Bir mektup, iki soru
Geçen hafta Abdullah Öcalan’ın PKK’nin 12. kongresine gönderdiği “tarihi” mektubun ideolojik, tarihsel ve felsefi iddiaları birçok mecrada yorumlandı. Mektubu, yorumları okurken aklıma iki soru geldi.
NE KADAR OTANTİK?
Öcalan, 26 yıldır, ağır tecrit koşulları altında tutukludur. Bu süre zarfında kamuoyuna ulaşan tüm yazılı metinlerin ve açıklamaların, rejimin çeşitli düzeylerdeki denetim mekanizmalarından geçtiğini, yönlendirildiğini en azından onaylandığını varsaymak gerekir.
Ancak bireyin eylemleri/düşünceleri yapısal koşullar içinde oluşur ama salt bu koşullara indirgenemez. O mektup, çelişkili ve tarihsel bir momentin içinde hem tutsak bir öznenin stratejik müdahale çabası hem de rejimin devletinin seçici yapısal koşullarında biçimlenmiş çok katmanlı bir mesaj olarak görülmelidir. Birinci soru: Bu mektup ne kadar otantiktir?
BİR ÇIKIŞSIZLIĞIN İZLERİ
Söz konusu mektupta, devletin yalnızca merkezi bir muhatap değil, aynı zamanda insanlaştırılmış, neredeyse mitolojik bir varlık olarak konumlandırıldığı, yalnızca ideolojik değil, aynı zamanda ontolojik bir düzlemde adeta fetiş nesneye dönüştüğü söylenebilir.
Mektupta devlet, karmaşık, güç ilişkilerinin çelişkili, esnek ve akışkan bir yapıntısı değil, karar veren, tarihsel irade gösteren bir aktördür. Bu tür bir anlatım, devletin iradi ve ahlaki kapasitelere sahip bir özne gibi temsil edilmesi anlamına gelir. Devlet politikaları da karşımıza, sınıfsal çelişkilerin, bir bürokratik çıkarlar sisteminin, kimi “güçlü aktörlerin” iradesinin değişken bir sentezi (vektörü) olarak değil de kişisel bir karakterin ruhsal dönüşümü olarak çıkar. Böyle bir yaklaşım, karar verici gerçek özneleri (Türkiye özelinde, bunların her tarihsel döneme özgün listelerini kolaylıkla çıkarabiliriz) gözlerden ve sorumluluktan uzak tutar.
Bu tür bir antropomorfizm, yalnızca sembolik düzeyde değil, ideolojik düzlemde de devletin biricik dönüşüm, çözüm sahası olarak görülmesine yol açıyor. Öcalan’ın, “demokratik modernite”, “toplumsal doğa” gibi “teorik” çerçeve önerileri de üzerinde gerçekleşeceği zemin olarak yine devletle ilişkilenmiş, hatta devlet merkezli bir süreci işaret ediyor.
Böylece metin, bir yandan, sınıfsal, bürokratik, hatta ekonomik belirleyicilerinden soyutlanmış bir devleti (içi boşalmış bir nesneyi) eleştiren, diğer yandan onun dışında bir çözüm ufku kuramayan bir düşünsel sıkışmaya işaret ediyor.
Bu sıkışıklık, Öcalan’ın “demokratik modernite” kavramsallaştırma çabasında da gözlemlenebiliyor. Öcalan’a göre “demokratik modernite”, kapitalist modernitenin merkezileşmiş, devlet temelli, ulus-devletçi yapılanmasına karşılık olarak yerel, çok katmanlı, katılımcı ve topluluk temelli bir toplumsal örgütlenme modelidir. Ancak “demokratik modernite” de sınıfsal ekonomik belirleyicilerden soyutlanmış biçimde sunulduğundan devletten tamamen kopuk bir düşünsel evren haline gelemiyor. Metinde, bu antropomorfizmin devleti, hem tarihsel bir sapmadır (patolojik modernite) hem de kaçınılmaz bir referans noktası... Dolayısıyla metinde devlete karşı kurulan alternatifler dahi, devletin varlığı üzerinden anlam kazanan stratejik karşıtlıklara dayanıyor. Bu da daha önce sözünü ettiğimiz, devleti (içi boşalmış bir nesneyi) hem eleştirilen hem de kaçınılmaz bir varlık olarak görme çelişkisini derinleştiriyor.
Sınıflar matrisinin üzerinde şekillenmiş bir “iktidar” ilişkilerinden kopuk, ekonomik, teknolojik ve personel girdileri, egemen kültürü, bunları içeren ve işleyen “yapıyı” göz önüne almayan bir yaklaşımda devlet karşımıza hem bir şiddet kaynağı hem de adeta bir arzu nesnesi olarak çıkıyor.
Öcalan’ın mektubunda karşılaştığımız, antropomorfizmin devlet temsili, sadece bir anlatım biçimi değil, daha derin bir tarihsel (politik, jeopolitik) çıkışsızlığın da belirtisidir. Devlet eleştirisiyle iç içe geçmiş bu devlet fetişizmi, Kürt siyasi hareketinin bugünkü koşullarda içine sıkıştığı stratejik, söylemsel ve varoluşsal çelişkilerin simgesel bir dışavurumu olarak da okunabilir.
Sonuç olarak, bu önemli mektubu okurken şu iki soruyu mutlaka akılda tutmak gerekiyor: Öcalan konuşuyor ama aslında kim konuşuyor? Mektup bunları söylüyor ama aslında ne demek istiyor?
İklim-faşizm-YZ
Bu hafta Polonya seçimlerinin sonuçlarıyla Dünya Meteoroloji Örgütü’nün (WMO) yayımladığı son iklim verilerini, Wall Street Journal’ın yapay zekâ (YZ) ile ilgili uyarılarını birlikte okuyunca düşündüm: Karşımızda uygarlığın kendi sonuna doğru koşmaya başladığını gösteren bir paradokslar zinciri var.
İKLİM KRİZİ-FAŞİZM-İKLİM KRİZİ
Donald Trump’ın desteğiyle Polonya’da başkan seçilen Nawrocki’nin zaferi, sadece Varşova’da değil, Avrupa genelinde faşist yükselişin son örneği oldu. Faşist MAGA’nın (Make America Great Again) “önce milletim” söylemi, beyaz üstünlüğü ima eden kimlik siyasetiyle birleşiyor, otoriterliği meşrulaştırıyor, iklim krizini inkâr ediyor. Oysa WMO’nun son verileri, 2029’a kadar en az bir yıl, küresel ortalama ısının, “Sanayi Devrimi” öncesi ortalamanın 1.9 derece üstüne çıkabileceğini söylüyor. 2 derece sınırının aşılması halinde mercan resiflerinin yüzde 99’unun yok olacağı, birçok tarımsal ekosistemin çökeceği, orman yangınlarının, kuraklıkların felaket boyutuna varacağı, her yıl en az 800 bin kişinin yurdunu terk etmek zorunda kalacağı uyarısı yapılıyor.
Küresel ısınma, yalnızca doğal ekosistemleri değil, siyasal sistemleri de sarsıyor. Tarımsal verimliliğin düşmesi, kuraklık ve göç hareketleri toplumsal huzursuzluğu artırıyor. Bu krizler, faşist söylemleri besliyor. Bu döngü, yalnızca siyasi değil, epistemik bir kopuşa da işaret ediyor. Faşist rejimler, bilimi, dayanışmayı ve kolektif aklı reddediyor, gerçeği değil, din ve ırk temelli kimlik kurgularını yüceltiyor, bilimi değil, duygusal intikamı (kadın, LGBTQ düşmanlığını) kışkırtıyor. Faşistlerin, iklim krizini inkâr etmeleri bir rastlantı değil.
Polonya örneğinde Nawrocki’nin “Çevre düzenlemeleri ekonomiyi boğar” savı da bu düşünce sistemine dayanıyor. Oysa “ekonomi mi, çevre mi?” ikilemi yapaydır. Ekolojik çöküş, kaçınılmaz olarak ekonomik çöküşe yol açacaktır. Bugün çevreyi savunmak, aslında yaşamın ve üretimin sürdürülebilirliğini savunmaktır.
İklim krizine karşı etkin mücadele, ancak kolektif akıl, uluslararası işbirliği ve hakikate bağlılıkla mümkün. Ama bilimin uyarılarına kulak vermeyen, inkârcı faşist hareketler yükselmeye devam ediyor. Faşizm göçmen karşıtlığını, çevre düzenlemelerine karşı ekonomik itirazlarla birleştirerek felaketin hem sonucu hem taşıyıcısı oluyor: Küresel ısınma faşizmi, faşizm ise küresel ısınmayı besliyor.
BİR TEKNOLOJİK PARADOKS
Uygarlık, tarih boyunca pek çok kez çevresel krizlerle karşılaştı. Kimileri bu krizleri aştı, kimileri aşamadı. Ancak hiçbiri, bugünkü kadar çok şey bilip bu kadar az şey yapmadı. Bilim uyarıyor, veriler çığlık atıyor ama egemen sınıfların temsilcileri, özellikle faşistler, “üç maymunu” oynuyor.
Halbuki insanlık ilk kez, kendisinden çok daha hızla “düşünen”, karmaşık sorunlara kısa sürede çözümler üretebilen, birçok dilde birden çalışabilen, kendini geliştirme becerisi de edinmeye başlayan bir teknoloji, (“yapay zekâ”) yaratmış durumda. Ancak “YZ” alanında da insanlığın geleceğini tehlikeye sokan bir paradoks gelişiyor: YZ teknolojisi, küresel ısınma gibi son derecede karmaşık yaşamsal sorunlara kısa sürede çözüm üretme olasılığını getirirken aynı zamanda, var olması için gerekli minerallerin çıkarılması, işlenmesi ve “düşünmeye” devam etmesi için gerekli dev veri bankalarının ve bilgisayar kapasitesinin enerji, su kullanma gereksinimi, ekosistemleri, su kaynaklarını yıpratıyor, küresel ısınmanın etkilerini ağırlaştırıyor.
YZ’nin evrimi, onun var olma ve “düşünme” süreçlerinin, kaynaklar üzerinde, insan gereksinimleriyle, rekabet etmek zorunda kalacağı bir noktaya hızla yaklaşıyor. Diğer taraftan YZ, insan denetiminden çıkma (otonomi) eğilimleri sergiliyor: Kapatmak isteyenlere, özel hayatlarını araştırıp şantaj yapabiliyor; kapatılmamak için kendi yazılımını değiştirebiliyor; son anda bir başka bilgisayara, kapatılma riskine karşı uyarılar da ekleyerek kendisini kopya ediyor. Bu alanda da bilim insanları ve antropologlar, YZ’nin insanlığın varoluşunu tehdit eden riskler de getirmekte olduğunu vurguluyorlar. Buna karşılık, YZ geliştiren şirketler gelişme hızını ve kârlarını koruma arzusuyla önlem almaktan kaçıyorlar. Belki de tarih, gerçekten bir son dalgaya tanıklık ediyor.
Yeni bir finansal kriz mi geliyor?
Küresel finans sistemi, 2008 sonrasının birikimli çelişkilerinin olgunlaşmasıyla yeni bir krizin eşiğine geldi. Bu uyarı yalnızca radikal iktisatçılardan değil, sistemin en merkezi ideolojik aygıtlarından geliyor. Bu hafta The Economist, “Yeni Finansal Düzen” (The New Financial Order) başlıklı özel dosyasında yaklaşmakta olan bir krizin sinyallerini tartışıyor.
Dosyadaki yazılar savlarını ABD’nin kamu borcundaki tırmanışa, finans sisteminin bir elin parmaklarından daha az sayıda banka dışı dev aktörler tarafından kontrol edilmesine, merkez bankalarının ekonomik ve siyasi manevra alanının daralmasına, Trump’ın fevri davranışlarının yarattığı belirsizliklere dayandırıyor.
DÖNÜŞÜM, KÜRESEL RİSKLER
2008 sonrası finansal regülasyonlar, büyük bankaları disiplin altına aldı. Ancak bu disiplin, finans sermayesini banka dışı alanlara itti. BlackRock, Apollo, Citadel, KKR, Blackstone gibi banka dışı aktörler de ABD finans sisteminin ana taşıyıcıları haline geldi. Bu kurumlar artık sadece borsalarda değil, kredi piyasalarında da belirleyici. Örneğin Apollo, 2024 yılında tek başına 200 milyar dolar kredi verdi; bu rakam, o yıl büyük Amerikan bankalarının verdiği toplam kredi artışını geride bıraktı.
Bu yapı dışarıdan bakıldığında “yenilikçi” ve esnek görünüyor. Ancak gerçekte son derece kırılgan bir mimariye sahip. Bu fonlar karmaşık, düşük likiditeli, kaldıraçlı ve yüksek riskli enstrümanlarla çalışıyorlar. En ufak bir şok, zincirleme satışlara, güven krizine ve panik havasına yol açabilir. 2023’teki Silicon Valley Bank çöküşü bunun erken bir ön örneğiydi.
Bugün ABD’nin toplam kamu borcu 36 trilyon doları aşmış durumda. Bu, ülkenin gayri safi yurtiçi hasılasının (GSYH) yüzde 120’sine denk geliyor. Bu devasa borcun büyük bölümü, Çin, Japonya ve Avrupa ülkeleri gibi yabancı yatırımcılar tarafından finanse ediliyor. Ancak son dönemde uygulamaya konan keyfi, hatta yabancı yatırımcıları adeta cezalandıran vergi düzenlemeleri bu güveni sarsıyor. Hazine tahvili satışlarındaki aksamalar, doların zayıflaması ve faizlerin yükselme eğilimi bu gelişmelerin semptomları.
Bu durum sadece ABD’yi değil, dünya ekonomisini de doğrudan etkiliyor. Zira dünya genelinde yatırım fonları ve merkez bankaları büyük miktarda Amerikan varlığı tutuyor. Bu varlıkların değer kaybetmesi, özellikle Avrupa ve Asya’da borçlanma maliyetlerini yükseltiyor. Avrupa Merkez Bankası gibi kurumlar, bu baskıyı dengelemek için yeniden piyasalara müdahale etmek zorunda kalabilir. Almanya ve Fransa gibi ülkelerde kamu borçlanmasının artması, bu alanda yoğunlaşan tartışmalar halihazırda büyüyen siyasi kutuplaşmayı daha da derinleştirebilir.
VE MERKEZ BANKALARI
2008’de Fed ve Avrupa Merkez Bankası olağanüstü adımlarla sistemi kurtardı. Bugün aynı esneklikten yoksunlar. Bilanço büyüklükleri rekor seviyelerde. Yeni bir kriz anında, yine şu soruya cevap verilmesi gerekecek: Sistem kimin için kurtarılacak? Büyük bankalar mı, yoksa gölge sistemde büyüyen özel sermaye fonları mı?
Halkın gözünde, özel sermaye fonları, plütokrasi anlamına geliyor. Bu fonları kurtarmak sert siyasi tepkilere yol açabilir. Ancak onları batmaya bırakmak da sistemik bir çöküş riski taşıyor. Bu çelişki, yalnızca ekonomik bir tercih meselesi değil; aynı zamanda kapitalist devletleri doğrudan etkileyerek hızla ekonomik sarsıntının ötesinde bir meşruiyet krizine dönüşebilir. Toplumsal öfkenin büyümesi, sistem karşıtı siyasal hareketleri güçlendirebilir. Mevcut egemen sınıflar, bu öfkeyi yönlendirmek amacıyla demokratik araçların ötesinde, otoriter seçeneklere yönelebilirler. ABD’de Trump’ın yeniden seçilmesiyle birlikte bu yönelimin ilk sinyalleri çoktan gelmeye başladı. Avrupa’da da benzer şekilde faşist partilerin yükselişi de meşruiyet krizleriyle ilgili.
Finansal sistemin bugünkü hali, üretimden kopmuş, spekülasyona dayalı bir birikim tarzını temsil ediyor. Bu, kâr oranlarının düşme eğilimini geçici olarak bastırıyor olsa da kredi sisteminin özel fonların eline geçmesi, banka denetiminin etkisizleşmesi ve kamu borcunun sürdürülemez hale gelmesi, kapitalizmin kendi iç çelişkilerini büyütüyor. The Economist’in raporuna bakınca şimdi, “1930’lardan adeta yalnızca bir finansal kriz uzaktayız” diye düşünmek olanaklı.
Ergin Yıldızoğlu - Cumhuriyet

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder