Pehlevi Hanedanı İran’a geri dönecek mi?-Hakkı Hacınebioğlu-
Emperyalizm 20’nci yüzyılın ölülerini hortlatmaya niyetliyse İran ve dünya işçileri için korkulacak bir durum da yoktur. 20’nci yüzyıl Pehlevi Hanedanı kadar komünist işçilerin de çağıydı. Yalnızca tiranlık değil, yeni bir İran ve dünya için verilen hayranlık verici bir mücadelenin de rüzgarı esmişti.
İsrail jetlerinin İran topraklarına bıraktığı tonlarca mühimmat 20’nci yüzyılın son çeyreğinde ölen habis bir canavarı diriltmeye yetecek mi?
Pehlevi Hanedanı 20’nci yüzyıla işbirlikçilik, tiranlık ve halk düşmanlığıyla kazıdığı hikayesini 46 yıl sonra 21’inci yüzyıla taşıyabilecek mi?
Pehlevi Hanedanı’nın 1925’te başlayan hikâyesi 1979’da son bulduğunda geriye hayırla yad edilecek bir şey kalmamıştı. Bilhassa, hanedanın ikinci ve son şahı Muhammed Rıza hüküm sürdüğü sürede tüm dünyada zorbalığın, emperyalistlerle işbirlikçiliğin ve kendi halkına karşı korku ve kötülüğün simgesi haline gelmişti.
Muhammed Rıza ve hanedanı kendi ülkesindeki hükümete karşı İngiltere ve ABD ile darbe yapmaktan suçluydu. Şah ve hanedanı, meşhur istihbarat örgütü, doğunun Gestaposu SAVAK (Saziman-ı İttilat ve Emniyet-i Keşver) ile işlediği sayısız cinayet, işkence ve envai insanlık suçundan sorumluydu. Hanedan ve bir avuç asalak elit uluslararası sermaye ile bir olup ülkenin iliğini kurutmakla meşguldü.
Pehlevi Hanedanı’nın günahlarının başlıklarını saymak bile uzun sürecektir, burada bırakalım. Fakat geçtiğimiz yüzyıl yalnızca Pehleviler gibilerin çağı değildi. Her ne kadar islamcı bir karşıdevrimle sonuçlanmasına engel olunamasa da 1979 yılında gerçekleşen devrim İran’ı bu ailenin elinden kurtardı.
Zorbalıktaki hünerine siyasette sahip olmayan Muhammed Rıza Şah bir dizi stratejik hatanın ardından kendini ve ailesini sürgünde, canını zor kurtarır halde buldu.

Pehlevilerin çaldıkları servet
Pehleviler özellikle 1960’lardan itibaren batıdaki magazin dergilerinin en sevdiği ailelerdendi. Hanedan üyelerinin şatafatlı ve bol dedikodulu hayatı dünya magazin yayıncılığının yoğun ilgisine neden olmuştu.
Muhammed Rıza Şah ve ailesi sürgüne gittiğinde magazin basını bir kez daha Pehleviler ile çalkalandı. Şah ve ailesinin İran’dan kaçırdıkları servetin büyüklüğü merak konusuydu. Önce milyon dolarlar, sonra da milyar dolarlar konuşulmaya başlandı.
Sadece yanlarında taşıdıkları kuyum ve değerli eşyaların bedelinin dahi milyon dolarlar ettiği açıktı. Elbette daha fazlası da başka yollarla İran dışına transfer edilmiş olmalıydı. Şah ve ailesinin İsviçre bankalarında mevduatları, pek çok ülkeye dağıtılmış menkul ve gayrimenkul varlıkları olduğu düşünülüyordu.

Yeni İran hükümeti, bu hanedanın İran’dan son kez çaldığı varlıkların büyüklüğünü araştırmaya başladı. Milli Petrol Şirketi hesapları üzerinden yapılan bazı işlemler şüpheli bulundu. İran hükümeti, New York mahkemelerinde Muhammed Rıza Şah aleyhine 56 milyar ABD Doları bedelinde tazminat davası açtı. Mahkeme kanıtları yetersiz buldu.
Açıkçası 56 milyar dolar o dönem için abartılı görünüyor. İran’ın gayri safi milli hasılası o yıllarda bunun ancak iki katı kadar. Yine o yıllarda dünyanın en zenginleri arasında görülen kimselerin tahmini servetlerinin 10 milyar doların altında olduğu düşünülüyor.
Yeni hükümet ve anlaştıkları hukuk büroları on yıllar süren karmaşık hesap hareketlerinin izini sürmekte başarısız olmuş ve böyle sembolik bir iddia taşımış olsalar gerek.
Muhammed Rıza Şah ve ailesi sahip oldukları servet hakkında net bir cevap vermekten daima kaçındı. Şah’ın bir yakınına ABD’li pek çok milyonerden daha az servetinin olduğunu söylediği iddia edildi. Şah ölmeden önce servetini aile üyeleri arasında paylaştırdı.
Büyüklüğünü tam olarak bilemesek de Pehlevi Hanedanı sürgünde geçen 46 yılda ciddi bir serveti yönetti. Son İran Şahbanusu (İmparatoriçe) Farah Pehlevi pek çok vakfı ve Paris ile ABD arasında mekik dokuyarak Avrupa aristokrasisi ve sosyetesi arasında geçen sürgün hayatını bu servetin kendine kalan kısmıyla fonlamaya devam ediyor.
Son şahın büyük oğlu, İran’ın sabık ve sürgün veliahtı Rıza Pehlevi tek bir gün bile çalışmadan geçen hayatının şatafatını ve siyasi faaliyetlerini yine bu servetin kendine kalan kısmıyla fonluyor.
Monarşi soytarılıkları
Muhammed Rıza Şah ve ailesi sürgünün ilk günlerinde kendilerine bir sığınak bulmakta zorlandılar. Bu çürük aileye sığınma vermek bir zamanlar hizmet ettiği emperyalistlerin bile gönülsüz olduğu bir durumdu.
Bir süre sonra Pehleviler kendileri gibi bir işbirlikçi olan Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın davetiyle Kahire’ye yerleşebildiler. Devrik şah ağır durumda kanser hastasıydı ve ömrünün sonuna gelmişti, kısa süre sonra öldü.
Devrik şah öldükten sonra en büyük oğlu ve veliahtı Rıza Pehlevi Kahire’de monarşi anayasası üzerine yemin etti. Rıza Pehlevi İran’ın dışında, İran’da yürürlükten kaldırılmış anayasa üzerine yemin ederek kendisinin Aryenlerin Şahı, Aryenlerin Işığı, artık tasfiye edilmiş olan İran İmparatorluk Silahlı Kuvvetleri’nin Başkomutanı ve tarihin çöplüğüne gönderilmiş olan İran Şehinşahlığı’nın Şehinşahı (imparator) olan İkinci Rıza olduğunu iddia ediyordu. Elbette bu yemin ve iddia bir Pehlevi soytarılığından ibaret kaldı.

Sonuçsuz ve anlamsız iddialar İran içinde ve dışında bir karşılık bulamasa da Pehleviler iddialarından vazgeçmediler.
Bu sırada aile içinde bir görev dağılımı yapılmış görünüyor. Bugün hanedanın iki ofis tarafından temsil edildiğini görüyoruz. Devrik şahın karısı, devrik şahbanu Farah Pehlevi ailenin emperyal kimliğinin temsilcisi rolünü üstlenirken Rıza Pehlevi siyasi iddiaların temsilcisi ve lideri konumunda.
Farah Pehlevi, bu temsiliyetini bilhassa diasporadaki İranlılar arasında faaliyet gösteren vakıflar ve emperyal ünvan ve iddiaları taşıyarak gerçekleştiriyor. Farah Pehlevi, yazılı açıklamalarını “zatışahaneleri İran İmparatoriçesi” şeklinde imzalıyor. Pehlevi’nin ofisinin resmi internet sitesinde hanedan üyeleri aynı şekilde emperyal ünvanlarla anılıyor.
Devrik şahbanu, imparatoriçelik oynamaktan arta kalan vaktini başta Paris olmak üzere Avrupa şehirlerinde ve ABD’de aristokrat ve burjuva arkadaşlarıyla lüks içinde yaşayarak geçiriyor.
İşbirlikçi ihtiras ve hayaller
Rıza Pehlevi, Kahire’de kendisini İkinci Rıza olarak şah ilan ettikten bir süre sonra iktidarın soytarılıkla kazanılan bir şey olmadığını fark etmiş olsa gerek. Hiçbir zaman reddetmemiş olsa da ünvanları kullanmayı uzun bir süredir bırakmış durumda.
İran halkından çaldıkları servetin kendisine düşen kısmıyla bizzat kendisinin yönetmediği ticari faaliyetlerini ve siyasi çalışmalarını fonlamaya devam ediyor.
Rıza Pehlevi, İran Devrimi esnasında muharip jet pilotluğu eğitimi için ABD’de bulunuyordu. Devrimin ardından eğitimini bırakıp ailesinin yanına gitti. Daha sonra da kendisinin bir röportajında bizzat ifade ettiği gibi hayatı boyunca çalışmadan yaşadı, yaşamaya devam ediyor.
Yatırımlarını devrimden sonra İran’dan kaçan elitlerden birkaç kişinin yönetimine bıraktı. Daha sonra bunlardan biriyle kendisini dolandırdığı gerekçesiyle mahkemelik de oldu. Rıza Pehlevi’nin petrol ve doğal gaz çıkarma, bankacılık ve gayrimenkul gibi sektörlerde yatırımları olduğu biliniyor. Ayrıca ailenin pek çok ülkeye dağıtılmış halde mevduatları, çeşitli türde menkul kıymet yatırımları ve şahsi gayrimenkulleri olduğu iddia ediliyor.
Pehlevi’nin önce yatırımlarının yönetimine getirdiği sonra da mahkemelik olduğu Ahmed Ali Mesud Ensari’nin aile ile geçirdiği dönemini anlattığı bir anı kitabı mevcut.
Ensari burada Rıza Pehlevi’nin CIA tarafından fonlandığını iddia ediyor.
Rıza Pehlevi 2002 yılında siyasi faaliyetlerinin programı niteliğinde İngilizce bir kitap yazdı. “Winds of Change: The Future of Democracy in Iran” adındaki kitabında Pehlevi uzun uzun monarşi övüyor. Pehlevi’ye göre monarşi İran’ın tarihi bir değeri, İran monarşi olmadan demokrasiye de ulaşamaz. İslami rejim devrildikten sonra seküler, demokratik, elbette serbest piyasanın hüküm sürdüğü, anayasal monarşiyle yönetilen bir İran olmalı.
Rıza Pehlevi’nin faaliyetlerinin bir sonraki önemli hamlesi ise 2013 yılında gerçekleşti.
Monarşist bir demokrat (!) olan şehzade hazretlerinin liderliğinde Fransa’nın başkenti Paris’te Özgür Seçimler İçin İran Ulusal Konseyi (İUK) kuruldu. Pehlevi bu örgütle faaliyetlerini bir kurum altında birleştirip kurumsallaştırmayı hedefledi. Sürgündeki İran muhalefetinin bir diğer önemi kanadı olan Halkın Mücahitleri çetesiyle örgütsel alanda da rekabet de bir diğer neden. Lakin İUK ve Pehlevi destekçisi monarşistlerin Halkın Mücahitleri çetesi kadar sıkı bir örgütsel yapısı bulunmuyor.
Bu haliyle, Pehlevi ve destekçisi monarşistler için şunları söylemek mümkün görünüyor. Monarşistler, diasporadaki İran muhalefeti arasında açık ara en kalabalık grup. Aralarında sıkı örgütsel bağlar olmasa da Rıza Pehlevi’nin doğal liderliği hakkında bir tartışma yok.
Devrimin ilk döneminde İran’dan kaçan eski elitler sığındıkları ülkelerde de İran’dan kaçırdıkları sermayenin etkisiyle önemli finansal güç elde ettiler. Bu sayede monarşistler pek çok ülkede İUK ve Pehleviler ile bağlantılı veya bağlantısız birçok dernek ve vakıf işletiyorlar. Bu kurumlarla diaspora içinde etkilerini korumayı ve ilerletmeyi hedefliyorlar.
Yukarıda Ensari’nin CIA iddialarından bahsetmiştik. Ensari, Suudi Arabistan gibi ülkelerin de Pehlevi’yi fonladığını iddia ediyor. Bu iddiaları kanıtlamak mümkün değil. Ancak Pehlevi’nin ABD ve Avrupa’da faaliyetlerini sorunsuz yürütebildiğini, ABD Kongresi üyeleri ve Avrupalı siyasilerle ilişkilerinin olduğunu biliyoruz.
Rıza Pehlevi, İran’daki her huzursuzluğu ayaklanma çağrısıyla kışkırtmaya çalışan iyi bir aparat emperyalizm için. 2013 yılında karısıyla birlikte İsrail’i ziyaret edip Başbakan Binyamin Netanyahu ve Cumhurbaşkanı Isaac Herzog tarafından ağırlandılar.
Pehleviler yalnızca “Ağlama Duvarı” gibi tarihi, kültürel yerleri değil; uluslararası hukuk nezdinde kanun dışı olan Batı Şeria’daki yerleşimleri de gezdiler. Ortanca kızlarının da yahudi bir sermayedarla evlendiğini de not edelim.
İsrail’in son saldırganlığı da Rıza Pehlevi’nin hayal dünyasını bir kez daha harekete geçirdi. Pehlevi sosyal medya üzerinden yazılı ve görüntülü açıklamalarda bulundu.
Halka yine, yeniden, bir kez daha ayaklanma çağrısı yapan majesteleri, İran güvenlik güçlerine de silah bırakma çağrısı yapıyordu. Pehlevi, iktidara geldiklerinde ilk yüz gün içinde yapacaklarını hazırladıklarını, İran halkının rejim devrildikten sonrası için endişelenmemesi gerektiğini de vurguluyordu.
Ömrünü soytarılık ve işbirlikçilikle heba etmiş bu zavallı adamın hayalleri gerçek olur mu, bilemeyiz. Monarşistlerin diasporadaki güçleri açıkça ortada. İran’daki durum için iyi bir çerçeve çizmeye yetecek kadar veri yok. Ancak ülke içinde de bir karşılığının, en azından ciddiye alınması gereken bir sempatizan toplamının olduğunu reddedemeyiz. İslam Cumhuriyetinden sıdkı sıyrılan İranlıların bir kısmı yılana sarılmaya ikna olmuş olabilir.
Emperyalistler içinse olası bir rejim değişikliğini neticesinde iki seçenek var. Ya Pehleviler ya Halkın Mücahitleri. Halkın Mücahitleri karışık geçmişleri, kuşkuya neden olan örgütsel yapıları gibi nedenlerle Pehlevi Hanedanı’na kıyasla bir adım geride. Keza Halkın Mücahitleri’nin İran halkında Pehlevi Hanedanı kadar bir karşılığı olmadığı da net.
İran’ı neler bekliyor bilemeyiz. Emperyalizm 20’nci yüzyılın ölülerini hortlatmaya niyetliyse İran ve dünya işçileri için korkulacak bir durum da yoktur. 20’nci yüzyıl Pehlevi Hanedanı kadar komünist işçilerin de çağıydı.
Yalnızca tiranlık değil, yeni bir İran ve dünya için verilen hayranlık verici bir mücadelenin de rüzgarı esmişti.
Emperyalizm bunları unutarak Pehlevileri hortlatırsa kimin uykularının kaçacağı belli olmaz.
/././
İran-İsrail Savaşı'nda 8. gün: ABD ile Almanya'dan İsrail'e 14 askeri kargo uçağı
İsrail-İran savaşı sekizinci gününe girerken sıcak sıvaşa girmesi belirsiz görünen ABD İsrail'e desteğine devam ediyor. ABD ile Almanya'dan ekipman ve malzeme yüklü 14 yeni askeri kargo uçağı İsrail'e ulaştı.
İran ordusunun dün sabah saatlerinde onlarca füzeyle yaptığı misilleme sonrası İsrail'den tehdit mesajları arka arkaya gelmişti.
Gece boyu karşılıklı saldırılar devam etti.
İran sabahın erken saatlerinde askeri hava üslerinin bulunduğu Berşeva'yı hedef aldı. İsrail acil yardım servisi, ilk belirlemelere göre 6 kişinin hafif yaralandığını aktardı.
İran'dan ateşlenen bir füze de İsrail'in güneyindeki Birüssebi kentine isabet etti. İsrail polis sözcülüğünden yapılan açıklamada, polis ekipleri ve bomba imha uzmanlarının Birüssebi kentinde füzenin düştüğü noktada çalıştıkları belirtildi. Sosyal medyada paylaşılan görüntülerde, çok sayıda araç ve bazı binaların hasar aldığı görüldü.

İran medyasına göre, İsrail de, gece saatlerinde Tahran, Geylan, Gülistan ve Doğu Azerbaycan eyaletlerine saldırdı.
Gecenin ilk saatlerinde hava savunma sisteminin devreye girdiği Tahran'ın doğusunda 3 patlama meydana geldi. Doğu Azerbaycan'ın Bostan Abad bölgesindeki askeri birliğe saldırıda Devrim Muhafızı Ordusuna bağlı 3 asker hayatını kaybetti.
İsrail ordusu da, İran’ın başkenti Tahran’ın merkezine yönelik geniş çaplı hava saldırıları düzenlediğini ve bu saldırılarda onlarca hedefin vurulduğunu ileri sürdü.
Gece saatlerinde düzenlenen saldırılarda İsrail Hava Kuvvetlerine ait 60’tan fazla savaş uçağı, 120 farklı mühimmatla İran’daki onlarca askeri hedefi vurdu. Saldırılarda Tahran’da yer alan ve yıllar içinde İran Savunma Bakanlığı bünyesinde kurulduğu öne sürülen füze üretim merkezlerinin hedef alındığı belirtildi. Bu merkezlerde füze motorlarına yönelik ham maddelerin üretiminin yapıldığı iddia edildi. Ayrıca bunun, İran'ın nükleer silah projesini hedef alan saldırıların bir parçası olduğu ifade edildi.
Gülistan eyaletinin Gürgan kentinde de İsrail saldırılarına hava savunma sistemleri karşılık verdi, Geylan'a bağlı Reşt kentindeki sanayi bölgesinde 4 patlama meydana geldi.
Devrim Muhafızları Komutanlığı, başkent Tahran'da İsrail'in saldırılarda kullandığı 2 insansız hava aracının (İHA) düşürüldüğünü duyurdu.
11.20 | İsrail saldırısında yaralanan Hamaney’in danışmanı Şemhani’den mesaj
İsrail’in İran’a 13 Haziran’da başlattığı saldırılarda yaralanan İran lideri Ali Hamaney’in danışmanı Ali Şemhani’nin kısa mesajı İran medyasında yayımlandı.
Daha önce Şemhani’nin saldırılarda ağır yaralandıktan sonra kaldırıldığı hastanede öldüğü iddia edilmişti.
Nour News tarafından yayımlanan Şemhani’nin kısa mesajında “Zaferin şafağı yakın. İran’ın adı hep olduğu gibi tarihin sayfalarında parlayacak, şehitlerin gülümsemesi geleceğimizi yansıtacak” ifadeleri yer aldı.
11.00 | İran: ABD, İran’a yönelik saldırıda İsrail'in işbirlikçisi ve ortağıdır
İran devlet televizyonuna konuşan İran Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi, İngiltere, Almanya ve Fransa dışişleri bakanlarıyla Cenevre'de düzenlenecek görüşme öncesi Tahran'da açıklamalarda bulundu.
Irakçi, "Biz, ABD'yi İran’a yönelik saldırıda İsrail'in işbirlikçisi ve ortağı olarak görüyoruz. Siyonist rejimin saldırıları devam ederken, ABD müzakere talebinde bulunuyor ve birkaç kez mesaj gönderdiler. Saldırı durmadıkça, müzakere söz konusu olamaz" dedi.
ABD ile hiçbir temas ve görüşmenin olmadığını dile getiren İranlı Bakan, Washington yönetiminin müzakere talebinde bulunduğunu ancak İran'ın bunu kabul etmediğini söyledi.
Cenevre'de bugün düzenlenecek toplantıya değinen Irakçi, "3 Avrupa ülkesi ve Avrupa Birliği Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi, benimle bir görüşme talebinde bulundu. Cenevre müzakerelerimizin konusu nükleer programdır. Avrupa ülkeleriyle diyalog konusunda hiçbir engelimiz olmadı" ifadelerini kullandı.
10.55 | Kremlin Sözcüsü Peskov: Hamaney'e olası suikast 'Pandora'nın kutusu'nu açar
Sky News'a konuşan Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, İran'da rejim değişikliği zorlamasının kabul edilemeyeceğini ve İran lideri Ayetullah Ali Hamaney'e olası suikastın "Pandora'nın kutusunu açacağını" söyledi.
İsrail'in ABD'nin yardımıyla Hamaney'e suikast düzenlemesi durumunda Rusya'nın tepkisinin çok olumsuz olacağını belirten Peskov, "Bunu kesinlikle onaylamayız" dedi. Peskov, İran'da rejim değişikliğine ilişkin, "Hayal bile edilemez. Bu, kabul edilemez olmalı, bunun hakkında konuşmak bile hiç kimse için kabul edilemez olmalı" ifadelerini kullandı.
Hamaney'e suikast düzenlenmesi halinde Rusya'nın nasıl bir adım atacağı konusunda herhangi bir açıklama yapmayan Peskov, "Bu, İran içinde aşırılıkçı ruh hallerinin doğmasına yol açacak ve (Hamaney'i öldürmekten) bahsedenler, bunu akıllarında tutmalı. Pandora'nın kutusunu açacaklar" diye konuştu.
İki ülke arasındaki duruma başka ülkelerin dahil olması olasılığının bölgede başka bir çatışma döngüsü oluşturacağını belirten Peskov, bunun ayrıca gerilimin tırmanmasına da yol açacağını dile getirdi.
10.25 | İsrail Savunma Bakanı Katz'dan Hizbullah'a tehdit
İsrail Savunma Bakanı Yisrael Katz, sosyal medya hesabından, Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım'ın İsrail'in İran'a saldırılarıyla başlayan çatışmalara ilişkin açıklamalarına cevap verdi. Katz, İran’a yönelik saldırılara karşı durduğunu ve "bu süreçte tarafsız olmadıklarını" söyleyen Hizbullah'ı Tel Aviv ile İran arasındaki çatışmalara katılmamaları konusunda tehdit etti.
Eski Hizbullah liderleri Nasrallah ve Haşim Safiyuddin'e yönelik suikastları hatırlatan Katz, "Hizbullah Genel Sekreteri seleflerinden ders çıkarmamış" ifadesini kullandı.
Katz, Kasım'ın "İran yönetiminin emirleri doğrultusunda İsrail'i tehdit ettiğini" savunarak, Hizbullah'ı "dikkatli olması konusunda uyardığını ve İsrail'in kendisini tehdit eden gruplara karşı sabrının tükendiğini" kaydetti. Hizbullah'ı İran ile İsrail arasındaki çatışmalara katılmaması konusunda uyaran Katz, "saldırı düzenlemeleri halinde Hizbullah'ı yok edeceklerini" söyledi.

09.55 | 'Irakçi'ye yönelik suikast girişimini önlendi'
İran Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi'nin danışmanı Muhammed Hüseyin Ranjbaran, İran Devrim Muhafızları Ordusu'nun birkaç gün önce İsrail'in Irakçi'ye yönelik suikast girişimini önlediğini söyledi.
'ABD Fordo'ya saldırmak için İran'la müzakerelerin sonucunun beklenmesini istedi'
ABD'nin İran'a saldırılara doğrudan katılıp katılmayacağına ilişkin tartışmalar ve ihtimaller hakkında İsrail basınında bazı iddialar gündeme geldi.
İsrail devlet televizyonu KAN, İsrailli kaynaklara dayandırdığı haberinde, ABD'nin pozisyonunu değiştirerek İsraillilerden İran'ın Fordo nükleer tesislerine saldırmak için müzakerelerin sonuçlanmasını istediğini aktardı.
Tel Aviv yönetiminin, ABD doğrudan katılmazsa İran'a saldırıların 2-3 hafta daha devam edeceğini; fakat ABD müdahil olursa birkaç gün içinde hedeflerine ulaşacaklarını düşündüğü kaydedildi.
Fordo dahil ABD'nin saldırılara doğrudan müdahil olacağına inanan ancak buna karşın zaman konusunun soru işareti olduğunu belirten yetkililerin, İsrail'in amacına tek başına da ulaşabileceği kanaatinde olduğu aktarıldı.
İsrail, ABD'nin 24-48 saat içinde saldırılara katılmasını bekliyor
The Times of Israel'in İsrailli bir yetkiliye dayandırdığı haberinde, ABD'nin İran'ın nükleer tesislerine saldırılara 24-48 saat içinde katılmasının beklendiği iddia edildi. İsrailli yetkilinin, "ABD'yi kimsenin zorlamadığını ve kendi kararını vermeleri gerektiğini" söylediği ileri sürüldü.
'ABD'li yetkililer, Fordo'daki faaliyetlerin bitirildiği bir son dakika anlaşması arayışında' iddiası
İsrail'in aşırı sağcı eğilimiyle bilinen Kanal 14 televizyonu ise ABD Başkanı Donald Trump'ın İran'a saldırılara doğrudan katılma kararı vermesine karşın 2 üst düzey Beyaz Saray yetkilisinin onu bu kararını değiştirmek için ikna etmeye çalıştığını savundu.
ABD Başkan Yardımcısı JD Vance ve Trump'ın Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff'un İran'ın nükleer programını kendisinin bitireceği bir son dakika anlaşması için çaba sarf ettiği öne sürüldü. Witkoff'un İranlılarla hâlâ görüştüğü ve Trump'ın Fordo'daki çalışmalar devam ederse İran'ın nükleer silaha kısa sürede sahip olabileceğine inandığı için buradaki faaliyetlerin bitirildiği bir anlaşma istediği kaydedildi.

ABD ile Almanya'dan ekipman ve malzeme yüklü 14 yeni askeri kargo uçağı İsrail'e ulaştı
İsrail Savunma Bakanlığı, İran'la devam eden askeri gerilimin ortasında, ABD ve Almanya'dan orduyu desteklemek için ekipman ve malzeme yüklü 14 yeni askeri kargo uçağının ülkeye ulaştığını duyurdu.
Bakanlıktan yapılan yazılı açıklamada, uçakların, İsrail'in, 13 Haziran'da İran'a saldırılarının başlamasından bu yana kullandığı hava ve deniz köprülerinin bir parçası olarak ülkeye ulaştığı kaydedildi.
Sevkiyatın, ordunun "operasyonel hazırlığını" desteklemeyi amaçladığı belirtilen açıklamada, bunun, 7 Ekim 2023'te Gazze'ye yönelik savaşın başlamasından bu yana İsrail'e ulaşan 800'den fazla askeri kargo uçağının devamı olduğu ifade edildi.
İsrail Savunma Bakanlığı, ekipmanın niteliğine ilişkin bir bilgi vermezken, Washington ve Berlin'den ise henüz herhangi bir açıklama yapılmadı.
X'ten Netanyahu'yu eleştiren eski İran Dışişleri Bakanı'nın hesabına kısıtlama
Eski İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif'in sosyal medya platformu X’in hesabına yönelik kısıtlamalar getirildi. Zarif, kişisel X hesabından yaptığı paylaşımda, X'in hesabındaki "mavi tik" olarak bilinen onay rozetini kaldırdığını ve hesabına erişimi kısıtladığını belirtti. Hesabının görünürlüğünün sınırlandırıldığını belirten Zarif, bu adımlara anlam veremediğini ifade etti.
Zarif, paylaşımında Elon Musk'a seslenerek, "Neden X, tam da dünyanın tüm gerçekleri bilmeye ihtiyaç duyduğu bir anda, benim mavi tikimi kaldırdı, hesabımı kısıtladı ve hatta beni görünmez hale getirdi?" dedi.
Zarif, X hesabından İran'a saldırılar düzenleyen İsrail ve Başbakan Binyamin Netanyahu'yu eleştiren açıklamalarda bulunmuştu.
İngiltere ve ABD, İran'ın asla nükleer silaha sahip olmaması gerektiği konusunda kararlı
İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy, ABD ile birlikte İran'ın asla nükleer silaha sahip olmaması gerektiği konusunda kararlı olduklarını bildirdi.
Resmi temaslarda bulunmak üzere ABD'yi ziyaret eden Lammy, X hesabından yaptığı paylaşımda, İsrail'in İran'a saldırılarıyla başlayan çatışma sonrası Ortadoğu'daki durumun tehlikeli olmaya devam ettiğini belirtti.
Bakan Lammy, "İran'ın asla nükleer silaha sahip olmaması gerektiği konusunda kararlıyız" ifadesini kullandı. Beyaz Saray'da ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ve ABD Başkanı Donald Trump'ın Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff ile bir araya geldiğini belirten Lammy, görüşmede "bir anlaşmanın çatışmanın derinleşmesini nasıl önleyebileceğini" ele aldıklarını aktardı.
İngiliz Bakan, "Önümüzdeki iki hafta içinde diplomatik çözüm elde etmek için fırsat penceresi var" ifadesine yer verdi.

Hizbullah: İran’ın yanındayız, tarafsız değiliz
Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım, ABD Başkanı Donald Trump’ın İran lideri Ali Hamaney’i hedef alan açıklamalarını kınayarak, Hizbullah’ın İran’a yönelik saldırılara karşı durduğunu ve "bu süreçte tarafsız olmadıklarını" belirtti.
Kasım yazılı açıklamasında, Trump’ın Hamaney’e ve İran'a yönelik saldırı tehditlerini "bölge halklarına ve dünyanın özgür insanlarına yönelik bir saldırı" olarak nitelendirdi. Hizbullah Genel Sekreteri, "Hizbullah olarak, İran’ın meşru hakları ve bağımsızlığı ile ABD’nin saldırganlığı ve İsrail gibi işgalci güçler arasında tarafsız değiliz" ifadesini kullandı.
İran’ın yanında olduklarını vurgulayan Kasım, "İsrail saldırılarını durdurmak için İran’ın yanında yer almanın kendileri için bir görev" olduğunu ifade etti.
Kasım, açıklamasında "İran’ın barışçıl amaçlarla uranyum zenginleştirme ve nükleer programını geliştirme hakkı olduğunu" savunarak, bu hakkın, uluslararası yasalar ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) tarafından İran'a tanındığını kaydetti.
Hizbullah'tan daha önce yapılan açıklamada, ABD Başkanı Trump’ın Hamaney’e yönelik suikast tehdidi kınanarak, bu tehdidin "ağır sonuçlar" doğurabileceği uyarısında bulunulmuştu.
***
Savaşanlar ile savaşmayanlar bir de anlatanlar -Mesut Odman-
Emperyalist ülkeler, soykırım sevicileri destekleme tutumlarındaki fütursuzluğu biraz yumuşatma eğilimine girerlerken, çoğundaki utanmazlık İran’a yönelik saldırılar karşısında da devam ediyor.
Savaşın gidişi ile ilgili bazı gözlemler yapmaya çalışarak başlayalım. Yok, gidişi ile değil de savaşın nasıl gittiğini anlatan haberlerle ilgili gözlemler. Bunları bir biçimde sınıflandırarak…
Birinci sıraya İsrail’i yere göğe koyamayan haberleri yazabiliriz. Neyse ki, yere göğe koyamamak, o alçaklarla aynı safta yer almak anlamında değil. Ancak, buna bir “daha” ya da “henüz” sözcüğünü eklemeliyiz. Çok geçmeden, “işte adamın ağzının payını böyle verirler” yollu takdir etmeyi boş geçmeyen pek nesnel görünümlü değerlendirmelerin de ortaya çıkışına tanık olabiliriz. Geçmeden, bunlar arasında, nedense, emekli olmuş paşaların dikkat çeken büyüklükte bir küme oluşturdukları da eklense çok yanlış olmaz. Bu gözlem doğruysa, neden sorusu da hemen peşine takılır; ama onu bu konuyu üzerinde düşünülmeye değer bulan okurların kendilerine bırakalım.
İkincisi, ilkiyle yan yana, olmadı, art arda dillendirilen İran aşağılamaları. “Bir tarafta, teknolojinin de demokrasinin de önemini anlamış, ona göre davrananlar; öbür tarafta, ne teknoloji ne şu ne bu, hiçbirini becerememiş örümcek kafalılar…” Tam böyle olmasa bile, buna yakın ilkellikte akıl yürütmeler.
Üçüncü ve sayıları iyice azalmış olarak, İran’ın hakkını vermekten uzak durmayanlar. “Eh, onlar da kadim bir medeniyetin mirasçıları, onca devlet kurmuş, devlet yıkmışlar. Görmüş geçirmişler. Tümden boş değiller.”
Dördüncüsü, sayıları bizim sınırlarımız içinde çok az olmakla birlikte, doğu sınırımızdan öteye doğru geçildiğinde kalabalıklaşan bir küme. Eskiden, Acem palavrası yahut mübalağası diye küçümsenirdi ülkemizde, işte onlar. Umarım, bunu yazarken, çok çekmiş İranlı emekçi halka saygısızlık ettiğim düşünülmez.
ABD’nin, emperyalizmin, hangisini söylersek söyleyelim, kalabalık Orta Doğu Müslümanları arasındaki azgın vekili durumundaki İsrail, Ekim 2023’ten beri Gazze’de sayıları 50 binin üzerinde Filistinliyi topluca katletti. Yaptıklarının soykırım niteliği taşıdığı dünya halklarınca genel kabul görmeye başladı; hatta Güney Afrika tarafından hakkında soykırım iddiasıyla bir dava bile açılmış durumda. Ancak, bütün bunlar, bu soykırım makinesinin durmadan çalışmasını engellemeye yetmiyor.
Yetmemek bir yana, önündeki can sıkıcı olabilecek Suriye engelinin de ağa babalarının yanı sıra onların denetimindeki başka etkenlerin de destek ve yardımlarıyla ortadan kaldırılmasından sonra, 2 bin kilometreyi aşkın uzaklıktaki İran topraklarını, oradaki her türlü yerleşimi vurmayı gündemine alabildi.
Barış Terkoğlu, bir gazete yazısını çok aşan öğreticilikteki dünkü Cumhuriyet yazısında şöyle diyordu: “Bugün İsrail’den kalkan bir uçak, uzun bir yolculuğun ardından İran’ı vuruyor. Çok değil, 7 ay önce, bu yolculuk sırasında Suriye’de sirenler çalacak, Esad’ın hava savunma sistemleri İsrail uçaklarını hedef almaya çalışacaktı. Suriye’deki rejim değişikliği açıkça İsrail’in İran’a saldırısını kolaylaştırdı. HTŞ lideri Şara, sadece iki hafta önce, Jewish Journal röportajıyla İsrail’e ‘Hiçbir ulus, gökyüzü korkuyla dolu olduğunda refaha kavuşamaz, gerçek şu ki ortak düşmanlarımız var’ sözleriyle seslenmişti. 7 ayda Suriye’nin düşmanı İsrail iken İran yapıldı.”
Şu son savaşın ilk haftasını pek güzel özetleyen bir yazıydı. Okumamış olanlara öneririm.
Öte yandan, Batı dünyası, nam-ı diğer emperyalist ülkeler, hiç değilse onların bazıları, yurttaşlarının küçümsenemeyecek bölümünde ciddi tepkilere yol açan soykırım sevicileri destekleme tutumlarındaki fütursuzluğu biraz yumuşatma eğilimine girerlerken, çoğundaki utanmazlık İran’a yönelik saldırılar karşısında da devam ediyor.
Örnek olsun, onların başındaki Amerika’nın kendi başına getirdiği, herhangi bir saygıyı ne bekleyen ne hak eden zat-ı muhteremi, bütün adamlarıyla birlikte, nereye koymak gerekir sorusu, her türlü serinkanlı değerlendirme şansını ortadan kaldırıyor. Bende öyle bir etkiye yol açıyor.
Bir örnek daha: İkinci büyük paylaşım savaşından sonra apaçık ortaya çıkan soykırım sabıkalarındaki paylarını bir türlü unutamayışlarından mıdır nedir, Almanya adındaki ülkenin şimdiki yurttaşları Yahudi devletini yüceltmek için ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Akademik bir görev için oraya gidip dönen yakınlarım telefonda anlatıyorlardı. Bazıları resmi kuruluşlara ait birçok binanın önünde, içinde, bir yerlerinde AB ve Almanya bayraklarının yanında Ukrayna ve İsrail bayraklarının dalgalandığını görmüşler. Hayretle, diye de eklemeliyim belki. Yüz yüze gelmiş değilim daha. Yüz yüze gelirsek, kim bilir neler anlatacaklar!
Avrupa Birliği adını taşıyan eşi benzeri görülmemiş demokrasi yuvasındaki, onun değişik köşelerindeki İsrail dostlarının yapıp ettikleri daha az biliniyor. Bundan sonra yaptıklarıyla ünleneceklerdir nasılsa. Avrupa kültürü dememişler boşuna!
Bu arada, bizim buraların durumuna bakacak olursak, bir yandan, demokrasi deyip durdukları, deyip durduğumuz gelmiş geçmiş en dokunulmaz “şey”in zaten iyice canına okunmuşken, bir de böyle savaş mavaş bahaneleriyle, bahane demeyelim, başımıza gelirse görürüz yollu olası itirazları hesaba katarak düzeltelim, o dokunulmazımızın düşmanları konumundaki sınıf, parti, yönetici ve benzerlerinin hışmına uğraması durumunda halimiz nice olur kaygılarını büsbütün göz ardı etmek doğru mudur?
Şimdi, bu upuzun yazılmış, böylece okuyanlarda anlaşılması bilerek güçleştirilmiş izlenimi yaratan soruya evet yanıtı vermek kimsenin harcı değildir. Bu satırları okuyanların bir bölümü öyle sanabilirler. Ancak, cümle, kimsenin harcı değildir yerine herkesin harcı değildir biçimine getirilirse, bir koşulla katılırım. Evet, kimse bu cümlenin doğruluğunu kolay kolay savunamaz, bir tek “demokrasi düşmanı” suçlamasını zaten hak etmiş olanlar dışında. Nasıl denir, “övünmek gibi olmasın”, bu suçlamayı epeydir hak ettiğimi söyleyebilirim. Nedeni ise, uzatmadan, şöyle anlatılabilir: Varlığı ile yokluğu pek belli olmaz mübareğin. Daha doğrusu, az çok belli olur da ne zaman gelip ne zaman gideceği o kadar belli değildir. Gidince, geri getirmek için habire uğraşırlar; oysa, gelip gelmediğini de ne zaman tekrar gideceğini de bilmek zordur.
İlk caz şarkıcılarımızdan Rüçhan Çamay vardı; onun “para, para, para” şarkısının sözlerine benzer biraz. Hani şu “Para, para, para/Yokluğu bir dert, varlığı yara” nakaratlı şarkı. Bir yerinde de şu sözler bulunuyordu: “Unutmayın her şeyi yaratan biziz/ Matbaada parayı basan ellerimiz/ Sanmayın onun hükmü değişmez yasa/ Para neye yarardı eller çalışmasa”
/././
Cumhuriyet ve silahlı kuvvetler -Rıfat Okçabol-
Laik Cumhuriyeti koruma ve kollama görevini, her halde kendi egemenliğine sahip çıkacak halk üstlenecektir.
Bilindiği gibi Kurtuluş Savaşını yürüten silahlı kuvvetler, padişaha değil, halk egemenliğini gerçekleştirmek, emperyalizme karşı çıkmak ve ülkeyi işgalden kurtarmak amacıyla kurulan TBMM hükümetine bağlı olan silahlı kuvvetlerdir. Padişah, Kurtuluş Savaşını başlatan komutanları idama mahkum ettiği gibi, emrindeki kuvvetleri de Kurtuluş Savaşını yürütenlere saldırtmıştır.
Dolayısıyla ülkenin düşman işgalinden kurtarılmasını ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağlayan bu silahlı kuvvetlerdir. Mustafa Kemal bu kuvvetin günlük siyasete alet edilmemesi için, askerlik yapanların siyasete karışmamaları gerektiğini belirtince, örneğin Kurtuluş Savaşı komutanlarından Mareşal Fevzi Çakmak, askerliği tercih edip milletvekilliğinden istifa etmiştir. Kurtuluş Savaşına katılan İsmet İnönü ve Kazım Karabekir gibi pek çok komutan ise askerlikten istifa edip siyaset yapmayı yeğlemişlerdir. Dini konularla askeri konuları günlük siyaset dışında tutma düşüncesiyle 3 Mart 1924’te çıkarılan 429 sayılı yasayla Din İşleri ve Vakıflar (Şerriye ve Evkaf) Bakanlığı kaldırılıp Diyanet İşleri Başkanlığı ve Genelkurmay (Erkanı Harbiyei Umumiye) Bakanlığı kaldırılıp yerine Genelkurmay Başkanlığı kurulmuştur. Bu kurumlar, başbakanlığa bağlanmıştır.
Ancak Kurtuluş Savaşı komutanlarının arasından, Fevzi Çakmak gibi, Cumhuriyetin ilanına destek vermiş ve Cumhuriyet rejiminde görev üstlenmiş olsalar da, halk egemenliği ve / ya da laiklik anlayışını pek benimsemeyenler de çıkmıştır. Örneğin bu kişiler, halk egemenliğinin ve laikliğin güvencesi olacak yurttaşları eğitecek öğretmen yetiştiren köy enstitülerine karşı çıkmışlardır. Bundan daha da talihsiz bir durum ise, silahlı kuvvetlerin üst yönetiminin, Demokrat Parti (DP) iktidarı tarafından ordunun emperyalist bir kuruluş olan NATO’nun emrine verilmesine karşı çıkmamış olmasıdır.
DP’nin Anayasa’ya aykırı olarak Tahkikat Komisyonu kurması ile ülkede tavan yapan kargaşalığı önlemek için gerçekleştirilen 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesini yapanlar, gerçekten devrim niteliğinde olan pek çok değişimi gerçekleştirmişlerdir. Ancak yaptıkları ilk açıklamada, “NATO’ya bağlıyız” demişlerdir! Daha sonra da birkaç istisna dışında, komutanlar arasında Cumhuriyetin değerlerinden uzaklaşanlar artmıştır. Örneğin talihin bir cilvesi olarak Genelkurmay Başkanlığından Cumhurbaşkanlığına getirilen Cevdet Sunay (1966-1973), emperyalizm karşıtı olup 27 Mayıs Anayasası ile ülkenin bağımsızlığını savunan üniversite gençliği için, “Memleketin geleceği bunlara teslim edilemez. ... Onun için laik okullara karşı imam hatip okullarını alternatif olarak düşünüyoruz” 1demiştir.
Emperyalizm karşıtı olup 27 Mayıs Anayasası’nı ve ülkenin bağımsızlığını savunan kesimlere karşı, 12 Mart 1971’de Cumhurbaşkanı’na muhtıra veren komutanlar da Cevdet Sunay’dan farklı değildir. O komutanlardan biri olan Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç (1969-1972), sosyal gelişmelerin ekonomik gelişmeyi aşmasından yakınan bir kişidir.2 Bu komutanlar, 1971-1980 yılları arasında, Anayasa’yı savunan üç gencin ‘Anayasa’yı devirmek suçuyla!’ idam edilmeleri yanında, pek çok yerde ilerici kesimlere karşı yaşanan katliamlarda da sessiz kalmışlardır; ülkede sıkıyönetim ilan edilmiş olsa da, sağ-sol kavgasını önlemeyerek 12 Eylül 1980 darbesine kapı açmışlardır.
CIA’nin Ortadoğu görevlisi olan Paul Henze’nin, 12 Eylül 1980 darbesini gerçekleştiren komutanlar (Kenan Evren, Nurettin Ersin, Nejat Tümer, Tahsin Şahinkaya, Sedat Celasun) için “Bizim oğlanlar başardı”3 demesinin ne anlama geldiği de bellidir. Bu beş general de, “bizim oğlanlar” sıfatına uygun hareket edip Cumhuriyet değerlerinin yıpratılması için elinden geleni yapmıştır. Cumhuriyet değerleriyle bağdaşmayan davranışlarda bulunmuş olan komutanlar, bunlarla sınırlı değildir. Örneğin
• Genelkurmay başkanı Doğan Güreş (1990-1994), Muavenat zırhlısının 2 Ekim 1992’de Bir ABD uçak gemisi tarafından batırılması konusunda, makamına yakışır bir tepkide bulunmamıştır.
• Genelkurmay başkanı Hilmi Özkök (2002-2006), 4 Temmuz 2003 günü Irak’ta 11 Türk subay ve askerin başına çuval geçirildiğinde de, Balyoz ve Ergenekon gibi düzmece davalarla Cumhuriyetçi komutanlar tutuklandığında da, görevine yakışır bir davranış gösterememiştir.
• Genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt (2006-2008), 27 Nisan 2007’de cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili olarak e-muhtıra niteliğindeki açıklamasında “TSK laikliğin savunucusudur. Gerektiğinde tavrını açık ve net ortaya koyacaktır” demiş olsa da, çok kısa süre sonra böylesi bir açıklama yapmamış gibi davranabilmiştir.
• Genelkurmay başkanı Hulusi Akar (2015-2018),
- Irak’ta Türk askerinin başına çuval geçiren Amerikan komutanından, 27 Ocak 2015 günü “Liyakat Lejyonu” madalyasını almıştır!
- 15 Temmuz 2016 günü gerçekleşen Fetöcü kalkışma sırasında, görevini yapamamış olsa da, Genelkurmay başkanlığından istifa etmeyi düşünmemiştir. Üstelik masum olan yüzlerce askeri öğrencinin tutuklanmasını, askeri okulların ve hastanelerin kapatılmasını, bakanlığa bağlı Milli Savunma Üniversitesi’nin açılmasını ve de bu üniversitenin rektörlüğüne Cumhuriyet değerlerine mesafeli bir akademisyenin getirilmesini içine sindirebilmiştir.
- “Ben İslamcıyım; Yaşasın Şeriat” gibi gerici açıklamaları olan Nuri Pakdil’i ve koyu Atatürk düşmanı olarak bilinen Kadir Mısırlıoğlu’nu evlerinde ziyaret etmiştir.
- Abdullah Gül’ün Recep Tayyip Erdoğan’a karşı Cumhurbaşkanı adayı olmaması için onu evinde ziyaret edebilmiştir.
• Genelkurmay başkanlığından ayrıldıktan sonra da, AKP’den milletvekili ve savunma bakanı olmayı kabullenmiştir.
• Hulusi Akar’dan sonra Genelkurmay başkanı olan Yaşar Güler (2018-2023) de, emekli olduktan sonra AKP’nin milli savunma bakanı olmayı kabullenmiştir.
Yukarıda özetlenen gerçekler, bazı üst düzey komutanların, silahlı kuvvetleri laikliğin, bilimselliğin ve Cumhuriyetin güvencesi olarak gören halkı ne denli yanılttığını göstermektedir.
Bu durumda laik Cumhuriyeti koruma ve kollama görevini, her halde kendi egemenliğine sahip çıkacak halk üstlenecektir.
---------
1Muzaffer İ. Erdost, (2003). Türkiye’nin kararan fotoğrafları. Ankara: Onur Yayınları.
2Can Dündar, (2013). Sosyal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı, Milliyet Gazetesi, 12 Mart 2013.
3http://anadolumayasi.blogspot.com.tr/2015/10/bizim-oglanlar-basard.html, erişim 9 Haziran 2025.
/././
'Miras paylaşımında eşitlik ilkesini kaldıran düzenleme' iddiası: 'Zorbalık hukuku yasal zemine oturtulmak isteniyor'
Tapu işlemlerine yönelik yeni bir düzenlemeye geçildiği ve bu düzenlemeyle mirasın eşit paylaşılmasına dair zorunluluğun kaldırıldığı gündeme geldi. Kadın örgütleri ve hukukçular, bahse konu değişikliğin yürürlüğe girmesi halinde güçsüz mirasçıların baskı altında bırakılacağını ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin derinleşeceğini belirtiyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/miras-paylasiminda-esitlik-ilkesini-kaldiran-duzenleme-iddiasi-zorbalik-hukuku-yasal-zemine)
AKP Hükümeti adına kamu işveren sendikası TÜHİS, ancak 3,5 ay sonra zam teklifini iletti. TÜHİS (Türk Ağır Sanayi ve Hizmet Sektörü Kamu İşveren Sendikası), 2025’in ilk altı ayı için yüzde 16, ikinci altı ayı için de yüzde 8’lik bir zam önerdi.
2025’in ilk beş ayındaki resmi enflasyon bile yüzde 15’ i bulmuşken kamu işverenin böyle bir teklif önermesi, işçiyle “alay etmek”, “sendikaları ciddiye almıyoruz”, demektir. Kamu işvereninin 2026 yılının ilk altı ayı için önerdiği zam oranı da yüzde 7, ikinci altı ay için de yüzde 5 oldu.
AKP Hükümeti, Türkiye’nin en büyük toplu sözleşmesi bağlamında işçi sınıfına rest çekiyor, “gücün ne, bir şey yapamazsın” demek istiyor.
Türk-İş ve Hak-İş’in 27 Şubat 2025 tarihinde ortaklaşa hazırlayıp hükümete sunduğu teklifte ise, en düşük çıplak brüt ücretin günlük 1.800 TL, aylık olarak da 54 bin liraya yükseltilmesi, ardından da 2025’in ilk altı ayı için ücretlere yüzde 50 zam yapılması teklif edilmişti. İkinci altı aylık zam teklifi de yüzde 25 olmuştu.
Sendikaların ortak teklifinde, ikinci yılın altışar aylık dönemleri için de ayrı, ayrı yine yüzde 25 oranında bir artış isteniyordu. Kamuda brüt çıplak ücretler, 45 bin lira dolayında olup net ücretler ise, sosyal yardımlarla birlikte 40 bin lira düzeyinde bulunuyor. Hükümetin teklifi ile sendikaların önerdiği zam oranı arasında büyük bir fark var.
Çalışma Bakanı ile görüşme
Türk-İş heyeti, 17 Haziran 2025 günü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan’la görüştü. Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay’ın aktardığına göre, kamu işveren sendikası ikinci bir teklif verebilecek.
Ergün Atalay, bu ikinci teklifin ne zaman verileceğinin belli olmadığını, kendi tahminine göre temmuz ayında 6 aylık enflasyon oranının açıklanmasıyla birlikte muhtemelen 3 Temmuz’da sendikalara iletilebileceğini ifade etti.
Türk-İş Başkanı Atalay, işçinin dayanma gücünün kalmadığını, haziran sonu itibariyle yasal olarak grev kararlarının alınabileceğini söyledi. Atalay, şöyle konuştu:
“Haziranın sonunda Demir Yolları'nın grev kararı geliyor. Akabinde Karayolları'nın, Makine Kimya'nın grev kararı geliyor. 15 gün sonra da, orman işçilerinin yangın söndürme ile ilgili tam mücadele edecek dönemde grev kararı alması gerekiyor. Onun için işçilerin, sendikaların bu haklı talebine ülkeye yönetenler bir an evvel müspet bir cevap versinler. Ülke gündeminden kamu sözleşmesini çıkarsınlar."
Yüzde 30-35’den fazla olmaz
AKP Hükümeti’nin gerek Orta Vadeli Program’da, gerekse Merkez Bankası’nın 2025 enflasyon hedefi dikkate alındığında yüzde 30’un üstünde bir zam vermesi pek mümkün gözükmüyor. Nitekim, Ocak 2025’te de asgari ücrete yüzde 30 oranında bir zam yapıldı.
Keza bir süre önce İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde de yedi günlük grev sonrasında işçilere yüzde 30’luk bir zam verildi.
AKP’nin genel amacı, enflasyonu düşürme bahanesi adı altında işçi ve memur ücretlerini baskılamak, emekliye de sefalet ücreti dayatmaktır. Hükümetin 2025 bütçesindeki personel giderleri artışları da yüzde 30’la sınırlandırılmıştır Yıllık zam en fazla yüzde 35 dolayında olabilir.
Grev yasakları
Kamu kesiminde, özellikle hastane ve sağlık hizmeti ile Milli Savunma Bakanlığı’na (MSB) bağlı işyerlerinde grev yasağı söz konusudur. Hak-İş’e bağlı Öz Sağlık-İş Sendikası ağırlıklı olarak kamu hastanelerinde, Türk-İş’e bağlı Harb-İş Sendikası da MSB’de örgütlü bulunuyor. Dolayısıyla kamu işçilerinin 200 bine yakın bir bölümü grev yasağı kapsamında kalıyor.
Kaldı ki, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, “milli güvenlik ve genel sağlık”la ilgili olmadığı halde DİSK Birleşik Metal-İş Sendikası’nın birçok grevini Aralık 2024’te 60 gün süreyle ertelemişti.
Uyuşmazlık, erteleme sonunda hükümetin ağırlıkta olduğu Yüksek Hakem Kurulu’na (YHK) gittiğinden grev de fiilen yasaklanmış oluyor, YHK da hükümetin istediği doğrultuda bir sözleşme bağıtlıyor.
Ortadoğu’daki savaş da bahane edilerek tüm grevler yasaklanabilir. Peki bu koşullarda ne yapılabilir?
89 Bahar Eylemleri
Daha önceki yazılarımızda da birkaç kez ifade ettiğimiz gibi 1989 yılında Türk-İş’le o zamanki Özal Hükümeti arasında 600 bin kamu işçisi için toplu görüşmeler tıkanmıştı.
İşçiler, 1989 yılının mart, nisan ve mayıs aylarında ANAP (Anavatan Partisi) iktidarına karşı protesto eylemleri yaptılar.
Bu eylemlerde, on binlerce işçi, işyerlerinde direniş, iş yavaşlatma, viziteye toplu çıkma, fazla mesaiye kalmama, vezne önünde kuyruk oluşturma, servis araçlarına binmeme, yemek boykotu gibi etkinliklere başvurdu.
Özal Hükümeti, başlangıçta yüzde 40 oranında bir zam önerirken eylemler sonucu 18 Mayıs 1989’da yapılan anlaşmaya göre işçi ücretlerine yıllık ortalama yüzde 140 oranında bir zam yapıldı. Türk-İş ve işçi kesimi, bu mücadeleden başarıyla çıkmıştı.
Öte yandan bu eylemler Özal iktidarını sarstığı gibi ANAP, hem 1989 yerel seçimlerini, hem de ardından gelen 1991 genel seçimlerini kaybetti, iktidardan da olmuştu.
Kuşkusuz 89 Bahar Eylemleri’nin ortamı ile bugünkü ortam arasında epey fark var. Bahar Eylemleri, Özal iktidarının ücretleri baskılayan politikasına karşı olmakla birlikte 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında emek kesiminin hem sendikal haklarının tırpanlanması, hem de ciddi bir yoksullaşma yaşanması nedeniyle 9 yıllık bir tepkinin sonucunda oluşmuştu.
İşçi tepkili ancak
AKP döneminde ise, kamuda ağırlıklı olarak muhafazakar ve milliyetçi bir işçi kesimi işe alındı ancak geçim koşullarının çok zorlaşması sonucu siyasal iktidara oy veren işçiler de artık hükümetin bu yoksullaştırma politikalarına tepkilerini yükseltiyorlar.
Yaklaşık 600 bin işçinin 350 binden fazlasının AKP “yandaşı” Hak-İş’e üye olması da ayrı bir faktör. Türk-İş’in kamudaki üye sayısının 250 bine yakın olduğu ifade ediliyor.
Hak-İş, halen iktidardan ikinci bir zam teklifini bekliyor, bir eylem programı açıklamış değil. Türk-İş yönetimi de, uzun bir süre hükümetle uyumlu bir ilişki içinde oldu. Tabanın sıkıştırmasıyla bir takım eylemleri gündemine aldı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın grevleri erteleyip yasaklaması karşısında Türk-İş yönetiminin bu durumu kabullenmesi de işin nazik noktası. Yine Harb-İş gibi Türk-İş’e bağlı kimi sendikaların daha önce grev yasakları karşısında işyerlerini terk etmeme gibi eylemleri olduysa da bugünkü koşullarda bu eylemlere de başvurması zor gözüküyor.
Ayrıca DİSK Birleşik Metal-İş Sendikası, grev yasaklarına karşı özel sektördeki işyerlerinde fiilen grevi sürdürüp Ocak 2025’te başarılı sözleşmeler de yapmıştı. Türk-İş’in bu örneği dikkate alması da pek mümkün değil.
Maliye’nin önündeki eylem
Türk-İş, dün (18 Haziran 2025) sendika genel merkez ve şube yöneticilerinin katıldığı bir eylem yaptı. Sendika yöneticileri, Maliye Bakanlığı önünde tepkilerini dile getirdiler. Burada bir anlamda Türk-İş yönetimine karşı çıkmayacak kontrollü bir katılım söz konusuydu.
Bununla birlikte Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay’ın konuşması, zaman zaman kesilerek alandan Maliye Bakanı’nı kastedip “Şimşek istifa”, “Hükümet istifa”, “İş, ekmek yoksa barış da yok” sloganları atıldı.
Bu eyleme katılan Harb-İş Eskişehir Şube Başkanı Hasan Atak, izlenimlerini şöyle aktardı:
“Artık işçi isyan halinde. Çıplak ücretlerimiz 35-40 bin lira dolayında. Sosyal haklarla birlikte ancak net 44-45 bin lirayı buluyor. Özellikle bizim gibi savunma sanayinde çalışan nitelikli işçiler bile yoksulluk sınırının çok altında bir ücret alıyor.
Yarın (19 Haziran 2025) Türk-İş’e bağlı tüm sendika genel merkez ve şube yöneticilerinin katıldığı toplantıda eylem kararları alınacak. Başlangıçta 81 ilde ortak basın açıklaması yapılması kararı alınabilir. Biz, oturma eylemlerinden başlamak üzere daha etkili kararların alınmasını istiyoruz.
Eğer Türk-İş yönetimi tabanı tatmin edici kararlar almazsa sendika olarak bağımsız bir şekilde daha etkili eylemler yapmaya kararlıyız”.
‘Eylemde geç kalındı’
Türk-İş tabanındaki mücadeleci sendika şubelerden olan Eskişehir’in başkanı Hasan Atak, eylemlerde geç kalındığını belirterek “Bir ay, bir buçuk ay önce eylemlere başlamalıydık. Şimdi daha etkili olurduk” diye konuştu.
Hasan Atak, “Ailemizle, çocuğumuzla birlikte miting alanlarında olmalıyız. Etkili eylemler yapılmadan hakkımızı alamayız. Yoksa bu hükümet en fazla yıllık yüzde 30-35 zam verecektir” dedi.
Şube Başkanı Atak, kamu işveren sendikasının 3 Temmuz’da ikinci bir teklif verebileceğini, yani memurlara yapılacak zammın da belirlenmesinden sonra işçilere bunun üstünde bir zam veremeyeceklerinin bahanesini yaratacaklarını söyledi.
Hasan Atak, hükümetin Ocak 2025’te ilk altı ayı, temmuzda da ikinci altı aylık zammı alacak olan kamu işçisine “işte size toplu zam veriyoruz” şeklinde bir algı yaratarak tepkiyi hafifletmek istediklerini ifade etti. İşçilerin diğer önemli bir bölümünün sözleşmesi de mart ayından geçerli.
Türk-İş yönetimi, grevleri “yasak” bahanesiyle sürdürmese bile işçi tabanının zorlaması halinde aktif eylemlerle AKP Hükümeti’ni sıkıştırabilecek mi? Zor gözüküyor ama Türk-İş’in geçmiş tarihini dikkate alıp böyle bir mücadele göstermesi gerekiyor. Aksi halde hem kendi yönetimleri, hem de işçi sınıfı için daha zor ve ağır günlerin gelmesi mümkün olabilecek…
/././
Savaş ve hukuk -Ali Rıza Aydın-
Üretilen her silah, savaşlara bulunan her kılıf sömürücülerin ürünü oldukça, eşitsizlik ve adaletsizlik sömürü düzenini besledikçe sömürücülerin hukukuyla çözüm gelmez. Çözüm kapitalist/emperyalist, ırksal/dinsel bağımlılıktan, sömürüden kurtuluşun savaşının kazanılmasında.
Dünyaya hukukla değil hukuka dünyayla bakan, hukuku sınıfsal olarak okuyanlar biçimsel olarak hukukun üstünlüğünü tabu yapanlarla iyi/kötü gibi bir tartışmaya girmezler. Hukuku sınıfsal olarak okudukları gibi, hukukun uygulanmasına da sınıfsal bakarlar. Uluslararası hukuk da sınıfsallık dışında değildir.
Örneğin Birleşmiş Milletler (BM) ve sözleşmeleri tüm üye ülkeleri kapsar, ayrımcılık yapmaz diye akar sular durmaz.
2023 sonlarında İsrail’in “hastane saldırısı”nın ardından BM de kınayıcılar arasına katılmıştı. BM ve savaş hukuku yönünden dam üstünde saksağan vur beline kazmayı cinsinden bir durum olan bu kınamayla yetinme uluslararası hukukun bir paçavra olduğu anlamına gelmez mi? Filistin’de katliamlar sürerken, Yugoslavya, Irak, Libya, Suriye yıkımları yaşanırken eleştirel hukukla oyalanacak durum mu var? Abluka altındaki Küba yaşadığımız dünyanın dışında mı, yoksa Küba halkı insan mı değil?
Savaş hukuku paçavra haline gelmedi mi?
Burjuva hukukunun karakteri böyle. İşgalin, yağmanın, göç insanlarının, çocukların, kadınların, hastaların, savaş esirlerinin ve katliamların olduğu olayların içindeki canlı cansız tüm varlıklara kapitalizmin/emperyalizmin, bütünüyle sömürünün “çökme politikası”nın yaşama geçirilmesinden başka bir şey değil.
Elbette savaşımlarla kazılan hak, özgürlük ve nitelikler var, kazanılan davalar var ama hukuk ve yargının sömürücüler için düzenin yaşama aracı olduğu gerçeği değişmiyor. Ve gerektiği yerde gerektiği zaman bu araçlara el atmaktan, uymamaktan ya da uygulamamaktan kaçınmıyorlar. İlkin ve dikkatlice bakılacak yer burası.
Nükleer silah yarışı ve tartışması da aynı durumda.
Silah denilen araçların insanlar tarafından kendilerini korumak ve avlanarak beslenmek için kullanıldığı uzun zamanlardan sonra zenginleşmek, topraklara ve mal varlıklarına el koymak, köleleri ehlileştirmek, emek gücünü meta haline getirmek, baskı ve şiddetle susturmak, gerektiğinde yaşamlara son vermek için kullanılmaya başlıyor. Hem üretim ve satışından kazanıyorlar hem de emperyalizme uygun tasarımlar için yıkıp yok ediyorlar.
Silahlar çok ama çok hızlı güç ve biçim değiştiriyor. Bilim ve teknoloji ile yaşam arasındaki ilişki çarpıcı. Öyle çarpıcı ve vahşi ki yaşamaya değil yaşatmamaya da yöneliyor. İnsan ilişkilerinin ürünü olan hukuk ve kurumlar dahi bu katliamları durduramıyor. Sömürücüler sınıfsallıklarının gereğini yerine getirmek ve egemenliklerini sürdürmek için devlet, siyaset, hukuk, toplumsal üretim, tüm araçları ellerinde tutuyor ve kullanıyorlar.
Savaş hukukunu yazan da o hukuka uymayan da onlar. Kimi zaman vekalet savaşçılarına, teröre sığınıyorlar, kimi zaman da İsrail’in yaptığı gibi açık saldırı peşindeler.
Teknolojiyi insan geliştiriyor, teknolojinin ürettiği silahlar insana ve doğaya, sanata ve kültüre karşı kullanılıyor. Hukuku insan ilişkileri üretiyor, hukuk insana karşı araç oluyor ya da susuyor.
Birey ve toplum için hukuk olarak yazıldığı ileri sürülenler, anayasal güvence adı altında gösterilenler düzenin gereksinim duyduğu sermaye birikimi, emek gücü ve tüketim pazarı için gerekli olduğu kadar var olabiliyor. Eşitlik ve özgürlük diyalektiğinin dışına çıkarılan hukuk, kendisinin yok sayılmasına dahi ses çıkaramayacak durumda.
Liberalizmi, sınıflı ve sömürülü düzeni meşrulaştırma aracı olan hukuktan başka ne beklenebilir ki… Yeni anayasa hiç beklenmez.
Üretilen her silah, savaşlara bulunan her kılıf sömürücülerin ürünü oldukça, eşitsizlik ve adaletsizlik sömürü düzenini besledikçe sömürücülerin hukukuyla çözüm gelmez.
Çözüm kapitalist/emperyalist, ırksal/dinsel bağımlılıktan, sömürüden kurtuluşun savaşının kazanılmasında.
/././
Atilla Kart: 'AKP'nin anayasa yapma meşruiyeti yoktur'-Özkan Öztaş-
Türkiye’nin anayasa tarihini ve AKP dönemindeki kırılmaları değerlendiren hukukçu Atilla Kart, "Ortada çözülecek bir sorun varsa, bu sorun kaynağıyla masaya oturarak çözülemez" diyor.
Ancak bu değişiklikler de AKP'ye yetmedi. "Yeni Anayasa" kapısı yeni "çözüm süreci"yle birlikte bir kez daha aralandı.
Bu noktada 1921'den başlayarak 2017 referandumuna ve sonrasına kadar uzanan tartışmaları tarihsel bir perspektiften inceliyoruz.
Bugün tartışılan bir konu da AKP'nin yeni bir anayasa yapma meşruiyetinin olup olmadığı.
CHP eski Konya Milletvekili Avukat Atilla Kart, konuya net bir çerçeve çizerek başlıyor ve temel tezi en başta ortaya koyuyor: "AKP'nin anayasa yapma meşruiyeti yoktur."
Anayasa tartışmalarına tarihsel bir perspektiften başlayalım. Geçmişteki anayasaları meşruiyet bağlamında ele alacak olursak nasıl bir tablo çizebiliriz?
1921 Anayasası, belli açılardan anayasa olmaktan ziyade bir belgedir. O dönem, savaş zamanı olduğu için Teşkilat-ı Esasiye gibi farklı bir niteliğe sahipti. Meşruiyet kavramını sadece 1924 veya benzeri anayasalar üzerinden değil, tüm anayasa tarihimiz açısından ele almalıyız.
Bu durumda, bir askeri darbe sonrası oluşan 1982 Anayasası'nın kendisi en çok tartışılan metinlerden biri. Hatta AKP, sık sık bu anayasanın darbe ürünü olmasını kendi değişiklikleri için bir meşruiyet zemini olarak kullanıyor. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
1982 Anayasası, bir darbe anayasasıdır. Adı üstünde, yaşadığımız ve bugün de halen geçerli olan anayasadır. Ancak bu anayasada 1995 ve 2001 yıllarında önemli değişiklikler yapılmıştır. Şunu söyleyeyim: 1982 Anayasası'nda 19 kez değişiklik yapıldı ve toplamda 184 madde değişti. Çoğu madde birkaç kez değiştiği için bu rakam şaşırtıcı gelebilir ama esas itibarıyla anayasanın üçte ikisi zaten değişti.
Özellikle temel hak ve özgürlükler bakımından en önemli değişikliklerden biri 23 Temmuz 1995'te, Hüsamettin Cindoruk'un meclis başkanı olduğu dönemde yapıldı. Partilerin iştirakiyle yapılan bu değişikliklerde, Başlangıç Metni'ndeki militarist ve ırkçı ifadeler değiştirilerek metin daha demokratik ve sivil bir hale getirilmesi amaçlandı.
Bu değişiklikler AKP döneminde de devam etti. Farkı neydi?
AKP'nin hemen öncesi de var. AKP iktidara gelmeden önce yapılan en önemli değişiklikler 2001 değişiklikleridir. Yine enteresandır, bu değişiklikler AKP'den önceki 1999-2002 DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti zamanında yapıldı. Hem hak ve özgürlükler hem de devletin BDDK gibi üst kurullarla teknik ve hukuki yapılanması anlamında çok tartışılan dönemlerdir. Bu kurumlar devletin katılımcılığını artıran ve teknik yapısını güçlendiren kurumlardı.
Peki, AKP dönemine geldiğimizde, özellikle AKP'nin ilk yıllarındaki anayasa değişikliklerini nasıl değerlendirmek gerekir?
AKP döneminde en önemli adımlardan biri 2004 değişikliğidir. Anayasanın 10. maddesi olan eşitlik maddesine ilaveler yapıldı ama en önemlisi 90. maddedir: Uluslararası sözleşmelerin iç hukuk mevzuatı haline gelmesi. Bu, AİHM sürecini ve temel hakları güçlendiren çok önemli bir gelişmeydi.
Bakın, 1995, 2001 ve 2004 değişiklikleri demokrasiyi ve temel hakları güçlendirmeyi hedefleyen çalışmalardı. Temel bir özelliği vardı: Toplumsal uzlaşmayı gözeten, dayatmayla gerçekleştirilmeyen, toplumun ortak beklentilerine cevap vermeye çalışan adımlardı. Kağıt üzerinde de olsa bu vardı ve gözetiliyordu. Ancak AKP döneminde 2010 Referandumu, 2007 ve özellikle 16 Nisan 2017 değişiklikleri ise anayasal darbe niteliğindedir.
AKP'nin yaptığı sonraki adımlardaki fark nedir o halde? Meşruiyeti neden tartışmalıdır?
Türkiye'de 2010 Anayasa Referandumu'ndan itibaren yapılan hem referandumlar hem de genel seçimler siyasi meşruiyet açısından tartışmalıdır. Süreçlere iktidar odaklı olarak müdahale edilmiştir. 10 Ağustos 2014'ten itibaren ise anayasal darbeler giderek mütemadi bir hal almıştır. Bunun en vahimi, rejimin değişmesi sonucunu yaratan 16 Nisan 2017 referandumudur.
16 Nisan 2017 tarihini bir kırılma olarak tarif edebilir miyiz o halde?
Evet. Bu, demokratik kazanımlarda ve Cumhuriyetin kazanımlarında tarihi bir kırılmadır. 2017'deki rejim değişikliği, AKP'nin siyasi müdahale isteğini yasal bir çerçeveye büründürmesidir.
2017'deki değişikliğin daha önceki değişikliklerden temel hukuki farkı nedir?
2010'daki değişiklikler de meşruiyet anlamında tartışmalıydı ama kuvvetler ayrılığını tümüyle ortadan kaldırmıyordu. Bugün ise Cumhurbaşkanı Meclis'e gelip konuştuğunda yasama, yürütme ve yargı kavramlarının nerede başlayıp nerede bittiği belirsizleşiyor. Bu tablonun en kritik adımı ise 15 Temmuz 2016 sonrası atılmıştır.
Darbeden sonra anayasadan ziyade Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) gündeme geldi değil mi?
15 Temmuz 2016 darbenin tarihidir ama 20 Temmuz 2016'da Türkiye'de yeni bir darbe dönemi başladı. Evet. Türkiye, KHK ile idare edilen bir ülkeye dönüştü. Bu da hukuki açıdan bir başka darbeydi.
Peki, 15 Temmuz sonrası ve özellikle 16 Nisan 2017 referandumuyla birlikte AKP'nin anayasa yapma meşruiyetini neden kaybettiğini somut örneklerle açıklar mısınız?
AKP'nin meşruiyetini sorgulatan birçok adım var. Örneğin, 15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu'nun raporu önemli bir rapordu. Ama Meclis kayıtlarına yansıtılmadı, akıbeti belirsiz bırakıldı. Dokunulmazlıkların kaldırılması, yerel yönetimleri güçlendirme iddiasıyla yola çıkıp 2011'de beldeleri kapatarak tam tersini yapmak, İstanbul ve Ankara gibi AKP'li büyükşehir belediye başkanlarını istifaya zorlayıp arkasındaki yolsuzluk veya FETÖ bağlantılarının üstünü örtmek... Tüm bunlar demokratik kanalları yok eden adımlardı. Yani ortada bir suç varsa hukuki yollar devreye girer. İstifa ettirilerek üstü örtülmez.
En vahimlerinden biri de Devlet Denetleme Kurulu'na (DDK) icrai yetkiler verilmesidir. Eskiden sadece istişari yetkisi olan DDK, adeta paralel bir savcılık mekanizmasına dönüştürüldü. Bütün bu adımlar, anayasal denetim mekanizmalarını yok edip gücü tek bir merkezde topladı.
Bu tabloya bakınca, AKP'nin yeni bir anayasa tartışmasının başlatabilmesi için elinde epey birikmiş bir sorun ve kötü bir sicil var diyebilir miyiz?
Kesinlikle. Yeni bir anayasanın meşruiyetinden söz edilebilmesi için önce bir yol temizliği gerekir normalde. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 22. dönemden itibaren denetim ve yasama işlevini zaten kaybetmeye başlamıştı. Bugün "torba yasama" tekniği demokrasilerde olmayacak bir şekilde norm haline geldi. AKP'nin bugüne değin yaptığı tüm uygulamalar anayasayı ihlal eden uygulamalardı. Bu anayasa bugün ihtiyaçları karşılamadığından değil, AKP'nin işine gelmediğinden bu biçimde şekillendi. Evet anayasaya dair bir sürü şey tartışabiliriz. Birçok eksik var bu herkesin malumu. Ama bugün ülkenin bu halde olmasının sebebi anayasal pürüzler değil iktidarın uygulamaları. Tabloyu bu hale getiren bir öznenin tabloyu değiştireceğini düşünmek saflık olur.
Yasamanın işlevini yitirmesi "torba yasaları" norm haline getirdi dediniz. Bu durum yargıya nasıl yansıdı?
Evet. Normalde hukuk devletlerinde torba yasa gibi uygulamalar olmaması gerekir. Hal böyle olunca torba yargılamalar da oluyor. Ama sürecin bir de yargılama örnekleri var. Ergenekon ve Balyoz süreçleriyle başlayan "torba yargılamalar" bugün de devam ediyor. Bu tür yargılamalardan demokrasi ve maddi gerçek çıkmaz. Önce bir fail listesi oluşturuluyor, sonra o listeye göre delil toplanmaya başlanıyor. Bu karambolde gerçek suçlular kaybolup giderken, masum insanlar yıllarını kaybediyor.
Burada akla bir soru geliyor. Anlattıklarınız, "AKP ilk döneminde iyiydi ama sonra güç zehirlenmesi yaşadı" diyen eski AKP'li siyasetçilerin söylemlerini hatırlatmıyor mu?
Hayır. Aynı şey değil. Öncesi iyiydi de sonrası kötüydü demiyorum. AKP, iç ve dış dinamikleri olan bir projedir. 2002'de demokratik sistemin zafiyetlerini kullanarak yasal yollardan gelmiştir, evet. Ama gelişinde bile meşruiyet tartışması yapılmalıdır. Yüzde 34 oyla Meclis'in yüzde 60'ına sahip olması, demokrasinin kurumsallaşmamasının ve içselleştirilmemesinin bir sonucudur.
Son olarak, siyaseten yan yana gelmesi beklenmeyen kesimlerden bile "yeni anayasa" çağrısı yükseliyor. Neredeyse bir "anayasa değişsin" korosu var. Bu durumu neye bağlıyorsunuz?
Bütün bu sürecin sonunda ortaya çıkan fiili durum şu: Temel hak ve özgürlükler, basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığı anlamında giderek daralan ve çürüyen bir alan var. Tüm bunlar toplumda belli bir düzeyde anayasa tartışmalarını besliyor. Ama iktidar gücü anlamında tırmanan bir güç söz konusu. İktidar gücünü pekiştirmek için tüm olanakları kullanıyor ve bunu yaparken de hiç bir kural tanımıyor. Buradaki sorun, AKP yönetim kadrosunun bu konjonktürü kullanma konusunda olağanüstü maharetli olmasıdır. Tırnak içinde söylüyorum; Goebbels ve Makyavel yöntemlerini olağanüstü bir başarıyla uygulayan bir kadro var.
Ayrıca Türkiye kamuoyu bazı temel kavramlar üzerine düşünmeli ve bu kavramlar hakkında kapsamlı bilgilendirmeler yapılmalı. Bu tür bir ortak zemin oluşturulmadığı sürece, her birey meselelere kendi kişisel tavrıyla yaklaşmakta ve bu da toplumsal bir uzlaşıyı imkânsız hale getirmektedir. Örneğin, “millet”, “yurttaşlık”, “anadilde eğitim” ile “anadil eğitimi” arasındaki farklar, Diyanet’in kurumsal yapılanması gibi konular; içeriği, tarihsel bağlamı ve çerçevesiyle birlikte ele alınmadan değerlendirilemez. Bu kavramların kapsayıcı olup olmadığı da yine bu tartışmalar ışığında belirlenebilir. Toplumun bu tür bir düşünsel sürece hazır hale gelmesi ve bu yönde hazırlanması gerekmektedir. Yani konu biraz da toplumu bilgilendirecek açıdan kavramsal olarak da tartışılmalı
Ama başta söylediğimi sonda tekrar edeyim. Ortada çözülecek bir sorun varsa bu sorun kaynağıyla masaya oturarak çözülemez. AKP'nin anayasa yapma meşruiyeti yoktur.
/././
Anti-Siyonist Yahudi Kongresi'nin ardından: 'Gazze’yi ve Holokost’u yaratan aynı sistemdir'-Erdal Topparmak
Viyana'da yapılan 1. Dünya Anti-Siyonist Kongresi'nde katılımcılar, Siyonizmle devamlı mücadele kararının yanında Filistin'de yaşayan tüm halkların eşit yurttaşlar olarak var olacağı tek devletli çözümün Siyonizme ve ırkçılığa son vereceğini vurguladılar.
Siyonist rejim, 1. Anti-Siyonist Yahudi Kongresi’nin başladığı gün İran’a saldırmıştı. Katılımcıları "terörist Hamas destekçisi" olarak suçlayan Siyonist troll hesaplara karşılık konuşmacılar, Siyonizm karşıtlığının tek nedeninin Filistin’i desteklemek olmadığı, bir insanlık suçu olan Siyonizm’e, sadece Yahudi ve Arapların değil, insanlığın yanında olan herkesin muhalefet etmesi gerektiğini özellikle vurgulayarak başladılar.
Dünyaca ünlü müzisyen Roger Waters da üzerinde çalıştığı son eserin sözlerini okuyarak kongreye katıldı.
Waters'ın ardından söz alan Prof. Ilan Pappe, Siyonizmin sadece Yahudilerin değil, Avrupa’nın bir sorunu olduğunu açıkladı:
“Avrupa tarihini, Yahudiler ve diğer milletlere yönelik ırkçı hareketlerden bağımsız değerlendirmek mümkün değil. Avrupa sömürgeciliğinin bir Yahudi devleti kurma ve yaşatma fikrini nasıl ve neden geliştirdiğini bilmeliyiz. 2025 yılında gelmiş olduğumuz yerde, Avrupa kendi içindeki Yahudi karşıtı ırkçılığı yok edemedi; aslında, yok etmek bile istemedi. Holokost’un ardından bir tek Avrupalı siyasetçi veya aydın Yahudilere “Avrupa’ya geri gelin, birlikte ırkçılık karşıtı bir Avrupa inşa edelim” diyemedi”.1
Siyonistler anti-semitizmin devam etmesini istedi
Aslında Ilan Pappe’nin işaret ettiği gerçek bugün kayıtsız şartsız İsrail’i destekleyen sömürgeci emperyalizmin ve Siyonizmin ikiyüzlülüğünü ortaya koyuyor. Holokost sonrası, ne Siyonist liderler ne de emperyalist ülkeler, 6 milyon insanın kurban edilmesinden sonra bile anti-semitizmin nedenlerini araştıran veya azaltılması için neler yapılması gerektiğini inceleyen tek bir bilimsel araştırmayı bile destekleme zahmetine girmediler. Anti-semitizm, aslında Orta Çağ'dan kalma bir olguydu ve Avrupa'da pek çok kez mağlup edilmişti. Halkların kendi dinamiklerine bırakılsaydı da, aydınlanmacı akımlar sayesinde, muhtemelen zamanla toplumsal hafızalardan silinip gidecekti. Ancak, kriz dönemleri başta olmak üzere (1929 krizi sonrası komplo teorilerinin hortlatılmasında olduğu gibi), emperyalizm asla bu güçlü silahın, yani anti-semitizmin, yok olmasına izin vermedi. Yahudilere yönelik önyargılar ortadan kalkarsa, inananlar da (tanrıya değil, Siyonizme) kaybedilecekti. Irkçılık ortadan kalktığında, Yahudi milliyetçi faaliyetler için Siyonist liderlerin para toplaması da mümkün olmayacaktı. Theodor Herlz, “Anti-semitizm Yahudileri bana getirecek” demişti. Bu yüzden Siyonist liderler ve emperyalist patronları, Yahudi “kardeşleri” için hiçbir bilimsel araştırmayı desteklemedi.2
'Gazze’yi ve Holokost’u yaratan aynı sistemdir'
Prof. Pappe sözlerini şöyle tamamladı:
“Bizim bu 'Avrupalı' ırkçı apartheid rejimine son vermemiz gerekiyor. Bu ırkçı düzeni yıkma umudumuz yoksa, o zaman Avusturya için de umut yoktur, Almanya için de umut yoktur, ve insanlık için de umudumuz kalmamış demektir. İnsanlığa inanıyoruz; bunun için de haksızlıklara karşı attığımız her adımın, Filistinliler için bir umut olduğunu unutmayın.”
Sonrasında söz alan İngiliz sosyalist tarihçi Danny Gluckstein, Siyonizm fikrinin ortaya atıldığı dönemde, dünya Yahudilerinin tamamına yakınının Siyonizm karşıtı olduğuna dikkat çekti:
“Yahudiler tüm dünyaya yayılmıştı ve enternasyonalizme en yakın halk onlardı. 19. yüzyılda kapitalizm, sanayi devrimi ve milliyetçilik ideolojisinin geliştiği dönemde Yahudilerin büyük kesimi anti-kapitalist ve enternasyonalist oldular. Sosyalizm şemsiyesi altında hem kapitalizm, hem de anti-semitizm ve ırkçılığa karşı mücadele ettiler ve bunu Yahudi olmayanlarla omuz omuza sürdürdüler. Karl Marx, Rosa Luxemburg ve Leon Trotsky gibi Yahudi kökenli devrimcileri F. Engels, Karl Liebknecht ve Lenin’den ayrı düşünebilir miyiz? Siyonizmin ortaya çıktığı dönemde ABD nüfusunun sadece 40'ta 1'i Yahudiyken, ABD Komünist Partisi üyelerinin yarısı Yahudilerden oluşuyordu. Güney Afrika nüfusunun sadece yüzde 0,3’ü Yahudiydi, Mandela yargılandığında yanında yer alan beyazların tamamı Yahudiydi. Bu gerçekle her zaman gurur duymuşumdur.”.3
Holokost sonrasında, Yahudilerin devrimci geleneğini yok etmek ve zihinlerde yeniden kapitalizm hegemonyasını kurmak için kapitalizmin geri getirildiğini belirten Gluckstein, “ABD ve İngiltere Auschwitz’i yok edebilirdi; ancak, bunu bilinçli olarak yapmadılar. 4 Adeta Holokost’u istediler. Kapitalizmin her geçen gün silahlar ve savaş anlamına geldiğini yaşayarak görüyoruz. İşte bu nedenle Gazze'de yaşananlar sadece Gazze'nin sorunu değildir. Gazze için savaştığımızda Holokost'u yaratan sisteme karşı da savaşmış oluyoruz. Bu yüzden bu sistemi ortadan kaldırmalıyız" diyerek konuşmasını tamamladı.
Kongre’de, Siyonizm'le devamlı mücadele kararının yanında emperyalizmin kayıtsız şartsız İsrail’i desteklemeye devam edeceği gerçeğine dayanarak iki devletli çözümün asla Arap ve Yahudi halkları için çözüm olmayacağı belirtildi. Filistin'de yaşayan tüm halkların eşit yurttaşlar olarak var olacağı tek devletli çözümün Siyonizme ve ırkçılığa son vereceği vurgulandı.
1Jewish Antizionist Congress in Vienna Stop Zionism, https://www.youtube.com/watch?v=bO9uSQm-tic
2Yahudilerin Sırtındaki Hançer: Siyonizm – Erdal Topparmak (Destek Yayınları, Haziran 2024)
3Jewish Antizionist Congress in Vienna Stop Zionism, https://www.youtube.com/watch?v=bO9uSQm-tic
4Bu konuda “Haham Weissmandel’in Siyonist liderlere gönderdiği mektup" özellikle okunmaya değer; mektuba Siyonizm karşıtı bir Yahudi olan Ralph Schoenmann'ın "Hidden History of Zionism" adlı rehber niteliğindeki eserinden veya “2" nolu kaynak syf. 206-211’den ulaşılabilir.
/././
İran cephesinden 'iç cephe'ye -Fatih Yaşlı-
İktidarın “iç cephe” dediği şey bir ulusal güvenlik tehdidine karşı ulusal ölçekte bir birlik kurulmasına değil; ulusun muhalif kesimlerinin iradesinin gaspına ve bu iradenin bundan sonraki seçimlerde tecelli etmemesine işaret ediyor.
1990’ların başında Sovyetler Birliği dağılıp reel sosyalizm çözüldüğünde zaferini ilan eden kapitalizm ve liberal demokrasi dünyayı daha iyi bir yer haline getirebilir miydi?
Yani örneğin nükleer silahları bütünüyle imha edip askeri harcamaları ciddi ölçüde azaltarak küresel ölçekte bir refah ve kalkınma programını hayata geçirebilir, ulusal ve uluslararası ölçekte yoksulluğu, eşitsizliği ve adaletsizliği azaltabilir miydi?
Yapabilirdi elbette ama bu sefer kapitalizm kapitalizmden başka bir şeye benzemeye başlardı; çünkü kapitalizm hiçbir zaman basitçe serbest piyasadan ibaret olmamıştı. Savaş, askerlik, katliamlar, mafyatik yapılanmalar, silah, uyuşturucu, kara para ticareti vs… Bunların hiçbiri kapitalizmin anomalileri, yani sapmaları değildi, bizzat kapitalizme içkin olgulardı, hepsi onun doğasında mevcuttu.
Tam da bu nedenle Sovyet-sonrası yeni dünya düzeninin açılışı 1. Körfez Savaşı’yla yapıldı, Irak günlerce bombalandı. NATO tasfiye edilmek ya da küçültülmek yerine bir dünya jandarmasına çevrilmek istendi, Sovyetler Birliği ve komünizm tehdidine karşı kurulduğu için varlık nedeni ortadan kalkmasına rağmen 90’ların sonundan itibaren yeniden düşmanlaştırılan Rusya’ya karşı genişlemeye başladı. 1999’da Kosova Operasyonu geldi. 2000’lere Afganistan ve onu izleyen Irak işgalleriyle girildi. 2000’lerin ilk on yılı bittiğinde Libya ve Suriye’de rejim değişiklikleri için düğmeye basılmıştı. Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkelerde de “renkli devrimler” denenecek, Amerikancı rejimlerin iş başına gelmesi sağlanacaktı. Arka planda ve uzun vadeli bir hedef olarak ise Çin vardı; ABD dikkatini ve enerjisini adım adım Pasifik’e kaydırdı, Çin’le mücadele küresel hakimiyet stratejisinin merkezine yerleşmeye başladı.
Bu süreçte askeri harcamalar katlanarak arttı, militarizm tekrar yükseldi, neoliberal politikalarla ülkelerin kendi içinde ve uluslararası ölçekte gelir dağılımı alt üst edildi, iklim krizi tetiklendi, göç olgusu bir kez daha sahneye çıktı; tüm bunlar ise ırkçılığı ve faşizmi yeniden küresel bir olgu haline getirdi, komplo teorileri daha fazla rağbet görmeye başladı, güvenlikçi politikalar daha da derinleşti.
Velhasıl kapitalizm doğası gereği Sovyetler Birliği ve sosyalizm sonrası dünyayı daha iyi bir yer haline getirmedi; bilakis bu ikisinin yokluğunu bir fırsata çevirip dünyayı daha büyük bir hırs ve ihtirasla talan etmeye, insanlığı adım adım bir barbarlık safhasına taşımaya başladı.
Sıra İran cephesinde
Buraya doğru adım adım gidilirken şimdi sırada İran var. Gazze’de soykırıma devam eden, Lübnan’da büyük bir yıkım gerçekleştiren, Suriye’nin cihatçı katillerin kontrolüne geçmesiyle eli rahatlayan İsrail, şimdi nükleer silah sahibi olmasını engelleme iddiasıyla ve üstelik kendisi sayısı bilinmeyecek kadar çok nükleer silah sahibiyken İran’a saldırıyor, nihai hedefinin İran’da bir rejim değişikliği olduğunu ise gizlemiyor.
Öncelikle basit birtakım gerçeklikleri yazalım: Birincisi, Evet İran’da halk düşmanı, gerici, despotik bir molla rejimi var, bu rejim İran’ın sermaye sınıfıyla gayet iyi ilişkiler içerisinde, hatta mollaların bir kısmı da bu sınıfın bir parçası, dolayısıyla İran devleti gerici ve sömürücü bir devlet. İkincisi İran halkının bu rejime karşı direnmesi, örgütlenmesi ve mücadele etmesi sonuna kadar haklı ve meşru. Üçüncüsü ise doğrudan emperyalist merkezlerden yönetilmediği sürece sosyalistlerin ve komünistlerin İran halkının mücadelesinin yanında durması eşyanın tabiatı gereği.
Peki bunları söylemek siyonist İsrail devleti ile İran’ı aynı kefeye koymayı, ikisini aynı terazide tartmayı ve “yesinler birbirlerini” diyerek bir “üçüncü yol”dan söz etmeyi haklı ve meşru kılar mı?
Bu soruya vereceğimiz yanıt çok açık ve net bir şekilde “hayır”dır. Çünkü taraflardan biri arkasına yedi düvelin, emperyalizmin desteğini sonuna kadar almış, saldırgan, yayılmacı, ırkçı, emperyalist ve üstelik nükleer silah sahibi bir devletken, diğeri sırf emperyalizmle işbirliği yapmayı ve dünya pazarlarına entegre olmayı reddettiği için hedef tahtasına yerleştirilmiş, savunma pozisyonunda olan bir devlettir.
Dolayısıyla en başa, ilk sıraya yazılması gereken şey bu iki devletin aynı terazide tartılması, aynı kefeye konulması değil, “emperyalist müdahaleye hayır” denilmesidir. Dünyanın en zalim rejimi dahi olsa, herhangi bir coğrafyadaki herhangi bir emperyalist müdahale ilkesel olarak reddedilmeli, buna karşı çıkılmalıdır. Çünkü emperyalist müdahalelerin dünyanın herhangi bir ülkesini müdahale öncesinden daha eşit, daha özgür, daha refah içerisinde yaşayan bir ülke haline getirdiğine dair elimizde tek bir örnek yoktur.
Ayrıca emperyalist müdahaleler doğası gereği iki yüzlüdürler. Suriye’ye, Irak’a, Libya’ya, İran’a baktığında despot lider, despot devlet gören, buraları “özgürleştirmek” için harekete geçen emperyalist akıl, örneğin Suudi Arabistan’a, Katar’a, Kuveyt’e, herhangi bir Latin Amerika diktatörlüğüne karşı kördür; çünkü buradaki rejimler ülkelerini emperyalizme peşkeş çekmiş, yeniden sömürge haline getirmişlerdir ve dolayısıyla “özgürleştirilmelerine” gerek yoktur.
Dolayısıyla bizim açımızdan takınılacak tutum bellidir, molla rejiminin gericiliği ve halkın rejime karşı direnişinin hakkı tartışılmaz olmakla birlikte, öncelikli mesele emperyalizm ve İsrail saldırganlığıdır. Bu nedenle iki ülkeyi aynı kefeye koyarak yapılan “üçüncü yol” çağrıları utangaç, mahcup emperyalizm yancılığıdır, emperyalizmden medet ummadır ve dolayısıyla açık bir şekilde reddedilmeli, İsrail ve arkasındaki emperyalist mekanizma hedef tahtasına yerleştirilmelidir.
İç siyaset, iç cephe
Gelelim İsrail-İran savaşının Türkiye siyaseti üzerindeki etkilerine. Bu iktidarın Irak, Libya ve Suriye’nin düşürülmesinde oynadığı aktif rolü hepimiz biliyoruz; İhvancı ve yeni-Osmanlıcı siyasi akılla bölgeye nasıl daldığını da. Dolayısıyla bugün hem Filistin direnişinin zayıflamasında hem İran’a yönelik saldırının kolaylaşmasında yeni-Osmanlıcı dış politikanın doğrudan bir sorumluluğu bulunduğunu söyleyebiliyoruz.
Yeni-Osmanlıcılık İran’ı hem jeopolitik hem teopolitik nedenlerle, yeni hem güç savaşı hem mezhepçi yaklaşımı nedeniyle hasım olarak görüyor. Dolayısıyla belki rejimi değişmemiş ama nükleer güç olamamış, zayıflamış bir İran yeni-Osmanlıcılığın ajandasına uygun düşüyor. Ancak rejimin hızlı bir şekilde devrilmesini ise hem İsrail’e sınırsız bir alan açacağı hem de öyle bir durumda İran’daki Kürtlerle Şii Türkleri ne yapacağını bilemediği için şu an için istemiyor. Dolayısıyla savaşın kısa sürede bitmesini ve Trump’ın kurduğu nükleer masasına oturulmasını savunmaktan başka çaresi yok.
Savaşın iç politikaya tahvilindeki anahtar kavram ise “iç cephe” olarak karşımıza çıkıyor. Erdoğan bu kavramı ilk kez geçen sene 30 Ağustos’ta kullanmış, İran’ı dahil etmeyerek İsrail’in Filistin ve Lübnan’dan sonra Türkiye’yi hedef alacağını ilan etmişti. Erdoğan kavramı 25 Eylül’de ABD dönüşü tekrarlamış, henüz CHP’yle normalleşme süreci devam ettiği ve Kürt sorunu başlığında bir sessizlik hakim olduğu için tam olarak neyi kastettiği anlaşılamamıştı.
Kastettiği şeyin ne olduğu ise 1 Ekim günü TBMM’nin açılışıyla ortaya çıkacak, DEM’lilerle tokalaşan Bahçeli, bunun klasik bir nezaket tokalaşmasının ötesinde olduğunu ve Erdoğan’ın çağrısından kaynaklandığını söyleyecekti. İşte “iç cephe” siyaseti tam da o günlerde başladı ve yargı sopasının bütün muhalif kesimlere sallanmaya başlanmasıyla Kürt sorununda yeni açılım süreci birbirine paralel ve birbiriyle bağlantılı bir şekilde devreye sokuldu. CHP baş düşman kategorisine yerleştirilip hızla kriminalize edilirken Kürt hareketi daha nötr bir çizgiye çekildi.
İmamoğlu’na yönelik 19 Mart operasyonuyla zirve noktasına varan bu süreci “seçimsizleştirme” olarak adlandırmıştım. Bu süreç halen yürürlükte ve hem İBB’ye yönelik yeni operasyonlarla hem İstanbul’dan Adana’ya uzanan belediye başkanı tutuklamalarıyla derinleşerek devam ediyor. Geçtiğimiz hafta Gaziosmanpaşa Belediyesi’nden verilen görüntüler yaşadığımız bu süreci çok net bir şekilde ortaya koyuyor.
İktidar İsrail’in İran’a yönelik saldırısını seçimsizleştirme sürecini derinleştirmek için bir fırsata çevirmek istiyor. İslami-milliyetçi militarizmle bezeli “bölge yangın yeriyken başımızda Erdoğan-Bahçeli ikilisinin bulunması büyük bir şans, büyük bir fırsat” tarzı cümleler boşuna kurulmuyor ve bunları önümüzdeki günlerde daha çok duyacağız. Seçimsizleştirme ile ele ele ilerleyen yeni Kürt açılımında yeni adımlar atılıp atılmayacağını, sürecin hızlanıp hızlanmayacağını ve sürecin nereye doğru evrileceğini ise yakın zamanda göreceğiz.
Dolayısıyla savaş, hem seçimsizleştirme operasyonlarına yönelik tepkileri hem erken seçim çağrılarını hem de yeni açılıma yönelik tepkileri bastırmak için kullanılacak ama aynı zamanda yaşanan ekonomik krizin üstünün örtülmesi ve derinleşen yoksulluğa karşı yükselen öfkenin soğurulması için de önemli bir araca dönüştürülecek.
İktidarın “iç cephe” dediği şey bir ulusal güvenlik tehdidine karşı ulusal ölçekte bir birlik kurulmasına değil; ulusun muhalif kesimlerinin iradesinin gaspına ve bu iradenin bundan sonraki seçimlerde tecelli etmemesine işaret ediyor. Artık genişleyici bir hegemonya kuramayacağını bilen ve sandıktan birinci olarak çıkamayacağını gören iktidar için iç cephe muhalefete yönelik bir “teslim ol” çağrısından ibaret.
Tam da bu nedenle “İran’dan sonra sıra Türkiye’de” iddiasını doğru bir bağlama yerleştirmek, iktidarın elindeki bir koz olmaktan çıkarmak gerekiyor. Bunun için de “bu iktidar İsrail’i rahatsız edecek ne yapmış ki” sorusundan başlayarak “eğer sıra Türkiye’ye gelecekse bunun esas sorumlusu kimdir” ve “bugün Türkiye toplumu böylesine parçalanmış, böylesine kutuplaşmışsa iç cephenin kurulmasını esas olarak kim engellemiştir”e uzanacak bir şekilde daha fazla sorunun daha yüksek sesle sorulması gerekiyor.
Bugün Türkiye’nin esas meselesi seçimsizleştirme ile ekmeksizleştirmenin iç içe geçmesidir; iradesi gasp edilen halk aynı zamanda pervasızca soyulmakta ve yoksullaştırılmaktadır. İktidarın iç cephe demagojisinin ötesinde asıl iç cephe ise ancak yurttaşlık hakları ve ekmekleri aynı anda ellerinden alınanların kuracağı bir birliktelikle söz konusu olabilir, ancak böyle bir birliktelik Türkiye’yi içinde bulunduğu bataklıktan çıkarabilir.
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder