Meydan korkusu -Mine Söğüt-
Taksim kötülük için hep bir kapandı. O meydanı bir gün yasaklardan arındırmak ve gerçekten bir halk meydanı yapmak elzem demektir. Bu ülke, meydanlarında muharebeler değil karnavallar yapılacağı gün kendine gelecektir.
Taksim meydanı neredeyse yarım asırdır 1 Mayıs’larda iktidardakilerin hep korkulu rüyası.
Oysa herkes biliyor; ortada artık ne işçi var ne emekçi ne de bayram. Marx çoktan öldü, Lenin en derine gömüldü ve dünyanın bütün işçileri tüketici kimliği altında birleştiğinden komünizm tehlikesi tarihe karıştı.
Faşizmin kıtalara bayrağını tek tek diktiği ve devrim denilen şeyin de nicedir çoğu insan için sadece şarkılarda yaşayan sevimli bir hayalete dönüştüğü şu zamanda değişmeyen tek şey var o da iktidarların zalimliği.
Zalimler hala dünyayı korkuya sarılarak yönetiyorlar ve halkları da korkularla eğitmek istiyorlar.
Misal; bu ülkede insanların 1Mayıs’ta Taksim’e çıkmasını yasaklıyorlar çıkmaya yeltenini de korkutarak sindirmeye çalışıyorlar.
Taksim Meydanı… Aslında şehrin en turistik alanı.
Ama şu anda polis kuşatmasında. Bugün oraya gitmek yasak. Yakınlarından geçmek yasak. Orada eylem yapmayı istemek yasak. Hatta eylem yapmayı akıldan geçirmek bile yasak.
Meydanın etrafında asla çıkılamayacak ve asla girilemeyecek mahalleler, sonu başı tutulmuş sokaklar var. Tırmanılmaktan menedilmiş yokuşlar, çalıştırılmayan metrolar, tramvaylar var.
Binalarının çatılarında keskin nişancılar, köşe başlarında kara kara TOMA’lar var.
Meydandaki kuşlar ve köpekler her 1 Mayıs’ta olduğu gibi yine şaşkınlar.
Evsizler sığındıkları köşelerden, uzandıkları banklardan, yayıldıkları parktan sürülmenin, simitçiler, kestaneciler, mısırcılar ve dilenciler en işlek yerde kazanacakları üç kuruştan olmanın, koca meydan da yine ve yine boşaltılmanın tedirginliği yaşıyor.
Taksim’e gitmesi, Taksim’den geçmesi, Taksim’i istemesi yasaklanmış bir halk şehrinin merkezindeki bir meydandan siyaseten sürülüyor.
Şu anda öyle bir hava var ki meydanda…
Sanki az sonra savaş çıkacakmış gibi.
Sanki düşman en ağır silahlarla meydana dalacakmış gibi.
Sanki korkunç şeyler olacakmış gibi.
1977’yılının kanlı 1 Mayıs’ından sonra yasaklanan ve neredeyse yarım asırdır hak, hukuk, adalet isteyenlerle, hak, hukuk ve adalet ihtimalinin üzerine karabasan gibi çöreklenenler arasında geçen bitmek tükenmek bilmez bir muharebeye meydanlık yapan bu alanda son 48 yıldır sadece üç kere 1 Mayıs kutlandı.
2010’da, 2011’e ve 2012’de…
2013’ün 1 Mayıs’ında Taksim’e çıkmak yeniden yasaklandı. Sonrası, biliyorsunuz tufan.
Mayıs sonu parkta Gezi olayları başladı ve meydana kadar taştı. Ardından yıllara yayılan ve bugünlere kadar varan tutuklamalarla bugüne kadar geldik.
Tarihe gençlerin şiddet içermeyen muhteşem bir eylemi olarak geçebilecekken iktidar tarafından zoraki bir şekilde kriminalize edilerek rengi değiştirilen ve kısa bir süre de olsa tüm ülkeye güzel şeyler düşündüren Gezi eylemlerinin bu meydanda karnaval havası yarattığı o günlere bugünlerden tekrar baktığımızda gördüğümüz şeyi kendimize dürüstçe itiraf edersek…
Taksim kötülük için hep bir kapandı.
Muhaliflerini her dönem o meydana sürerek avlayan ve meydan atmosferinde güdümlü bir gerginlik ortamı yaratıp hiçbir hakkı ve hukuku tanımayan muktedirlerin ele geçirdiği meydan iktidarı bu kadar korkutuyorsa…
O meydanı bir gün yasaklardan arındırmak ve gerçekten bir halk meydanı yapmak elzem demektir.
Bu ülke, meydanlarında muharebeler değil karnavallar yapılacağı gün kendine gelecektir.
/././
Kürt sorunu ve demokrasi -Rıza Türmen-
Şurası gerçek ki PKK, Öcalan’ın çağrısına uyarak silahları bıraksa, sonra da kendisini feshetse bile Kürt sorunu var olmayı sürdürecek. Bu sorun Türkiye toplumu ve devleti için bir demokrasi sınavı olacak. Sorunun çözümünü AKP-MHP blokundan beklemek boşunadır.
Türkiye tuhaf bir ülke. Bir yanda giderek artan baskı, yargı eliyle muhalif sesleri susturmaya yönelen ana muhalefet partisinin belediye başkanlarını, barışçı gösteri yapma hakkını kullanan gençleri, bir partinin Cumhurbaşkanı adayını cezaevine koyan, tam bir otoriter rejim olma yolunda hızla yürüyen bir iktidar ve buna karşı direnen, demokrasi, özgürlük mücadelesi veren, gençlerin önemli bir rol oynadığı halk var. İktidar, halkın çoğunluğunun desteğini yitirmiş, rıza üretmekten vazgeçmiş, baskı, şiddet yoluyla iktidarını sürdürmeye çalışıyor.
Öbür yanda ise “terörsüz Türkiye” sloganı altında yürütülen bir açılım süreci var. Orada başka bir dünya var. Her şey toz pembe. Çağrılar yapılıyor, ziyaretler gerçekleştiriliyor, topluma barış dolu iyimser mesajlar veriliyor. Her ziyaret çok iyi, çok olumlu geçiyor.
Açılım süreci silahların bırakılması gibi dar bir alana sıkışmış. Bunun içinde demokrasi, Kürt sorununa barışçı bir çözüm getirilmesi, bu amaçla bir müzakere sürecinin başlatılması yok. Kürt sorununun çözümü için demokratik bir çerçeve gerekiyor. Ancak demokrasi, hukuk devleti, insan haklarının geçerli olduğu bir Türkiye’de Kürt sorununa kalıcı bir çözüm bulunabilir.
Başka uluslararası örneklerde de görüldüğü gibi, Kürt sorunu gibi kimlik sorunlarının çözümü bir demokratikleşme süreciyle el ele yürütülmekte. Güney Afrika bunun iyi bir örneği. 1990’da iktidardaki Ulusal Parti ile Mandela’nın Afrika Ulusal Kongresi arasındaki görüşmeler aynı zamanda bir demokratikleşme sürecine yol açtı. 1994’te ilk kez demokratik seçimler yapıldı. Bu seçimlerle Afrika Ulusal Kongresi oyların yüzde 62’sini alarak iktidara geldi. Nelson Mandela devlet başkanı seçildi. Arkasından yeni bir demokratik anayasa yapıldı. Geçmişin acılarıyla hesaplaşmak için bir hakikat komisyonu kuruldu. Apartheid sorununun çözümüyle demokratikleşme birbirlerine paralel olarak, birlikte ele alındı.
Bizde ise bunun tam tersi oluyor. Açılım süreciyle demokratikleşme birlikte değil, ters yönde yürüyorlar. Açılım süreci ilerledikçe iktidar baskıyı arttırıyor. Demokrasiden daha fazla uzaklaşıyoruz.
Ters yönde gelişen bu iki süreç birbirinden bağımsız, ayrı kompartımanlarda yürütülüyor. İktidar bloku böyle istiyor ve bunun mümkün olduğuna inanıyor.
Gerçekte her iki süreç de iktidarın, iktidarda kalma, var olma stratejisinin parçaları. Bir yandan Cumhurbaşkanlığı’nın en güçlü adayı saf dışı bırakılırken, öbür yandan Kürt oylarına göz kırpılıyor. Aynı zamanda DEM Parti ile CHP arasındaki yakınlaşmayı engellemek, bir demokratik ittifak olasılığını önlemek, DEM Parti’yi iktidar bloku saflarına çekmek amaçlanıyor.
Uluslararası konjonktür de iktidarın giderek otoriterleşmesine, ülke içinde terör havası estirmesine yardımcı oluyor. Trump’ın ikinci kere iktidara gelmesiyle demokratik devletler topluluğunun benimsediği değer sistemi büyük bir erozyona uğradı. Kaba güce dayanan yönetimler geçerli olmaya başladı. Çin ve Rusya bu tür yönetimlerin önde gelen örneği. AKP Türkiye’si de Putin Rusya’sı olmaya doğru gidiyor.
Şurası gerçek ki PKK, Öcalan’ın çağrısına uyarak silahları bıraksa, sonra da kendisini feshetse bile Kürt sorunu var olmayı sürdürecek. Bu sorun Türkiye toplumu ve devleti için bir demokrasi sınavı olacak.
Sorunun çözümünü AKP-MHP blokundan beklemek boşunadır. İktidar bloku silahların bırakılması ve PKK’nın kendini feshetmesi dışında tek kelime etmemekte. Söylediği zaman da “Kürt sorunu yoktur, sorun terör sorunudur.” görüşünü benimsemekte.
İktidarla Kürt hareketi arasında zımni ya da açık bir anlaşma olup olmadığını, silah bırakılması ve PKK’nın feshine karşılık Kürtlere ne verildiğini bilmiyoruz. Silahların bırakılmasından sonra demokratikleşme çerçevesinde Kürt sorununa çözüm kanallarının açılması beklentisi varsa, mevcut gelişmeler beklentinin gerçekleşmeyeceğinin açık bir göstergesi. İktidarı kaybetmek telaşı içindeki iktidar bloku muhalefete karşı adeta yargısal bir savaş açmış durumda. Her gün iktidarın daha otoriter bir yapıya evrildiğini görüyoruz. İktidarın bir kere bu yola girdikten sonra geri dönmesi, demokrasi yolunda adımlar atması beklenemez. İktidar bakımından silahların bırakılması ve PKK’nın feshiyle sorun bitmiş olacak. Bunun ötesinde adım atmaya niyetli gözükmemekte.
AKP-MHP iktidar blokunun birbiriyle çelişkili iki süreci birlikte yürütme olanağını bulması biraz da muhalefetin tutumundan kaynaklanıyor.
Kürt siyasal hareketi ve DEM Partisi iktidarın paradigmasını kabul etmiş görünüşü vermekte.
Her ne kadar Öcalan’ın çağrısının adı “Barış ve Demokrasi Çağrısı” ise ve çağrı metninde “demokratik bir toplum ihtiyacının kaçınılmaz olduğu”, “PKK’nın güç ve taban bulmasının demokratik siyaset kanallarının kapalı olmasından kaynaklandığı”, “Cumhuriyetin ikinci yüzyılı ancak demokrasiyle taçlandırıldığında kalıcı ve kardeşçe bir sürekliliğe sahip olabileceği” gibi ifadeler yer almakta ise de ve metne Sırrı Süreyya tarafından Öcalan’ın talimatıyla “Pratikte silahların bırakılması ve PKK’nın kendini feshi demokratik siyaset ve hukuki boyutunun tanınmasını gerektirir” şeklinde bir ekleme yapılmışsa da, “pratikte” silahların bırakılmasıyla demokratikleşme arasında bir ilişki kurulduğunu gösteren hiçbir işaret mevcut değil.
Oysa Dem Partisi’nin ve Kürt hareketinin iktidarın paradigmasını kabul etmek yerine Öcalan’ın çağrısına uygun olarak, demokratikleşmeyi silahların bırakılmasının bir koşulu olarak ileri sürmesi ve bunu demokratikleşme için bir fırsata çevirmesi beklenirdi. Bu fırsat kaçırılmışa benziyor.
Bunun yanında ana muhalefet partisi CHP, başarıyla yürüttüğü demokratik toplumsal mücadelenin içine Kürt sorununun barışçı çözümünü dahil etmedi. Kürt sorunu konusunda CHP’nin tutumu, demokrasi çerçevesinde çözüm için inisiyatif almak yerine çözüme engel olmamak şeklinde. Yani pozitif bir tutumdan çok negatif bir tutum.
Böyle olunca Kürt sorunuyla ilgili bir demokrasi boşluğu, bir çözüm arayışı eksikliği ortaya çıkıyor. Bu boşluğu doldurmak amacıyla bir sorumluluk sahibi yurttaşlar topluluğu “barış için toplumsal girişim” hareketini başlattılar. Hareketin amacı Kürt sorununa kalıcı bir çözüm bulmak için müzakere sürecini başlatmak. Bunu bir demokrasi hareketi çerçevesine oturtmak. Sorunun çözümüne toplumsal destek sağlamak. Sorunun çözümüyle ilgili çalışmalar yapmak, düşünce üretmek.
Bugünkü koşullarda “demokratikleşme” iki anlam taşımakta. Birincisi, iktidarın yargı eliyle uyguladığı baskı,şiddet,sindirme siyasetine dur diyebilmek. Birilerinin iktidara “ hem muhalefete her türlü baskıyı uygulayacaksın, hem de Kürtler’le barış süreci yürüteceksin. Bu kabul edilemez” demesi gerekir.
“Demokratikleşme” nin bir başka anlamı ise, Kürt sorununa çözüm arayışlarını başlatmak. Bunu demokrasi çerçevesine oturtmak. Bu kanaldan Türkiye’nin demokratikleşmesine katkıda bulunmak. Kürt sorununu içine almayan bir demokratikleşme süreci eksik kalacak,istenen sonuçu vermeyecektir. Kaldı ki, soruna kalıcı bir çözüm getirimediği takdirde ileride yeniden şiddete başvurulmayacağının güvencesi de yoktur.
Kürt sorununun çözümü için bir toplumsal dönüşüme ihtiyaç var. İnsanların farklılıklarıyla birlikte eşit ve özgürce var olabildikleri, bu farklılıkların yarattığı kimlik taleplerinin karşılandığı, tanındığı, kamusal alanda yer açıldığı çoğulcu bir toplum inşa edebilmeliyiz. Bu aynı zamanda demokratik bir devlet ve toplum olmanın gereği. Kürt sorununun çözümü çağdaş, çoğulcu bir demokratik cumhuriyete dönüşmenin vazgeçilmez temel taşı.
/././
İş aramaktan neden vazgeçildi?-Binhan Elif Yılmaz-
TÜİK’e göre işsiz sayısı sadece 2 milyon 807 bin kişi ama işsizlerin yüzde 80’i bir yıldan az süredir iş ararken, kalan yüzde 20’lik kesim 2-3 yıldır iş arıyorlar. Yakında bu nüfus iş aramaktan vazgeçerse, TÜİK onları da işsizlik oranına dahil etmeyecek.
Son yıllarda birçok ülkede en rahatsız edici trendlerden biri, işsizlik oranındaki yükseliştir. Ama hangi işsizlik oranı? Birden fazla işsizlik oranı tanımı var. Doğal, yapısal, friksiyonel, geniş tanımlı, gönüllü-gönülsüz işsizlik gibi.
Bu tanımlardan biri olan doğal işsizlik oranının, sağlıklı işleyen bir ekonomide bir zamanlar yüzde 3-4 olması normaldi. Sıklaşan krizler sonrası (küresel kriz, pandemi krizi, demografik kriz, yönetimsel krizler vb.) yüzde 6 ve ötesi normal kabul edilmeye başlandı.
TÜİK mart ayına ilişkin işsizlik ve istihdam verilerini yayımladı. TÜİK’e göre işsizlik oranı bir önceki aydaki yüzde 8,2 seviyesinden gerileyerek yüzde 7,9 oldu. Geniş tanımlı işsizlik ise 28,5’ten 28,8’e yükseldi.
Erkeklerde işsizlik oranı yüzde 6,5 ve kadınlarda yüzde 10,6. Genç işsizlik oranı ise yüzde 15,1. Genç işsizlik oranında da kadın-erkek eşitsizliği devam ediyor. Genç erkeklerde bu oran yüzde 11 iken genç kadınlarda iki katı.
TÜİK istihdam oranını ise mart ayında yüzde 49,2 olarak açıkladı. Bu oran hâlâ yüzde 50’nin altında. Genç, kadın ve üniversite mezunu işsizliğinin yüksekliği nedeniyle istihdam oranı dar bir banta sıkışmış durumda.
Tüm bu oranların nüfustaki payı da şöyle: Türkiye’de Çalışabilir Nüfus 66.245 bin kişi olmasına rağmen İstihdam Edilenler 32.597 bin kişi. İşsiz sayısı 2.807 bin kişi.
Ancak Çalışabilir Nüfusun çok önemli bir kısmı daha var, onlar; İşgücüne Dahil Olmayanlar.
Formülü hatırlatalım:
Çalışabilir nüfus = İstihdam Edilenler + İşsizler + İşgücüne Dahil Olmayanlar.
Bu formüle göre İşgücüne Dahil Olmayanlar, 30.840 bin kişi ve çok büyük bir nüfustan bahsediyoruz.
Milyonlarca kişi neden iş gücüne dahil değil?
Acaba iş aramaktan vaz mı geçtiler? Gönülsüz işsizlik mi yüksek yoksa işsizlik gönüllü bir durum mu ya da umudu kırılmış iş arayanlar mı var veya emekli ya da hastalar mı?
Cevabı bulmak için geniş tanımlı işsizlik, potansiyel iş gücü oranı gibi verilere bakmak gerekiyor. İşgücü istatistiklerinde sadece manşet işsizlik oranına bakarak gerçekleri göremiyoruz.
İşgücüne dahil olmayan milyonlarca kişi arasında iş bulma ümidi olmayanlar, çalışabilir durumda olup iş aramayanlar ve iş arasa da çalışamayacak olanlar var (bu üçünün toplamıyla potansiyel işgücü oranı hesaplanıyor).
Ayrıca ev işleriyle meşgul olanlar, emekliler, hastalık ve yaşlılık nedeniyle çalışamaz durumda olanlar ve diğerleri de var.
Şimdi de İşgücüne Dahil Olmayanların kendi içindeki paylarına ve yıllar itibariyle ne kadar değişim gösterdiğine bakalım. (Bkz. Grafik)
Son verilere göre potansiyel işgücü oranı 4.750 bin kişi ve işgücüne dahil olamıyor. 2,5 milyon kişinin iş bulma ümidi yok, 2,1 milyon kişi iş başı yapabilir ancak iş aramıyor.
Ev işleriyle meşgul olduğu için işgücüne dahil olmayan 6 milyon kişi var. Burada kadın-erkek ayrımı var ama erkeklerin payı sıfır, kadınlar yüzde 100 olarak bu alanda yer alıyor.
Eğitim-öğretimde olduğu için işgücüne dahil olmayan kişi sayısı 2024’te 3,9 milyon oldu. Ancak 2023’te 4,5 milyondu. Mevcut ekonomik güçlükler nedeniyle gençler bir şekilde erken yaşta hayatın yükünü sırtlanmaya başlamışlar anlaşılan.
2024 yılında 4,1 milyon kişi emekli olduğu için işgücüne dahil olmamış, ama EYT ile emekli sayısının arttığı 2023’te emekli olduğu için işgücüne dahil olmayan emekli sayısı 5,1 milyondu. Emekli maaşlarının sosyal yardım gibi olduğu bir durumda emeklinin çalışmaktan başka çaresi kalmıyor.
Son olarak hasta ve yaşlı olduğu için çalışamaz halde olanlar, 2024 yılında 6,8 milyon kişiymiş. Ancak 2023’te 5,6 milyon kişi hasta ve yaşlı olduğu için çalışamıyordu. Bir yılda bir milyonun üzerinde kişinin hastalık ve yaşlılık nedeniyle istihdamdan kopması çok düşündürücü.
Bu arada TÜİK’e göre işsiz sayısı sadece 2 milyon 807 bin kişi ama işsizlerin yüzde 80’i bir yıldan az süredir iş ararken, kalan yüzde 20’lik kesim 2-3 yıldır iş arıyorlar. Yakında bu nüfus yukarıda anlattığım işgücüne dahil olmama nedenlerinden herhangi biri gerçekleşir ve iş aramaktan vazgeçerlerse, TÜİK onları da işsizlik oranına dahil etmeyecek, biliyorsunuz.
İşsizliğin boyutu ve nedenleri doğru ölçülmezse doğru kararlarla yönetmek ve ekonomiyi rayına sokmak zorlaşır.
/././
OECD ülkeleri arasında Türkiye’nin vergi takozu sıralaması açıklandı…-Murat Batı-
Yıllık beyanname ile beyan edilmesi durumunda bazı giderler indirim konusu yapılabilmektedir. Ücretlinin bunu beyan etmemesi durumunda bu indirimlerden yararlanamayacak ve böylece ücrete ilişkin vergi yükü yıllık beyanname veren ücretliye göre daha fazla olabilecektir.
Bir çalışana zam yapılması gündeme geldiğinde her seferinde bu kişinin işverene maliyeti gerekçe gösterilerek yapılacak zam, pazarlık konusu edilmemekte ya da çalışanın aleyhine karar verilmesi için gerekçe gösterilmektedir.
Bu konu, tüm dünya ülkelerinde çalışma konusu oluşturmuştur. Özellikle OECD ülkelerindeki veriler ülkemizle karşılaştırıldığında ortalarda bir yerlerde olduğumuzu görebiliriz.
Çalışanın üzerindeki vergi, SGK ve diğer yükler genel olarak işveren tarafından karşılanmaktadır. Bu yük, genel olarak vergi takozu denilen bir kavramla ölçülmektedir.
Nedir vergi takozu?
Çalışanın, işverene olan maliyetini ölçmek için vergi takozu (tax wedge) denilen bir kavram kullanılmaktadır. Ayrıca bu etkiyi ölçmek için kullanılan bu kavrama, bazı makalelerde vergi kaması da denilmektedir. Vergi kamasının, vergi takozuyla aynı anlamda olduğu belirtilse de gerçekte ikisi ayrı kavramlardır.
Vergi kaması, vergi ve sigorta gibi kamusal yüklerinin çalışanın refah kaybını ölçmek için kullanılan bir kavramdır. Vergi takozu ise işverene çalışandan dolayı yüklenilen kamusal yüktür. Daha basit bir ifadeyle vergi kaması çalışanın refah kaybını; vergi takozu ise çalışandan dolayı işverene yüklenilen mali (kamusal) yükü tanımlamak için kullanılır. Bu nedenle vergi takozu ile vergi kaması aynı anlamda kullanılmamalıdır.
Vergi takozu, bir çalışanın tüm vergi, SGK ve net ücret hariç diğer maliyetlerinin net ücret dâhil işverene olan tüm maliyete bölümüdür.
Örneğin aşağıda 2025 yılında brüt aylık 50 bin lira yani yıllık 600 bin lira brüt ücret alan bir çalışanın 2025 yılında YILLIK mali yük karnesi görülmektedir.
Yukarıdaki tabloda görüldüğü üzere yıllık 600 bin lira brüt ücret alan bir çalışanın işverene yıllık maliyeti 706.500 liradır. İşte bu yıllık maliyetten çalışanın aldığı yıllık net ücret düşülüp kalan tutarı işverenin toplam maliyetine bölersek vergi takozunu bulmuş oluruz.
Ve böylece 2025 yılı için yıllık 600 bin lira brüt ücret alan bir çalışanın vergi takozu oranı yüzde 36,84 olacaktır.
Aşağıdaki tabloda muhtelif ücretlerde vergi takozu ve işveren maliyetleri görülmektedir.
Peki, bu durum, tüm dünyada da böyle mi?
OECD her yıl Ücretlerin Vergilendirilmesi isimli bir rapor yayımlar. 2025 yılı Raporu 30 Nisan Çarşamba günü öğlen saatlerinde yayımlandı. Bu Raporda birçok ülkede bulunan ücretlilerin 2024 ve önceki yıllara ilişkin vergi yükleri analiz edilmekte ve bu konu hakkında çeşitli istatistikler bulunmaktadır. Bu istatistiklerden bir tanesi de vergi takozudur.
OECD hesaplamalarında çocuk sayısı, evli ya da bekâr olup olmaması, düşük ve/veya yüksek ücret gibi kriterler dikkate alınarak farklı olasılıklar değerlendirilip muhtelif istatistikler sunulmaktadır.
Ancak ülkemizde olduğu gibi OECD nezdinde de genel kabul gören hesaplama bekâr ve çocuksuz bir kişinin ücreti üzerinden ödenen her türlü mali külfet ile net ücret dâhil işverene olan yükün oranlanması yöntemidir. Yukarıda belirttiğim hesaplama sistemi birçok ülke nezdinde genel kabul gören vergi takozu hesaplama yöntemidir. İlaveten şu açıklama da önemlidir; Çoğu OECD ülkesinde vergilendirme dönemi takvim yılıdır. Ancak Avustralya’da Temmuz’da; Yeni Zelanda ve Birleşik Krallıkta Nisan ayında başlamaktadır.
Aşağıda OECD Raporlarında son beş yılın vergi takozu verilerini OECD’nin web sayfasındaki istatistiklerden derledim.
Yukarıdaki tabloda OECD ülkeleri için bekâr ve çocuksuz bir ücretlinin vergi takozu oranları yer almaktadır. Sıralama ise 2024 yılında vergi takozu oranları dikkate alınarak yüksekten düşüğe göre yapılmıştır. 2024 verilerine göre vergi takozu sıralamasında Türkiye 38 ülke arasında 19’uncu sırada bulunmaktadır. 2023’te 19’uncu, 2022’de 18’inci, 2020 ve 2021’de ise 15’inci sıradaydı.
Sıralamanın 2022, 2023 ve 2024’te düşmesinin -ki bu olumlu bir şeydir- yani vergi takozu oranının azalmasının nedenlerinin başında asgari ücrete kadar gelir ve damga vergisi istisnası uygulamasının 1 Ocak 2022’den itibaren uygulanmaya başlanmasıdır.
Sıralamada vergi takozunun en yüksek olduğu ülkelerin başında sırasıyla Belçika, Almanya, Fransa, İtalya ve Avusturya gelmektedir.
OECD ülkelerinden Avustralya, Avusturya, Danimarka, İtalya, Hollanda, Yeni Zelanda Norveç, İsveç, Türkiye gibi ülkelerde aile bireyleri ayrı ayrı vergilendirilmektedir. Ancak İsviçre ve Fransa’da aile bireylerinin toplu olarak vergilendirilmesi söz konusudur.
Ayrıca Belçika gibi ülkelerde ücretlere uygulanan artan oranlı tarife oranları bizdekine göre farklıdır. Örneğin bizde ilk dilim yüzde 15’ten başlarken Belçika’da yüzde 25’ten başlamakta ve bizde son dilim yüzde 40 ile biterken Belçika’da ise yüzde 50 ile bitmektedir. Ayrıca sigorta sistemindeki farklılıklar ile muafiyet/istisna düzenlemeleri bu ülkelerdeki vergi takozu oranlarını farklı kılabilmektedir.
Kanada, Çekya, Almanya, İtalya, Slovak Cumhuriyeti ve Slovenya'da vergi takozundaki artışın temel nedeni, işçi ve işveren sosyal güvenlik paylarının yüksek olmasından kaynaklıdır. Kanada'da çalışan ve işveren payları yüzde 4 oranında emeklilik katkıları için ikinci bir dilimin getirilmesinden dolayı arttı. Çekya'da çalışanların sosyal güvenlik payları hastalık sigortasının yeniden getirilmesinden dolayı arttı. Almanya'da hem çalışan hem de işveren sosyal güvenlik paylarındaki artış esas olarak hastalık sigortası oranındaki artıştan kaynaklandı. Slovak Cumhuriyeti'nde işveren sağlık payı 2024 ile 2027 dâhil olmak üzere yüzde 10'dan yüzde 11'e kademeli olarak artırılırken, emeklilik sisteminin katkı oranı 2024'te yüzde 8,5'ten yüzde 10'a çıkarıldı.
Vergi yükünün işgücü maliyetlerine oranının azaldığı 15 OECD ülkesindeki düşme nedeni daha düşük kişisel gelir vergisinden kaynaklandı. (Avusturya, Belçika, İzlanda, İrlanda, Lüksemburg, Japonya, Yeni Zelanda, Portekiz, İsveç ve İsviçre.)
Bizdeki Vergi Takozu oranını daha da düşürmek için ne yapılabilir?
Sıralamada yüksek bir yerde olmadığımız su götürmez bir gerçek lakin ele geçen ücretin reel satın alma gücü açısından OECD ülkelerinin oldukça gerisinde olduğumuz da başka bir gerçek.
Ancak vergi takozu oranını düşürmek adına yapılacaklardan ilki GVK m.23/18’de yer alan asgari ücret istisnası yöntemi olan dekot (vergiden indirim) sistemini matrahtan indirim yöntemine dönüştürmektir.
Ayrıca asgari ücretli hariç diğer tüm ücretlilerin ücret gelirlerini yıllık beyanname ile beyan edilmesi sağlanıp yapılan stopajlar mahsup edilirken Yİ-ÜFE oranında endekslenip mahsup edilmesi sağlanabilmelidir. Yıllık beyanname ile beyan edilmesi durumunda ise GVK m.89 uyarınca bazı giderler indirim konusu yapılabilmektedir. Ücretlinin bunu beyan etmemesi durumunda bu indirimlerden yararlanamayacak ve böylece ücrete ilişkin vergi yükü yıllık beyanname veren ücretliye göre daha fazla olabilecektir.
İlaveten ücret geliri elde edenler için GVK m.103’te yer alan artan oranlı tarifenin ilk dilimi olan yüzde 15 oran ile sabitlenmesi hakkaniyet gereğidir. Zira ücretliler, her yıl yeniden değerleme oranıyla artırılan GVK m.103’te yer alan tarife basamaklarına enflasyon dönemlerinde takılmakta ve daha fazla vergi verebilmektedirler. Ülkemizde stopaj (tevkifat-kaynakta kesme) uygulaması tüm gelir unsurları için düz oranlı iken sadece ücretliler için artan oranlı bir yapıya sahiptir. Bu münasebetle ücret gelirleri ile alakalı yukarıda bahsedilen GVK m.23/18’deki uygulama şeklinin (dekot sisteminden matrahtan indirim usulüne geçilmesi) değiştirilmesi ve/veya ücret gelirlerine uygulanan vergi oranının artan oranlı yapıdan çıkarılarak GVK m.103’teki ilk dilime karşılık gelen oranın (yüzde 15) uygulanması vergi takozu oranını daha da düşürebilecektir.
/././
Merkantilizm karşısında değer zinciri esnekliği -Ahmet Çelik Kurtoğlu-
TSMC de NVIDIA da ASML de teknolojik güçleriyle, neredeyse ABD kadar güçlü, üretici şirketleşme yönünü belirleme imkanına sahip. Bu tablo karşısında yerli ve milli kavramını, ulusal savunma endüstrisini, ASELSAN gibi şirketleri, endüstri, eğitim politikasını nereye yerleştirirsiniz?
Merkantilizm bir iktisat okulu, dünyayı, öteki ülkeleri, maliyetleri göz ardı edip “ille de ihracat” diyor. Başarının ölçüsü, ne kadar değerli madenin, altının varsa o kadar güçlüsün. Ne kadar ihracat yaparsan o kadar gelirin olur, o kadar altın edinebilirsin. Fizyokratlar da ne kadar toprağın varsa o kadar fazla tarım ürünü yaratabilirsin diyorlar. İyi ki endüstri devrimi geliyor ve insan emeğiyle üretim yaşamda yerini alıyor.
Değer zinciri kavramı üretimin tıpkı bir zincir gibi birbirine eklenen halkalar üzerinden yapıldığını söylüyor, teknolojik gelişme, halkaların her birinin üretimi iyileştirmek yönünde değiştiğini ifade ediyor. Değişikliğin amacı üretimin kalitesini, maliyet koşullarını iyileştirmektir. Yani üretim katı bir süreç değildir, hep daha iyi bir ürün, daha uygun koşullarda üretilebilir.
Donald Trump’ın iktisat kültürü, güç anlayışı endüstri devrimi öncesine ait, onun için Amerika en büyük diyor. Her hareketinde bu kültürel temeli görüyoruz. Ona göre her şey ABD’de üretilmeli. Diğer tüm ülkeler ABD’nin tutsağı olmalı. Tuhaf bir şekilde Vladimir Putin de böyle düşünüyor, en güçlü Rusya. İlginç ama Xi Jingpin’de bunu görmüyoruz. O “gücünü gösterme, zamanı tasarruflu kullan” diyen kültürün ürünü.
Neler oluyor?
“Dur bir dakika” dediğinizi duyuyorum, “Apple ABD şirketi değil mi, iPhone’lar nerede üretiliyordu? Türkiye bunca kendi tarım arazisi, üreticisi varken, mercimek mi ithal ediyor?”
“Hem Türkiye’nin bunca sorunu varken Apple, iPhone ve benzeri konulardan bize ne?”
Evet, Apple Amerikan şirketi, evet Türkiye mercimek ithal ediyor ama mercimeği bir Türk şirketi buradaki üretimine ek olarak Kanada’da üretiyor çünkü öyle yaparak daha uygun maliyete ulaşıyor ve sonunda bir Türk şirketi kazanıyor. İktisat sadece enflasyon, döviz kuru değil, aynı zamanda ve daha önemli olarak daha uygun maliyetle üretim ve gelir elde etmek demek. Yazılarımda bunu yaparken doğru, daha az kaynak kullanarak ve ahlaklı nasıl olunur bunun, devletin ve üreticinin görev ve sorumluluklarının altını çizmeğe çalışıyorum.
Ülkemin sorunları aralıksız zihnimizde, hep tartışıyoruz, çözümler öneriyoruz, hukuk düzelmezse gün doğmaz diyorum ama gördüğümüz daha az hukuk oluyor. Acemoğlu’nun kelimeleriyle dar bir tünelden geçiyoruz. Öte yandan ekmek üretmek zorundayız, üretimin durmaması gerekir. O zaman bırakalım siyaset kendi başının çaresine baksın, doğru yolu bulsun, iktisatçı kendi bildiği, mühendis kendi öğrendiği yolda çalışmayı, proje üretmeyi sürdürsün.
Rakipler neden birleşiyor ya da gerçekten birleşiyor mu?
Türkiye’de KOÇ Holding İtalyan Fiat’la birlikte çeşitli isimler taşıyan ama aslında Fiat’ın modelleri olan otomobillerin montajını yapıyor, bazı parçaları kendi alt şirketleri üzerinden tasarlıyor ve Fiat’ın kabul ettiklerini imal ediyor. Aynı ortaklık son haftalarda Fiat’ın ana şirketi olan STELLANTİS’le yeni bir iş birliği yapmakta anlaşarak, montaj yelpazesine Citroen, Peugeot gibi markaları da ekledi. Bu Fiat’ın eski genel müdürü Sergio Marchionne’nin hayaliydi.
Otomobil üreticileri arasındaki rekabet, birleşmelerini gerektiriyordu. Ya büyük markalar güçlerini birleştirir, yoksa sonları kötü olur diyordu. Batılı markaların üretimde tedarik politikasını izlerken, pazarlamada güçlerini birleştirdiklerini görüyoruz. Üstelik bunu kendi markalarının çeşitli modelleri itibariyle de yapıyorlar, örnek ünlü Mercedes üst modellerini Almanya’da üretirken, bazı modellerinin parçalarını diğer markalardan tedarik ediyor. Bir başka Alman markası VW, Almanya yanında birçok orta ve doğu Avrupa ülkesinden parça tedarik ediyor. Bursa Ovasındaki, Kocaeli, Marmara, Konya, Güneydoğu Anadolu’da bulunan imalatçılar için pazar Alman ana markaları, OEM’leri. Çin’den gelen ana markalar ise karınca sürüleri halinde tüm dünya pazarlarına yayılıyor. Bu üretim tarzı elbet imalat endüstrisi için geçerli yoksa alüminyum, gübre, ilaç, şeker üretiyorsanız, girdileri işleyip nihai ürüne varmak, olsa olsa pazarlama aşamasında onu talebe uygun biçimde şekillendirmek mümkün.
Üretim, endüstri politikası
İlginç bir tablo, bir yandan üretimin coğrafi organizasyonu değer zinciri üzerinde dikey ticaret ağları yaratılarak çeşitlenirken, aynı zamanda bu dikey ağların bir entegrasyon içinde yönetilmesi gerekiyor. Bu ilginç bir soruyu gündeme getiriyor, “devlet” denilen organ nerede? Egemen ülke yönetimi ile kâr ve istihdam amaçlı şirket yönetimi nasıl yalnız Çin Komünist Partisinin kapitalizm uygulamasıyla değil, üretimin nano boyutta incelenebildiği ve giderek daha küçük boyutlarda tasarlanabildiği yeni bir üretim paradigmasıyla karşı karşıya. Bu yeni bir iktisat. İş modeli, strateji, eko sistem ülke sınırlarını aşan iş fırsatları bu düşünceyle yaratılabiliyor.
Trump’ın çabaları nafile
Trump’ın “Amerika en büyük” kampanyası insanların yeryüzündeki fiili üretim gerçeklerini görmelerini sağlıyor. Başka yerlerde iPhone örneğinden hareketle üretimin nasıl yönetildiğini, fiyatın nasıl oluştuğunu, kârı nasıl olup da iş modelini oluşturan, yeni yaratılan değerin tasarımını yapan ana markanın topladığını ele alıyorum. Bu yazıya cuma günü başladım, güzel bir rastlantı ile Financial Times gazetesi bugün Trump’ın iPhone üretimini neden Çin’den sökemeyeceğini yani ABD hükümeti veya bir başka devlet ne yaparsa yapsın, üretimin coğrafyasının, şirketler ve onları yönlendiren “teknoloji” tarafından belirlendiğini ele almış. Bu yazıyı kullanarak anlattıklarımı sayılarla destekleyelim.
Apple ve iPhone
Apple şirketi iPhone’u 2007’de çıkarttı ve her yıl model yeniliyor. “Kullandığım telefondan memnunum yenisine para harcamak, onun teknolojisini öğrenmek külfetini istemiyorum” diyemiyoruz çünkü şirket gayet kurnaz bir şekilde, belli bir süreden sonra sizin elinizdeki telefonun kullanamayacağı yeni bir yazılım geliştiriyor. Akıllı telefonunuz adeta Alzheimer oluyor. İsterseniz yenilemeyin.
2007’den beri 2.8 milyar iPhone satılmış, iPad, Mac Apple bilançosunda buna ekleniyor. Bu faaliyet Apple şirketine bir trilyon dolar gelir yaratmış ve bu toplam satışların yarısı demek. 2.8 milyar iPhone. Kullandığımız akıllı telefonlar 28 ülkede, 187 tedarikçinin katıldığı süreçle üretiliyor. Bunların ABD’de üretilmesi halinde her bir telefonun 3 bin 500 dolara mal olacağı hesaplanıyor. Daha düşük tahminler de var, fiyatlamanın farklı, maliyet kadar algıyla, davranış biçimiyle ilgili bir konu olduğunu sık sık tekrarlıyorum.
Fiyatı, ürünün tasarımını yapan, bizlerin ne kullanacağımızı, haberleşme tüketimimizi belirleyen Apple şirketi ve tabii üretilen kazançtan aslan payını (yüzde 64) alıyor. 187 tedarikçinin bu tasarıma uygun olarak ürettiği 2 bin 700 parça, Kore, Japonya, Hindistan ve Çin’de bir araya getirilerek telefon monte ediliyor. Her telefonda bu parçaları bir arada tutan minik, bazıları 1mm büyüklüğünde vidalar özel malzemeyle üretiliyor ve robotlar tarafından belli bir ‘tork’da sıkılıyor. Yani “montaj” her imalat işinde olduğu gibi burada da mevcut. Ama nasıl titiz bir montaj.
Bu parçalar arasında yüksek teknoloji gerektirenler Japonya ve Kore’de, telefonun camı ABD’de CORNİNG şirketi tarafından, alüminyum gövde Çin’de üretiliyor. Apple dakikada 438 iPhone üretiyor. Her iPhone’dan elde ettiği net kazanç 400 dolar (yüzde 36). Üretimde payı olan diğer oyuncular, kendi vazgeçilmezliklerine göre kazançtan pay alıyor.
Elektronikte küresel merkezler
Bu analizin sonucu, ABD yönetimi ne yaparsa yapsın, teknolojinin çizdiği, belirlediği üretim coğrafyasını değiştiremeyeceği. En büyük transistör dökümhanesi olan TSMC Tayvan’da kuruldu ve yaptığı işte tek olma iddiasını sürdürüyor. Grafik çip üretiminde benzer konumda ve birkaç aydır dünyanın en değerli şirketi durumuna gelen NVIDIA, ABD’de kurulu. Bu endüstrinin bir başka tek tabancası olan ASML Hollanda’da Eindhoven şehrinde 2005’ten beri photolithographic makine üretiyor. Bu makine ışık kullanarak entegre devreleri silikon tabakalara (wafer) işliyor.
Bu özellikleriyle TSMC de NVIDIA da ASML de teknolojik güçleriyle, neredeyse ABD veya bir başka hükümet kadar güçlü, Apple ve benzeri tasarımcı, üretici şirketleşme yönünü belirleme imkanına sahip.
Bu tablo karşısında yerli ve milli kavramını, ulusal savunma endüstrisini, ASELSAN gibi şirketleri, endüstri, eğitim politikasını nereye yerleştirirsiniz? Bugün ülkemizde hâkim olan vahim eğitim zafiyetini nasıl değerlendirirsiniz? Cıvıl cıvıl bir üretim öyküsünden sonra sizleri yine karamsar bir tablo ile bırakıyorum ama korkarım bu yeni bir haber değil, daha cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki güçlü sanayileşmeden ve eğitim hamlesinden sonra, 1980’den beri mayalanan kültürün sonucu.
Siz yine de enseyi karartmayın! Bu tablonun farkında olan, kendi çabasıyla kotarabileceği yazılım endüstrisinde çalışan gençlerimiz var; ama İngiltere’de veya ABD’de yaşıyorlarmış, kaygılanmayın, Türk olduklarını unutmazlar.
/././
İBB soruşturması dosyasına giren “jammer” kullanımı nasıl uygulanıyor?-Tolga Şardan-
İBB’deki kaynaklar, İmamoğlu’nun jammer kullanma gerekçesinin, bir terör eylemine hedef olmaktan daha çok, kendisinin ve yakın çevresinin iletişim güvenliğini sağlamak amaçlı olduğuna dikkati çekti. Emniyet’in açıklaması, biraz da İmamoğlu’na yönelik “yasa dışı takip ve izleme yapıldığı” iddialarına karşı “cambaza bak” mantığıyla yapılmış gibi duruyor.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanlığı’na bağlı İSKİ’ye yönelik operasyon dosyasına giren “jammer” konusu, soruşturmanın önüne geçti neredeyse.
İBB’nin tutuklu Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’daki bir otelde gerçekleştirdiği görüşme sırasında elektronik sinyal kesici cihaz (jammer) kullanılması ve kameraların polis korumalarca kapatılması iktidar ile muhalefet arasında polemik yarattı kuşkusuz.
Jammer adı verilen elektronik cihaz; kullanılan mesafe ve alana göre değişebilen elektronik frekans aralığındaki sinyallerin kesilmesini sağlıyor. Böylece, ses ve görüntü aktarımının önüne geçiyor.
Peki jammer nasıl kullanılıyor? Hangi koşullarda jammer sahibi olunabiliyor?
Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere çoğunlukla güvenlik konularıyla bağlantılı siyasetçi ve kamu yöneticileri, iki amaçla elektronik sinyal kesici cihazı yani jammer’ı kullanıyor:
1.Yasa dışı telefon ve ortam dinlemelerinin engellenmesi.
2.Terör örgütlerinin uzaktan kumandalı patlayıcı madde kullanarak gerçekleştireceği saldırı eylemlerini önlemek.
Teknolojinin nimetinden faydalanma!
Teknolojinin gelişmesiyle birlikte nefes aldığımız bu coğrafyada yakın dönemlerin en büyük sorunlarından biri, yasa dışı telefon ve ortam dinlenmesi faaliyetleri oldu.
Çok detaya girmek istemiyorum, ancak 2000’lerin başında iletişimin sabit telefon hatlarından mobil sistemlere hem de hızlı bir geçiş yapmasıyla birlikte, yasa dışı telefon takibi ve dinlemesi hayatımıza girdi.
Söz konusu zaman diliminde, aynı zamanda AKP’nin iktidara gelişine paralel biçimde Fetullah Gülen ekibinin, gerek devlet gerekse halka dönük en seri ve etkin biçimde kullandığı teknik takip yönteminin başında geldi sayısal veri takipleri.
Sonuçta, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve kimi bakanlar ile güvenlik bürokrasisinde etkin konumdaki üst düzey bürokratların programlarında yukarıda aktardığım iki gerekçe ile jammer kullanılıyor.
Yeri gelmişken, her ne kadar İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya jammer kullanmadığını açıklasa da Ankara ve İstanbul içinde kullanmadığı biliniyor. Ancak yakın zamana kadar terör eylemlerinin yoğun olduğu bölgelere gittiğinde Yerlikaya’nın konvoyunda jammer bulunduğunu belirteyim. Hatta kimi kentlerin valileri ve üst düzey askeri yetkilileri, polis yöneticileri, terör eylemlerine karşı elektronik sinyal kesici cihazı kullanmakta. Ayrıca, Yerlikaya’nın selefinin de aynı cihazı kullandığı biliniyor.
Yine geçmişten bir örnek vereyim; ortam dinlemesi yapılmasına. Dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın odasında yapılan araştırmada ortam dinlemesi yapıldığı ortaya çıkarılmıştı. Ülkenin İçişleri Bakanı’nın makam odasına yönelik ortam dinlemesi yapıldığıysa varın gerisini siz düşünün!
Sağır odadan jammer’e geçiş
O günlerden bugünlere gelindiğinde ülkedeki atmosfer rahatlamak yerine bilakis daha da ağırlaştı, yoğunlaştı.
Bu yaşam şartları altında önemli konumdaki kişiler ve kurumlar, devletin sağladığı güvenlik koşullarının yanında ayrıca kendi güvenlik önlemlerini de oluşturmak zorunda kalıyorlar.
Tabii burada İBB Başkanı İmamoğlu’nun jammer kullandığı sıradaki faaliyetinde suç unsuru var mı, yok mu? Henüz belli değil, adli soruşturma sonucunda anlaşılacak.
Bu kapsamda şöyle bir tablo var; İmamoğlu hakkındaki koruma kararı, olası bir suikast ya da eyleme karşı alınacak güvenlik önlemleri çerçevesinde verilmiş bir resmi karar.
Dolayısıyla, bu güvenlik önlemlerinin alınması için görevlendirilen polisler, korudukları kişinin yani İmamoğlu’nun korumasında kendi bilgi ve birikimlerinin yanında farklı teknik olanakları da kullanır. Koruma kararlarında bu durum, jammer, kimyasal gaz, dürbün gibi isimlendirilmez.
Her ne kadar Emniyet Genel Müdürlüğü, atıf yaptığı 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunu’nun 2. maddesinin 3. fıkrasında ki hükme dayandırsa da, yasanın bütününde açıklamada belirtilen kurumların dışındaki kurum ve kuruluşlara doğrudan bir yasak getirmiyor.
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün açıklamasında “belediye başkanları ve belediyelerin jammer kullanacak kurumlardan olmadığı” belirtilse de, yasa hükmünde suç teşkiline yönelik bir ifade ya da tanım yok!
Aslolan, kişinin hakkında koruma kararının bulunmasıdır. Can güvenliğinin ne şekilde sağlandığı, hangi teknik cihazların kullanıldığı yönünde bir hükme yer verilmiş değil.
Kaldı ki, EGM’in atıf yaptığı yasa hükmünde yer aldığı şekliyle frekans planlama, tahsis ve tescili kapsayan 36. madde ile kodlu ve kriptolu haberleşmeyi düzenleyen 39. madde içeriğinde hükümde belirtilen kamu kurumları dışında kalanlara yönelik suç unsuru barındırmıyor.
Hatta daha ötesinde, hükümlerde kamu kurumlarının dışında kalanları taleplerine göre düzenleme yetkisi Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’na verilmiş durumda.
Ancak, İmamoğlu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı olarak devletin verdiği koruma kararı çerçevesindeki hizmete bağlı kalmayıp, elindeki olanaklar çerçevesinde kendi güvenliğini de almış görünüyor.
Görüştüğüm İBB’deki kaynaklar, İmamoğlu’nun jammer kullanma gerekçesini, terör saldırısına hedef olma olasılığı sebebiyle alınacak güvenlik önlemleri içinde her türlü olanağı kullanmak olarak açıkladı.
Zaten, korunan kişiye yönelik risklerin bertaraf edilmesi, koruma görevinin esasını oluşturur. Önemli olan korunan kişinin can güvenliğinin en üst dereceden sağlanmasıysa, ortaya çıkan tabloyu da tartışmak ikinci planda kalır, kuşkusuz.
Elbette, suç unsuru olmayan bir durumda İmamoğlu’nun jammer kullanması, savcılıkça nasıl değerlendirilecek yakında ortaya çıkacak.
Hatırlıyorum, AKP iktidara geldikten hemen sonra Ankara’da şube açan İstanbullu ünlü bir pastane firması, AKP’lilerin yoğun yaşadığı Çukurambar’daki işletmesinde “sağır oda” uygulaması başlatmıştı.
Özellikle Fetullah Gülen cemaatinin yanı sıra kendilerini hedef aldıklarını inandıkları kamu kurumlarının takibinden kurtulmak için söz konusu işletmenin sağır odalarında buluşmaları tercih etti AKP’liler uzunca bir süre.
Yine edindiğim bilgiye göre, şimdilerde pek tercih edilmez olmuş, kurşun plakalardan duvarları olan sağır odalar!
Şimdi ise, İmamoğlu, jammer kullanarak kendi sağır odasını yaratmış, mobil jammerlarla.
Jammer’ı kullanma süreci
Peki, jammer’ı her isteyen kullanabiliyor mu?
Yanıt: Hayır.
Şöyle ki, kamunun dışında özel firmalar veya kişiler jammer kullanmak istediğinde Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’ndan izin almak zorunda. İzin almak için de güvenlik konusunda devletin ilgili kurumlarını ikna etmek durumunda.
Özel firma ya da kişilerin jammer kullanabilmesi için uygulayacakları yöntem genellikle özel güvenlik hizmeti veren şirketler.
Tabii özel güvenlik hizmeti veren firmaların da yine talepte bulunan firma ya da kişilere yönelik jammer kullanabilmesi için Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’na bildirimde bulunulması gerekiyor.
Kaldı ki, elektronik sinyal kesici cihazın kullanılması özel hukuk sisteminde sıkıntılı. Zira, çevrede yaşayan birey / bireylerin iletişimin etkilenmesi, sürecin kullanan ve etkilenenler açısından mahkemelik olmasının önünü açabilir.
Yanı sıra, her yerde çok kolay temin edilemeyen cihazların ithalinde de Ticaret Bakanlığı’na bildirimde bulunulması koşulu var.
Jammer’ı kullanma yetki belgesi
Ayrıca, özel güvenlik firmaları üzerinden koruma hizmeti alan kişi ya da firmaların talepleri, illerde valiliğin koordinesinde faaliyet yürüten özel güvenlik koruma komisyonunda değerlendiriliyor.
Örneğin, bir kişi ya da firma, anlaşma yaptığı bir özel güvenlik firmasından beş kişilik yakın koruma ekibi talep etti. Bu talep, komisyonda değerlendiriliyor. Komisyon, korunacak kişinin risk analizine göre sayıyı azaltabiliyor. Burada kişinin, hakkındaki risk konusunda ikna edici gerekçeleri ortaya koyması şart.
Aynı süreçte, koruma hizmeti almak isteyenler, talep başvurularında hangi teknik cihaz ya da ekipman bulundurmak istediklerini valiliklere bildiriyor. Bu bildirime jammer cihazı dahil değil. Kelepçe, CCTV, x-ray, kask, dürbün, kimyasal gaz (biber gazı), kapı ve el dedektörü, kalkan, plastik jop yer alıyor.
Valilikler, talep sahiplerinin isteğine birebir onay vermek zorunda değil. Yine risk analizine göre hangi teknik cihaz ve ekipmanların kullanılacağına söz konusu komisyon karar veriyor.
Emniyet Genel Müdürlüğü’nce verilen “Güvenlik Cihazları Kullanma Eğitici Yetiştirme” kurs sertifikası sahibi olanlar jammer ve benzeri teknik cihazları kullanmaya yetkili.
* * *
Büyüteç’i kaleme aldığım dün öğle saatlerinde Emniyet Genel Müdürlüğü, (EGM) jammer kullanımıyla ilgili resmi açıklama yaptı.
Emniyet Genel Müdürlüğü, açıklamasında belediye başkanlarının jammer kullanmaya yetkisi olmadığına dikkati olmadığına ve adını vermeden İmamoğlu’nun suç işlediğini vurguladı.
Az önce okuduğunuz bölümlerde tabloyu aktardım. EGM’nin bu açıklaması, biraz da İmamoğlu’na yönelik “yasa dışı takip ve izleme yapıldığı” iddialarına karşı “cambaza bak” mantığıyla yapılmış gibi duruyor.
Emniyet yönetimi deyim yerindeyse zevahiri kurtarmanın peşinde.
EGM’nin bu açıklaması yeni bir tartışmayı başlatacak. İmamoğlu cephesinden bakalım ne açıklama gelecek?
/././
'Etkin pişmanlık'la tahliye edilmesinin ardından iddiaları tepki gören Murat Abbas'ın arkadaşları konuştu: İçeri gireni tanıyordum, çıkanı ise hiç tanımıyorum!
Müzisyen ve gazeteci Melis Danişmend, etkin pişmanlıktan yararlanıp ev hapsiyle tahliye edilmesinin ardından iddiaları tepki gören İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ Genel Müdürü Murat Abbas’ın arkadaşları Görgün Taner, Yekta Kopan ve Kanat Atkaya ile konuştu. Danişmend, “Üç isim de olanlar karşısında hayal kırıklığı, üzüntü ve öfkenin iç içe geçtiği bir ruh halindeydi. Kanat, bazılarının ‘off the record’ kalmasını rica ettiği, bazılarını ise yazabileceğim şeyler anlattı. Abbas cezaevinden çıktıktan sonra evine gidip bir an önce açıklama yapması gerektiğini vurgulamışlardı. Görüşme sırasında bir noktada ortam iyice gerilmiş, tansiyon yükselmişti. Sonrasında da bir daha bir araya gelinmemişti. ‘İçeri gireni tanıyordum / tanıdığımı sanıyordum, çıkanı ise hiç tanımıyorum. Yazık’ diyordu Kanat” diye yazdı.
İBB'ye yönelik soruşturmanın ilk dalgasında gözaltına alınıp etkin pişmanlıktan yararlanarak tahliye edilen Kültür AŞ Genel Müdürü Murat Abbas, 17 Nisan 2025’te verdiği ifadede, yapılan işlerin birçoğundan haberinin olmadığını, kendisinin sadece imza attığını ancak o aşamaya kadar yapılan işlemlerle hiçbir alakasının olmadığını öne sürdü. Dijital Deneyim Merkezi Müzesi isimli proje için “Benim hiç aklıma yatmadı” diyen Abbas, “Benim hiçbir şekilde adı geçen diğer şüphelilerle suça ilişkin eylem ve fikir birliğim olmamıştır” dedi.
Danişmend, Abbas'ın serbest bırakılma ve ifade sürecini işlediği yazısında, Abbas'a dolaylı yoldan ulaştığını ve açıklama yapamayacağı yanıtını aldığını bildirdi. Danişmend, Abbas'ın arkadaşları Görgün Taner, Yekta Kopan ve Kanat Atkaya'nın da hayal kırıklığı, üzüntü ve öfke duyduğunu aktardı.
Danişmend’in, "Bu ayki yazımı gazetede değil, Instagram’da yayımlamak durumunda kaldım. Kültür-sanat sektöründe büyük çalkantı yaratan Murat Abbas olayını muhabirlik yıllarıma dönerek ele almak istedim. Çünkü olayın üzerinden haftalar geçmesine rağmen hiçbir yerde bilgi aktaran, görüşlerle beslenen tarafsız bir habere rastlamadım. Bunun yapılmamış olmasına şaşırıyorum ama demek ki bana kısmetmiş" notuyla Instagram hesabından paylaştığı yazısı şöyle:
"Akıllarda tek soru vardı: Gerçekte ne oldu?"
“Türkiye'de kültür-sanat dünyasının görüp görebileceği en büyük şoklardan biri 18 Nisan 2025 günü, İBB Kültür A.Ş. Genel Müdürü Murat Abbas'a ev hapsi tedbiriyle tahliye kararı verildiğinde yaşandı. Haberin duyulduğu saatlerde yaşanan sevinç birkaç saat içinde yerini cevapsız soruların merkezde olduğu bir şüpheye bıraktı. Çünkü gazeteci Murat Ağırel'in X'ten yazdığına göre (kaynağı adliye muhabiri Ceylan Sever'di) Abbas, etkin pişmanlıktan yararlanarak çıkmıştı ve bu da onun ‘itirafçı’ olabileceği anlamına geliyordu.
İşte o saatlerde muhtemelen yüzlerce kişinin WhatsApp gruplarına sağanak şeklinde yağan mesajlar sele dönüştü. Herkes birbirinden haber almaya çalışırken akıllarda tek soru vardı:
Gerçekte ne oldu?
Günler ilerledikçe kendisi, avukatı, yakın çevresi de dahil olmak üzere kimseden bir açıklama gelmiyor, ‘İtirafçı mı yoksa iftiracı mı?’ soruları dillendiriliyordu. Bu sessizlik kısa bir süre sonra ciddi bir öfkeye dönüştü. Abbas'ın tutuklandığı günden itibaren büyük bir destek kampanyasına girişen, doğum gününü videolarla kutlayan, cezaevine mektuplar yollayan, kendisinin cezaevinden gönderdiği mektupta dile getirdiği üzere kültür-sanat dünyasına hizmet edeceği daha çok yıl oluşuna alkış tutan binlerce kişi yalnız bırakılmıştı.
Oysa söylentiye göre esas o yalnız bırakıldığını düşünüyor, arkasında durulmadığı ve tüm suçlar üzerine yıkılacağı için etkin pişmanlık yasasından yararlanmayı seçiyordu. İfadesi olduğu söylenen bir belge yayımlanmış, ‘itirafçı’ iddiaları kimilerince teyit edilmiş, pek çok arkadaşı büyük bir hayal kırıklığıyla iletişimi kesmiş, paylaşımlar silinmişti. Kültür-sanat camiası nispeten kapalı bir kutudur, yani magazin sayfalarında sıkça gördüğümüz pop kulvarı atışmaları nadir olur, bir nevi kol kırılır yen içinde kalır. Fakat bu büyük olayda öyle olmadı tabii. Pandora'nın kutusu açıldı, yoğun eleştiri paylaşımları yapıldı, eski yıllardan biriktirdiklerini bugün dile getirenler oldu, Abbas'ın kendini ve kariyerini bitirdiği konuşuldu, yurtdışından başka bir yerde yaşayamayacağı söylendi. Ama hala bir açıklama gelmiyordu.
Türkiye'de toplumun çoğu, sevdiğinden yanıt alamayan bir sevdalının çaresizliğine eşit düzeyde bir yok sayılma yaşıyor. Siyaseten de sokakta da ikili ilişkilerde de işte de okulda da en büyük sorunların karşısında bir açıklama ya da muhatap bulamıyor. Sabır taşıyor, öfke yükseliyor. İnsanın karşısındakinin omuzlarını sarsarak ‘Niye konuşmuyorsun?!’ diye bağıracağı anlar olur hani, ülke uzun zamandır böyle bir anda yaşıyor. İşte bu konuda da bir sessizlik söz konusuyken ve olayda bahsi geçen kişilerin görüşlerinin yer aldığı bir haber okuyamıyorken, beklemek yerine harekete geçmeye karar verdim. Çünkü gazetecilikte bize öğretilen buydu. Araştırmak, soru sormak ve tarafsız haber yapıp aktarmak.
"Hassas bir soruşturma süreci var, açıklama yapamam"
İlk olarak Murat Abbas'a hem direkt hem de dolaylı yoldan ulaşmaya çalıştım. Telefonundan ulaşamasam da kısa bir süre içinde dolaylı yolla kendisinden yanıt alabildim: ‘Şu an devam eden hassas bir soruşturma sürecinde olduğumuz için bir açıklama yapabilme imkânım yok’ diyordu Abbas. Bu tahmin ettiğim bir yanıttı. Bu süreçte en çok merak edilen şeylerden bir diğeri de onunla plaklar, dergiler, kitaplar ekseninde bir araya gelen arkadaş grubunun (kendilerine Vaynıloğulları adını vermişlerdi) ne düşünüyor olduğuydu. Yani Görgün Taner, Yekta Kopan ve Kanat Atkaya'nın... Üçüne yazdığımda beni en çok şaşırtan şeylerden biri, şimdiye kadar gazeteci ya da kültür-sanat gazetecisi kimliğiyle kimsenin onları aramamış olmasıydı. ‘İlk kez sen ne olduğunu bize soruyorsun’ dediler.
Hayal kırıklığı, üzüntü, öfke...
Üç isim de olanlar karşısında hayal kırıklığı, üzüntü ve öfkenin iç içe geçtiği bir ruh halindeydi. Kanat, bazılarının ‘off the record’ kalmasını rica ettiği, bazılarını ise yazabileceğim şeyler anlattı. Öncelikle bu süreçte ilk açıklamayı konunun muhatabının yani Abbas'ın yapması gerektiğini, o bir şey söylemeden kendisinin/kendilerinin fikir beyan etmesinin doğru olmayacağını düşünmüştü. Abbas cezaevinden çıktıktan sonra evine gidip bir an önce açıklama yapması gerektiğini vurgulamışlardı. Görüşme sırasında bir noktada ortam iyice gerilmiş, tansiyon yükselmişti. Sonrasında da bir daha bir araya gelinmemişti. ‘İçeri gireni tanıyordum / tanıdığımı sanıyordum, çıkanı ise hiç tanımıyorum. Yazık’ diyordu Kanat.
Görgün Taner, ‘Bir arkadaşımız içeri girdi, suçsuz olduğuna inandığımız için sosyal medyada düzenlenen kampanyaya katıldık. Çıktığında da açıklama yapması gerektiğini söyledik ama ertesi sabah gazetede ifadesini okuyunca çok üzüldük. Bir daha da görüşmedik’ diyordu. Sonrasında gelen tepkilerle ilgili ne düşündüğünü sorduğumda ise, ‘Bu dönem böyle bir dönem, herkes içini dökmek istiyor’ diyordu ama şaşkın olduğu da hissediliyordu.
Yekta Kopan ise kısa sürede yas sürecinin bütün evrelerini yaşadıklarını anlatıyordu. ‘Sadece biz değil, destek veren, bize güvenip arka çıkan herkes yaşadı bu yas sürecini. Kanat'ın dediği gibi, bir açıklama beklediğimizi, herkesin beklediğini, bütün destek verenlerin buna hakkı olduğunu söyledik. Açıkçası ben kişisel olarak da bir açıklama, iç dökme, 'anlatma' süreci bekledim. Kimseyi sınanmadığım yerden yargılamam, ama bu dürüstlüğü bekledim. Gerisi malum. Yıllar yıllar önce yazdığım bir yazıdan bir cümleye geldi konu: Bir zamanlar arkadaş olduklarınızın, 'şimdiki zamanına' ortak olmak zorunda değilsiniz. Yazık, çok yazık.’
Denetmen olarak başladığı kariyerini önce DJ'lik sonra Dinamo FM, Pozitif ve Zorlu PSM gibi kurumlarda yöneticilik yaparak devam ettiren, sektörün gidişatında kilit rol oynayan Murat Abbas, yani sektörde bilinen adıyla Mabbas'ın hikayesi uzun süre konuşulacak. İnsanları ne ölçüde tanıdığımız, onların ceza ya da baskı altında nasıl davrandığı, Türkiye'de kültür-sanat sektörünün dengeleri, ilişkilerin yapısı, 'yanındayız' ile 'linç' arasındaki mesafenin nasıl kısacık olabileceğine kadar pek çok başlığı barındırıyor bu olay. Hayatındaki en önemli şeyleri müzik, plaklar, dergiler, kitaplar, konserler ve kedisi olarak sıralayan Mabbas bugünleri öngörebilir miydi bilmiyorum ama kariyerinde bir sıçrama olarak gördüğünü tahmin ettiğim görevinin siyasetle göbekten bağlı olması yaşananları bugünkü ülke şartlarında ‘tahmin edilebilir’ hale getiriyor. Sonrasını ise zaten kişinin ya da kişilerin nasıl yol alacağına dair seçimleri belirliyor.”
***
T-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder