soL "Köşebaşı + Gündem" -31 Mayıs 2025-

Cumhuriyetçiler Kurultayından sonra…-Aydemir Güler-Kurultay’dan önce, ilerici olan her şeyin iktidar mekanizmalarından uzaklaştırıldığı ülkemizde, düzen içi iyileştirme öngören perspektiflerin giderek daha fazla emek eksenine yaklaştığını gözlemleyebiliyorduk. Kurultay bu gözlemi doğrulamıştır.

Cumhuriyet bugün birleştirici politik zemin olarak saptandığında, “başa döndük” diyen çıkabilir… Solun içinden bakıldığında ve kavram seti olarak solun geçmişindeki repertuvarla sınırlı düşünüldüğünde, akla 1960’ların sonundaki yükselişin gelmesi kaçınılmazdır. O zamanlar gençlikte kök salan, aydın kesimlere yayılan MDD hareketi bir Kemalist-sosyalist ittifakı öngörüyordu… 

Kemalist-sosyalist ittifakı ifadesini, sevgili Atilla Özsever geçtiğimiz Perşembe kullandı, soL portalda. Bana kalsa, sosyalist terimini birkaç nedenle kullanmazdım, ama bunu en sona bırakacağım… 

*    *    *

Türkiye’de komünizm ulusal kurtuluş mücadelesine doğdu. Dolayısıyla benzer bir nosyon, daha eskilerde de söz konusu olmuştur. Memleketin kurtuluş ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Kemalist merkez tarihsel anlamıyla devrimci bir misyon üstlenmişti. Dönemin TKP’si ve genel olarak Marksist aydınlar da siyasete bu kritik noktadan yaklaşmışlardır. Devrimcilerin bir devrimi desteklemelerinden daha normal ne olabilirdi? 

Elbette, bu konumlanış, Türkiye’nin sınıfsal kompozisyonunun zorunlu kıldığı bir ekle birlikte varlık kazandı. Daha önce de yazdık; mülk sahibi sınıflar Cumhuriyet’in devrimciliğini tırpanlamak üzere her daim iktidara eklemlenmişlerdir. Tırpanlanmayı da başardılar!

Komünistler de yeni merkezi desteklemek ve yanında yer almakla, eleştirmek ve karşısına dikilmek ikileminde kaldı. Bu kavşakta formül çok sade olabilir: Devrimin ilerlemesi anlamına gelen adımları destekle! Tersi yöndeki adımların karşısına dikil! 

Ne var ki, hayat daha karmaşıktır. Yeni rejim, yani Cumhuriyet iktidarı, Kemalizmin ister damga vurduğu, isterse daha edilgen bir parçası olduğu evrelerde olsun, sürekli biçimde solu siyasetin dışına itmiştir. Sol, merkezi desteklemek için bile devreye sokulmamış, itirazları sert biçimde bastırılmıştır. Komünist hareketin acılı tarihi Kemalizmden sonra başlamış değildir… 

Bu durumda TKP’nin, bizim Parti Tarihi’nde taktığımız isimle, uzun “arayış” yılları, mevcut düzenin devrimci yanını gözetip desteklemeye çalışırken, aynı düzenin sömürücü ve baskıcı karakterine karşı mücadele etmeyi bütünlüklü bir strateji ve etkili bir pratik haline getirme çabasıyla geçti. Bu zeminde tutarlı ve sürekli bir eylem çizgisi üretmek kolay iş değildi. En sağlam görünen formülasyonların hayatta karşılığı olmamış, pratik çıkış denemeleri bir stratejiye bağlanamamıştır. Bu zorluğu görmezden gelen kimilerinin söz konusu tarihi teslimiyetçilikle, Kemalizm sapmasıyla vb. “mahkum” etmelerini ciddiye alamıyorum.

*    *    *

1960’larda bir kısım komünist, tam da sol-Kemalizm egemen güçler tarafından tasfiye edilmekteyken olmayacak beklentilere girdi. Milli mücadeleden gelen Ordunun içinde yurtsever duyuların var olduğu doğruydu. Ama NATO’nun üyesi bir kurumdan ilerici müdahale beklemek temelsizdi. Emperyalizmle bütünleşen Türkiye kapitalizmi kriz üretiyor, dikiş tutmuyordu. Ama burjuvazinin millisini aramak beyhude çabaydı…

Solun içinden bakan ve kavram seti olarak solun geçmiş repertuvarıyla sınırlı düşünenlerin “başa döndük” diyecekleri nokta buralara denk düşüyor. Oysa köprülerin altından o kadar çok su aktı ki, komünist, sosyalist ve devrimci harekette geçmişte etkili olan Milli Demokratik Devrimcilik 2025’te güncellenemez.

1920’lerde komünist hareketin Cumhuriyet’te pozitif rezonansa gireceği bir damar araması yanlış değildi. 1960’larda Türkiye kapitalizminin içinde devrimci bir dinamiğin galebe çalacağını düşünmek, asker ve bürokrasinin devrime kazanılabileceğine bel bağlamak ise yanlıştır… Türkiye’nin aydınlanma devrimini kaldığı yerden ileriye taşıyacak olan yola çoktan sosyalist devrim tabelası asılmıştı. 1920’lerden 1960’lara da çok şey değişmişti. 1960’larla günümüz arasına, bir de karşıdevrim yerleşti.

Özetle “başa” dönemeyiz. Sosyalist karakter taşımayacak bir devrimci hamle, MDD seçeneği, eskiden geçersizdi; şimdi büsbütün gündem dışı. Sol, geçmişte, ortak bir devrimci hamle yararına Kemalizme doğru bir adım atıyordu. Ama sosyalizmi ileri bir geleceğe ertelemek pahasına… 

Aslında sol-Kemalizm o zaman da bir tür “sosyalizm” öngörüyordu. Ama işçi sınıfının taşıyabileceği bir sosyalizm değildi bu. Belki kapitalizmi dışlayan bir alternatif düzen bile değildi. Devrimci yöntemler öngörseler de, kapitalizm içi bir reform programı yapılıyordu…

Kurultay’dan önce, ilerici olan her şeyin iktidar mekanizmalarından uzaklaştırıldığı ülkemizde, düzen içi iyileştirme öngören perspektiflerin giderek daha fazla emek eksenine yaklaştığını gözlemleyebiliyorduk. Kurultay bu gözlemi doğrulamıştır. Öyle ki, şimdi Cumhuriyetin olsa olsa bir “emekçi cumhuriyeti” olarak ayağa kalkacağı tezinin yeni ortak paydamız olacağı hissediliyor. Sosyalizm belirsizliğe doğru ertelenmiyor; 21.yüzyıl Türkiye’sinde güncel bir bağlama oturtuluyor… 

*    *    *

Yukarıdaki soruya geleyim artık; buna neden Kemalist-sosyalist ittifakı demek içime sinmiyor? 

Cumhuriyetçilik solda en önemli ayrışma çizgisi haline gelirken, sosyalistlerin ciddi bir kesimine Cumhuriyet karşıtlığı, piyasacılık, laisizm eleştirisi bulaştı. Daha önceki bir yazıda söylediğimi tekrar edeyim; beğenelim beğenmeyelim, bugün Türkiye sosyalistlerinin ciddi bir kesimi liberalizmin değişik derecelerde etkisi altında. Ayaklarını Cumhuriyet Devriminin mirasına basmayı reddediyorlar veya bu noktada tereddüt yaşıyorlar. Kemalizmin ne tarihsel karakterini ne bugününü anlıyorlar. Dolayısıyla sosyalistlerin bütününün Cumhuriyetçiler Kurultayıyla barışık olduğunu söyleyemiyoruz. Bugün sosyalistlerin önemli bölümü, eskinin sol-Kemalistlerinin gerisindedir. 

Kemalist-komünist ittifakından çıkacak olansa sosyalizmdir. Bugün Cumhuriyet mücadelesi, 1930’ların ihyası değil eşit ve özgür bir geleceğin kazanılması olarak düşünülmelidir. 

                                                            /././

Sermaye sınıfının hırsı, aklı, korkuları ve savaş kışkırtıcılığı -Erhan Nalçacı-

Dünyayı savaşın eşiğine getiren ve büyük iklim sorunlarına yol açan asalak sınıf belki bir altı ayını sığınakta emekçiler yeryüzünde can verirken geçirebilir, ama emekçi sınıflar onları almaya geldiğinde ne yapacaklar bilmiyoruz.

Sermaye sınıfı kaçınılmaz bir şekilde dünyayı savaşa sürüklüyor. Hırsı, bazen çaresizliği ve aklı arasındaki ilişki gidip geliyor, sonunda hırsı ve güdüleri öne çıkıyor. Daha önceki farklı uluslardan emekçilerin birbirini katlettiği savaşlar böyle çıktı, Birinci, İkinci Dünya Savaşları ve diğer paylaşım savaşları… 

Bu yazıda bu meselenin güncel örneklerine bakalım.

Rusya ve Ukrayna Savaşı bir emperyalist barışla, yani kapitalist tekellerin ulusal devletleri arasında yeni bir paylaşımın geçici olarak kayıt altına alınması ile sonlanacaktı. Hatta İstanbul’da ikinci tur görüşmenin 2 Haziran’da yapılacağı kesinleşti.

Ancak daha önce yazılmıştı bu köşede, daha barış olmadan yeni bir savaşın ağı örülmeye başlandı diye.

Avrupa’daki emperyalist devletlerin başlıcaları kendilerini ABD tarafından kullanılmış ve kandırılmış hissediyorlar. Tam pandeminin örselediği ekonomiyi toparlamaya çalışacakken ABD tarafından Rusya’ya karşı Ukrayna halkının kullanıldığı bir vekâlet savaşına sürüklendiler. Bir yenilgi yaşamanın dışında Rusya ile herkesin işine gelen doğal ekonomik havzaları çöküntüye uğradı, karşılığında hiçbir vaat gerçekleşmedi.

Son 25 yıl içinde Avrupa sanayisinin dünya payının %23’lerden %14’e düştüğü söyleniyor. Üretim kapasitesinde genel bir gerileme var ve Avrupa resesyonun sınırlarında dolanıyor.

Şimdi AB’nin Rusya ile savaşmaya hazırlanmak için ayırdığı 800 milyar Avroyu silah sanayine akıtarak durumu kurtarmaya çalışıyorlar ve Ukrayna başta olmak üzere doğudan paylarını istiyorlar.

Geçen iki hafta boyunca bu kez İngiltere’nin kışkırtıcılığında oluşan emperyalist merkez Almanya’nın yeni hükümetini Ukrayna’ya Taurus füzelerini vermek için yüreklendirmeye çalıştı. Bu uzun menzilli ve isabet kapasitesi yüksek güdümlü füzeleri Almanya’nın önceki koalisyon hükümeti Ukrayna’ya göndermeye cesaret edememişti.

Son iki hafta İngiltere, Fransa ve Almanya’nın Ukrayna’ya gönderdiği silahlarda menzil kısıtının kalmadığına dair korkutucu açıklamalar ile geçti. Rusya ise bunun savaş anlamına geldiğini, eğer Moskova bombalanırsa aynısının Berlin’in başına geleceğini çeşitli vesilelerle bildirdi. Ukrayna’da şu veya bu şekilde bir barış beklenirken Avrupa’ya yayılan bir savaşın eşiğine kadar gelindi.

İki gün önce Almanya ve Ukrayna arasında yapılan görüşmelerden sonra Taurus füzelerinin temin edilmeyeceğini ancak Ukrayna’ya uzun menzilli füzelerin üretimi için ortak bir yatırım yapılacağı açıklandı.

Bu karar Alman sermayesinin İngiltere’nin arkadan itmesi ile ön cepheye sürülmeye ikna olmadığı ama Ukrayna’dan da vazgeçmediği anlamına geldi.

Sermaye dünyasının hırs, intikam, mülk ve sömürü tutkusu ve çaresizlik sarmalında savaşa yaklaşıp uzaklaşmasını izlemeye devam edeceğiz.

***

Bir diğer örnek ise ABD’de yaşanıyor.

Trump tarafından duyurulan yeni savunma sistemi “Altın Kubbe” hırs ve akıl eksikliğinin arasında sıkışmanın ve savaş kışkırtıcılığının yeni bir aşamasına benziyor.

175 milyar dolar gibi astronomik bir maliyeti olan savunma sistemi düşman tarafın ABD’ye fırlattığı kıtalararası füzeler dâhil bütün hava saldırılarını çok önceden algılamayı ve fırlatma üssünde veya yolda yok etmeyi amaçlıyor.

Neden örneğin çelik kubbe değil de altın kubbe, bu Trump’ın nezdinde sermaye sınıfının görgüsüzlüğünü ve ihtişam hırsını yansıtıyor, her şey, savunma kubbesi bile yaldızlı olacak.

Öte yandan sermaye sınıfının korkuları ve savaş kışkırtıcılığını bize gösteriyor. 

Günümüz nükleer dünyasının savaş caydırıcılığında eğer karşı tarafın attıkları diğer tarafa hiç ulaşamıyorsa nükleer silah kullanmaya bu canavarlar çok daha kolay ikna olacaklardır. Dolayısıyla “savunma” aslında ağır bir saldırıdır. Savaş kışkırtıcılığı bir yana en azından emekçi halklara hiçbir yararı olmayan bir askeri rekabeti ve harcamaları çok artırması beklenir.

Gerçekten ABD halkının sosyal ücretleri her gün daha çok kesilirken 175 milyar doların başta Elon Musk olmak üzere sermaye sınıfına aktarılacağından ve bir kriz öteleme operasyonu olduğundan şüphe duymaya gerek yok.

Aynı zamanda hilebazca bir uyanıklık. Kanada’ya “Altın Kubbe’ye katılmak istiyorsan 61 milyar dolar ver veya 51. eyaletimiz olmayı seçip bedava yararlan savunmadan” denmiş. Belki 850’li numaralardan müşteri temsilcisi iletmiştir bu seçenekleri Kanada devletine. Kapitalizmin zıvanadan çıkmış saçmalıklarına aşina olmamıza rağmen insan şaşırıp kalıyor işlerin geldiği boyuta.

Korku kısmına gelelim işin.

ABD coğrafyası katıldığı birçok paylaşım savaşına rağmen önemli fiziksel bir saldırı ve yıkım görmedi bugüne kadar. Ancak Altın Kubbe projesi bir saldırıyı öngördüklerini de gösteriyor. Bu korku ABD emperyalizmi için çok önemli bir gerileme noktası olarak görülebilir.

***

Son olarak sermaye sınıfının dünyayı bu hale getirdikten sonra kendini korumak için geliştirdiği projeye bakalım: Patronlar için yapılmış sığınaklar.

ABD’de ekonomik sıkıntı, sosyal devletin çok zayıf olması ve son yıllarda yaşanan felaketlerle 2024 içinde evsizlerin oranının %18 arttığı söyleniyor. Bugün bir gecelik kesitte evsiz sayısının 800 bin kişiye yaklaştığı bildiriliyor.

Dünyanın canını okuyan ABD’li patronlar ise kaçışı yer altı sığınakları daha doğrusu yer altı saraylarında buluyorlar. Örneğin, Zuckerberg’in Hawaii’deki 5 bin metrekarelik sığınağında 30 yatak odası ve 30 banyo bulunuyormuş.

ABD’li patronların kıyamet sığınakları için 21 trilyon dolar kadar para harcandığı yazılıyor.

Dünyayı savaşın eşiğine getiren ve büyük iklim sorunlarına yol açan asalak sınıf belki bir altı ayını sığınakta emekçiler yeryüzünde can verirken geçirebilir, ama emekçi sınıflar onları almaya geldiğinde ne yapacaklar bilmiyoruz.

                                                           /././

Hâlâ korkuyor, hâlâ saldırıyorlar: 'Çünkü Gezi Direnişi'nin izleri halkımızın hafızasında hâlâ taze'-Yalçın Çuğ-

Türkiye'nin direniş hafızasında önemli bir yere sahip olan Gezi Direnişi'nin üzerinden 12 yıl geçti. İktidar çeşitli saldırılarıyla hâlâ direnişin adını lekelemeye çalışırken, TKP MK üyesi Önoğlu soL'un sorularını yanıtladı.

12 yıl önce milyonlarca yurttaş AKP zorbalığına karşı sokakları ve meydanları doldurarak direnişe geçti. Aylarca devam eden direniş, hâlâ Türkiye toplumunun hafızasında önemli bir yere sahip.

Bu yüzdendir ki iktidar, Haziran veya Gezi Direnişi'nin meşruluğuna ve halkın direnme hakkına yönelik saldırılarını sürdürüyor. 12 yılın ardından çeşitli soruşturmalar ve iftiralarla bu onurlu direnişin adını lekelemeye çalışıyor.

Direniş esnasında patronlara seslendiği bir toplantıda "Oradaki ağaçlarda bunları sallandıracaksın" diyerek yurttaşları hedef alan zihniyet, sermaye sınıfına peşkeş çekmeyi sürdürürken; ona karşı meydanlarda "Bu halk sana boyun eğmez" sloganını yükseltenler ise mücadelelerine devam ediyor.

Haziran Direnişi'nin yıl dönümünde Türkiye Komünist Partisi (TKP) Merkez Komite üyesi Berkay Kemal Önoğlu, soL'un sorularını yanıtladı.

'Türkiye tarihinde unutulmayacak bir kilometre taşı'

TKP Haziran Direnişi'ni nasıl değerlendiriyor? 

TKP için Haziran Direnişi, Türkiye’nin son yıllarına damga vurmuş en önemli halk ayaklanmalarından bir tanesi. Türkiye'de toplumun geniş kesimlerinin örgütsüzleştirildiği, toplumsal dinamiklerin tasfiye edildiği bir dönemde kuvvetli bir itiraz anlamını taşıyor. 

“Haziran Direnişi’nde toplum halk oldu” demiştik. Yakın zamanda Genel Sekreter Kemal Okuyan'ın da altını çizdiği gibi mücadele ederek halk olunur, hakkını arayarak halk olunur. Bugün AKP; yurttaşları tebaa haline getirmek ve cumhuriyet kazanımlarının tasfiyesiyle işçi sınıfını, hakkını arayan, grevler örgütleyen, mücadele eden bir sınıf olmaktan çıkarıp ancak sadaka isteyebilecekleri bir toplumsal yapıyı dayatmak istiyor.

Bunun karşısında ise toplum mücadele ederek, halklaşarak, haklarının bilincinde olarak ve bu hakları kazanmak, yitirmemek için omuz omuza vererek bir direnç oluşturabilir. Haziran Direnişi de bu doğrultuda en önemli çıkış noktalarından bir tanesi olmuştu ve bugüne dek de izlerini görüyoruz.

10 milyonu aşkın insanın Türkiye’nin neredeyse bütün illerinde sokakları, meydanları doldurduğu ve AKP’ye de AKP'nin temsil ettiği karşı devrime de sığmayacaklarını, boyun eğmeyeceklerini en güçlü şekilde gösterdikleri bir toplumsal direnişti o. Ve takip eden yıllarda da Türkiye tarihinde unutulmayacak bir kilometre taşı haline geldiğini, tarihimize kazındığını söyleyebiliriz Haziran Direnişi’nin.

'Tertemiz bir direnişse örgütlü komünist hareketin büyük bir emeği var'

Haziran Direnişi denildiğinde akıllara gelen ilk görüntülerden biri de TKP’nin AKM’den sallandırdığı Boyun Eğme pankartı oluyor. Bu slogan direnişin sembollerinden biri haline gelirken, peki TKP bu süreçte neler yaptı? O günlerde nasıl bir rol üstlendi?

Haziran Direnişi büyük bir başkaldırıydı ama bu başkaldırının örgütlü bir halk hareketine dönüştürülmesi, bu halk hareketinin kimi taleplerde ya da kimi hassasiyetlerde ortaklaşması ve mücadeleyi de bu anlamda daha kuvvetli bir zeminde devam ettirmesi gerekiyordu. 

Haziran Direnişi’ne damga vuran talepler AKP ile temsil olunan karşı devrim cephesinin karşısına bir bariyer çekmek, mücadele kültürünün yok edilişine ve gerici, emperyalist odakların kontrolüne giren bir Türkiye'ye karşı yurtseverce bir itirazı yükseltmekti. 

Fakat ne oldu? Bu kadar geniş bir katılıma sahip toplumsal hareketler doğal olarak farklı siyasi odaklar tarafından farklı anlamlar yüklenerek, oraya buraya çekiştirilmek istenir. Bu mücadele de kimi liberal çevrelerce yaşam tarzına müdahale vb. daha az toplumsal, daha fazla bireysel başlıklara sıkıştırılmak istendi.

Burada komünistlere büyük sorumluluk düştü. Elbette Türkiye Komünist Partisi de Haziran Direnişi’nin başından itibaren buradaki toplumsal hareketliliği bir program doğrultusunda örgütlemeye ve hareket ettirmeye çalıştı, gayret etti. 

Bugün dahi hatırlanacaktır, TKP halk hareketine yön veren önemli güçlerden bir tanesi oldu ve ona gölge düşürülmesine izin vermedi. Haziran Direnişi tarih önünde aklanmış, tertemiz bir direnişse bunda örgütlü komünist hareketin büyük bir emeği var.

gezi

'Bayrak ahlaksızlıklarını gizlemek için kullandıkları bir örtü olmaya terk edilemeyecek kadar değerli'

Haziran Direnişi’yle bağlantılı olarak güncel tartışmalara da değinen bir soru sormak istiyorum. TKP'nin 1923 Devrimi ve döneminin devrimci kadrolarına yönelik değerlendirmesi, Türk bayrağına bakışı ve Cumhuriyet vurgusu çeşitli tartışmalara neden oluyor. Özellikle geçtiğimiz hafta gerçekleştirilen Cumhuriyetçiler Kurultayı’yla birlikte bu tartışma yeniden gündeme gelmiş oldu. 

Oysa TKP, Haziran Direnişi’nde de Türk bayrağı kullandı. Hatta “Haziran Direnişi için Eylül Tezleri" başlıklı bildirisinde olduğu gibi o dönemde bu konulara dair çeşitli çıkışlarda bulundu.1 Kısacası TKP’nin günümüzde tartışılan başlıkları 12 yıl öncesinde de gündeme getirdiğini görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?

Bayrak, onu kullanan güçler tarafından anlamı belirlenen ve üzerinde hegemonya mücadelesi verilen bir sembol aslında. Mücadele eden toplum halk haline gelir ve bayrak da en çok halkın eline yakışır. Bu ülkede bayrak milliyetçilerin, liberallerin, kapitalistlerin kendi suçlarını, kendi ahlaksızlıklarını gizlemek için kullandıkları bir örtü olmaya terk edilemeyecek kadar değerli bir tarihsel anlam taşıyor. 

Türkiye'de toplumun geniş kesimleri başka bir Türkiye umuduyla mücadeleye giriştiği zaman ortaklaşma zemini gerekir. Bu ortaklaşma zeminini de tarihten türetiriz. Bizim tarihimizde ileriye dönük atılmış en büyük adım Cumhuriyet Devrimidir ve bayrak da bu devrimle özdeşleşmiş bir semboldür.

Belki biraz klişe olacak ama Türkiye'de sağcısıyla solcusuyla, yani muhafazakâr kesimler için de haksızlığa itiraz etmek, boyun eğmemek söz konusu olduğu zaman, ahlaksızlıklara karşı ses çıkarmak söz konusu olduğu zaman ortaklaşılan tarihsel miras 1923 Devrimi ve onun ifade ettiği anlam oluyor. 

Bayrak da bu devrimle özdeşleştiği için toplumsal mücadelelerde gayet tabi halkın eline yakışıyor. Bayrağı mücadele edenlerin elinde daha fazla gördükçe bu anlam da pekişecektir.

'Gençlerin çok büyük bir kısmı kaderini işçi sınıfının kaderiyle birleştirmiş görünüyor'

Kısa bir süre önce yaşadığımız 19 Mart sürecindeki eylemsellikte gençliğin yeri ve önemine dair birçok tartışma yaşandı. Benzer bir tartışma Haziran Direnişi’nde de yaşanmıştı. Gençliği ayrı bir özne olarak değerlendirebilir miyiz? 12 yıl önce veya bugün bir gençlik hareketinden söz edebilir miyiz?

Gençlik çok geniş bir kesim, tabii ki homojen bir yapıdan söz edemiyoruz. Gençlik sınıfsal ayrımların yanı sıra birbirinden ayrı koşullara sahip, üniversitelileri, liselileri, işsizleri, genç işçileri de kapsıyor. Biz yine de gençlik kavramını bir küme haline getirmeye çalışırsak, karşımıza Türkiye'de son yıllarda özellikle bir arayışta olma hali çıkacaktır. Bu arayışın kendisi oldukça kıymetli ve 19 Mart'ta ortaya çıkan şey de aslında bu arayışa işaret ediyordu. Bilhassa öğrenciler bu gençliğin önemli bir kısmını oluşturuyordu.

Elbette öğrenciler arasında da homojenlikten söz edilemez ama Türkiye’de özellikle bu dönemde, tarihte eşi görülmedik bir yoksullaşmaya terk edildiler. Bu yoksullaşma neticesinde kimileri üniversite eğitimlerini yarıda bırakmak zorunda kaldı, kimileri tarikat yurtlarına mahkûm edildi, çok büyük bir kısmı okurken çalışmak zorunda bırakıldı, yine çok büyük bir kısmı ilgi ve yeteneklerinden bağımsız olarak üniversite tercihlerini gerçekleştirmeye zorlandı. Gençler hayatlarını anlamlandırmakta, kendilerine yol çizmekte çok zorlandıkları bir dönemden geçiyorlar.  Aslında bu nedenle de gençlerin çok büyük bir kısmı kaderini Türkiye'deki işçi sınıfının kaderiyle birleştirmiş görünüyor.

Yaşam koşullarındaki son yıllara damga vuran bu altüst oluş, arayışı tetikliyor. Fakat akademinin tasfiyesi, örgütlenme yasakları, baskılar, gerici müfredat, eğitim altyapısının tahribatı, bilgi edinme hakkının gaspı gibi pek çok nedenden, gençlerin siyasi bir ideoloji geliştirmekte zorlandıkları da bir dönemdeyiz.
Dolayısıyla bu arayış çoğunlukla gençleri, çok yüzeysel bir biçimde milliyetçilik, sağcılık veya sosyalizm arasında çok kısa evrelerle değişimler yaşadıkları bir sürece sürüklüyor. Bu durum hem çok anlaşılır hem de çok büyük bir fırsat. 

Çünkü gençlerin ayağa kalkmasında da geleceğe dair bir Türkiye hayali üretmesinde de öne çıkan kimi unsurlar var. Bu ülkenin toprağına, kendi geleceklerine ve sevdiklerine sahip çıkma tutkusu; ülkelerini yağmalayanlardan, cumhuriyeti kemirenlerden kurtulma isteği… Bunun varacağı yer bellidir, temiz su yatağını bulacaktır.

Gençler bu duygularla sokaktaydılar, meydanları doldular. Ancak bu duyguların kalıcı bir siyasi programatikle buluşturulması konusunda daha yapacak çok iş var. 

Geçtiğimiz dönemlere kıyasla çok daha örgütlü, ilgili, politik bir gençlik toplamından söz edebiliyoruz. Bahse konu etkenler, biriktirdikleri örgütlenme deneyimi de tabii ki büyük bir avantaj. Gençlik ne kadar siyasallaşır ve ne kadar anlamlı bir siyasi zeminde ortaklaşırsa mücadele de o kadar güçlenecektir.

gezi

'AKP baş kaldırıyı özellikle seçtiği kimi figürler üzerinden lekelemeye çalışıyor'

Bir diğer sorum da 12 yıl önce yaşanan Haziran Direnişi’ne karşı yeniden başlatılan “cadı avı” hakkında. Bir yanda Osman Kavalaların davası varken, şimdi de menajer Ayşe Barım üzerinden yürütülen bir dava süreci başlatıldı. İki davanın da ana gündemi şu aslında: Kavala ve ilişkide olduğu kesimlerin “dış güçlerle” birlikte Haziran Direnişi’ni organize ettiklerinin öne sürülmesi. TKP bu davaları nasıl değerlendiriyor?

TKP bu davaların son derece maksatlı olduğunu değerlendiriyor. Türkiye'de adalet kurumlarına olan güven tamamen ortadan kalkmış durumda. Bunun sebebi AKP iktidarının yargıyı, muhalifleri ve muhalif toplumsal kesimleri cezalandırma aracına dönüştürmesi. Dolayısıyla AKP döneminde yapılan, politik saiklerle açılmış hiçbir yargılamanın hukuki ya da adil olduğunu değerlendirmeyiz.

Milyonlara ulaşmış, tertemiz, ak pak bir halk hareketinden söz ediyoruz. AKP’nin karşı devrimci uygulamalarına dönük en kuvvetli itirazdan söz ediyoruz. Ve son tahlilde de halkın vicdanında, tarih önünde aklanmış bir direnişten söz ediyoruz. AKP ise bu toplumsal baş kaldırıyı özellikle seçtiği kimi figürler üzerinden bir yargı konusu yaparak lekelemeye çalışıyor. 

Bahsettiğiniz gibi davalarda da uluslararası bağlantılar ya da emperyalist odakların yönlendirme teşebbüslerinden söz ediliyor. Bunun denenmiş olmasından daha doğal bir şey olamaz. Ancak Gezi, uluslararası, emperyalist odaklar tarafından yönlendirilemedi. 

Oysa bugün AKP, emperyalist odaklarca bir kumar masasına dönüştürülmüş bölge siyasetinde önemli pozisyonlar peşinde koşuyor. Bunun için kendi sermayedarlarının ve uluslararası sermayenin çıkarları için Türkiye’nin ve halkımızın çıkarlarını bozuk para gibi harcıyor.

AKP’nin daha iktidara gelirken uluslararası sermaye odaklarıyla ne kadar içli dışlı olduğu, onların yerli işbirlikçileri diyebileceğimiz büyük sermaye gruplarına nasıl hizmetlerde bulunduğu, kısa bir süre önce Medusa’nın Salı belgeselinde bir kez daha toplumun geniş kesimlerine hatırlatıldı.

Buna özellikle değinmek istedim, çünkü Haziran Direnişi aslında AKP’nin ülkemizi emperyalizmin oyuncağı haline getirmesine karşı da bir isyandı. Bugün ise AKP, Haziran Direnişi’ni emperyalist odaklarla ilişkilendirerek mahkûm etmeye çalıştıkça iyice inandırıcılığını yitiriyor. Adeta çırpınıyor.

Bu konu hakkında, Osman Kavala veya Ayşe Barım’la ilgili yani kişilere dönük kanaatimizden öte bir değerlendirme yapmakta fayda var.

gezi

'Gezi’nin izleri hâlâ halkımızın hafızasında taze'

Söyleşimizi bitirirken, yapmak istediğiniz ek bir katkı veya vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Türkiye toplumuna öylesine damga vurdu ki Haziran Direnişi, ne zaman başımızı kaldırıp ayağa kalksak, omuz omuza versek, Haziran Direnişi’ne referans veriliyor. Çünkü Gezi’nin izleri hâlâ halkımızın hafızasında taze. 

Toplumumuz, 12 yılın ardından, çok kereler olduğu gibi, bugün yine AKP zorbalığına karşı bir direnç gösteriyor. Bu direnci tüketmeden, düzen siyasetine meze edilmesine izin vermeden, tıpkı Gezi Direnişi’nde olduğu gibi bu toplumsal hareketi de kimi kılıflara uydurup mahkûm etmelerine izin vermeden güçlü bir politik doğrultuda sürdürmek ve AKP Türkiye'sine bu zorbalığa teslim olmayacağımızı göstermek zorundayız.

12 yılın ardından Haziran Direnişi’nde hayatını kaybeden bütün yurttaşlarımızı, gençlerimizi bir kez daha sevgi ve saygıyla anıyoruz. 

Buradan hareketle bugün, Ali İsmail Korkmaz'ın memleketi Eskişehir'de gençlik örgütlerimizin katkısı ve Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi (THTM) Öğrenci İnisiyatifleri’nin çağrısıyla gerçekleştireceğimiz “Yaşamın Dozunu Yükselt” konserine bütün Eskişehirli yurttaşlarımızı ve gençleri davet ediyorum.

gezi

1.Türkiye Komünist Partisi, Eylül 2013'te 18 maddelik bir bildiri yayımladı. Yayımlanan bildirinin 12. maddesi şöyleydi:"Ay yıldızlı bayrağın Haziran direnişinde tuttuğu yeri bir arıza, bir bilinç eksikliği olarak görmek sadece direnişi anlamamak değil, direnişe sırt çevirmektir. Bayrakla simgelenen görüş, komünist şairimizin dizesinde saklı: Bu memleket bizim! Bu görüşten vazgeçmek ülkeden, halktan vazgeçmektir. Ülke aydınının, sosyalist hareketimizin, özgürlük ve eşitlik neferlerinin artık bu umutsuz ruh halinin eşiğinden bile geçmeye hakkı yoktur."
                                                            /././
‘İnsan olma’ mücadelesi -Atilla Özsever-
Bugün değerli hekim ve yazar Erdal Atabek’in birinci ölüm yıldönümü. Atabek, 12 Eylül döneminde Barış Derneği davasından 38 ay hapis yatar. Anı ve gözlemlerini “İnsan Sıcağı” isimli kitabında anlatır. Ve şöyle der: “Bazen insan olmak öylesine zordur ki. İnsan olmak ve insan kalmak. Sonuna kadar insan kalabilmek zor, evet ama ne güzel!”


Bundan tam bir yıl önce bugün (31 Mayıs 2024) değerli hekim ve yazar Erdal Atabek, dünyamızdan ayrılmıştı. Erdal Atabek, 1930 doğumluydu, 94 yıllık bir yaşamı olmuştu. Dr. Atabek, gerçek bir Cumhuriyet aydını, Atatürkçü bir kalem, sosyalist ahlak ilkelerini benimseyen bilge bir insandı…

Erdal Atabek, 1950-1955 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesinde okudu, iç hastalıkları alanında uzmanlık eğitimi aldı. Dr. Atabek, 1965 yılında SSK (Sosyal Sigortalar Kurumu) Samatya Hastanesi’nde dahiliye hekimi olarak çalışırken sendikalı işçilerle temas eder.

Erdal Atabek bu süreçte diğer hekimlerle birlikte sendikal mücadele içine girer ve o dönemde SSK Hekim ve Eczacılar Sendikası’nın kuruluşunda görev alır.

Dr. Atabek, daha sonra bu örgütçü anlayışını Türk Tabipleri Birliği’ne (TTB) taşır ve 1966 yılından 1984 yılına kadar bu birliğin başkanlığı görevini üstlenir.

Dr. Atabek, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında Barış Derneği Davası’ndan cezaevine girer ve orada 38 aylık bir hapis hayatı yaşar. TTB örgütü de, Atabek’in o süreçte cezaevinde olmasına karşın kendisini yine başkan seçer.

Erdal Atabek, bir süre SSK Genel Müdürlüğü görevinde de bulunur. 1966 yılından ölünceye kadar Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazılarını sürdürür.

İnsan olmak ve kalmak

Erdal Atabek, 12 Eylül dönemindeki hapislik hayatına ilişkin anı ve gözlemlerini “İnsan Sıcağı” isimli kitapta anlatır. Hapishane koşullarının olumsuzluğuna rağmen insanın “ayakta kalabilmesine” önem verir. “İnsan Sıcağı”nda şöyle der:

“Ayağa kalkmanın bedeli ağırdır. Korkuyu yenmeniz gerekir, utancı yenmeniz gerekir. Yol uzundur, taşlıdır, dikenlidir, yorucudur, üzücüdür, yaralayıcıdır.

Ama bütün bunların önemi yoktur. Artık yürüyeceksiniz. Değil mi ayağa kalktınız. Ayağa kalkmanın bedelini ödeyeceksiniz…

Yaşamanız boyunca… bazen cesaretin azalışını, bazen güvenin sarsılışını, bazen onurun zedelenişini, bazen yalnızlığı yine duyacaksınız.

Ama ‘insanız’, bütün bunları aşacaksınız. Bütün bunları tanıyarak, bilerek, düşünerek, duyarak aşacaksınız…

Bazen insan olmak öylesine zordur ki. İnsan olmak ve insan kalmak. Sonuna kadar insan kalabilmek zor, evet ama ne güzel!”

Yaşama sevinci

Yaşama sevincini her koşulda ayakta tutmaya önem veren Erdal Atabek, hapishane sürecini şöyle değerlendirir:

“İnsan her koşulu yenebileceğine inanmalı ve hiçbir kötü koşulda yılgınlığa düşmeden gücünü kullanmayı öğrenmeli. Benim bu olaydan çıkardığım sonuç budur…”

Dr. Atabek, kitabını da şu sözlerle tamamlar:

“Sağlıklı olmak, yaşama sevincini duymaktır. Sağlıklı olmak, yaşamı güçle tutabilmek, yaşama cesaretle bakabilmek, yaşamı bir tat, bir koku olarak duyabilmektir.

Sağlıkla ilgili her şey, yaşama sevinci için vardır, onun desteğidir, onun parçasıdır. Şimdi, bir an durun, ‘varım’ deyin. ‘Varım, yaşıyorum, yaşadığımı duyuyorum’ deyin. Sağlığınızı duyuyorsunuz…”

Laiklik ve sosyalizm

Erdal Atabek, Atatürkçü düşünceye ve laikliğe büyük önem veren bir kişiydi. Birçok kitabında ve yazısında Atatürk’ün mücadelesini örnek göstererek “Ben Mustafa Kemal’i dinliyorum” derdi. Laikliğe verdiği önemi de Cumhuriyet’te çıkan son yazısında (29 Nisan 2024) şöyle dile getirmişti:

“Biz laik bilimsel eğitim istiyoruz. Söyleyecek söz budur. Bugün de yarın da bu sözle iktidarın karşısına dikilmeliyiz. Çocuklarımızın geleceğine sahip çıkmalıyız. Bu ülkenin geleceğine sahip çıkmalıyız. Kitlesel olarak ve kararlılıkla”.

Gençlerin bilinçlenmesine de büyük önem veren Erdal Atabek, “Modern Dünyada Değer Kayması ve Gençlik” isimli kitabında da Cumhuriyet değerleriyle insani, ahlaki değerlere tarihsel, sosyal ve ekonomik bağlamda değinir.

Dr. Atabek, kapitalist ve sosyalist ahlaki değerleri karşılaştırarak görüşünü şöyle açıklar:

“Kapitalist ahlak değerleri ile sosyalist ahlak değerleri arasındaki temel eksen farkı; kapitalist değerlerin ‘sahip olunan para ve mal varlığı’na dayanmasına karşın, sosyalist ahlak değerlerinin ‘insanın toplum yararına harcadığı emek değeri’ne dayanmasıdır…

Temel değişim, insanların üretme, yaratma ve paylaşma ilkelerini belirleyecek olan sosyal ve ekonomik yapıdır. Bu yapının uluslararası kapitalist ekonomi yoluyla oluşması önlenmeli, yeni bir sosyal ekonomik model bulunmalıdır. Bu model elbette insana ve insan emeğine dayalı olacaktır. Geleceğin sosyalizmini de bu hedefler biçimlendirecektir”.

Mücadeleyi sürdürmek

Erdal Atabek’le 1990’lı yılların başında bir tanışıklığımız olmuştu. Cağaloğlu’ndaki Cumhuriyet gazetesine zaman, zaman gidip kendisiyle çeşitli sohbetler yapardık. Erdal Atabek, gençlerle ve çalışma arkadaşlarıyla sohbet etmeyi sever, onları bilgilendirir, görüşlerini alır, kendi görüşlerini ifade eder, mizahi bir üslup konuşmayı severdi. Psikolojik sorunlarımızı da ona danışırdık…

2021 yılında “Mesele Teslim Olmamakta” isimli bir kitap çıkarmıştım, önsözünü Erdal Atabek yazmıştı. Erdal hocamız kitabın önsözünde, 1970 ile 2020 yıllarını kapsayan 50 yıllık dönemde yaşadığım somut olaylar üzerinden Türkiye’nin yakın tarihiyle ilgili sürece dikkat çekmişti.

Atabek, önsözün bir bölümünde, “Bugün de emek-sermaye çatışması sürüp gidiyor. Ama örtük bir çatışmadır bu. Sermaye, yanına dini de almıştır. Sermayenin cambazlarıyla inancın bezirganları el ele bu soygun düzenini sürdürmektedir” dedikten sonra emekten, insandan, doğruluktan yana mücadelenin sürdürülmesi gerektiğine işaret etmişti.

Erdal Atabek’i iyi ki tanımışız, iyi ki bize aydınlık bir gelecek için ufkumuzu açan bir mücadele deneyimi ve eserler bırakmış. Birinci ölüm yıldönümünde değerli büyüğümüzü saygı ve sevgiyle anıyoruz…

(Soldan itibaren) Atilla Özsever, Erdal Atabek ve eşi Huri Atabek (3 Kasım 2019, Kadıköy).
/././
Tütün kontrolü çöktü: ‘Her yer duman altı', hükümet tütün şirketlerini teşvik ediyor.

31 Mayıs Tütünsüz Bir Dünya Günü öncesinde hekimler, “Kök neden tütün endüstrisidir, maskesini düşürelim” dedi. DSÖ'nün çalışmasına göre Türkiye, hükümetlerin tütün endüstrisinden etkilenme indeksinde 72 puanla ilk sıralarda yer alıyor.
Dünya Sağlık Örgütü’nce belirlenen 31 Mayıs Tütünsüz Bir Dünya Günü öncesinde Türkiye’deki hekim örgütleri yaptıkları açıklamalarla tütün tüketimindeki rekor artışa işaret etti.

Sorunun kök nedeninin tütün endüstrisi olduğuna ve tütün endüstrisinin maskesinin düşürülmesi gerektiğine vurgu yapan hekimler, Türkiye’de hükümetin tütün endüstrisine verdiği teşvik ve ödüllerin endüstrinin daha da güçlenmesine yol açtığının altını çizdi.

İstanbul Tabip Odası’nda dün düzenlenen basın toplantısında sunum yapan Türk Tabipleri Birliği Tütün Kontrolü Çalışma Grubu’ndan Dr. Osman Elbek ulusal tütün kontrol mevzuatının hükümlerinin ve uygulamalarının tümüyle çöktüğünü, Türkiye’de herhangi bir kontrol programının olmadığını vurguladı.

'Her üç gençten biri tütün kullanıyor'

“Her yer duman altı” başlığıyla düzenlenen basın toplantısında ortak açıklamayı okuyan TTB Tütün Kontrolü Çalışma Grubu’ndan Dr. Esin Tuncay, Türkiye’nin DSÖ’nün “Tütün Kontrolü Çerçeve Sözleşmesi”ni 2004 yılında kabul ettiğini hatırlattı.

Sözleşmenin kabulüyle atılan adımların kısa süre sonra tersine çevrildiğine işaret eden Tuncay, bugün gelinen noktada tüm dünyanın “Türkiye’nin tütün kontrolü alanındaki çöküşünü” izlediğini kaydetti.

“2025 yılı itibarıyla ülkemizde yaşanan tütün salgını kabul edilemez bir boyuttadır” diyen Tuncay şu bilgileri verdi:

  • Türkiye’de sigara üretimi, 2008-2011 yılları arasında %17 azalma göstermişken, 2011-2024 arası dönemde yüzde 77 artış göstererek 200 milyar adet sınırına ulaşmıştır.
  • Yurtiçi sigara satışı, 2008-2011 yılları arasında yüzde 15 azalma göstermişken, 2011-2024 arası dönemde yüzde 65 artış göstererek 150 milyar adeti aşmıştır.
  • Tütün kullanım oranı erkeklerde yüzde 46, kadınlarda yüzde 24, toplamda yüzde 35’e ulaşmıştır.
  • Gençlerde kullanım oranları erkeklerde yüzde 45, kadınlarda yüzde 21, toplamda yüzde 33’tür.
  • 15-29 yaş grubu arası gençler 17 yaşında tütün ürünlerini denemeye ve kullanmaya başlamaktadırlar.

Üç yılda tütün şirketlerine 53 ayrı proje desteği

Her üç gencinden birisinin tütün ürünü kullandığı bir ülkede tütün kontrolünden söz etmenin olanaksız olduğunu belirten Tuncay, siyasi iktidarın sadece 2019-2022 yılları arasında tütün şirketlerine 53 ayrı proje desteği verdiğini vurguladı. Tuncay tütün şirketlerine yönelik destekten vazgeçilerek onlara yönelik etkin yaptırımlar uygulanması çağrısında bulundu.

Türk Tabipleri Birliği başta olmak üzere konu hakkında yetkin olan meslek ve sivil toplum örgütlerinin katılımıyla Ulusal Tütün Kontrol Programı’nin yeniden şekillendirilmesi gerektiğini belirten Tuncay mevzuata yönelik ihlalleriyse şöyle sıraladı:

  • Sigara satış noktalarının hemen tamamı uymaları gerekli yasal mevzuatı ihlal ederek tütün ürünlerinin doğrudan ya da dolaylı reklamını yapmaktadırlar.
  • Tütün ürünlerinin sağlık uyarılarının gözükmemesi için dik sergilenmemesi, çocukların kolaylıkla erişebileceği tezgah üstü yerlerde ürünlerin teşhir edilmesi, belirli markaların öne çıkarılması, tütün şirketlerine ait ürün standı ya da özel dolap bulunması bu kapsamda dikkat çeken mevzuat ihlallerinin başında gelmektedir.
  • Türkiye’nin hemen yerinden ülkemizde ruhsatlandırılmamış ve bu nedenle satışı yasak olan elektronik sigaraya ulaşmak çok kolaydır.
  • Mevzuat hükümlerine uygun olmasa da hemen her köşede açılan nargile sunan işletmeler nedeniyle nargile iç pazarı hemen tümüyle kayıt dışına çıkmıştır.
  • Türkiye’de tüketilen sigaraların yaklaşık yarısı Ankara, Antalya, Bursa, İstanbul ve İzmir’de satılmaktadır. Ancak söz konusu illerin yerel yönetimleri, Sağlık Bakanlığı ve il valilikleri tarafından sürdürülen tütün kontrolü uygulamalarına dahil edilmemektedir.

'Bir tütün şirketi yöneticisi Ticaret Bakan Yardımcısı olarak görev yaptı'

Türk Tabipleri Birliği, tabip odaları ve uzmanlık derneklerince yapılan ortak açıklamada da Tütünsüz Bir Dünya Günü’nün bu yılki temasının “Tütün Endüstrisi'nin Maskesini Düşürmek, Tütün ve Nikotin Ürünlerine Yönelik Endüstri Taktiklerini Açığa Çıkarmak” olduğu duyuruldu.

Tütün endüstrisinin ürünlerini satmak için her zaman farklı taktikler uyguladığı, hedefinde daha çok kadın, genç, adolesan, çocuğun olduğu, siyasilere ulaşarak lobi faaliyetleri yürüttüğü, “sosyal sorumluluk” projeleriyle kendisini aklamaya çalıştığı vurgulanan açıklamada, Türkiye’de tütün endüstrisi ile iktidar arasındaki ilişkilere de değinildi:

“Basına da yansıyan haberlere göre bir süre önce ulusötesi bir tütün şirketi yöneticisi ülkemizde Ticaret Bakan Yardımcısı olarak görev yapmıştır. Tütün ve nikotin endüstrisi sosyal sorumluluk projelerine destek vererek kendini aklamaya çalışır. Dünyada yılda 8 milyondan fazla, Türkiye’de 100 binin üzerinde kişinin ölümünden sorumlu bu endüstri, ülkemizi derinden sarsan Şubat 2023 depremlerine yaptığı nakdi yardımla kendini toplumun gözü önünde aklama fırsatçılığını kaçırmamıştır.”

Türkiye'de hükümetler tütün endüstrisinin etkisi altında

DSÖ’nün Mayıs 2024'te yayımladığı rapora atıfta bulunan açıklamada, Türkiye’de hükümetlerin tütün endüstrisinden etkilenme indeksinde 72 puanla endüstriden en çok etkilenen ülkeler arasında olduğu belirtildi.

Ülkemizde tütün satışlarının alarm verdiğine işaret edilen açıklamada, Türkiye’de sigara iç satışının 2011’den bu yana yaklaşık yüzde 65 artarak 150,49 milyar adede ulaştığı hatırlatıldı.

“Bu sayı ne yazık ki ülkemiz için bir rekor niteliğindedir” denilen açıklamada satış noktalarına yönelik çalışmalarda tespit edilen ihlallerin geçen yıl 2014’e göre yüzde 100’e varan oranda arttığı kaydedildi.

Tütün endüstrisine verilen teşvik ve ödüllerin gençlerin ve toplum sağlığının düşmanı olarak görülmesi gereken tütün endüstrisini daha da güçlendirdiğini vurgulayan hekimler “Önlenebilir bir bağımlılık nedeniyle milyonlarca yaşam kaybolmakta. Kök neden tütün endüstrisidir, maskesini düşürelim!” çağrısında bulundu.

(https://haber.sol.org.tr/haber/sigara-tuketiminde-rekor-artis-hizi-1980-sonrasi-tuketim-patlamasindan-da-yuksek-398135)

                                                     ***

Trump’ın 'Altın Kubbe'si ne işe yarayacak?-Ogün Eratalay-

Trump'ın ABD’nin halihazırda dünyanın dört bir köşesinde askeri üsleri, erken uyarı sistemleri ve füze rampaları bulunmasına karşın açıkladığı “Altın Kubbe” sistemi adımı yeni bir silahlanma hamlesi anlamına geliyor.

ABD Başkanı Donald Trump geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada ülkesinin artan dış tehditlere karşı korunması için “Altın Kubbe” (Golden dome) sistemini başlatacaklarını açıkladı. Beyaz Saray’da yapılan açıklama sırasında arka planda sadece basit bir görsel olması, planın teknik detaylarına dair doyurucu bilgi verilmemesi dikkat çekti. 

ABD’nin halihazırda dünyanın dört bir köşesinde askeri üsleri, erken uyarı sistemleri ve füze rampaları bulunmasına karşın bu adımın atılması yeni bir silahlanma hamlesi anlamına geliyor.

o

Altın Kubbe ne anlama geliyor?

Konuyla ilgili olarak Beyaz Saray Oval Ofiste yapılan sunumda söz alan Trump, seçim vaadi olan ve 40 yıl önce Ronald Reagan tarafından başlatılan ancak teknik yetersizlikler nedeniyle gerçekleştirilemeyen projenin hayata geçirileceğini belirtti. Düşman ülkelerden gelen füze tehditlerine karşı tam koruma sağlayacağını söylediği sistemin uzay boyutunun da olduğu, uzaydan da tehlikelerin bertaraf edilecek sistemlerin kurulacağını ekledi. Sisteme Kanada’nın da dahil olmak istediğini söyleyen Trump, projenin kendi başkanlık dönemi sona ermeden faaliyete geçeceğini, hipersonik füzeler gibi son teknolojik silahlara karşı da korunma sağlayacağını ekledi. Projeye ilk adımda 25 milyar dolar ödenek ayrılacak, toplam projenin maliyeti ise 175 milyar dolar olacak. Savunma Bakanı Pete Hegseth’in de bulunduğu sunumda projenin yürütülmesiyle görevlendirilen Amerika Birleşik Devletleri Uzay Kuvvetleri mensubu Orgeneral Michael Guetlein, düşmanların nükleer denizaltılar, hipersonik füzeler ve uzayın silahlandırılmasıyla tehditlerini artırdığını öne sürerek Altın Kubbe sistemi sayesinde bütün bu tehditlere karşı korunma sağlanacağını belirtti.

ABD şu anda savunmasız mı?

Bütün bu tehdit söylemini duyan ve konuyla alakası olmayan birisinin ilk tepkisi herhalde ABD’nin büyük bir güvenlik zafiyeti içinde olduğunu düşünmesi olur. Ancak gerçek pek de böyle değil. Nükleer dahil olmak üzere dünyanın en büyük cephaneliğine, ordusuna ve lojistik kabiliyetine sahip olan ABD kendi toprakları dışında tam 128 askeri tesise sahip. NATO ülkeleri dışında pek çok Orta Doğu ülkesinin yanı sıra Güney Kore, Japonya, Avustralya gibi Pasifik bölgesi ülkelerinde de üsleri mevcut. Bunun dışında uzay, kara ve denizdeki erken uyarı sistemleri sayesinde herhangi bir füze faaliyetini anlık takip kabiliyetine sahip. Bunun dışında kıtalararası füzelere karşı savunma sistemleri (GMD), yüksek irtifa savunma sistemleri (THAAD), deniz kuvvetlerinin yoğun olarak kullandığı Aegis savunma sistemleri ve özellikle yurtdışı üslerde kısa menzilli güvenlik için kullanılan Patriot sistemleri aktif durumda.

ABD’nin aktif savunma sistemleri.

İsrail karşılaştırması ne kadar sağlıklı?

Trump sunumda ABD’nin de geliştirilmesinde katkısının bulunduğu İsrail’in Çelik Kubbe sistemine atıfta bulunarak bu sistemin iyileştirilerek tüm ülkenin güvenliğinin alınacağını belirtti. Ancak Çelik Kubbe hem çok kısa mesafelerde devreye giriyor hem de son dönemde görüldüğü gibi kusursuz değil. Filistin direnişinin 7 Ekim günü başlattığı saldırı sırasında sistemin ne kadar zafiyetli olduğu görüldü. Öte yandan İsrail’in yüzölçümünün 21 bin 937 km2 buna karşılık ABD’nin yüzölçümünün 9 milyon 147 bin 590 km2 yani İsrail’in 417 katı olduğu düşünüldüğünde uygulama sorunları hayal edilebilir.

jt
Lockheed Martin patronu Jim Taiclet.

Proje kimleri sevindiriyor?

Trump tarafından yapılan açıklamanın ardından Fox Haber Bültenine konuk olan Lockheed Martin patronu Jim Taiclet projenin çok yerinde olduğunu ve haberin kendilerini sevindirdiğini belirtti. Havacılıktan füze sistemlerine, savaş uçaklarından uzay faaliyetlerine varıncaya kadar Amerikan emperyalizminin öncü kuruluşlarından olan firmanın patronu ülkenin bu savunmaya ihtiyacı olduğunu ancak iyi planlanması gerektiğini belirtiyor. 

Programda kendisine sorulan ve firmasının ürünü olan F-35’in yaşadığı sorunlara dair soruları başarıyla atlatan Taiclet, tehdidin iyi analiz edilmesini ve savunmanın da buna göre planlanması gerektiğini söyleyerek tüm ülkenin söylenildiği gibi savunulmasının olası olmadığını da ikrar etmiş oldu.

Uzayın silahlandırılmasını da içeren Yıldız Savaşları projesi yeniden mi gündemde?

Trump’ın sunumdaki iddialarından birisi de “düşmanların” uzayı silahlandırdığı yönündeki vurgusuydu. Rusya ve Çin’e yönelik yaptığı açık olan bu vurgu gerçeği yansıtmasa da Trump’ın uzayı silahlandırmak için bahane üretiyor. Uluslararası anlaşmalar uyarınca bu mümkün olmasa da fiilen bunu delen uygulamaların yapılması mümkün. Ancak açıklamaya gelen ilk tepkiler bu planın halihazırda mevcut olan stratejik denge halini sabote edeceği, bir silahlanma yarışına yol açacağı yolunda. Trump’ın sunumunda Ronald Reagan’a atıfta bulunması Amerikan emperyalizminin bu alana dair de yakın dönemde girişimlerde bulunacağını gösteriyor.

***

Aklı selim bir değerlendirme yapıldığında ABD’nin bu türlü bir savunma sistemine ihtiyacı bulunmadığı çok bariz bir şekilde ortaya çıkıyor. Ancak özellikle savunma harcamalarının ve silah şirketlerinin kârlarının artırılması, Pasifik Bölgesi'ne yapılan askeri yığınak düşünüldüğünde tüm ülke kamuoyunu bu başlıklara odaklayıp tehdit algısını gündemde tutmak için çok işe yarayacak, hiç gerçekleşmese de silahlanma yönünde önemli girdilerinin olacağı kesin olan bir proje başlatılmış durumda.

                                                             /././

Rektör atama!-Rıfat Okçabol-

Akademisyenliklerine gölge düşürmek istemeyenlerin yapacağı bir şey vardır: Böylesine rektör atama yönteminin geçerli olduğu sürece, rektör adayı olmamak ve de rektör atanma önerilerini de kabul etmemektir; üniversitelere kayyum olarak atanmayı reddetmektir.

Bilindiği gibi Darülfünun Osmanlı'dan miras kalmış bir yükseköğretim kurumudur. Bu kurum 1933’te bir yasayla kapatılıp, halk egemenliğine dayalı Cumhuriyetin akıl gücü olması umuduyla İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülmüştür. 24 Ekim 1934’te çıkarılan üniversite yönetmeliğine göre, eğitim bakanının önerisi üzerine (bakan, başbakan ve cumhurbaşkanının imzalayacağı) üçlü kararnameyle rektör atanmasına başlanmıştır. Dekanları ise bakan atamıştır.

Üniversitelerin bilimsel araştırmalarla toplumsal sorunları çözme ve toplumu aydınlatma işlevini hızlandırmak ve bunun için gerekli olan üniversite özerkliğini sağlamak üzere, 8 Haziran 1946 tarihinde 4936 sayılı Üniversite Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanuna göre, fakülte profesörlerinin seçeceği kişi dekan ve üniversite profesörlerinin seçeceği kişi de rektör olmuştur.

İlgili kurulların kendi yöneticilerini seçmesi yöntemi, 12 Mart 1971 askeri müdahalesinden iki yıl sonra çıkarılan 1750 sayılı Üniversiteler Kanunu’nda da aynen korunmuştur.

Ancak 12 Eylül 1980 darbecilerinin 6 Kasım 1981 tarihinde kabul ettiği 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu, üniversitelerin özerkliğine son vermiştir. Üniversiteleri denetim altında tutacak YÖK kurulmuştur. Cumhurbaşkanının YÖK’ün göstereceği 4 adaydan birini rektör olarak ataması ve dekanların da YÖK tarafından atanması yöntemi getirilmiştir.

1992 baharında ikinci kez rektör atama süreci yaklaştığında, Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) akademisyenleri, “Kendi rektör adayımızı kendimiz belirlemek istiyoruz” girişimini başlatmıştır. Bu süreçte YÖK başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı, her üniversitede 7 YÖK üyesi ile o üniversitenin fakülte temsilcisi senatörlerinden oluşturulacak komisyonun, üniversitenin rektör adaylarını belirlemesi yöntemini getirmiştir. BÜ akademisyenleri YÖK ile işbirliği yapılmasını kabul etmemiştir. Üniversitede yoğun katılımla gerçekleştirilen seçim sonunda belirlenen ilk 6 rektör adayının adları, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere ilgili tüm birimlere gönderilmiştir. Bu gelişmelerin ardından 1 Temmuz 1992 tarih ve 3826 sayılı yasa değişikliği ile üniversitelerin seçimle 6 rektör adayını belirlemesi, YÖK’ün bu 6 adayı üçe indirmesi ve Cumhurbaşkanı’nın da bu üç adaydan birini rektör olarak ataması yöntemi getirilmiştir. Bu yasanın kabulü üzerine, İhsan Doğramacı YÖK başkanlığından istifa etmiştir.  

Bu uygulama, 1-2 istisna dışında 2008’e kadar en çok oy almış adayın rektör olarak atanmasıyla devam etmiştir. 2008’den sonra ise 1-2 istisna dışında, AKP’ye yakın olan adaylar, kaçıncı sırada oy aldıklarına bakılmaksızın, rektör olarak atanmıştır. Ne yazık ki bu tür atamalar, üniversiteler yeterince karşı çıkmayınca, bir gelenek haline gelmiştir. BÜ’de 2018 Temmuz’unda yapılan rektör adaylarını belirleme seçiminde, oyların yüzde 80’ninden fazlasını alan aday rektör olarak atanmadığı gibi, diğer adaylar da oyların çoğunluğunu almadıkları için rektörlüğü kabul etmemişlerdir. Yürürlükte olan yasal mevzuata karşın, uzun süre BÜ’ye rektör atanmamıştır.  

15 Temmuz 2016 "Fetöcü" darbe girişimi, bu noktada da AKP iktidarına yaramış ve 20 Temmuzda OHAL ilan edilmiştir. 29 Ekim 2016’da Resmi Gazete'de yayımlanan 676 sayılı OHAL KHK’sinin 85. maddesinde, “Devlet üniversitelerinde rektör Yükseköğretim Kurulu tarafından önerilecek, profesör olarak en az üç yıl görev yapmış üç aday arasından Cumhurbaşkanınca atanır. Vakıflarca kurulan üniversitelerde rektör ataması, mütevelli heyetinin teklifi üzerine yapılır” ifadesi yer almıştır. Böylece üniversitelerin seçimle altı rektör adayı belirlemesi yöntemine son verilip darbe dönemine geri dönülmüştür. Anayasa Mahkemesi (AYM), nedense OHAL ile ilgisi olmayan rektör atamayla ilgili bu KHK maddesini iptal etmemiştir.

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildiğinde de 2 Temmuz 2018 tarih ve 703 sayılı KHK’nin 135’inci maddesinde, “Devlet ve vakıf üniversitelerine rektör, Cumhurbaşkanınca atanır. Vakıflarca kurulan üniversitelerde rektör ataması, mütevelli heyetinin önerisi üzerine yapılır” ifadesine yer verilmiştir. AYM, 4 Haziran 2024 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan kararıyla, üniversite özerkliği gibi gerekçelerle, 703 sayılı yasada Cumhurbaşkanına verilen rektör atama yetkisini iptal etmiştir. AYM’nin bu konuda 6 yıl sonra karar vermesi de, iktidara yasal değişiklik yapması için 1 yıl gibi uzun bir süre tanıması da düşündürücü olmuştur. 2018’den bu yana atanan tüm rektörlerin AKP’li ya da yandaş olması nedeniyle üniversitelerin içine düştüğü (en son BÜ’de de görülen) durum göz önüne alındığında, AYM’nin bu konudaki tutumu daha da düşündürücü olmaktadır.

Demokratik yaşamda çağ atlattığı iddiasındaki iktidar, bir yıldır, AYM’nin yetkisiz gördüğü yetkiyi kullanıp yandaş kişileri rektör atamaya devam etmiştir. İktidarın bu yetkiyi kaybetmek istemediği görülmektedir. Çünkü iktidarın üniversiteleri toplum yararına bir kurum olarak kullanma gibi bir derdi yoktur. İktidarın, işine gelmeyen AYM kararlarına (Can Atalay konusundaki kararı gibi) uymadığı bilinmektedir. Ayrıca iktidar, AYM’nin çeşitli gerekçelerle iptal ettiği yasa maddelerini, kısa bir süre sonra meclisteki çoğunluğuna ve de AYM’in iptal kararında (öğretmenlerin kariyer basamaklarına ayrılması konusunda olduğu gibi) ısrarcı olmamasına dayanarak yeniden yasalaştırma alışkanlığını edinmiştir. Bu nedenle iktidarın rektör atama sürecini birazcık olsun demokratikleştirmesi beklenmemektedir.

Oysa halk egemenliği ve demokrasi anlayışı gereği, değişik öğrenim düzeyine sahip seçmen kendi muhtarını, belediye başkanını ve devleti yönetecek kişileri seçebildiği gibi, en az doktora düzeyinde öğrenim görmüş akademisyenin de, kendi yöneticisini seçmesi her halde doğal bir durumdur. Ancak iktidarın ileri demokrasisinde böyle bir anlayışa yer yoktur. Gündemde olan torba yasada, AYM’nin iptal ettiği madde aynen korunduğu gibi, Cumhurbaşkanına YÖK’ün 14 üyesini doğrudan belirleme, 7 üyesini de Cumhurbaşkanın atadığı rektörlerin büyük çoğunlukta olduğu Üniversitelerarası Kurul aracılığıyla dolaylı yoldan belirleme yetkisi vermektedir. Amaç bellidir: İstenen zaten AKP’nin üniversitesine dönüşmüş kurumları aynen devam ettirmektir.

Bu durumda, akademisyenliklerine gölge düşürmek istemeyenlerin yapacağı bir şey vardır: Böylesine rektör atama yönteminin geçerli olduğu sürece, rektör adayı olmamak ve de rektör atanma önerilerini de kabul etmemektir; üniversitelere kayyum olarak atanmayı reddetmektir.

Bu arada AKP iktidarının ileri gelenlerinin, torba yasalarla Cumhurbaşkanını olağanüstü yetkileriyle donatmak istemelerini ve yeni yetkiler verme konusunda yarışmalarını anlamak mümkün değildir.

                                                          /././

soL








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -17 Haziran 2025 -

  Ali Rıza Aydın: '1924 Anayasası aydınlanma ile gericiliğin birlikte yaşadığı metindir' -Özkan Öztaş- Yeni "çözüm süreci"...