goethe ve Marmara Üniversitelerinde anayasa hukuku dersi veriyor. Türkiye’nin siyaseten ve hukuken bugün geldiği noktadan dolayı çok üzgün. 2010 ve 2017’deki anayasa referandumlarını Türkiye’deki ‘kişiselleşmiş otorite’ sorunsalının iki kritik eşiği olarak yorumluyor. Ne hazindir ki 2010’da referanduma sunulan anayasa değişiklikleri paketinde onun da imzası var. Ne hayal ederek yola çıktıklarını ve işin nerede takla attığını anlatırken “2010 paketinin tamamını ‘günah’ olarak değerlendiriyorsanız benim günahım çok. Ama bireysel Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkına Tayyip Bey’i ikna eden de benim” diyor.

AKP’li yıllarla olabildiğince samimi bir yüzleşme yapmaya çalışırken, ‘askeri vesayetle mücadele kampı’na mensup biri olarak çok canını yakan bir durumun tespitini de halının altına süpürmüyor:

“Kimse kendini kandırmasın, askeri vesayetin ortadan kaldırılmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal düzeninde denge denetimi olamadı.”

Vesayetin sahibi değişince vesayetin bitmediğini, toplumun hak ve özgürlükleri açısından sorunların nasıl da derinleşerek devam ettiğini zaten biliyorsunuz. Detaylarıyla bir de Osman Can’dan dinleyin…

“İmamoğlu dosyasındaki tartışmaların içinde her şey var, yargı yok; şu an sadece siyaset konuşuyoruz”

-Ekrem İmamoğlu ve arkadaşları iki ay önce tutuklandı ve henüz iddianameyi görmedik. Bir takım MASAK raporları ve savcılığın aldığı, almaya devam ettiği ifadeler var. Şu anda somut biçimde önümüzde olan hukuki belgeler üzerinden siz nasıl bir okuma yapıyorsunuz? MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin sürece yönelik açıklamaları ‘iddianame bir önce yazılsın’ şeklinde bir uyarı olarak algılandı. Hukuk açısından konu henüz iddianamenin yazılmamış olmasından mı ibaret, değilse nedir?

Öncelikle şunu söylemem gerekir. Dosya henüz mahkemeye intikal etmemiş, deliller netleşmemiş, ortada değil. Yargılama süreci başlamamış. Dolayısıyla da bu dosya hakkında hukuki değerlendirme yapılamaz. Bunu yazıp bir kenara koymamız gerekiyor. Siz de hatırlattınız, tartışma şu anda Devlet Bahçeli'nin açıklamaları, hükümetin açıklamaları üzerinden yürütülüyor. “İddianame yazılsın mı, yazılmasın mı?” gibi tartışmalar, “Ne kadar sürer?” gibi tartışmalar. Yani bu süreçteki tartışmaların içinde her şeyi var ama yargı yok. Dolasıyla da tamamen politik bir dosya. Politika konuşuluyor, politik aktörler bu konuyla ilgili bir değerlendirme yapıyor. Bu değerlendirmelere göre bir hızlanmanın ya da yavaşlamanın yaşandığını görüyoruz. Çok açık ki burada siyasi bir mesele var. Yargı süreci de ortada olmadığına göre siyaset konuşuyoruz şu anda. Bu da bize yargının bir adalet mekanizması olarak tam anlamıyla çalışamadığını gösteriyor.

“Meselesinin politik olduğunu gösteren asıl şey diploma iptali”

-Cumhurbaşkanı Erdoğan da İmamoğlu dosyasını siyaseten sahiplenmekte bir sorun görmüyor. Daha geçen gün “Her gün birileri çıkıp itirafçı oluyor. Yeni deliller ortaya çıkıyor. Bu adamlar ahtapotun kolları gibi uzanmış, her yere yapışmışlar” dedi. Demek ki bizim kamuoyu olarak sahip olmadığımız deliller onda var. Böyle mi okumak lazım Erdoğan’ın tavrını?

Bakın, Türkiye'ye yolsuzluklar oluyor. Belediyelerde yolsuzluklar oluyor mu? Muhtemelen oluyor. Bu konuda pek kimse aksini iddia etmiyor. Ama asıl başka bir şeyle, diploma meselesiyle başlayan bir süreç var. Diploma meselesi neden bu kadar önemli? Çünkü diploması olmayan bir kişi zaten cumhurbaşkanlığına adaylığını koyamıyor. Diploma sürecindeki hukuka aykırılığı daha rahat bir şekilde tespit edebiliriz. Şu aşamada yolsuzluk konusunun nasıl ilerleyeceğini bilmiyoruz. Belki gerçekte veriler vardır ya da yoktur, bilemiyoruz. Ama başta söylediğim gibi işin politik olduğunu gösteren asıl konu diplomanın iptali. Geçmişe dönük olarak hukuk kurallarını ya da YÖK kararlarını uygularsanız ciddi bir zorlama yapmış oluyorsunuz. Böyle zorlama bir adımla bir kişinin diplomasını iptal ettiğiniz zaman, burada hukuku aramak boşuna. Buradaki politik saiği görebiliyorsunuz. Politik saikle başlatılan bir soruşturma varsa diğer soruşturmalar da onun gölgesinde kalır ister istemez. Ve yine tek kanallı olarak sadece belli medya alanlarına, soruşturmanın gizliliğinin söz konusu olduğu bir alanda görüntüler ya da bilgiler, belgeler sürekli servis ediliyor. Bunlar da politik saik teyidi olan şeyler. Hele hele bir de zaten Türkiye'nin de 2017 anayasa değişikliklerinden başlayarak yargı bağımsızlığının yapısal olarak zarar gördüğü bir süreç içindeyken bu yapıldığında, bu süreç şüpheli hale geliyor. Adalete yönelik inanç ortadan kalkıyor.

-Zaten bu da genel rakama da yansıyor. Ekrem İmamoğlu'nun aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı güçlü bir siyasi rakip olduğu için tutuklandığını düşünenlerin oranı yüzde 60'ların altına düşmüyor gördüğüm kadarıyla.

Bana çok şaşırtıcı gelmiyor. Bu konuda bir kanaatin oluşabilmesi için illa bütün verilerin ortada olması gerekmiyor. İnsanlar zincirleme olarak olayları üst üste koyar ve bir tablo görür.

“En baştan politik amaçla hareket edildiği için yolsuzluk soruşturması insanların ‘hukuka aykırılık’ kanaatini değiştiremiyor”

-Şunu söylemiş oluyorsunuz; İmamoğlu’nun neden Silivri’de olduğunu anlamak için üst düzey bir akademik formasyona, siyasi tecrübeye ya da kuvvetli istihbarata sahip olmaya gerek yok. Sokaktan görünen neyse, gerçekte olan da bu.

Gerek yok tabii ki. Bakın şimdi Can Dündar kararıyla başlayalım mesela. Can Dündar'la ilgili olarak Cumhurbaşkanı “Bunun peşini bırakmayacağım, sonuna kadar gidilmesi gerekir” falan dedi ve yargıda mekanizmalar harekete geçti. Sonra Demirtaş hakkında buna benzer şeyler söyledi. Keza Kavala'yla ilgili olarak kişisel mesele haline getirme durumları gördük. Ve bunlar sadece medyada konuşulan şeyler değil, bunlar aynı zamanda yargı kararlarıyla sabitlenen tespitler olduğu için söylüyorum. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye hakkında kararlar verdi. Ve bu kararlarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi dedi ki; “Yargı burada politik amaçlarla kullanılıyor. Aslında bağımsız değil yargı. Politik amaçlarla başlatılan bir süreç vardır, politik amaçlarla tutuklamalar vardır.” Politik amaçlarla yapılan tutuklamalarla yetkili olan ya da devleti yönetenlerin sözleri arasındaki uyumu ya da iş birliğini o mahkeme kararlarında da görüyoruz. Şimdi orada bir realite var. Burada da yine Cumhurbaşkanı adayı olarak birisi ön plana çıkıyor. Önce hukuka aykırı bir şekilde diploması iptal ediliyor. Ondan sonra da bir yolsuzluk soruşturması başlıyor. Dolayısıyla bu yolsuzluk soruşturmasında gerçekten soruşturması gereken bir şey olsa bile bu artık ‘hukuka aykırılık’ kanaatini değiştirmiyor.

Prof. Dr. Osman Can

“AYM ve AİHM kararları uygulanmadığı için kuşku, anayasal olarak da haklılık kazanıyor”

-Yani baştan siyasi motivasyon ortaya konduğu için toplumun geneli yolsuzluk dosyasının içine bakmaz hale geliyor…

Bakmıyor, bakamıyor. Çünkü o konudaki tablo evet yani veriler ortada ve veriler bu konunun objektif olarak yargı bağımsızlığı ve yargı tarafsızlığı süreci içerisinde yürütülmediğine yönelik kanaati besliyor. Anayasa Mahkemesi kararlarının anayasaya aykırı bir şekilde uygulanmaması bir gerçek, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yargının politize edildiği ya da yargının politik amaçlarla kullanıldığı tespitleri ve büyük daire tespitleri var. Bunları da göz önünde bulundurduğumuz zaman, insanların bu kadar kuşku duyması kadar doğal bir şey olamaz. Bu kuşkuları sadece iyi niyetlerle gideremezsiniz, 2017 Anayasa değişiklikleriyle iktidarın tek elde toplandığı gerçeği karşısında kuşku anayasal olarak haklılık kazanıyor çünkü.

“Şu şartlarda diplomanın iptaline açılan davadan olumlu sonuç elde edilir mi emin değilim”

-Bu arada diploma veri tabanından da silinmiş. Yani şu anki şartlarda hakkındaki yolsuzluk iddiaları düşse bile Ekrem İmamoğlu cumhurbaşkanı adayı olamıyor.

Olamıyor, şu an itibariyle teknik olarak mümkün değil. Diploma yok, diploma yoksa zaten YSK bu konuda herhangi bir adaylık kabul etmeyecek. Seçim ne zaman olacaktır? 2028 diyelim. Daha en az iki sene var. Bununla ilgili dava açıldı sanırım, ama yargıya dair temel soruna bakıldığında o davadan olumlu bir sonuç elde edilir mi çok emin değilim.

“Kendimi ‘muhalif’ olarak tanımlamıyorum, iktidar yarışının bir tarafında değilim, sadece hukukçuyum”

-Siz eski bir siyasetçisiniz de. AYM Raportörlüğü sonrasında hem 2010 referandumu sırasında hem de 2013-2015 dönemindeki çözüm sürecinde hükümetin politik hattına çok destek verdiniz. Kanaat önderi olarak kamuoyunda sizi çok görüyorduk. Tam o dönem AKP MKYK üyesi oldunuz, sonra 2015’de milletvekili seçildiniz. Ama kısa süre sonra siyaseti bıraktınız. Bir ara DEVA Partisi kurulurken Babacan ile birlikte hareket etmeniz beklendi ama ondan da vazgeçtiniz. Sonrasında ise adeta inzivaya çekildiniz.

İnziva diyebilir miyiz bilemiyorum. Şartlar biraz o noktaya getiriyor. Yani kişisel meseleler, belki işte akademik çalışmalara öncelik verme gibi bir şeyler söyleyebilirim. Ama işin doğrusu bu görüşlerimi dile getirme kanallarının açık olduğu kanaatinde değilim. Ana akım medya ciddi bir şekilde değişti. Bir de sözünüzün etkisini yitirdiği bir dönemdeyseniz eğer konuşmazsınız. Konuşmadığınız zaman bana göre dünya sona ermiyor. Yani tanrıcılık falan oynamamıza gerek yok. Sözümüz vardı ama bu sözümüzün de dinlenebileceği ya da anlam ifade edebileceği dönemler vardı. Belki de konuşmamanın daha iyi olabileceği dönemler vardır. Sanırım biraz öyle bir süreçten geçtik ve geçmeye de devam ediyoruz. Bireysel olarak biraz zorlandım tabii ki. Ama bu, ülkeye yönelik düşüncelerimizi çok fazla değiştirmedi. Bir de ben kendimi ‘muhalif’ olarak tanımlamıyorum. Ben bir hukukçuyum. Analiz yaparım.

-Şu anda dışarıdan ‘muhalif’ olarak tanımlanma ihtimalinize dönük bir endişe mi var?

Yok kaygı da değil. Bu benim ahlaki duruşum zaten. Yani Türkiye'de bir iktidar yapısı vardır. Bir de bunun karşısında muhalefet yapıları vardır. Bir iktidar yarışı vardır. Ben bunun içinde bir yerde konumlanmıyorum.

Tutuklu İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu

“Venedik Komisyonu’nun 2017’deki otoriterlik uyarısının altında benim de imzam var, hükümet ondan sonra benim görev süremi uzatmadı”

-Ama söyledikleriniz aslında ‘artık muhalif kanattaymışsınız’ gibi algılanıyor olabilir.

Öyle algılanabilir ama bu da benim için çok belirleyici değil çünkü ben bir anayasa hukukçusuyum. Bu ülke yani 2016'lardan itibaren özellikle anayasacılık mücadelesinde demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü konularında çok ciddi bir şekilde geriye gitti. 2017 yılında yapılan anayasal değişikliği Türkiye’ni artık demokratik olmayan ülkeler ligine düşürdü. İktidarın tek elde toplandığı sisteme artık demokrasi demek mümkün değil çünkü. Anayasa’nın 2. Maddesi’nde veya diğer maddelerinde istediği kadar “Türkiye Cumhuriyeti demokratiktir, hukuk devletidir” desin, aslında değil. Venedik Komisyonu 2017’deki değişiklikler yürürlüğe girmeden önce bunun ülkeyi kişisel bir otoriterliğe götüreceğini belirtmiş ve Türkiye’nin bu değişikliklerden hemen geri adım atması çağrısı yapmıştı. Venedik Komisyonu'nun o raporunun altında benim de imzam var. Yani şahsen atmadım ama kurum olarak yanında durdum. Hatırlarsanız o dönem ben (2014-2018 arasında) Venedik Komisyonu üyeliği ve bilimsel konsey başkan yardımcılığı yaptım. Ancak hükümet tabii süremi uzatmadı. Şaşırmadım tabi.

-Siyaseten onlarla beraber yol yürüdüğünüz için sizi aday gösterdiler ama ne zaman ki yollarınız ayrıldı… Böyle mi özetlemek lazım yaşadığınızı?

Ama zaten ayrıştığım bir döneme denk geldi. Orada bir çizgimiz var.

“İktidar kanadında dahi benim hukukçuluğumla ilgili olumsuz bir şey duyamazsınız”

-Eleştirilerinizin dozu artana kadar iyi bir hukukçuydunuz hükümet nezdinde -ki sizi ülkenin yurtdışında hukuk alanında en üst temsil noktalarından birine uygun gördüler. Sistem değişikliğinden sonra iyi hukukçuluğunuzun bir kıymeti kalmamış olabilir mi onlar açısından?

Ben şundan çok eminim; iktidar kanadında dahi benim hukukçuluğumla ilgili olarak olumsuz bir şey duymazsınız. Beni bu anlamda eleştirselerdi, duyardım. Haddini bilmez insanlar her tarafta olur, ayrı bir şey. Ama bunu hem muhalefet kanadında olsun hem iktidar kanadında olsun sanırım biraz da hukukçu duruşumu korumama borçluyum. Ben bir anayasa hukukçusuyum, anayasal değerler benim için çok önemli. İktidar alanında anayasal, hukuksal düzlemde çok ciddi geriye gidişler olduğunda bir anayasa hukukçusu olarak bunları konuşmak zorundayım. “Kuvvetler ayrılığı çok önemlidir” dediğimde ister istemez iktidarın hoşuna gitmeyen bir şey söylemiş oluyorum. Ama bu muhalefet amaçlı olarak söylenen bir şey değil ki, anayasacı olmanın en basit bir gerçeği. Bu benim mesleğimin gereği olarak ve inandığım değerlerle ilgili olarak yaptığım bir şey.

“Bildiğin bir şey varsa manipüle etmeden ve öfkenle arana mesafe koyarak söylemeye devam et”

-Bu vurguyu yine yapıyor olmanızdan eleştirdiğiniz için otomatikman ‘hükümet karşıtı’ gibi algılanmaktan hiç da memnun olmadığınızı anlıyorum.

Ama benim memnun olmamam çok fazla bir şey değiştirmiyor. Sadece şu var; bildiğin bir şey varsa, doğru bildiğini manipüle etmeden, kişiselleştirmeden, kendi öfkenle, kızgınlıklarınla veya hayal kırıklıklarınla mesafe koymak suretiyle söylemeye devam et. Çünkü bu önemli. Bir kişi duyar, on kişi duyar, yüz kişi duyar ama bunlar önemli şeyler. Bu, korur aynı zamanda.

“Beklentiye rağmen 2011 seçimlerine girmedim, yargıdan siyasete yoğun geçişler doğru gelmedi”

-Aynı yolu yürüyüp de eleştirenlerin hiçbirinin artık AKP içinde olmaması nedeniyle dışardan bakanlar da ister istemez şu soruyu soruyor; Erdoğan sizin gibi profillere biraz kendi gündemi açısından ‘enstrüman’ gibi mi baktı ilk döneminde? İşlerine gelen bir anayasa değişikliği paketi referanduma sunulduğunda, siz de onun yüzlerinden biri olduğunuzda bu siyaseten onlar açısından avantajlıydı ve size belli rütbeler getirdi. 2014-2018 döneminde Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu üyeliği böyle mi geldi mesela?

Böyle bir algının insanların zihninde oluşması kadar doğal bir şey yok. 2010 yılında referandum sürecini destekledim. 2008'de Anayasa Mahkemesi raportörüyken AK Parti'nin kapatılmaması gerektiğine ilişkin bir hukuki görüşüm oldu. Ondan iki yıl sonra referandum süreci başladı, askeri vesayetin sona erdirilmesi önemliydi, yargının demokratikleştirilmesi önemliydi. Ama askeri sıfatının altını çizelim ve itirazımızın demokratik olmayan her tür müdahale imkânı olarak vesayete olduğunu belirtelim. 2011 seçimlerinde bir beklenti vardı ama ben frene bastım, beklentilerin aksine siyasete girmedim, ki popülerliğim hayli yüksekti ve aynı dönem yargı içinden pek çok kişi siyasete girmiş ve milletvekili seçilmişti. Bu bana doğru gelmedi.

“2012’de Erdoğan’a ‘Eleştirilerimin farkında mısınız?’ diye sordum, farkında olduğunu ama yine de benimle çalışmak istediğini söyledi”

-Ama 2015’te, yani 2011’de eleştirdiğiniz ortam devam ederken, AKP’den milletvekili gösterilmeye itiraz etmediniz. Sadece dört yıl sonra sizi ikna eden ne oldu?

2012'de anayasa süreci tökezlemeye başladı ve çözüm süreci de başlamak üzereydi. Böyle bir dönemde bana siyasi teklif geldi. Cumhurbaşkanı, o zaman Başbakan, “Bu konuda bizim desteğe ihtiyacımız vardır” deyince ben de kendisini ve partisini eleştirdiğimin farkında olup olmadığını sordum kendisine. “Farkındayız tabii ki. Ama birlikte yakın çalışmak istiyoruz. İhtiyacımız var” deyince, “Tamam, siz arkamda olduğunuz sürece bu konuda elimden geleni yaparım” diye yanıt verdim. Gururum da okşandı tabii ki. Biz akademisyenler olarak bu konuda çabuk oltalanabiliyoruz aslında. Bu, akademisyenlerin genel problemi ve hatta zaafı.

“Biz akademisyenler olarak çabuk oltalanabiliyoruz, bu akademi dünyasının genel zaafıdır”

-Bu akademisyenlerin gururunu okşanması konusuyla ilgili bir hatırlatma yapacağım. Çok şaşırdığımız olaylardan bir tanesi, yeni anayasa yazımı sürecinde olumlu bir katkısının olabileceği düşüncesiyle Serap Yazıcı Özbudun'un o kadar ağır eleştiriden sonra AKP’ye dönüşü oldu. Siz ne düşündünüz?

Ben müsaadenizle Serap Hoca'yla ilgili herhangi bir değerlendirme yapmak istemiyorum. Oltalama ifadesi provakatif, biliyorum. Akademisyenlerde böyle bir zafiyeti vardır. Önemsendiği, fikirlerinin önemli olduğu, kendilerine hissettirildiği andan itibaren akademisyenleri çok kolay bir şekilde yönlendirebilirsiniz, manipüle edilebilirsiniz. Akademisyenler bu açıdan çok zayıf. Akademi dünyasından gelen bir insan olarak ben bunu söylüyorum. Deneyim sahibi bir insan olarak bunu söylüyorum.

Bir şey daha var. Hangi AK Parti'den bahsediyoruz değil mi? 2010, 2011, 2012'de biraz daha farklı bir AK Parti vardı. Onlar diye çoğul bir sıfat kullanıyorsunuz. Onlar içerisinde bugünün muhalefetinde yer alan ya da kendini tamamen siyasetin dışına çıkarmış ve muhalefet tarafından da saygı duyulan isimler vardı. Onların o dönemin yönetimde olduğu bir ortam yani. Yani o yüzden siyasete daveti partinin genel yönetimi bir ihtiyaç okuması olarak görmeyi tercih ederim. Benim daha çok hoşuma gider. Yani bir ihtiyaç olarak görüldünüz, siyasete davet edildiniz. Siz de gidip o ihtiyacı karşılamaya çalıştınız. Siyaseten elinizi taşın altına soktunuz. Bu yorumu tercih ederim elbette. Ama siyaset kompleks bir alan, motifleri, çabaları ve yöntemlerin çok farklı olabilecek insanlar aynı kadro içinde olabiliyor. Bazıları enstrümantal şekilde yaklaşmış olabilir, diğer bazıları da gerçekten ihtiyaç olarak görmüş olabilir. Çünkü ben 3 yıl orada çalıştım. 3 yıl boyunca çok iyi diyaloglarım oldu. Anayasa, demokrasi, insan hakları, kadın hakları gibi alanlarda reformların ve değişikliklerin yapılması konusunda çok ciddi tartışmalar yaşadık. Çok ciddi toplantılar oldu ve orada ben başka bir atmosfer de gördüm. Her şeye rağmen bir şeylerin düzelebileceğine inanmak için bence nedenler vardı.

“2011 seçimlerinden sonra AK Parti için denge mekanizması değişmeye başladı”

“Eskiden parti lideri, Adalet Bakanına ‘Hakimleri neden arayıp uyarmıyorsun?’ dediğinde MKYK’da itirazla karşılaşırdı”

-Peki sizce Adalet Kalkınma Partisi içerisinde hâkim olan bu yaklaşım tam olarak nerede makas değiştirdi? Bazısı diyor ki “Cumhurbaşkanı Erdoğan 15 Temmuz’da çok varoluşsal bir kriz yaşadı.” Bazısı diyor ki çözüm sürecinde çok ciddi riskler aldı ve sonucunu alamadığı için başka bir hatta girdi. Muhtemeldir ki hepsinin payı vardır ama size göre Erdoğan’ın siyaset paradigmasını değiştiren asıl kırılma noktası, yani kronolojinin başı neresidir?

Çok şey söylendi ama ben biraz daha farklı bir şey söyleyeceğim. Parti içi demokrasi meselesini burada müsaadenizle gündeme getirmek istiyorum. Şu, parti içi demokrasisinin olmadığı yerde yavaş yavaş lider sultası ortaya çıkar. Parti tabanından irade oluşumu yerine yukarıdan aşağıya doğru irade oluşumu gerçekleşir. 2011 seçimlerine kadar AK Parti belli bir denge üzerine kuruluyordu aslında. Ağır topları vardı ve parti kararları belli bir müzakere sonrasında alınabiliyordu. Tek kişinin her şeyi belirlediği bir dönem değildi o dönem. 2011 seçimleriyle birlikte iş biraz değişmeye başladı. Ama yine ağır toplar vardı ve dengeleyici dinamikler söz konusuydu. Ben partinin MKYK’sındaydım ve örneğin parti liderinin adalet bakanına “Mahkemeler teröristleri serbest bırakıyor. Niye hakimleri telefonu açıp da uyarmıyorsun?” diye bir şey söylediğinde diğer tarafta “Bu ne biçim söz Adalet Bakanı kim ki yargıya telefon açar, müdahale eder, böyle şey olur mu?” gibi itirazların dile getirilebildiği bir dönemden bahsediyorum.

-MKYK'da mı oluyordu bu?

MKYK'da bunlar oluyordu mesela. Bunları görmüş ve yaşamış bir insanım.

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan

“Erdoğan o dönem itirazla karşılaşırsa geri çekilmek durumunda kalıyordu, ısrarcı olamıyordu”

-Ona bir tepki göstermiyor muydu o zaman mesela?

Hayır geri çekilmek durumunda kalıyordu. Israrcı olamıyordu. Yine birileri toplumsal veya ekonomik meselelerde ajitatif veya duygusal bir atmosfer estirdiğinde, bu atmosferi dağıtabilecek, ayakları yere basan duruşlar sergileyebilenler çıkıyordu.

“Rasyonellik kaybı Gezi ile başladı, Gezi kırılma anıydı”

-Bugünden bakınca, bu anlattıklarınızın nasıl yaşanabilmiş olduğunu insanın aklı hafızası almıyor.

Çünkü hep ‘aynı yapı baştan beri hep aynı şekilde var oldu’ gibi bir yanılsama içinde hareket ediyoruz. Hayır. Organizmalar, organizasyonlar değişir. Biz en son olumsuzlukları hatırlıyoruz ve bu olumsuzlukları geçmişe projekte etmeye çalışıyoruz. Hani ‘25 yıllık karanlık’ lafları vardır mesela. Hayır efendim 25 yıllık karanlık falan değildi. Bu insan doğası; karanlık bir döneme girebilir veya oradan çıkabilir ve daha rasyonel adımlar atabilir, aydınlanır, aydınlatırsınız. Bu insan kendi duygu dünyasında hangi yönünü beslerse ona göre biçim alır. Organizmalar da böyle. Parti içi demokrasinin olması demek ne demektir biliyor musunuz? Rasyonellik demek, duygusallığın frenlenmesi demek, tabandan hareketle ortak aklın partiye hâkim olması demek, sağlıklı bir güven ortamı demek, çünkü binlerce insanın katılımıyla kararlar ortaya çıkıyor ve politika belirleniyor. Tam da bu nedenle parti içi demokrasinin varlığı partinin karanlık tarafa kaymamasını sağlıyor. Ama parti içi demokrasi yoksa tek bir akıl yukarıdan aşağıya doğru partiyi tasarlar, biçimlendirir. Bu da tek kişinin, yani liderin iç dünyasındaki duygu durumunun parti kararlarını ve politikasını belirlemesi demektir. Parti tabanı ve partinin üyeleri liderin askerleri gibi hareket etmeye başlar. Parti içi dengelerin yok olması ve partici demokrasinin işleyemez hale gelmesi 2011-2012'lerden sonra kendini hissettirmeye başlamıştı kanımca, ama esas denge ve rasyonellik kaybı Gezi ile başladı. Gezi bir kırılma anıydı.

“Türkiye’de iktidardan düşmek her şeyi kaybetmek anlamına gelir, Gezi’de o korku hâkim oldu”

-Neden?

Korku ve kaygı hâkim oldu. Yani sihir bozuldu o dönem. Parti o döneme kadar ahlaki üstünlüğü elinde tutuyordu, reformlar, uluslararası, özellikle AB desteği, içeride liberal ve demokrat kesimlerin desteği de bunu sağlıyordu. Asker devre dışı kalmıştı ve partiye korku salabilecek bir kurum da yoktu. Tam da böyle bir dönemde, toplumsal bir direnişle karşılaştı ve bu direniş milyonlarca katılıma dayanıyordu. Toplumsal harekete karşı meşruiyet ve ahlaki üstünlük işlemedi ve gerçek anlamda bir korku karar vericilere hâkim oldu. Bu kaybetme korkusuydu. İktidarı kaybetme ve bununla her şeyi kaybetme korkusu.  Türkiye'de biliyorsunuz iktidar sahibi olmak her şeye sahibi olmak demektir. İktidardan düşmek her şeyi kaybetmek anlamına gelir.

“Türkiye’de her şeyi merkezden kontrol etme çabasının arkasında yası tutulmayan Balkan travması var”

-Bugün de hâlâ öyle.

Bugün de hâlâ öyle. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu değişmedi. O yüzden her şey merkezde tutulur ve her şey kontrol edilmeye çalışılıyor. “O tek kişi orada belirleyici olduğunda, tek kişi her şeyi kontrol edebildiğinde, bütün güce ulaştığında ve anayasal düzen de buna imkân verdiğinde bunu niye değiştirsin ki?” sorusu ortaya çıkıyor. Türkiye’de siyasi ve idari yönden katı merkeziyetçi bir yapı var ve bunun tarihsel nedenleri var. Bunun temelinde Balkan travması var. O travma işlenemedi, yası tutulamadı ve öfke korkuyla birlikte siyasal yapının harcı oldu. Korkunun hâkim olduğu bir siyasal yapı katı merkeziyetçi olur. Korku duyulacak gerçekçi bir tehdit kaynağı olmasa da sistem kendi içinde onu üretir ve travmadan kaynaklanan öfke içteki ötekiye yöneltilir. 1915 ve sonraki Kürt sorunun temelinde bunun olduğunu düşünüyorum. Merkezi tutanın her şeyi kontrol edebilmesine imkân sağlayan anayasal düzen, askeri vesayetin ortadan kalkmasıyla birlikte inanılmaz bir konfor ve çekim alanına dönüştü. Böyle bir durumda iktidardaki konforunu neden bozsun ki?

“Kimse kendini kandırmasın, askeri vesayetin kaldırılmasından sonra Türkiye’nin anayasal düzeninde denge denetim olamadı”

“2010 öncesinde sistem antidemokratikti ama bir denge vardı”

-Burayı biraz açmamız gerekecek çünkü çok çok önemli. Askeri vesayetin kalkmasıyla gücü elinde tutanın bir konfora ulaştığını söylerken aslında olumlu bir şey söylemiyorsunuz. Oysa yıllarca askeri vesayetin kalkması için uğraşanlardan biriydiniz. Sizin hedeflediğinizle varılan nokta arasındaki fark ne oldu? Yanlış giden neydi?

Açıkçası Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal düzeninde demokratik denge denetim sistemi hiçbir zaman olmadı. 1960’larla birlikte asker ve sivil kurumlar arasında bir denge kurulmuştu. Antidemokratikti, ama bir dengeydi. 2010'da bu denge sivil iktidar lehine dağıldı. Sivil iktidar lehine dağıldı ama sistem yine demokratik olmadı. Bu bir sistem kriziydi ve fırsata çevrilebilirdi. Tam da bu yüzden, siyasal referansların kaybolduğu bir anda tarihin ilk toplum sözleşmesini yapma ve barışçı bir anayasal düzen kurma imkânı vardı. Bu düşünceyle yeni anayasa platformunu kurduk, halk toplantıları yaptık, Meclis’i ikna ettik, danışmanlık verdik. Meclis de aynı yöntemle toplumsal talepleri toplamaya başladı. Çünkü şunu söyledik; “Bu tarihi bir momenttir. Eğer şimdi yeni bir anayasa yapıp, yeni referanslarla yeni bir toplum sözleşmesiyle yeni bir başlangıç yapmazsak Türkiye yönetilemez hale gelir, daha da kötü olur.” Bu motto üzerinden biz ilerledik. Bunu cumhurbaşkanıyla paylaştık, o zaman muhalefet partileriyle paylaştık, başbakanla paylaştık ve hepsi “evet doğrudur” dediler. Anayasa uzlaşma komisyonu kuruldu ve çalışmaya başladı. Ancak göz ardı ettiğimiz bir husus vardı; parti içi demokrasi yoktu, lider belirleyiciydi ve askeri vesayetin de bitmesiyle iktidardaki partinin lideri tüm otoriteyi elinde tutabilme imkanına kavuşmuştu. Tüm kamu gücünü kullanabiliyordu. 2010-2013 arasında geldiğimiz aşamada, “Ya bir dakika yeni anayasa meselesini niye biz bu kadar çok istiyoruz ki? Biz istediğimiz her şeyi aldık, yeni anayasa meselesini muhalefet düşünsün” atmosferini gözlemledim. Bunu referandum ile aldık ama bunu söyleme tarihi çok sonraki bir tarihtir. Kimse kendini kandırmasın, askeri vesayetin ortadan kaldırılmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal düzeninde denge denetimi olamadı.

-Bu sizin açınızdan derin bir özeleştiriyi de içinde barındıran bir analiz olmalı. Askeri vesayetin sonlandırılması için uğraşırken sonucun böyle olacağını tahmin etmediğinizi, ya daha doğrusu bu sonu yeni bir kapsayıcı anayasa ile engelleyebileceğinize inandığınızı anlatıyorsunuz. Ama tam tersi bir sonuca hizmet etmiş oldunuz. Pişman mısınız?

Dediğim gibi 2012'lerin sonu 2013'lerin başında yaptığım bir gözlemdi.

“2010 paketinin tamamını ‘günah’ olarak değerlendiriyorsanız, benim günahım çok”

“Ama bireysel başvuruya Tayyip Bey’i ikna eden de benim”

-Tamam da bugün hâlâ 2010’un Türk siyasetinin akışına etkisini net biçimde konuşabiliyorsak sizin de tarihin o anını sadece o anın parametreleriyle değerlendirme lüksünüz var mıdır? Dolayısıyla sorumu tekrar etmem zaruri; 2010 anayasa değişikliği için aldığınız pozisyondan pişman mısınız?

Güzel bir soru. Neydi orada bizim itiraz etmeye çalıştığımız, neyi değiştirmeye çalışıyorduk? “Biz iyi şeyler için itiraz ettik” diye düşünüyorum. Askeri vesayet demokrasiyi kabul etmiyordu. Avrupa Birliği üyelik perspektifine uyumlu olarak adımlar atılması gerekiyordu. Avrupa Birliği’nin Venedik Komisyonu'nun Mart 2009 tarihli raporu vardır, “Anayasa Mahkemesi bu yapısı itibariyle demokratik karar zaten üretemez” deniyordu. Ve buna benzer başka ifadeler vardır. 2010 referandumunda ben bireysel başvuru meselesinin o paketin içerisine girmesi konusunda çok uğraştım. O zaman Tayyip Bey'i ikna ettim. Yani bu açıdan bakalım. Tamamını günah olarak değerlendiriyorsanız benim günahım çok. Ama “Hayır karşısındayım” desem, ne olacaktı? Eski yargısal sistem devam edecekti. Peki eski yargı sisteminin devamı daha mı iyi olurdu? Ondan emin değilim.

-Peki bu değişim sizin arzu ettiğiniz ve hedeflediğiniz gibi demokratikleşmeye hizmet edebildi mi?

Hizmet edebilirdi. Ben zaten bu nedenle referandumu destekledim. Orada yaşananı bir benzetmeyle anlatmaya çalışırım ben; hapishaneden bir çıkış oldu ama gardiyanlar kayboldu evet. Ama eğer dışarıda bir hayat inşa edemezsek, hapishaneyi ararız.

“‘Üniformalılar’ gitti diye sevinmek çok doğru değil, çünkü yargı sivil siyasetten talimat alıyorsa sonuç aynı oluyor”

-Son anlattıklarınızı özetlemem gerekirse şöyle demiş oluyorsunuz; “Askeri vesayetin kaldırılması kâğıt üzerinde Türkiye’nin demokratikleşmesi için çok kritik bir aşamaydı ama süreç doğru yönetilmediği için ondan sonrasında gelen şey sivil vesayet oldu.” Bu arada bugünkü rejimin tarifini nasıl yapıyorsunuz? ‘Sivil vesayet’ tam karşılıyor mu durumu, yoksa ‘yargıyı bir vesayet aracı olarak kullanan seçilmiş bir otoriter iktidar’ mı demek lazım? Belki yargı tek başına askerin eski zamanlarında olduğu kadar güçlü değil. Ama nihayetinde siyasetten talimatla siyasi operasyonları yürüten bir yargı çok benzer bir yere götürmüyor mu ülkeyi?

Özgürlük ve demokrasi açısından benzer bir yere götürüyor. Orada maalesef sonuç açısından bir şey değişmiyor. Yani “üniformalılar gitti” diye sevinmek çok doğru değil. Siyaset-bilim-tarih açısından esas olan özgürlükler, toplumsal farklılıkların siyasal sürece katılımı, özgürlüklerin yaşanması, seküler ve insan haklarına dayalı bir sistemin kurulması…Ölçümüz buysa, bununla çatışabilecek olan her şeye karşı çıkmamız gerekiyor. Evet o dönemde o referandum süreci vardı ve referandum sürecine destek verdim. Pişman mıyım? Değilim. Ama bugünkü aklım olsaydı, elimdeki tüm imkanları, sivil toplumu, medyayı bir husus için seferber ederdim; siyasi partiler kanunu, seçim kanunu ve TBMM içtüzüğünü bu paketin ön aşaması haline getirmeye çalışırdım. “Bu olmadan destek yok” der, dedirtirdim. Çünkü kaybettiğimiz yer burasıydı.

“O gün itiraz edenler bugün bireysel başvuruya tutunmuş durumda”

-“Ah bu yetmez ama evetçiler…” diye söze başlamayı sevenleri şimdi yine kızdıracaksınız…

Benim bu ‘yetmez ama evet’ konusunu kişiselleştirmeme gerek yok. Zorlanıyorum da bu konuda. Ama ‘Yetmez’ niye denilmiş hususuna kafa yormak yok. Bu değişimin bir fırsatıydı, o yüzden evet. Ancak bununla yetinilirse daha da kötüye gidebiliriz uyarısıydı, en azından benim için. Ama o kadar klişe bir suçlama ki, gerisi kimseyi ilgilendirmiyor. Bir de tabii kendi pozisyonum açısından biraz önce söyledim; Anayasa Mahkemesi’nin yapısı ile bireysel başvuru hakkının değişiklik paketine girmesinde ciddi etkim oldu. O dönem itiraz edenler, bugün bireysel başvuruya tutunmuş durumdalar.

“Evet, canım acıyor! Ülke iyi olsun arzusuyla attığımız adımlar sonucunda elimizdekileri de kaybettiğimiz gerçeğiyle karşı karşıya kalmak çok can acıtıcı”

-Mesela Anayasa Mahkemesi’nin TİP Milletvekili Can Atalay’ın bu madde sayesinde serbest bırakılmasına hükmetti. Ve bu kararı mecliste okudu diye CHP Meclis Başkanvekiline resmen görev bıraktırıldı. O nedenle de şunu hatırlatmak isterim; evet bireysel başvuru hakkı var ve evet AYM de buna göre karar veriyor ama uygulanmıyor. Yani değişti de ne oldu?

Bu böyle trajik bir şey. Bunun 2010 referandumundan çok, 2017 Anayasa değişikliğinin sonuçlarından biri olduğunu unutmayalım. Yine de evet canım acıyor. Bu çok açık. Bu ülkeyle ben bağlarımı koparmadım. Ben bu ülkeyi seviyorum. Bu coğrafyayı, bu insanları, bu ülkeyi çok dramatik, çok kanlı ve çok kötü bir tarihi olmasına rağmen seviyorum. Bu ülkede iyi olması arzusuyla attığımız adımların sonucunda elimizdekileri de kaybettiğimiz gerçeğiyle karşı karşıya kaldığımız zaman evet bu çok can acıtıcı. Hele hele bu süreçlerin kısmen içinde, ama şahidi olduysanız ve ülkenizin elinizden kayıp gittiğini görüyorsanız, bu daha fazla can acıtıcı.

Erdoğan, 2017 referandum sonuçlarının kutlamasında

“Yargıdan bir şey bekleyemezsiniz şu an o gerçeği görelim, kalan tek hat demokratik siyasi mücadele”

-“Adaletin tek muhatabı yargı değil, bütün sistemin tamamıdır. Yargıdan kahramanlık beklemeyelim, bir illüzyon içinde yaşamayalım. Erkler ayrılığı çalışmıyorsa yargı o görevini yerine getiremez. Bir anayasal düzen içerisinde yargı aslında en zayıf kurumdur” diyorsunuz. ‘Hukukun üstünlüğünün’ aslında siyaset istemedikçe hiçbir anlamı olmadığını söylüyorsunuz. Bu demokratik sistem illüzyonunu deşifre etmesi açısından adeta tokat gibi bir şey.

O tokadı kendimize atmamız gerekiyor.

-Yani biz bugün yargıdan hiçbir şey beklemeyelim, öyle mi?

Canı acıtıcı ama bu gerçeği görelim.

“Kişiselleşmiş olan her otorite bir ülke için idam fermanı gibidir”

-O zaman yurttaşların elinde siyasi mücadeleye dışında kalan hiçbir şey yok…

Şu an evet, demokratik siyasi mücadele kalan tek hat. Yargıdan bir şey bekleyemezsiniz şu an. Yapısal olarak bekleyemezsiniz. 2017 anayasa değişikliğiyle işte son HSK seçimlerinde zaten gördüğünüz bir şey; tek kişi belirliyor. Tek kişi belirliyor. Ve o ‘tek kişi’nin şu an kim olduğu önemli değil. İnsanlar sadece bugünkü ‘tek kişi’ye, yani Erdoğan’a odaklanıyor ama bu yanlış… Ekrem İmamoğlu da olsa benzer şeyler olacaktı, kim olsa aynı şey olacaktı. İlkesel bir şey anlatmaya çalışıyorum. O kadar güç benim elimde toplandığında ben de aynı hataları yapmaya başlarım ve yargı bağımsız olmaz. Çünkü otoriteyi kişiselleştirdiğiniz andan itibaren her şey kişiselleşecek. Ve kişiselleşmiş siyasi otorite bir ülke için idam fermanı gibidir.

-Yarattığı siyasi ve hukuki sistemin adaletinden emin olan bir iktidar iktidardan düşmekten bu kadar kaygı duyar mıydı acaba? Bu soruyu soruyorum çünkü bazen yaşanan siyasi gelişmeler şunu düşündürtüyor; Erdoğan ve çevresi iktidardan düşmeleri halinde yargının kendileri aleyhine araçsallaştırılabileceğini kendileri yaptıkları için çok iyi biliyor ve tam da bundan korkuyorlar.

Güzel bir soru ve bu soruya cevap vermeme gerek yok biliyor musunuz? İktidar kişiselleşmişse, başkasının eline geçtiğinde de aynı şekilde size karşı kullanılacak. Bunu en iyi o iktidarı dizayn edenler bilir.

“Lozan’ın o şekilde yazılmasında Kürtlerin kendi payı da var”

-Gelelim PKK’nın kendini feshetme kararını açıkladığı bildiriye. Orada Lozan Anlaşması’na ve 1924 Anayasası’na Kürtler açısından ‘sorunların kaynağı’ olarak işaret edilmesi doğal olarak tartışmalara neden oldu. Özellikle Lozan vurgusu, “Ülkenin kuruluşuna uluslararası meşruiyet getiren anlaşma tartışmaya mı açılacak?” kaygısını tetikledi. Siz Kürtlerin 1924 Anayasası’na ilişkin itirazlarının ‘anlaşılabilir’ olduğunu ancak Lozan itirazının ‘anlamsız’ olduğunu düşünüyorsunuz. Doğru özetledim mi?

Doğru. Bakın Türkiye'de sadece Kürtler yok, kendini Türk olarak gören bir nüfus var. Etnik, inanç, yaşam tarzı itibariyle inanılmaz farklılıklarımız var. Bazı şeyler daha dramatik haksızlıklara yol açmadıysa, tarihsel sembol olarak duruyorsa, o tarihsel sembolleri koruyabiliriz. Lozan Barış Anlaşması, evet Kürtler bakımından dramatik bir sonuç ortaya koydu ama bunda Kürtlerin kendi payları da var zaten. Lozan’da azınlık haklarının korunmasıyla ilgili hükümlerin açık bir şekilde yer almamasının sebeplerinden bir tanesi de Kürt kanaat önderlerinin tutumudur.

“Yerel yönetimlerin özerkliği, Lozan Anlaşması’nın taahhütlerinden biridir”

“Türkiye bu hükümlere aykırı hiçbir düzenleme yapmayacağına söz verdi ancak 1924 Anayasası ile tam tersini yaptı”

-Kürtlerin, Ermenilerin olası tavrıyla ilgili kaygıları nedeniyle Mustafa Kemal çizgisiyle uzlaştığı iddialarını mı kastediyorsunuz?

Evet o kaygılar çok ciddi bir şekilde devrede çünkü Sevr uyarınca İngilizler ve Amerikalılar Vilayet-i Sitte, yani Doğu Anadolu ile ilgili kararı Wilson versin istiyor. Oradaki karara bakıldığında Türkiye'de Kürt nüfusunun büyük bir kısmı tamamen Ermeni hegemonyası altına giriyor. Ermenilerle Kürtler arasında ipler zaten gerilmiş, çok ciddi problemler var. Karşılıklı inanılmaz kıyımlar var. Hamidiye alayları vardır, Kürtler devlet destekli olarak Ermenilere karşı ciddi yıkımlara imza atmaktalar. Bu nedenle İngilizlere güvenilmiyor. Bir de Ermenilerin uğradığı kıyımın sorumlularının yargılanacağı ve mallarının iade edileceği hususu Sevr’de kararlaştırılmış ve 1918 sonrasında bu süreç başlıyor, ki Kürt beyleri için bunlar alarm verici gelişmeler. Bu zaten kaçınılmaz olarak Ankara ile birlikte hareket etmelerini sağladı. Lozan’a giden süreçte, en azından 1922 sonlarına kadar birliktelik vardı. Velhasıl Lozan bir bağımsız bir Türkiye'ye imkân sağladı. Birinci Dünya Savaşı'nı bitiren bir anlaşma olarak Lozan aynı zamanda ciddi haklar tanıdı. Lozan, yanlış hatırlamıyorsam 37. Madde ve devamı maddelerinde her Türk vatandaşı için, ‘Türkiye'de sakin olan herkes için dil hakkı, kendi kültürünün hakkı, inancını, kendi kültürünün dilini yaşayabilme, kendi farklılıklarını yaşayabilme’ konusunda haklar tanır. Yani sadece gayrimüslimlere değil. Anadil, inanç, kültürel konularda esaslı haklar tanıyor. Evet Lozan Kürtlere dillerini kullanma, kültürlerini ve kimliklerini geliştirme hakkını tanıyor, resmi dilin varlığı buna engel oluşturamayacak mesela. Lozan müzakereleri sırasında ‘Kürtler öz yönetimlere sahip olacaktır’ taahhütleri veriliyor, yani yerel yönetimlerin özerkliği Lozan taahhütlerinden biridir. Ve Türkiye altına imza attığı bu Lozan Antlaşması'nda şunu söylüyor; bu hükümlere aykırı iç hukukumda, anayasa dahil hiçbir düzenleme yapmayacağım.

İsmet İnönü, Lozan'da

“Hakları Türklere özgüleyen 1924 Anayasası aslında Lozan’ın felsefesine aykırı”

-Ama hemen ertesi sene 1924 Anayasası aynı felsefeyle hazırlanmadı.

Evet, Türkiye Lozan’a imza koyduktan sadece aylar sonra tam aksi bir yasal çerçeve için harekete geçerek 1924 Anayasası’nı hazırladı. Tamamen Türklük üzerinden dışlayıcı bir anayasa hazırlandı. Katı merkeziyetçi, muhtariyeti reddeden, tek parti rejimini meşrulaştıran, hakları Türklere özgüleyen bu anayasa esasen Lozan’a da aykırı. Lozan’ın felsefesine aykırı aslında.

“Misak-ı Millî’de de Wilson Prensipleri’nde de Kürtlere muhtariyetin kabulü var”

-Zaten Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’na katılmaya iknasında da bu var; muhtariyet…

Kurtuluş Savaşı'nın başından itibaren bu zaten kabul ediliyor. Misak-ı Millî’nin kabulüdür bu. Wilson Prensipleri’nde de vardır. Wilson prensipleri, Ankara Hareketi'nin kendini uluslararası düzlemde meşrulaştırmasının da dayanağıydı aynı zamanda. Yani aslında bunların hepsi birbirini tamamlıyor; Misak-ı Millî, Lozan ve Wilson Prensipleri. Ve bunların hepsi 1921 Anayasası’yla anayasal çerçeveye kavuşturulmuş vaziyette. 1921 Anayasası ise Türkiye tarihinin neredeyse tek çoğulcu meclisi olan Birinci Meclis tarafından tam bir özgürlük içinde müzakere edilerek kabul edilmiş kapsayıcı bir anayasa. Bir toplum sözleşmesi üzerine inşa edilmiş denebilir. Bu ülkenin tek demokratik ve ulusun temsilcilerinin özgürce yaptığı tek anayasa olan 1921 Anayasası muhtariyeti kabul etmiş.

1923'ün 29 Ekim’inde sadece cumhuriyet ilan edilmedi. İnsanların duymak hoşuna gitmeyebilir ama şöyle bir gerçeği de var 29 Ekim’in; yerel yönetimlere ilişkin bütün hükümler anayasadan çıkarıldı, yerel yönetimler yok edildi. Yani Misak-ı Millî’de ve Lozan’da verilen bütün taahhütler ortadan kaldırıldı. Bunun Kürtler açısından problem olarak görülmesi doğal. Burada Lozan’ın günah keçisi yapılmasına gerek yok kanımca.

-Yani aslında şunu diyorsunuz; PKK bu süreçte yaşanacak anayasa değişiklikleri tartışmasını Lozan ile başlatmaya çalışarak Kürtlere fayda etmeyecek bir iş yapıyor.

Fayda sağlamayacak.

“2015’teki AK Parti-CHP koalisyon görüşmeleri heyetinde ben de vardım”

“1921 Anayasası üzerinden yürünmesi konusunda görüş birliğine varıldı, devrim mahiyetinde bir şeydi”

-Şöyle bir görüntü var. Devlet tarafı bu ‘Terörsüz Türkiye’ sürecini anayasada Kürtlere ‘bireysel haklar’ vererek nihayetlendirmeye çalışacak. DEM Parti şu an için çok renk vermese de Öcalan ve PKK’nın bildirilerinin satır aralarında ‘kolektif haklar’a gönderme var. Ve siz Lozan’ın aslında ikisi içinde sağlam bir çerçeve önerdiğini, istenirse ikisine de prensipte imkân verdiğini söylüyorsunuz. Doğru mu anlıyorum?

O imkânı veriyor. Sadece Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasaları Lozan'la uyumlu değil diyorum ben. İşin tuhaf tarafı tartışmanın Lozan üzerinden yapılmak istenilmesi. Tartışmamız gereken yeni anayasal düzenin nasıl olacağı konusu.

Başka bir şey daha söyleyeyim. 2015 koalisyon görüşmeleri, CHP ile AK Parti arasında yapılan koalisyon görüşmeleri heyetinde ben de vardım. Anayasa, hukuk ve yargı konularında yetkili olan kişi bendim. Ve biz orada CHP ile bu noktada uzlaştık zaten; “1921 Anayasası dışındaki hiçbir anayasayı referans olarak almamaya ve 1921 Anayasası esasları üzerinden yürümeye varız” dediler. Görüş birliğine ulaştık orada. Bu devrim mahiyetinde bir şeydi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin heyetinde o gün olanlar da hayatta, onlardan da teyit edebilirsiniz. O görüşmelerin bütün tutanakları var bende, hepsi orada yazıyor. Tabi bu tarihi fırsatı da hoyratça heba ettik. 1921 Anayasasının felsefesi ve temel tercihleri Türkiye'nin üzerinde uzlaşabileceği, yeni bir başlangıç yapabileceği bir zemindir.

“‘Sadece Kürtlerin sorunlarını çözelim’ yaklaşımı bir illüzyondur”

-Zaten CHP sürecin kendisine itiraz etmiyor ancak ‘Terörsüz Türkiye’ konusunu ülkedeki diğer haksızlıklar ve hukuksuzluklardan izole ederek ele almama konusunda kararlı gibi. Tam da bu yüzden hükümet tarafından çok eleştiriliyorlar. Türkiye’nin hukuksuzluk sorunu tam çözülmeden Kürtlerin sorunu kısmen çözülebilir mi?

Tek başına Kürtlerin dertlerini çözebilecek hiçbir çözüm yoktur. Şunu çok net biçimde söyleyebiliriz, “Sadece Kürtlerin sorunlarını çözelim” yaklaşımı bir illüzyondur. Böyle bir sürecin Türkiye'ye bir fayda sağlayabilmesi mümkün değildir. Çünkü buradaki sorun herkesin sorunu.

“‘Terörsüz Türkiye’ tarihi fırsat ama anayasa en son ele alınmalı”

“Partiler Kanunu, Seçim Kanunu ve TBMM iç tüzüğü öncelikli olmalı”

-Türkiye’ye fayda getirmese de Kürt sorununu çözer mi, bitirir mi?

Hayır çünkü sorunu üreten şeyin, yani tercih farklılıklarının ve paradigmaların kökü çok daha derin ve demokratikleşmeyle ilgili. Eş değerlilik, eşit yurttaşlıkla ilgili tanımayla ve kabul etmeyle ilgili meseleler. Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal düzeni bir bölünme korkusu ve kaygısı üzerine korunuyor. Ve bu bölünme korkusu ve kaygısı otomatik olarak Kürt'ü ötekileştiriyor. Kürt oradan kendi radikalleşmesinin besinini alıyor. Dolayısıyla karşılıklı olarak birbirini besleyen şey. 20’lerde susturulan bir toplumsal talep, bir dönem biraz işte Türkiye İşçi Partisi üzerinden ya da işte DDKO kuruluşları üzerinden kendini ifade etmeye çalışmış. 1970'lerin sonlarına gelindiğinde de PKK hareketi doğuyor. Bu şartların hiçbirisi değişmeden sadece silahın bırakılmasıyla ‘her şey çözülmüştür’ düşüncesine kapılmak kadar yanıltıcı ve sonuçsuz bir çaba olmaz herhalde. Fakat bu tarihi bir fırsattır ve bununla birlikte başlayabilirsiniz. O yüzden de değersizleştirmiyorum, tam tersine çok önemsiyorum silahların bırakılması meselesini. Ama işte bu tarihi fırsatı değerlendirilmeli, güven ortamı yaratılmalı, yasal düzlemde adımlar atılmalı, ki bunlar sadece infaz veya af yasası gibi hususlar değil. Partiler kanunu, seçim kanunu ve TBMM içtüzüğü bu kapsamda ele alınmalı. Anayasa meselesi en son. Bütün toplumu, meclisi, siyasi partileri ve aktörleri bu anayasal değişiklikler konusunda tartışmanın ve sürecin parçası haline getirmek suretiyle Türkiye'nin 200 yılını meşgul eden bu süreci sonlandırabilirsiniz, ortadan kaldırabilirsiniz. Ama sadece silahsızlanmayla bu başarılamaz.  

“66. Madde’nin yazımında mucize beklemek doğru değil”

-Kürtler açısından en kritik anayasa maddelerinden birinin “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür” ifadesinin yer aldığı 66. Madde olduğunu biliyoruz. Sizce bu madde nasıl yazılırsa sorun çözülür?

Bu madde 1924 ile başlayan sorunlardan biri, ama tek sorun değil. Bu nedenle yeniden yazımından mucize beklemek doğru değil. Benim anayasal anlayışım, sorunların temelini kurumsal tercihlerde görür. Yani ülkenin anayasal düzeninde denge denetim yoksa, erklerin yatay ve dikey ayrılığı gerçekleşmemişse, anayasal düzen tüm yurttaşların ve toplumsal kesitlerinin özgür katılımına dayalı olarak inşa edilmemişse, tanımlar, etiketler çok anlamlı olmaz, özgürlük maddeleri etkisiz kalır, yargı bağımsızlığı da sağlanamaz. Yurttaşı tanımlama 1921 Anayasanın kaçındığı bir tercihti, unutmayalım. Yani 1924 ve sonrasındaki anayasaların temel siyasal tercihlerini ve iktidar kurgularını alıp, onlar üzerinde tanımlarda revizyon yanılgısına düşmeyelim bence.

“Anayasanın kiminle değil, nasıl yapılacağı hususuna odaklanmayı tercih ederim”

Siz bu süreçte önceliğin yeni anayasa çalışmasına değil diğer yasal düzenlemelere verilmesi gerektiğini savunuyorsunuz ama Cumhurbaşkanı Erdoğan muhalefete birlikte ‘yeni bir sivil anayasa’ yapma çağrısı yaptı bile. CHP Genel Başkanı Özgür Özel ise “Hukuk tanımayanlarla müzakere edilmez, mücadele edilir; önce AYM ve AİHM kararlarına uysun” yanıtı verdi. CHP’nin bu tavrını nasıl buluyorsunuz? Haklı mı haksız mı?

Bence haklı veya haksızlığa odaklanmayalım. Şu an derdimiz bu ülkenin mevcut anayasal düzenden kurtulması ve toplumsal sözleşme üzerine kurulu yeni bir başlangıç yapılması. Eğer bunu yapma imkânı sağlanabilecekse, o adım atılabilir. Anayasa geleceğe dair bir temel karar, tüm yurttaşların kaderiyle ilgili ve her kesimin içinde olacağı bir karar. Ne iktidar kesimi ne muhalefet kesimi dışında kalamaz. Bu yüzden, kiminle değil nasıl yapılacağı hususuna odaklanmayı tercih ederim.

                                                           /././

Erdoğan’ın eski hukuk danışmanından 'İmamoğlu yasağı'na tepki: Tutuklanmış olsa bile halen İBB Başkanı, mesaj ve görüntüleri yasaklanamaz.

Erdoğan’ın eski hukuk danışmanından 'İmamoğlu yasağı'na tepki: Tutuklanmış olsa bile halen İBB Başkanı, mesaj ve görüntüleri yasaklanamaz

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın eski hukuk danışmanı Prof. Dr. İzzet Özgenç, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın tutuklu bulunan İmamoğlu'nun fotoğraf ve mesajlarını içeren görsellerin yasaklanmasına yetkili olmadığını söyledi. Özgenç, Özgenç, İmamoğlu'nun İBB Başkanı sıfatını hâlâ taşıdığına dikkati çekti.


 
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın eski hukuk danışmanı Prof. Dr. İzzet Özgenç, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı, tutuklu İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun fotoğraf ve videolarını İBB'ye ait alanlardan kaldırılmasını ve yasaklanmasını içeren talimatına tepki gösterdi. 

Özgenç, İmamoğlu'nun tutuklu olmasına rağmen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı sıfatını taşıdığına dikkati çekti. 

Özgenç'in açıklamaları şu şekilde:

"İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, tutuklanmış olsa bile, halen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı sıfatını taşıyan kişinin, Büyükşehir Belediyesine ait toplu taşıma araçlarındaki ve hizmet binalarındaki mesaj ve görüntülerini yasaklayamaz; bunların kaldırılmasını emredemez."

                                                                     ***

Maçka’daki öğrenci festivalinde Cumhurbaşkanı’na yönelik slogan atan sanatçı Cem Akarsu tutuklandı, 1 öğrenciye adli kontrol -Can Öztürk-

Özgür Üniversite Hareketi’nin 24 Mayıs’ta Maçka Parkı’nda düzenlediği  Bahar Direniş Şenliği’nde gruplarıyla şarkı söyleyen 2 öğrenci, cumhurbaşkanına yönelik slogan attıkları gerekçesiyle “Cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla gözaltına alındı. Emniyetteki ifade işlemlerinin ardından savcılığa sevk edilen öğrencilerin avukatı avukat Fırat Al, “İşin hukuki bir tarafı yok esasen. Çünkü ortada bir hukuk yok. Sahneye çıkıyor arkadaşlar, 'Zıplamayan Tayyip’tir' diye bir slogan atılıyor. Cumhurbaşkanına hakaretten gözaltına alınıyorlar” ifadelerini kullandı. Öğrenciler savcılık ifadelerinin alınması için Çağlayan Adliyesi’ne sevk edildi. Öğrenciler, savcılık ifadelerinin ardından tutuklama talebiyle nöbetçi sulh ceza hakimliğine sevk edildi. Öğrencilerden slogan attığı iddia edilen grubun solisti Cem Akarsu tutuklanırken gitarist Kaan adli kontrolle serbest bırakıldı. 

CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun lisans diplomasının iptali ve gözaltına alınmasıyla İstanbul Üniversitesi’nin başlattığı protestolar, İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla ivme kazanarak devam etti. Ekonomik boykottan yürüyüşlere farklı şekillerde protestolarını sürdüren yüzlerce vatandaş tutuklandı. Tutuklu arkadaşları için özgürlük çağrısı yapan Özgür Üniversite Hareketi öğrencileri, Maçka Parkı’nda şenlik düzenledi. Düzenlenen şenlikte sahnede “Zıpla, zıpla, zıplamayan Tayyip’tir” sloganını şarkı olarak çalan öğrenciler, polis tarafından “Attığınız slogan kanunsuzdur” anonsu ile uyarıldı. Festivalin ardından sloganı atan 2 öğrenci gözaltına alındı.

“Zıpla zıpla zıplamayan Tayyip’tir” sloganını şarkı olarak çaldılar”

Özgür Üniversite Hareketi’nden Tutku, gözaltına alınan arkadaşları Cem ve Kaan hakkında şöyle konuştu: “Arkadaşımız Kaan'ı dün gece göz altına alıyorlar. Cem'i ise bu sabah göz altına alıyorlar. İkisi vatana götürülüyor cumhurbaşkanlığa hakaret suçlamasıyla. ‘Zıpla zıpla zıplamayan Tayyiptir’ sloganını şarkı olarakçaldıkları ve sonra slogan arttırdıkları için cumhurbaşkanlığa hakaretten gözaltına almışlar.”

“Hukuken açıklanabilecek, izah edilebilecek hiçbir yanı yok”

Öğrenciler hakkındaki gözaltı kararı ve savcılığa sevk edilmesinin hukuksuz olduğunu söyleyen avukatı Fırat Al, şöyle konuştu:

“İşin hukuki bir tarafı yok esasen. Çünkü ortada bir hukuk yok. Sahneye çıkıyor arkadaşlar ‘Zıplamayan Tayyip’tir’ diye bir slogan atılıyor. Hatta arkadaşlar bu sloganı biri sadece zıpla zıpla olarak atmış. Tayyip kelimesi geçmiyor. Biri hiç sloganı bile atmamış sadece zıplamış. Bu sebeple cumhurbaşkanına hakaretten dolayı savcılık mevcut olarak getirilmesini istemiş.

Tabii ki daha ifadeler bile alınmadan talimatı hazır. Normalde ifadelerin beklenmesi gerekiyor. Hukukenaçıklanabilecek, izah edilebilecek hiçbir yanı yok. 

İkisi de Emniyet’te susma hakkını kullandı. Onun için normal şartlar altında ikisi de susma hakkı kullandığı içinsavcının ifadelerini alması gerekiyor. Ama ülkemizde hukuk gerekliliklerle işlemiyor.

Bazen bir bakıyoruz ne savcılık görmeden karakolda ifade görmeden sonra suç ceza sorgusu yapılmadan adli kontrol verilebiliyor mesela. Bunlar hukuki mi değil ama yapılabiliyor.”

Savcılık tutuklama talebiyle sevk etti; sanatçı Cem Akarsu tutuklandı, 1 öğrenciye adli kontrol

Çağlayan Adliyesi'nde savcılık ifadeleleri alınan öğrenciler tutuklama talebiyle nöbetçi sulh ceza hâkimliğine sevk edildi. Çıkarıldıkları mahkemede savunma yapan öğrencilerden grubun solisti Cem Akarsu tutuklanırken gitarist Kaan adli kontrolle serbest bırakıldı. 

                                                           ***

T-24




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

Zeytine karşı kan davası! -Özer Akdemir / Evrensel-

AKP’nin hedefinde bir kez daha zeytinlikler var. Binlerce yıl süren yaşam süresi nedeniyle Anadolu’da “ölmez ağaç” olarak bilinen zeytinleri...