İslamcılığın iktidar uğrağı olarak Madımak Katliamı
Bugün 33. yılını dolduran katliamın acıları hâlâ taze. Madımak’ın failleri o dönemin siyaset ve yargı bürokrasisinin, bugünün iktidarının örtülü ve açık destekleriyle yıllarca kollandı.
AKP, iktidara geldiği ilk dönemde “askerî vesayete karşı” bir demokrasi hareketi olarak görüldü. Oysa İslamcılık iktidara 2 Temmuz gibi nice aydın katliamında büyüyerek geldi. 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta 33 aydın “Müslüman Türkiye” sloganları eşliğinde yakılarak katledildi.
Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne yönelik tahriklerle başlayan olaylar gün boyu sürdükten sonra, şenlikler için gelen insanların kaldığı Madımak Oteli uzun bir kuşatmanın ardından ateşe verildi. Şenlik öncesinde gerici güçler tahriklerini Aziz Nesin üzerinden başlatmıştı. Nesin’in “Şeytan Ayetleri” kitabının çevirisi üzerinden “Müslüman Halkımıza” başlıklı bildiriler yayınlayarak, “dinsizlere had bildirilmesi” çağrıları yapılıyordu.
“Şeriat İsteriz”, “Kahrolsun Laiklik”, “Müslüman Türkiye” diye başlayan sloganlarla otel önündeki kalabalık her geçen dakika çoğalırken, tek bir önlem dahi alınmadı. Otel önüne gelen askerlerin gözü önünde otel ateşe verilerek katliam adım adım gerçekleştirildi. Yaşananlar bir şeriatçı ayaklanmanın ötesinde devlet güçlerinin yol açarak hatta örgütleyerek parçası olduğu açık bir katliamdı.
2 Temmuz’da neden Alevi’leri hedef alan böyle bir katliam planlandı, ne amaçlanmıştı sorularının yanıtlarını en açık biçimde ’90’ların bütününden bugüne toplumun içinden geçtiği dönüşüme bakılarak görülebilir. 12 Eylül cuntasının etkilerinin kırılmaya başladığı ’80’lerin ortasından itibaren siyasal iklim de değişmeye başladı. Zonguldak’tan Ankara’ya gerçekleşecek Büyük Madenci Yürüyüşleri, üniversite öğrencilerinin parasız eğitim mücadelesi ile toplumsal muhalefet yeniden yükselişe geçmeye başladı. Öte yandan Erdal İnönü’nün başkanlığını yaptığı Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) 87 genel seçimlerinde yüzde 20’inin üzerinde oy alarak ve ’89’da yerel seçimlerde büyükşehirler başta yaygın bir başarıya imza atmıştı. Bunun hemen ardından ’90’da Bahriye Üçok ve Turan Dursun’un gerici güçlerce katledilmesinden, ’93 Ocak’ında Uğur Mumcu’nun öldürülmesine ve 2 Temmuz’a ulaşacak olan bu cinayet ve katliamlarla; yükselen toplumsal muhalefetin baskılanması, toplumun Alevi-Sünni, laik-muhafazakâr gibi kültürel kodlar etrafında bölünerek sisteme yönelik itirazların soğurulması ve neoliberalizmin tetiklediği toplumsal parçalanmanın hız kazanması hedeflendi. Arka planda kontrgerillanın yürüttüğü Kürt savaşı da nitekim toplumda korku, panik ve düşmanlık duygularını canlı tutan bir başka araçtı. Madımak ve diğer aydın katliamlarındaki amaç, 12 Eylül’ün yarattığı yıkıma rağmen ülkenin üniversitelerinden fabrikalarına, tarlalarından sokaklarına yeniden filizlenmeye başlayan toplumsal muhalefeti tasfiye etmekti. Katliamlar ve faili meçhuller, yalnızca 12 Eylül’deki gibi toplumu korkutarak sokaktan çekmeyi hedeflemiyordu. Özellikle bağımsızlıkçı bir sol-Kemalist aydın kesimini tasfiye ederek ülkenin laik kesimleri içerisinde sisteme Türkiye’nin emperyalist plandaki dönüşümüne ve neoliberalizme itirazı olabilecek aydınları ortadan kaldırarak, bu şekilde toplumun önemli bir kesiminin fikri önderliğini dönüştürmeyi planlıyordu. Nitekim bugün Kemalist “aydın” dendiği zaman akla gelen isimlerin Yılmaz Özdil, Muazzez İlmiye Çığ, Celal Şengör gibi soytarılar olması, siyasi liderliğinin Kılıçdaroğlu’ndan Ümit Özdağ’a sağın çeşitli yelpazelerine dağıtılması ve bu dönüşümün toplumsal muhalefet dinamiklerini sakat bırakan düşünsel sefaleti, ’90’larda ondan fazla aydının katledilmesinin sonucudur. Türkiye’de ’60’lardan bu yana emperyalizm karşıtı, kapitalizmle çelişkili bir düşünsel geleneğin yerine, Amerikancılıkla ve neoliberalizmle sorunsuz, sığ bir yaşam tarzı laikliği konulmak istenmiştir. Tüm bunların yanı sıra, bu katliamlar yalnızca devlet-ülkücü mafya ortaklığıyla gerçekleştirilmemiştir. 2 Temmuz ve birçok aydın katliamında, hem hedef gösterilen aydınlara uzanan parmakta hem de çekilen tetiğin ardında İslamcılar vardır. Madımak Otelinde tekbir ve bozkurt işaretlerinin birbirine karışması yalnızca çarpıcı bir enstantane değildi. 12 Eylül sonrası resmî ideoloji haline getirilen Türk-İslam ideolojisi, darbe sonrası yeniden görevlendirilen ülkücü-İslamcı kontrgerilla ve emperyalizmin bölgemizi etnik ve mezhepsel gerilimler etrafında dönüştürmeye dönük siyasi müdahalelerinin dışavurumuydu. “Kaybedilen” solcu ve Kürt öğrenciler, domuz bağı ile işkence edilen kadınlar, alelade bir saldırganlığın sonucu değildi, 2001’de ABD Irak’a girerek Afganistan’da ürettiği cihatçı-mezhepçi örgütlenmeleri komşularımıza taşımaya başladığında, Washington açısından Türkiye’de de buna uyumlu bir siyasal iktidar ve toplumsal dönüşüm ihtiyacı hâsıl olmuştu. O günlerde öngörmesi zor olan en önemli faktörlerden biri 2 Temmuz gibi uğrakların, İslamcıların iktidar yürüyüşündekini önemini görmekti. 1990’lar İslamcılar açısından 1994 yerel seçimlerindeki başarıları, 28 Şubat’la biten Refah-Yol koalisyonu ve hâlâ daha ekmeği yenen mağduriyetlerle anlatılsa da madalyonun bir de unutturulmaya çalışılan yüzü var. Kürt Hizbullah’ından İBDA-C’ye, Erbakancı gerici gruplardan tarikatçı çetelere, dönemin ülkücü mafyasıyla eşzamanlı ve Madımak’taki gibi örneklerde işbirliği içerisinde aydınları, gençleri, kadınları, toplumsal muhalefetin en ön saflarındaki kesimleri hedef alan saldırılar düzenliyordu. Bir yandan, devrimcilerin tasfiye edildiği fabrikalara, gecekondulara devlet desteği ile yerleştirilen tarikatlar ve İslamcı partiler eliyle işçi sınıfı ve yoksul kesimler içerisinde bir ideolojik dönüşüm örgütleniyor, kültürel bir kamplaşma kurgulanıyordu. Bu kamplaşmanın toplumun diğer ucuna da etki edebilmesi, aydınların tasfiyesi ve yaratılan korku ortamıyla mümkün oldu. Nitekim, Erbakan’ın İsrail tavrı, neoliberal dönüşüm konusundaki tereddütleri sebebiyle 28 Şubat eliyle siyasetten el çektirildikten sonra, Washington onun ılımlı öğrencilerine şans vermek istiyordu. İslamcılık, yalnızca yarattığı kültürel kamplaşma ve toplumsal düşmanlık açısından önemli değildi, ayrıca Afganistan’da start verilen Yeşil Kuşak projesinin Ortadoğu’nun tamamında etkili hale getirilebilmesi için, Batı ile uyumlu bir “ılımlı İslamcılık” projesine ihtiyaç vardı. Doğrudan CIA raporlarında tespit edilen bu ihtiyaç doğrultusunda bugün 25 senesini dolduran AKP karanlığının yaratılması, yalnızca Erbakan’ın tasfiyesi, ABD ve AB’nin politik ve ekonomik desteği gibi görünür biçimlerde sağlanamazdı. Toplumun da hem sağının hem solunun, işçi sınıfının, yoksul mahallelerinin böyle bir iktidarı yaratacak biçimde dönüşümü için Madımak gibi uğraklara ihtiyaç vardı. Bugün 33. yılını dolduran katliamın acıları hâlâ taze. Madımak’ın failleri o dönemin siyaset ve yargı bürokrasisinin, bugünün iktidarının örtülü ve açık destekleriyle yıllarca kollandı. Almanya İslamcı katillere kollarını açtı. Ana muhalefet, katliamdaki rolü açık olan Karamollaoğlu’ndan “muhalif dede” yarattı. Katliam için Aziz Nesin’i suçlayan Cengiz Çandar bugün bile vekillikle ödüllendirilecek kadar kıymetli! Ancak Madımak yalnızca aramızdan aldıklarının acısıyla değil, tüm siyasal-toplumsal anlamıyla bugün var olmaya devam ediyor. O gün “Müslüman Türkiye” diye bağıran tekbirci - bozkurtçu karanlık, 33 yılın ardından tüm ülkeyi hatta bölgemizi ateşe atmak için elinden geleni yapıyor. Başarısızlığa uğratılabilmesi de o günkü niyetlerinin bozulması ile mümkün. Emperyalizm karşıtı, sistemle barışmayan bir sol muhalefetin örgütlenebilmesi ve bu toprakların halkını seven, yürekli ve güzel aydınlarının öldürmekle tükenmeyeceğini göstererek.
***
Seçilmemiş biri koltuğa oturamaz -Mustafa Bildircin-
CHP’liler, Kurultay Davası’yla ilgili tüm tartışmaların kaynağının CHP Genel Merkezi’nin dışında olduğunun altını çizdi. Parti kaynakları, “Seçilmemiş kimse CHP Genel Başkanlığı koltuğuna oturamaz” diye konuştu.
CHP’nin üzerinde bir kılıç gibi sallandırılan 38’inci Olağan Kurultay’a yönelik iptal davasında sona gelindi. Ankara 42’nci Asliye Hukuk Mahkemesi’nde görülecek duruşma öncesi BirGün’e konuşan CHP kurmayları, “30 Haziran bizim için sıradan bir gün olacak” dedi.
Masada üç senaryo olduğunun altını çizen kurmaylar, “Hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin, en başından beri garabet olarak nitelendirdiğimiz bu sürece teslim olmayacağız” diye konuştu.Kurultayda da Özgür Özel’den yana olduğunun altını çizen CHP kurmayları, sürecin CHP’nin yükselişini engelleyemeyeceğini söyledi. Kılıçdaroğlu'nun, “Ben gelmeyeyim de kayyum mu gelsin?” sorusunun iktidar medyasınca köpürtüldüğünün altını çizen kurmaylar, “Bu soruya yanıt vermek, CHP'ye ve Türkiye'ye kurulan tuzağa düşmektir” ifadesini kullandı. CHP kaynakları, Kılıçdaroğlu’nun görevi kabul etmesi durumunda delegelerin ya da PM’nin seçim kararı alacağını belirterek, “Seçilmemiş kimsenin partiyi yönetmesine izin vermeyiz” değerlendirmesinde bulundu. Kılıçdaroğlu’nun suskunluğu ve “Görev bekleyen” pozisyonuna karşın CHP'nin eski genel başkanları Altan Öymen, Hikmet Çetin ve Murat Karayalçın’ın yayımladıkları orak bildiriyle CHP lideri Özgür Özel’e destek açıkladığının altını çizen partililer, şunları kaydetti:
FARK BÜYÜK
“Önümüze gelen ve CHP’nin oyunun yüzde 40’ı geçtiğini ortaya koyan anketler Saray'ın önüne de gidiyor. Partimizin 31 Mart 2024’teki seçim başarısı ve ardından hızla ivmelenen yükselişinden rahatsız olanlar, kurultayı lekelemeye çalışıyor. Hukuken mümkün olmayan senaryolar konuşuluyor, CHP iç tartışma ile boğulsun isteniyor. Bu tuzağa düşmedik. Her fırsatta Türkiye’nin gerçek sorunlarını dile getirdik. İmamoğlu ve tutuklu belediye başkanlarımızı unutturmadan, ekonomi ve adaletteki kötü gidişi her kürsüden gündeme taşıdık. CHP, Türkiye’nin birinci partisidir ve ilk seçimde iktidarı alacaktır. Her ne yaparlarsa yapsınlar bu yükselişi durduramayacaklar.”
Öte yandan Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) kongresinde konuşan CHP Lideri Özel ise "Siyasi tarihimizde demokrasiye dönük en ağır saldırılar yaşanıyor. Ancak vatandaşlarımız iradesine sahip çıkmaya devam ediyor. Sonuna kadar mücadele edeceğiz" dedi.
Özel, ‘‘Biz bu zor koşullarda bile umutluyuz. çünkü gençlerimiz, işçilerimiz, emeklilerimiz, kadınlarımız iktidarın bütün yıldırma ve korkutma pratiklerine rağmen sokakta ve direnmektedir’’ diye konuştu.
***
Onur Yürüyüşü öncesi Taksim ablukaya alındı
23. İstanbul Onur Yürüyüşü öncesinde Beyoğlu Kaymakamlığı tarafından ilçede tüm etkinliklerin yasaklanmasının ardından Taksim polis ve barikatlarla ablukaya alındı.(https://www.birgun.net/haber/onur-yuruyusu-oncesi-taksim-ablukaya-alindi-634504)
Manevi rehberleri sır gibi saklıyorlar -Mustafa Bildircin Almanya'da hastane manevi rehberlik kursunu tamamlayanlar(diyanet haber)
Cezaevlerindeki manevi rehber sayısı açıklanmadı. BirGün’ün, “Cezaevlerinde görevli dini personel sayısı kaçtır?” sorusuna Bakanlık, “Sayının belirlenmesinde özel çalışma gerektirdiği” için yanıt vermedi.(https://www.birgun.net/haber/manevi-rehberleri-sir-gibi-sakliyorlar-634486)
Dört koldan doğaya saldırı
Zeytincilik yasası, kıyı ormanlarının ranta açılması derken bu kez de “muhafaza ormanları” hedefte. Son günlerde peş peşe doğayı ve yaşam alanlarını hedef alan kararlara karşı mücadeleyi büyütme çağrısı yapıldı.
MUHAFAZA ORMANI HEDEF
TBMM Sanayi Komisyonu’nda kabul edilen torba yasa teklifi, Türkiye’nin dört bir yanındaki doğal alanları tehdit ediyor. Teklifin yasalaşması durumunda zeytinlikler, ormanlar, meralar ve koruma altındaki birçok bölge madenciliğe açılacak. Yasa, 54 muhafaza ormanını da kapsıyor. Adana, Sakarya, Ankara, Antalya, İzmir ve İstanbul gibi pek çok ilde toplam 247 bin hektar alanın madencilik faaliyetlerine kurban edilebileceği belirtiliyor. İstanbul’un 1950’den beri korunan Belgrad Ormanları da risk altındaki alanlardan biri. Meclis Genel Kurulu’nda görüşülen İklim Kanunu teklifi ise karbon ticaretini yasal zemine oturtuyor. 11 maddelik ilk bölüm kabul edildi. Yaşam savunucuları, yasanın iklim krizine çözüm üretmediğini söyledi. Yaşam savunucuları, “İklim değil, şirket yasası” dedikleri bu teklife karşı mücadele çağrısı yaptı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yayımladığı yeni yönetmelik değişikliğiyle, ormanların kıyı kenar çizgisinin deniz tarafında kalan bölümlerinin özel mülkiyete açılabileceği bildirildi. Değişiklik, kıyı ekosistemleri ve kamusal alanlar açısından ciddi bir tehdit olarak değerlendirildi.(https://www.birgun.net/haber/dort-koldan-dogaya-saldiri-634500)
***
1 Temmuz'da başlıyor: Ankara'da yeni ulaşım modeli
Ankara'da, kent merkezindeki trafik yoğunluğunu azaltmak ve toplu taşıma hizmetlerini daha erişilebilir hale getirmek amacıyla yeni bir ulaşım modeli devreye alınacak. 1 Temmuz'da başlayacak yeni uygulamada, Ankara’nın farklı ilçelerinde toplam 44 yeni otobüs-metro ring hattı belirlenen tarih aralıklarında hizmete girecek.(https://www.birgun.net/haber/1-temmuz-da-basliyor-ankara-da-yeni-ulasim-modeli-634331)
***
Kesintili eğitim, kesintisiz işçilik!-Gözde Bedeloğlu-
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) verilerine göre dünyada yüz milyondan fazla çocuk eğitim, sağlık gibi temel haklarından mahrum bırakılarak fabrika işçiliğinden uyuşturucu ticaretine kadar çeşitli işlerde ve büyük tehlike altında çalıştırılıyor. ILO ve UNICEF tarafından yayımlanan son rapora göre (Çocuk İşçiliği: 2024 Küresel Tahminler, Eğilimler ve İlerleme Yolu) tahmini çocuk işçi sayısı 138 milyon. ILO Genel Direktörü Gilbert F. Houngbo, yoksulluğa vurgu yaparak “Ebeveynlerin de kendileri için insana yakışır işe erişimi olmalı ki çocuklarını sınıfta tutabilsinler” diyor. Rapora göre, Sahra Altı Afrika, çocuk işçiliğinin en yoğun olduğu yer. Bölgede yaklaşık 87 milyon çocuk, yani tüm çocuk işçiliği vakalarının üçte ikisine yakını bulunuyor. Oran %23,9’dan %21,5’e gerilese de, nüfus artışı nedeniyle toplam sayı sabit kalmış. Latin Amerika ve Karayipler ise çocuk işçiliği oranında %8’lik bir göreli düşüş ve toplam sayılarda %11’lik bir azalma sağlamış. Asya ve Pasifik, 2020’den bu yana çocuk işçiliği oranında en büyük düşüşü gerçekleştirerek sayıyı 49 milyondan 28 milyona yani %5,6’dan %3,1’e düşürmüş. Umutlandıran bir gelişme.
TÜİK hane halkı iş gücü araştırması 2024 yılı sonuçlarına göre 2020’de %16.2 olan 15-17 yaş grubundaki çocukların iş gücüne katılma oranı %24.9’e yükselmiş. Yani 4 çocuktan 1’i işçi olarak çalışıyor. 2024’te 15-17 yaş grubunda 3 milyon 894 bin çocuk bulunurken, bunların 970 bini kayıtlı işçi olarak çalışıyormuş. Buna ek olarak 504 bin çocuk da MESEM kapsamında patronlara çalışıyor. Böylece toplam çocuk işçi sayısı 1 milyon 474 bine ulaşıyor. Kayıt dışı çalıştırılan çocuklar dikkate alındığında çocuk işçi sayısının 3.5 milyona yaklaştığı belirtiliyor.
***
Çocuk işçiliğini önlemek için yapılması gerekenler açık: Sosyal devlet güçlendirilmeli. Çocukların gelişimi için ücretsiz ve kaliteli eğitime yatırım yapılmalı. Sistem, gelişen dünya ile uyumlu olmalı. Maddi olarak kırılgan aileler desteklenmeli, sosyal koruma sağlanmalı. Yoksulluğun kuşaktan kuşağa bir miras gibi devredilmesinin önüne geçilmeli. Sendikal haklar korunmalı. Sömürüyü sona erdirmek ve çocukları korumak için yasalar uygulanmalı, şirketler sorumlu tutulmalı. Maalesef iktidarın neoliberal politikalarını tam gaz uyguladığı ülkemizde çocuk işçi sayısı da, çocuk işçi ölümleri de artarak devam ediyor.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) basından ve çocuk işçilerin ailelerinden edinebildiği bilgiler doğrultusunda hazırladığı raporlara göre, 2013-2025 yılları arasında en az 770 çocuk işçi hayatını kaybetti. Ölen çocuk işçilerin 261’i (%34) 5-14 yaş arasında, 509’u (%66) 15-17 yaş aralığında. 5-14 yaş arasındaki çocuk işçilerin hemen hemen tamamı kayıt dışı çalıştırılıyor. 15-17 yaş grubunda ise başat çalışma alanı mevsimlik tarım olsa da son yıllarda MESEM uygulamasıyla bu yaş grubunun sanayi ve inşaat alanına kaydığı belirtiliyor. Asgari ücretin altında para alan, sendikasız ve çoğunlukla sigortasız çalıştırılan çocuklar ucuz iş gücü kaynağı olarak görülüyor. Rapordaki 5 yaş vurgusu eminin dikkatinizi çekmiştir. Yine İSİG verilerine göre son iki buçuk yılda sokakta mendil satan, araba camı silen, kâğıt toplayan ya da mevsimlik tarım işçisi ailesiyle beraber toplayıcılık ve çobanlık gibi işler yapan 5-9 yaş arasındaki 53 çocuk çalışırken ölmüş. Milli Eğitim Bakanlığı Örgün Eğitim İstatistikleri’ne göre ülkemizde okul öncesi eğitim seviyesinde, 5 yaşta net okullaşma oranının düştüğünü de hatırlamak gerekir. Asya ve Pasifik ülkelerinin 2020’den bu yana çocuk işçiliği oranında en büyük düşüşü gerçekleştirdiğini not etmiştik. Selçuk Şirin, Oksijen Gazetesi’nde kaleme aldığı çarpıcı yazısında Vietnam’ın eğitimdeki başarısını anlatmış. Uzun vadeli hedefler belirlenerek gerçekleştirilen bir dizi reform sayesinde çocukların uluslararası sınavlardaki başarıları artmış. Şirin, bu başarının ardında yatanın eğitimde eşitlik, vizyon ve planlama olduğunun altını çizerken, Vietnam’da 3-5 yaş arası çocukların %93’ünün ücretsiz okul öncesi eğitime katıldığını aktarıyor. 5 yaş grubunun okullaşma oranı yüzde 98.Türkiye’de ise iktidar CHP’li belediyelerin kreş açmasını engellemeye çalışıyor.
Dünyada çocuk işçiliğinin önlenmesi, sömürünün sona erdirilmesi için çocuk koruma yasalarının uygulanıp şirketlerin uyarılması gerektiği vurgulanırken Türkiye’de tam tersi oluyor ve 12 yıllık eğitimi fazla bulan sermaye hükümetten daha fazla çocuk işçi talep ediyor. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin de sermayenin talebine “Bir adım atılabilir” karşılığını veriyor. Belli ki iktidar, yoksulluk ve çocuk işçiliğini önleme konusunda adım atmak yerine her ikisini de artıran politikalar peşinde koşmaya devam edecek.
/././
Tek gezegen tek millet hayali çöküyor -Özgür Gürbüz-
İran Meclisi’nin Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’yla (UAEA) işbirliğini askıya alma kararı İran Anayasayı Koruyucular Konseyi’nce de onaylanırsa, bir başka küresel rejimle daha vedalaşabiliriz. İran, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’ndan çıkabilir. Bugüne kadar İran’ın iddia edilen nükleer silah programı hakkındaki tüm bilgilerimizi aslında NPT’ye taraf olmasına borçluyuz. UAEA denetçileri bu kapsamda İran’da izleme ve denetleme yapabildi ve dünyaya İran’ın yüzde 60 oranında zenginleştirilmiş 400 kg uranyumunun olduğunu duyurdu.
İran NPT’ye taraf olmasa, aynı İsrail, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore gibi gizli bir programla nükleer silah geliştirmeye çalışabilirdi. Başarılı olur muydu bunu bilemiyoruz ama İran NPT’den ayrılırsa bizi daha karanlık bir sürecin beklediği ortada. Saldırılar sorunu daha da büyütmüşe benziyor. Anlaşmanın 10. maddesi, ülkelerin yüksek menfaatlerini tehlikeye attığını düşündüğü olağanüstü olaylarla karşı karşıya kalması durumunda anlaşmadan çekilmesine fırsat veriyor. İran nükleer tesislere ve ülkeye düzenlenen saldırıları örnek göstererek anlaşmadan çekilebilir.
Ortadoğu’da nükleer silah kaynaklı tehdidi ortadan kaldırmanın aslında tek bir yolu var. İsrail’in derhal NPT’ye taraf olması, nükleer silahlarını imha etmesi ve bölgedeki diğer ülkelerin de anlaşmaya taraf olarak nükleer silah yapmayacaklarını açıkça beyan etmesi. İsrail bunu yaparsa İran’ın da iddia edilen programından vazgeçeceğini düşünüyorum. Zaten, Suudi Arabistan, Mısır, Irak ve Türkiye gibi önemli aktörler NPT’ye taraf, BAE ise imzacı. İkinci adım da NATO ve ABD üslerindeki nükleer silahların bölgeden uzaklaştırılması ki buna İncirlik’te ABD’ye ait nükleer bombalarla başlanmalı. NPT temel alınırsa bu uluslararası anlaşma kalıcı bir barışın başlangıç noktası olabilir. Üçüncü adım ise silah ve enerji arasındaki ince ilişki nedeniyle nükleer santrallardan kurtulmak olmalı ama bu çok daha karışık bir süreç.
Büyütecimizi mavi gezegenin tümünü içine alacak şekilde Ortadoğu’dan uzaklaştıralım. NPT’nin işlevsizleşmesinin ötesinde bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu göreceğiz. Çok taraflılığın, yani uluslararası siyasetin bitişi. Birkaç hafta önce Hamburg Sürdürülebilirlik Konferansı’nda BM Kalkınma Programı (UNDP) Başkanı Achim Steiner’e bu soruyu sormuş, “En zengin ülkelerin birçoğunun, sorunları birlikte çözmek ve birbirimize yatırım yapmak için on yıllardır inşa ettiğimiz bu mimariyi destekleme konusundaki taahhütlerinden bir cümleyle nasıl geri çekildiklerini gözlemliyorum” yanıtını almıştım. Steiner ayrıca, iklim değişikliği, biyoçeşitlilik ya da pandemiden korunma gibi konularda risk ve tehditlere, dar bir şekilde odaklanan ulusal güvenlik algısına da dikkat çekmişti. “Daha endişe verici olan eğilim, çok taraflılığın işe yaramadığı, sorunları çözemediği algısı” diye de eklemişti. Almanya Finans Bakanı da aynı konferansta, “Küresel vatandaşlığın yararı için çok taraflı işbirliğini yeniden inşa etmeliyiz. İklim değişikliği, yerinden edilme ve sürülme, eşitsizlik, açlık ve yoksullukla mücadele gibi pek çok ortak menfaatimiz var. Kurallara dayalı bir uluslararası düzen, çok sayıda ülke için en iyi başarı şansına sahiptir” demişti.
Bu örnekleri vermemin nedeni, çok taraflılığın bitişiyle ilgili kaygıların artık sadece akademi içinde değil BM ve üst düzey siyasetçilerce de dile getirilmesi. 2. Dünya Savaşı sonrası BM’nin neler yapıp yapamadığı uzun bir yazı gerektirir. Çevre açısından kısa bir karşılaştırma BM’nin notu hakkında bize fikir verebilir. Ozon tabakasının incelmesini durdurmayı başaran Montreal Protokolü gibi başarı hikâyeleri olduğu gibi iklim krizini durdurmada başarısız olmuş anlaşma ve protokoller sayabiliriz. Sınıfta kaldı demek zor ama ‘hepsi pek iyi’ de değil.
Kimilerine göre ise tartışma çoktan kapandı bile ve ‘bir çatı altında birleşmiş milletler fikri’ geride kaldı. Nerelisin sorusuna benim gibi “dünyalıyım” diyen insan sayısı azaldı. İran’ın olası hamlesi BM’ye olan güveni iyiden iyiye azaltacak. Çok taraflılıktan, bir gezegen ve bir millet hayalinden vazgeçtiysek yerine ne koyacağımızı da sormak zorundayız? BM’nin yerini G-7, BRICS veya NATO mu alacak? Yoksa BM’nin ötesine geçen enternasyonalizm için mücadeleye yeniden başlayacak mıyız?
/././
İç cephe: Bir ‘Muhalefetsiz Türkiye’ projesi -Berkant Gültekin-
İktidar cephesi içeride ve dışarıda cereyan eden her olayı, ülkeye kendi siyasi ajandasına uygun bir doğrultu çizmek amacıyla araçsallaştırıyor. Kendi bekası ile memleketin bekasını eşitleyerek, mevcut gücünü koruma ihtiyacının -bir partinin, liderin, grubun ve ittifakın siyasi rekabette üstün gelme gayesinden bağımsız- “ulvi” bir mertebede, “vatanın, milletin ve devletin âli menfaatlerinin” bir gereğiymiş gibi algılanmasını istiyor.
Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu tarihi kırılma dönemi, anbean iç ve dış etkilerle biçimleniyor. Ülkedeki başat siyasi kutuplaşma, demokratik bir düzen talep edenlerle onu reddedenler arasında. AKP-MHP ittifakı karşısındaki çoğunluk, en geniş ifadeyle demokrasi blokunu oluşturuyor. Bu blokta siyasi çeşitlilik ve pek çok konuda görüş farklılığı söz konusu olsa da ortak payda, demokratik düzene bağlılık. Azınlığa düşen ve temsil çapı daralan iktidar bloku ise halkın geniş kesimlerinden yükselen ve giderek yaygınlaşan değişim talebini, devletin kritik kademelerinde elde ettiği hâkimiyeti kullanarak, sert ve baskıcı yöntemlerle sindirme stratejisi izliyor.
Fakat iktidarın baskı kurmaya yarayan gücü, ona uzun vadeli bir menzil sunmuyor. Türkiye gibi bir ülkede, sınırsız baskı belirli bir dönem aralığında yoğun şekilde uygulanabilir ve iktidarın işini kolaylaştırabilir ancak biteviye bir yönetme enerjisi sağlayamaz. Bunun için ideolojik meşruiyet ve toplumun yeter çoğunluğunun rıza gösterdiği siyasi anlatının üretilmesi, yani hegemonya tesisi gereklidir. Hegemonya geliştirmeden, salt devletin zor aygıtlarıyla ayakta kalmaya çalışan iktidarlar, kurdukları baskı kadar kendilerini yıkacak ölçekte kriz ve tepki biriktirir. İktidar bloku da elbette bunun farkında. Bunu, sert baskı dönemine eşlik eden siyasi anlatı inşa etme çabasından anlamak mümkün.
Bu konjonktürde iktidar, siyasi anlatı inşa etme çabasına hizmet etmesi için “iç cephe” argümanını tedavüle soktu. “İç cephe” formülasyonu, bir ateş çemberi olan Ortadoğu’da “Türkiye’nin varlığı ve bütünlüğünü sağlama” ihtiyacına dayanıyor. “Terörsüz Türkiye” de bunun bir bacağı... “Dış güçler terör kartını Türkiye’ye karşı kullanmasın” diye Öcalan’ın “kurucu önderliği” kabul edilerek Kürt hareketi ile bir “bütünleşme süreci” yürütülüyor. İç cephenin inandırıcılığını sağlamak için en çok İsrail’in saldırganlığına ve ona içkin şekilde ABD emperyalizminin bölgesel planlarına işaret ediliyor. Siyasi aktörlere ve topluma, “eğer iç cephemizi kuvvetlendirmezsek sırada biz varız” mesajı veriliyor.
Aslında iç cephe anlatısı çürük ve zayıf bir mantıksal zemine sahip. İktidar cephesi Irak, Suriye ve son olarak İran’ın başına gelenleri hatırlatarak Türkiye’yi İsrail’in zulmünden ve emperyalizmin yıkıcılığından koruma iddiasını ortaya atıyor ancak sözü edilen ülkeler dışarıdan gelen saldırılarla ağır yaralar alırken, AKP iktidarı, onları hedefe koyanların safında durdu. AKP iktidarı 2002’de yönetimi ele aldığında yapmaya çalıştığı ilk işlerden biri, Washington’ın talebine uygun şekilde Irak tezkeresini Meclis’ten geçirmekti. Erdoğan’ın yoğun çabasına rağmen toplumsal muhalefetin de büyük katkısıyla tezkere Meclis’e takıldı. Yine Suriye’de de 2011’den beri Esad’ı devirmek için AKP aklının neler yaptığı malum. Dolayısıyla iç cepheyi savunanlar şu soruya cevap vermeli; madem sırada Türkiye var, bugüne kadar emperyalist politikaların peşinden koşan bir iktidarla iç cephe kurulabilir mi?
İç cephe formülü ayrıca, jeopolitik dengeler, ittifaklar ve ilişkiler bakımında da hayli tutarsız. İsrail saldırgan, zalim ve katliamcı bir devlet. Başında da Netanyahu gibi savaştan, kandan güç alan bir isim bulunuyor. Bunlar tamam... Ancak dış politikadaki pozisyonu AKP tarafından belirlenen Türkiye, İsrail’in mevcut konjonktürde saldırmak isteyeceği bir ülke değil. AKP Türkiye’si, Ortadoğu’da hiçbir zaman ABD ve İsrail’in karşısında durmadı. İsrail, bölgede kendisine diş gösteren, menfaatleri önünde engel gördüğü, en önemlisi de fiili olarak savaştığı devlet ve yapıları hedef alıyor. Suriye, İran ve Lübnan Hizbullahı bu yüzden vuruldu ve vuruluyor. AKP ise direniş eksenine son derece uzak olması bir yana, tam tersi, hep emperyalistlere yakın durdu ve kendi çıkarını onların işgal planlarının içinde aradı. Daha da ötesi, Türkiye siyasal İslamcılığı ve sağ siyaseti, tarih boyunca sola karşı NATO şemsiyesi altında büyütüldü, palazlandırıldı. AKP’nin iktidara gelişi, emperyalizm ile Türk sağı ilişkileri bağlamında bir zirve noktasıydı.
Politik düzlemde hiçbir tutarlılığı olmayan iç cephe projesinin hedefi, “Türkiye’nin güvenliğini ve bekasını sağlamak” adına siyasal alandaki özneleri ve toplumun geniş kesimlerini iktidar blokunun arkasına dizmek. Muhalefet iç cepheye, yani rejime teslimiyete çağırılıyor. Çünkü iç cephede muhalefete yer yok; onun zorunlu koşulu, “savaş ve savunma” koşullarında, muhalefetin ve herhangi aykırı sesin olmadığı, açık cezaevine dönmüş bir Türkiye... Bu projede yalnızca kontrollü ve rejimle uyumlu, göstermelik bir “muhalefete” alan açılıyor. Erdoğan ve Bahçeli, Özgür Özel’i işte bu Türkiye’ye davet ediyor.
CHP, iktidarın iç cephe tuzağına doğru karşılığı veriyor. Özgür Özel, salı günü partisinin grup toplantısında iktidarın zulmüne işaret ederek “Eğer siz iç cepheyi değil de iç cezaevlerindeki iç avluyu güçlendirirseniz iç cepheyi asla güçlendiremezsiniz” dedi. “Önce demokrasi ve adalet” vurgusu yapan Özel, bunun “milli birlik ve bütünlük projesi” adı altında bir seçimsizleştirme/muhalefetsizleştirme projesi olduğunu net şekilde ortaya koymuş oldu.
Türkiye’de çıkarı aynı yerde olan halk kesimlerinin bütünleşmesinin önündeki en büyük engel mevcut iktidarın varlığıdır. Sıradan insanları birbirine düşüren, kindar nesiller yaratmak için çocukların zihinlerini zehirleyen, farklı yaşam tarzlarını şeytanlaştırıp ötekileştiren, muhalifleri düşmanlaştırarak cezaevlerine hapseden bir iktidarın etrafında kurulacak iç cephe, anca daha fazla baskıya, hukuksuzluğa ve yoksulluğa hizmet eder. Memleketin ihtiyacı olan iç cephe, çürümüş düzene karşı haktan, hukuktan, emekten, özgürlükten ve demokrasiden yana olanların yer aldığı geniş mücadele hattıyla zaten oluşmuş durumda. Tüm mesele, tüm tuzaklara karşı onu savunmak, büyütmek ve daha etkin hale getirmektir.
/././
Anayasa -Şükrü Aslan-
Modern toplumların en önemli özelliği, geleneksel hayatın dışında yeni kurumsal yapılar inşa etmeleriydi. Modernleşme idealine uygun olarak hemen her yerde, o güne dek yazılı olmayan sosyal-siyasal-kültürel pratikleri tasfiye edip, hayatın her alanını yazılı kurallara bağlayan bir düzen kuruluyordu. Bu yeni kurumsallaşma Emile Durkheim’in ‘mekanik dayanışmadan organik dayanışma’ya, Ferdinand Tonnies’in ‘cemaat’ten ‘cemiyet’e geçiş kavramlarında da karşılık bulmuştu.
Büyük ölçüde inançların refere ettiği geleneklerin dışında yeni bir düzen kurmak, tüm siyasal işlerin yazılı-kayıtlı hale getirilmesi demekti. Her şey yazılı kurallara uygun işleyeceğine göre, bunların referansı olan bir anayasa yapmak da gerekliydi. Artık gündelik hayat kanunlar ve kurumların, anayasaya uygun biçimde işlediği yeni formda kurulacaktı. O kadar ki devletlerin kendi gerçekleştirdikleri katliamları bile fotoğraf yoluyla kaydetmeleri ve ‘gizli arşiv’ inşa etmeleri de yine bu sürecin sonuçlarıydı.
Aynı şekilde şimdi bildiğimiz anlamıyla modern yurttaşlık da bu sürecin bir çıktısıydı. Elbette yurttaşlığın daha eski bir geçmişi vardı ama bireyi geleneklerinden koparmayı ve tek başına devletle muhatap hale getirmeyi öngören bu yeni yurttaşlık, modern anayasaların en önemli vurgusuydu. Bu anayasalarda devlet ve yurttaşlar, karşılıklı yükümlülükleri olacak şekilde yasal bir ilişkiyle birbirine bağlanmışlardı.
***
Modern siyasal sistemlerde Cumhuriyet’in idealize edilmesinin bir dayanağı, tüm yurttaşların ‘eşit’ olduğu varsayımıydı. Gerçekten her biri, kanuna göre en azından teorik olarak ‘eşit’ti. Fakat bu ‘eşitlik’ gerçekte derin eşitsizlik alanlarını örten bir işlev görüyordu. Çünkü modern yurttaşlık, her bireyin, farklı dil, inanç ve kültürlerden geldiğini, dolayısıyla o inanç-kültür ve dillere göre yaşama hakkı olduğunu ihmal etmişti. Sadece ihmal etmemiş, yok saymış ve kendi inşa ettiği kimlikleri onlara dayatmıştı.
Bugün bütün bu siyasal uygulamaların ağır toplumsal maliyetlerle tecrübe edildiği bir tarihsel birikime sahibiz. Hatta modern devletlerin bir kısmı, kendi kurdukları bu politik geçmişle yüzleşme anlamına gelen adımlar attılar. Artık bazı ülkelerde tek dil ve kültür yerine çoğulluk, ötekini tasfiye etmek yerine birlikte yaşamayı esas alan anayasalar-yasalar da var. Ayrıca ‘yurttaşlık’ yasaları da pek çok ülkede değişti ve eski ötekilerin de yurttaş olabildikleri yeni siyasal deneyimler çoğalmış görünüyor. Mesela Avrupa’nın pek çok şehrinde ‘yeni yurttaş’ ‘ötekilerin’ meclis üyesi, belediye başkanı ve milletvekili olduklarını görüyoruz.
***
Türkiye’ye gelince, Türk modernleşmesinin yeni bir ulus devlet kurma; dolayısıyla yeni bir anayasa, dil ve kültür inşa etme yönündeki politikası en baştan beri modern tahayyüle uygun olarak çoğulculuğa kapalıydı. Dahası İlhan Tekeli’nin ifadesiyle, modernleşme, aslında bir tür ‘modernleştirme’ biçiminde tezahür ettiği için, ‘tek dil-kültürlü toplum’ yaratma çabası batıdaki örneklerinden çok daha sert bir biçimde işlemişti. Yurttaşlık yasaları da aynı şekilde bireyleri dil ve kültürlerinden arındırmaya mecbur etmişti. Hemen her darbeden sonra yapılan ‘yeni’ anayasalarda da aynı politik eğilim hep devam etmişti. İktidarların ‘anayasa’ algısı bir tuhaflıklar silsilesi gibiydi. O kadar ki 1980 askeri darbesini gerçekleştirenler, silah zoruyla anayasayı ‘ortadan kaldırmış’, ama aynı anayasayı ‘ortadan kaldırmaya teşebbüs’ ettikleri gerekçesiyle onlarca kişiyi idam etmiş, on binlerce kişiye de ağır hapis cezaları vermişti.
Türkiye bir süredir yeni(den) bir anayasa yapma ihtiyacını konuşuyor. Ama bu ihtiyaca en fazla vurgu yapan iktidar partisi, anayasaların yol açtığı çok ağır toplumsal maliyetlere ve dolayısıyla geçmişle yüzleşme arayışına işaret eden bir yeni söz bile kurmuyor. ‘Her yurttaş hukuken yasalar önünde eşittir’ gibi yanıltıcı söylem yerine, herkesin bir kültür, dil ve inancın parçası olarak, kimliğiyle yaşama hakkına sahip olduğunu vurgulayan bir siyaseti de yok. Dahası siyasal keyfiliğin adeta olağanlaştığı bir ortamda, anayasaya uymayı taahhüt eden bir söylem de geliştirmiş değil. Sahi, bunlardan azade bir ‘yeni anayasa’ ne işe yarayacak?
/././
Devlet hastanesinde yasak da özel hastanede serbest mi?-Osman Öztürk-
Geçtiğimiz hafta Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastanesi’nde “bıçak parası” operasyonu yapıldı.
Haberlere yansıdığına göre İstanbul’da elliye yakın kişi İl Sağlık Müdürlüğü’ne giderek ihbarda bulunmuş. Ardından Müdürlük Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı’na bilgi vermiş, Savcılık konuyla ilgili soruşturma başlatmış, İstanbul Emniyeti Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri de şüphelilerin tespiti için çalışma yapmış. Yaklaşık beş ay süren teknik ve fiziki takibin ardından doktorların odalarına kamera sistemi yerleştirilmiş.
Soruşturmada polis ekipleri hastanede aralarında doktorların da bulunduğu bazı kişilerin “bağış” ya da “medikal malzeme” adı altında hastalardan bıçak parası istediğini, para yatıran kişilerin ameliyatlarının erkene alındığını, biyopsi işlemleri ile patoloji sürecinin daha hızlı ilerletildiğini saptamışlar. Ayrıca şüphelilerin bazı hastaları özel laboratuvarlara yönlendirdiği, bunun karşılığında para aldıkları, ödemelerin yakınlarının hesabına aktarıldığı da ortaya çıkarılmış.
Geçtiğimiz Salı günü İstanbul, Mersin ve Tekirdağ’da biri profesör, biri doçent ve biri uzman, üçü doktor olmak üzere on bir şüpheli gözaltına alınmış.
***
Sağlık Bakanlığı tarafından da aynı günün sabahında yapılan açıklamada "Sağlık hizmetlerinde şeffaflık ve güveni esas alan yaklaşımımızla vatandaşlarımızın mağduriyet yaşamaması ve fedakâr sağlık çalışanlarımızın zan altında bulunmaması için yasa dışı faaliyetlerle mücadelemizi tavizsiz şekilde sürdürmeye devam edeceğiz. Bir kamu hastanemizde bazı hastalardan haksız kazanç elde edildiği iddiasıyla başlatılan idari ve adli soruşturmada önemli bir aşamaya gelinmiştir. Uzun süredir devam eden teknik takip ve araştırmalar sonucunda bu sabah altı kişi gözaltına alınmıştır." denilmiş.
Gözaltına alınanlar Cuma günü mahkemeye çıkarıldı ve yedisi “suç işlemek amacıyla örgüt kurma veya üye olma” ve “irtikap” suçlarından tutuklandı.
***
Sadece yazılanlara bakarak insanların suçlu olup olmadığına karar vermek elbette doğru değil ama haberlerde yer alan bilgiler ortada ciddi bir suç olma ihtimaline işaret ediyor. Umarım adil bir yargılanma süreci işler ve suçlu, suçsuz ortaya çıkar.
Ben işin o tarafını mahkemeye bırakıp başka bir şeyden söz etmek istiyorum.
Nedir bu bıçak parası?
Dar anlamda kullanıldığında devlet hastanesinde çalışan bir doktorun bir hastayı ameliyat etmek için hastadan yasa dışı olarak para istemesini anlatıyor. Ancak bu olayda da görüldüğü gibi hastanın aciz durumundan yararlanıp haksız kazanç sağlamak için kullanılan her türlü yöntem de bıçak parası olarak isimlendiriliyor.
Bıçak parasının kanunlara göre suç olması bir yana, öyle olmasaydı bile ahlak dışı olduğu aşikar.
Buraya kadar tamam da devamı da var.
***
Diyelim ki bir sağlık sorununuz var ve SGK’nin anlaşmalı olduğu bir devlet hastanesine gidiyorsunuz.
Bu ülkenin vatandaşısınız, bu ülkenin nüfus cüzdanını taşıyorsunuz ama bu sağlık hizmeti almanız için yeterli olmuyor. Yıllardır bu devlete vergi ödüyorsunuz, sigorta primi ödüyorsunuz, muayeneden reçete bedeline, eşdeğer ilaç farkından rapor ücretine envai kalem katkı, katılım payı ödüyorsunuz; onlar da yetmiyor.
Bunların üzerine bir ödeme daha yapmanız gerekiyor. Bunun adına da bıçak parası deniyor.
Peki, diyelim ki bir sağlık sorununuz var ve SGK’nin anlaşmalı olduğu bir özel hastaneye gidiyorsunuz. Orada da aynı şeyi yaşamıyor musunuz?
T. C. kimliğinizin olması, yıllardır vergilerinizi, sigorta primlerinizi düzenli olarak ödemiş olmanız, katkı, katılım paylarını ödeyecek olmanız sağlık hizmeti almak için yeterli oluyor mu?
Özel hastane bütün bunların üzerine muayeneden tetkike, hastane yatışından ameliyata kadar her bir işlem için “ilave ücret” adı altında para istemiyor mu?
Vatandaş açısından özel hastanelerdeki ilave ücretin devlet hastanelerindeki bıçak parasından ne farkı var?
***
“İyi ama AKP bıçak parasını yasallaştırdı, onun adı artık değişti.” mi dediniz?
Gelin ona da bakalım.
Kanuna göre özel hastanelerin vatandaşlardan alabileceği ilave ücretin üst sınırı, SGK’nın belirlediği ücretin iki katı değil mi? O üst sınıra uyan tek bir özel hastane var mı? Hepsi kat kat fazla, fahiş ücretler almıyor mu?
Daha önce örneğini yazmıştım; özel hastanelerin kardiyoloji muayenesi için alabileceği ilave ücretin üst sınırı 336 TL iken telefonla aradığım özel hastaneler 2 bin TL’den 5 bin 500 TL’ye, yani SGK’nın belirlediğinin on iki katından otuz üç katına kadar fiyat vermişlerdi.
Peki bunun adı da bıçak parası değil mi? Özel hastane patronları bu yolla haksız kazanç sağlamıyor mu?
Özel hastanelerin böyle çalıştığını Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu bilmiyor mu? Çalışma Bakanı, SGK Yönetim Kurulu üyeleri, il sağlık müdürleri bilmiyor mu? Neden peşine düşüp savcılıklara baş vurmuyorlar?
Bıçak parası devlet hastanesinde yasak da özel hastanede serbest mi?
/././
Sevgi sözcükleri demişken…-Attila Aşut-
“Sevgi eklerinin yazımı” konusundaki yazımıza geçen hafta okur ilgisi fazla oldu. Geribildirimlerden anlıyoruz ki bu eklerin yazımı, sandığımızdan daha çok insanın kafasını karıştırıyormuş. O yüzden açıklamalarımızı aydınlatıcı bulmuş okurlar. Kimi arkadaşlar ise ek sorular yöneltmiş. Bu hafta okur mektuplarından kısa alıntılar paylaşırken soruları da yanıtlamaya çalışacağım.
Yusuf Ziya Ak'ın mektubu, yazımızın zamanlaması ile ilgili:
“Attila Abi, bu yazı, tam da ‘Ben şimdi bunu Ali’cik mi yazayım, Alicik mi?’ diye düşünürken imdadıma yetişti! Türkçede bazı kurallar gerçekten hem kafa karıştırıyor hem de alışkanlıklarla çelişiyor. Ama yine de bu tür yazılar sayesinde en azından neyin neden öyle yazıldığını öğreniyoruz.
Yazınız, dilimizdeki kimi karışıklıklara ışık tutması açısından gerçekten çok değerli. Sevgi eklerinin yazımı gibi gündelik kullanımda sıkça karşılaştığımız ama çoğu zaman farkında olmadığımız ayrıntılar, yazımda birlik açısından büyük önem taşıyor. Özellikle özel adlar ve yabancı adlar arasındaki ayrımlar işin içine girince kesme imi konusu hâlâ kafa karıştırıcı. Ama kuralları bilmek, nedenleri anlamak açısından büyük fark yaratıyor.
Teşekkürler bu sade, açıklayıcı ve düşündürücü yazı için!”
* * *
“DÜNYANIN” MI “DÜNYA’NIN” MI?
S. Servet Taşdelen adlı okurumuz, kesme imleri bağlamında şu soruyu yöneltmiş:
“Attila Bey, kesme imi özel adları eklerinden ayırmak üzere kullanılmıyor mu? Hatanın sözkonusu olmadığı durumlarda özel adları eklerinden ayırmak için kesme imi kullanmak gerekir mi? Örneğin yerküre için ‘Dünya'nın’ mı yoksa ‘Dünyanın’ mı yazmak doğrudur?”
“Dünya" sözcüğünün dilimizde çok farklı kullanım alanları var; kullanım biçimine göre sözcüğün anlam alanı değişir ve çeşitlenir. Kısaca söylemem gerekirse, bu sözcüğü gökbilim terimi olarak kullandığımızda özel ad gibi büyük harfle "Dünya" diye yazıyoruz. Gökbilimle ilgili “Ay” ve “Kutupyıldızı” gibi sözcüklerin yazımını da aynı biçimde büyük harfle başlatıyoruz. Böyle olunca, karışıklığı önlemek için ekleri kesme imiyle ayırıp “Dünya’nın”, “Ay’ın” diye yazmamız gerekiyor. Ama “dünya” ve “ay”ın gündelik dildeki anlamları tür adı olduğundan küçük harfle yazıyoruz. Sözgelimi “Bugün dünyanın işini yaptım” dediğimizde yerküreden söz etmiyoruz, çok çalıştığımızı söylüyoruz. “Bu ayın sonunda tatile çıkacağım” tümcesindeki “ay”ın da gökteki “Ay”la ilgisi yoktur. Öyleyse böyle durumlarda sözcüklerin ekleri kesme imiyle ayrılmaz.
“AŞIRI” SÖZCÜĞÜNÜN AŞIRI KULLANIMI! FORMUN ÜSTÜ
Eğitimci arkadaşımız Mehmet Akkayalı da “Sevgi sözcükleri” yazımızdan söz ettiği iletisinde bir başka konuyu gündeme taşıyor:
“Son zamanlarda ‘aşırı’ sözcüğü de yanlış kullanılıyor Sayın Aşut: ‘Aşırı güzel, aşırı lezzetli, aşırı çalışkan…’
Oysa ‘aşırı’ sözcüğünde bir olumsuzluk, gereksizlik anlamı yok mu?
Yıllar önce bir derste ‘korkunç güzel’ biçiminde saçma bir niteleme yapmıştım. Emin Özdemir öğretmenimiz haklı olarak yerin dibine batırmıştı beni.
Dün akşam televizyonda bir profesör birçok kez ‘Bu nedenden dolayı’ dedi. Önceki yazınızdan tanıdığımız Abdiâciz hazretleri gibi ‘nihayetsiz mutlu mesut’ (hatta ‘musmutlu’ ya da ‘mesut bahtiyar’) oluyorum’ demediğine şükredelim!”
Yazar ve çevirmen Baki Yiğit de “Abdiâciz”in anlamını açıklayarak Mehmet Akkayalı’nın yorumuna katkıda bulunmuş:
"Gamzedeyim Deva Bulmam adlı çok sevilen şarkının sözlerinden iki dize:
Nihayetsiz bu takibe / Doğrusu takat yetmiyor”/
‘Abd’, kul demektir. ‘Abdiâciz’ bir sıfat tamlamasıdır; ‘âciz kul’ anlamına gelir.”
* * *
TSE BİLE TÜRKÇENİN STANDARTLARINA UYMUYOR!
Türk Standartları Enstitüsü’nün tabelasını dikkatli bir okurumuz fotoğraflayıp göndermiş. İletisinde, “Hocam, bu tabeladaki ‘standard’ sözcüğü standartlara ne kadar uygun?” diye soruyor!
Türkçe sözcüklerin sonunda /b/, /c/, /d/, /g/ yumuşak ünsüzleri bulunmaz. Yazım kuralına göre bu harflerin yerini /p/, /ç/, /t/, /k/ sert ünsüzleri alır. Yabancı sözcüklerin yazımı da bu kurala bağlıdır. O nedenle Fransızcası “standard” olan bu sözcük, Türkçe yazım kuralına göre “standart” diye yazılır. Ama her alanda Türk standartlarını belirlemekle görevli ulusal kurumumuz TSE bile görüldüğü gibi tabelasının yazımında Türkçenin bu kuralına uymamış! Üstelik Cumhurbaşkanlığı’na bağlı Türk Dil Kurumu’nun resmi kurumları bağlayan Yazım Kılavuzu’na karşın…
Benim elimde yetki olsa, dışarıdan ödünç aldığımız ve henüz yazımında bile anlaşamadığımız yabancı sözcükleri tümden Türkçeleştirirdim. Örneğin TSE’nin adını Türkiye Ölçüm Kurumu yapar; Ekrem Açıkel’in “canım TÜİK”ini ise Türkiye Sayısal Veri Kurumu olarak değiştirirdim…
/././
BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder