soL "Köşebaşı+ Gündem" -28 Haziran 2025-

Édouard Louis ve emperyalizm -Cem Demirok-

Netanyahu önderliğinde uygulanıp ABD ve BM tarafından desteklenen Gazze’deki soykırımla, Édouard Louis’nin işaret ettiği toplumsal işleyişin üretmekte olduğu şiddet arasında nasıl bir ilişki olabilir?

Geçtiğimiz günlerde işçi sınıfının yeni sesi olarak adlandırabileceğimiz Fransız yazar Édouard Louis İstanbul’u ziyaret etti ve bir tanesi Moda Sahnesi’nde olmak üzere çeşitli söyleşilere ve okur buluşmalarına katıldı. Louis, şiddet olgusuna ve tahakküm ilişkilerine getirdiği bütüncül açıklamalar sayesinde, dünya çapında işçi sınıfı mücadelesinde aktif olan ya da kendini LGBTQ veya feminizm aktivisti olarak tanımlayan pek çok kişinin dikkatini çekebilmiş başarılı bir edebiyatçı.

Sınıfsal çelişkilerin yarattığı gerilim ile aile içi şiddetin, homofobinin ve eril tahakkümün arasındaki ilişkiyi görünür kılmayı, en iyi bildiği yoldan giderek, doğrudan kendi çocukluğunda maruz kaldığı şiddet türlerini analiz ederek başarıyor. Ve bunun neticesinde bizi, günümüzde unutulmuş sayılabilecek bir şiddet çözüm yöntemiyle tanıştırıyor: Bireyleri değil sistemi değiştirmek!

Bunun içinse önerisi, kimlik siyasetinin taşıyamadığı sınıfsal kanalları açabilmek. Yazılarında yaptığı tam da bu. Neoliberalizmin içine doğmuş Y kuşağından gelen gencecik bir yazar olarak gerçek insan hikayelerine dönüşün önemini vurguluyor.

***

Bu bağlamda bu yazının amacı da Édouard Louis’nin şiddet tanımından yola çıkarak bireylerin şiddete olan yönelimiyle, emperyalizmin kitlesel ölçekte uyguladığı şiddet arasındaki ilişkiden söz etmek olacak.

Bilhassa Şiddetin Tarihi ve Babamı Kim Öldürdü adlı romanlarına odaklanarak şu sorulara cevap arayacağız: Bugün Trump’ın eşcinsellere ve göçmenlere yönelik yürüttüğü saldırgan siyaset, emperyalizmin iktisadi işleyişine nasıl bir katkı sağlıyor olabilir? Ya da soruyu tersinden soracak olursak; Netanyahu önderliğinde uygulanıp ABD ve BM tarafından desteklenen Gazze’deki soykırımla, Édouard Louis’nin işaret ettiği toplumsal işleyişin üretmekte olduğu şiddet arasında nasıl bir ilişki olabilir?

***

Cevap aramaya geçmeden önce merkeze alacağımız kitapların içeriğine kısa da olsa değinmekte fayda var.

Şiddetin Tarihi’nde bireysel bir travma anlatısından ziyade Fransa’da ırk, sınıf ve cinsiyet etrafında örülmüş şiddet biçimlerinin kesişimsel bir teşhirini görüyoruz. Yazar, yılbaşı gecesi tanıştığı bir göçmen tarafından uğradığı tecavüzü anlatıyor.

Romanda bir yandan yazarın faille tanışmalarından itibaren olayların nasıl geliştiği konu edilirken bir yandan da ablasının yaşanan şeye alaycı ve yargılayıcı denebilecek bir üslupla yaklaşmasının esas suçlunun saklanmasına nasıl imkân sağladığına değiniliyor.

Polis merkezindeki görevlilerin ırkçı ve homofobik yaklaşımları detaylandırılırken, aynı zamanda failin yazarın kendisini bir burjuva olarak görmesiyle ilişkilendirilebilecek detaylar da sunuluyor. Failin Arap göçmeni olmasının yarattığı öfke sayesinde taze kalabilen nefretinin, tecavüzü kolaylaştırabileceğine işaret edilerek, şiddet türleri arasındaki yoğun fakat görülmesi zor ilişkilerin bir şeması çıkarılmış oluyor.

Bir diğer kitabı olan Babamı Kim Öldürdü oto-anlatısında ise yazarın hasta yatağında yatan babasıyla, geçmişe dair hesaplaşma üzerine kurulmuş bir monolog okuyoruz. Okur olarak, ataerkil bir ailede sevgisiz ve homofobik bir babanın eşcinsel oğlu olmanın hesabını sormasını beklerken yazar bizi, hem babasının ona yaptıklarını hem de siyasilerin babasına bu yaşam formundan başka hak tanımamış olduğunu anlayabildiğinden bahsederek şaşırtıyor.

Babasıyla ilişkisini fail/mağdur ikiliğine hapsolmadan, bir şiddetten kurtulmanın tek yolunun onu yaratan kaynağın kendisinden kurtulmak olduğunu ve aslında esas suçluyu, yani babasını kimin öldürdüğünü bildiğini söylüyor. Onu asıl hasta edenin düzenin kendisi olduğunu vurguluyor ve tüm eleştiri oklarını kapitalizme yağdırıyor.

***

İçeriği derinleştirmesi bakımından mercek altına aldığımız iki kitaptan da birer alıntı yaparak devam edelim:

Benden istendiği üzere Reda’nın eşkalini kabaca tarif ederken polislerden biri birden sözümü kesmişti: ‘Ha şu Araplardan.’ Keyiflenmişti…1

Ömrün boyunca Fransa’nın tek sorununun yabancılar ve eşcinseller olduğunu tekrar edip duran sen, şimdi Fransa'daki ırkçılığı eleştiriyorsun, sana sevdiğim adamdan bahsetmemi istiyorsun.

Üç-dört saniye bekledin bir şey söylemeden, bana baktın ve sonunda dedin ki: Haklısın. Haklısın, galiba bir devrim şart2

***

Édouard Louis’nin şiddet tanımına dair örnekler elbette çoğaltılabilir fakat biz bu kadarıyla yetinip hedef tahtasına tekrar emperyalizmi oturtalım ve soralım: Homofobiyi burjuva devletler üretiyor olabilir mi? Kadını eve hapsetmek bu burjuva devletlerin baskıcı politikalarından biri olabilir mi? Eğer bu doğruysa, emperyalistler bir iktisadi paylaşım savaşında kazanan tarafta olmak için gündelik yaşamdaki şiddetle neden bu kadar yakından ilgilenirler?

Lenin 1916’da yazdığı Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı kitabında emperyalizmin temelde demokratik meşruiyeti yok sayarak şiddeti öne çıkaran bir sistem olduğundan bahseder.3 Emperyalizmin kapitalizmin tekelci evresi olduğundan yola çıkarak, bu aşamada bankalar ve dev sanayi tekellerinin bir araya gelmesiyle kapital ihracının patlama yaptığını ve dünyanın büyük güçler arasında tekrar tekrar bölüşülmeye mahkum olduğunu anlatır. Yani emperyalizm kaçınılmaz olarak şiddet üretmek zorundadır, der.

Emperyalist savaşların; enerji şirketlerinin, silah tekellerinin ve savaş sanayilerinin varlığını devam ettirmesiyle birlikte, emperyalist güçlerin yeni pazarlara olan ihtiyaçlarına da bağlı olarak, bütünüyle iktisadi gerekçelerle ve üretim ilişkilerinin birer sonucu olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

Bu bağlamda esasen bugün Orta Doğu’daki savaşların alevlenmesine, Rusya-Ukrayna savaşına ve gerilimi gittikçe artan AB-ABD ilişkilerine baktığımızda, aslında Lenin’in yaşanması kaçınılmaz dediği bu bölüşüm kavgasına tanıklık etmiş oluyoruz.

Tüm bu savaş ve şiddetin altında yatan “üst akılların stratejileri” dışındaki sebeplerini incelemek istersek de Gazze halkına ya da Suriye’deki Alevilere dönük soykırımların uygulanabilmesi için burjuva devletlerinin bir rıza yaratmak, o an için şiddetin hedefinde olmayan halkları bu şiddetten başka bir çözüm olmadığına ikna etmek zorunda olduklarını görebiliriz. Zira hiç kimseyi makul gerekçeler sunmadan başkasını öldürmekle ya da bu uğurda ölmekle görevlendiremezsiniz, şiddeti bir ölçüde meşru kılmak zorundasınız. Ve bunu sıcak savaşlar kapıya dayanmadan çok önce, günlük hayatın içinde, şiddeti insan doğasının değişmez bir unsuru olarak gerekçelendirerek ve kitleleri bundan başka bir yol olmadığına inandırarak yapmanız gerekir.

Caydırıcı biçimde cezalandırılmayan hatta çoğu zaman sorunların çözümü olarak bizzat otoriter iktidarlar tarafından pazarlanmaya devam eden şiddetin, egemen sınıf adına hayati öneme sahip bir diğer işleviyse öfke kanalları yaratmaktır. Emperyalist politikalarla yoksullaşıp açlığa mahkum edilen insanlar için, birikemeyecek bir formda, hiyerarşik yapıda ve en önemlisi sistemi tehdit etmeyen öfke kanalları…

Dolayısıyla neoliberal politikalarla yok edilen sosyal devlet sayesinde bir yandan işçi sınıfının yaşam gücü elinden alınırken diğer yandan kapitalizmin emperyalizm aşamasındaki burjuva devletler tarafından halka ırkçı, homofobik ve ataerkil ideolojiler boca ediliyor ki bireysel ölçekteki gerilim artsın, şiddet olağanlaşabilsin ve istenen öfke boşaltım yöntemleri yaratılmış olsun.

Kapitalizmin işçi sınıfını bölmek ve nefreti yeniden yaratmak için elinde tuttuğu silahların belki de en başında söylem gücü yer alıyor. Ve devletler işçi sınıfını düzenli olarak, toplumsal hayata müdahale araçları olarak kullandıkları medya, eğitim sistemi ya da dini kurumlar üzerinden bu söylemlere maruz bırakıyorlar. 

“Biz medeni, onlar vahşi”

“Ahlak bizde”

“Kadın annedir; ona haddini erkek bildirir”

“Eşcinsellik sapkınlıktır, toplumun ahlakını bozar”

Bu söylemlerin yapay bir düzen yaratıp hiyerarşiyi meşru kılmayı hedeflediğini görebiliyoruz. Erkek-kadın hiyerarşisi, hetero-queer karşıtlığı ya da medeni-vahşi karşıtlığı, esasen aynı şeye hizmet ediyor; şiddetin yukarıdan aşağıya işlemesini doğal ve meşru göstermeye. Böylece nihayet olası bir savaş anına gelindiğinde, cephelerde can verecek olan yüz binlerce işçi sınıfı üyesinin önünde sadece iki seçenek kalmış oluyor; ya şiddeti uygulayan tarafta olmak ya da ona maruz kalmak.

Diğer yandan da biriken öfkenin devletlerin kendisine yönelmesinin önlemek amacıyla yine devlet aygıtlarının kültürel formları manipüle ettiğini görebiliyoruz.

Futbol üzerinden sunulan aidiyetler, popüler medyada yaratılan ve esas meselenin çok dışında kalan konulara dair tartışma zeminleri, reality şovlar ya da ihtiraslı yarışmacıların ahlaki kuralları yıkabildikleri yarışma programları aracılığıyla, seyirci konumundaki öznelere basitçe taraf olabilecekleri seçenekler sunuluyor. Ve böylece öfke, esas kaynağından uzağa yönelip fayda üretebilme imkanını kaybedip atıl kalmaya mahkum ediliyor.

***

Çözümün nerede olabileceğinden bahsetmeye geçmeden önce, devletlerin varoluş amacının temelde sınıf egemenliğini sağlamak olduğunun notunu düşmek gerekecek.

Burjuva devletler, bahsettiğimiz şiddet politikalarını iktidar hırsıyla dolu düzen partilerinin dönemsel hedeflerinden, günceldeki siyasi konjonktürden ya da liderlerin kişilik özelliklerinden bağımsız olarak, sermaye sınıfına ait zor aygıtının kendisi oldukları için uyguluyorlar.4 Sermaye sınıfı için kârlı olan sömürü düzeni yıkılmadıkça da devletin esas rolü bu olmaya devam edecektir.

Bu konu, yine görünen şiddet ve onun devletlerle olan ilişkisine odaklanarak yapılacak başka bir çalışmanın konusu olacak denli detaylı bir çalışmayı hak etse de, çözümün düzen partileri arasında yaşanacak bir tür iktidar değişikliğinde olduğu yanılgısına düşmemek adına devletlerin temel işlevine değinmek kritik bir öneme sahip.

***

Şiddetin görünen yüzüne geri dönerek devam edecek olursak:

Şiddetle ilgili konuşulan şey babasından dayak yiyerek büyümüş olan kişinin ilerde kendi çocuğuna da aynı şiddeti uygulamaya yatkın olabileceği çıkarımından ibaret olduğu sürece, insanın kendi doğasını bir yaşama sığacak sürede değiştirmesi mümkün olmayacağından, kitlelerin şiddetin çözümsüz bir olgu olduğu sonucuna varması kaçınılmaz oluyor. Ama bu elbette ki bir yanılgı. Bu yanılgıdan kurtulabilmek için ilk önce konuştuğumuz şeyi değiştirmemiz gerekiyor.

Şiddetin öznel sebeplerini -burjuva ideologları sağ olsun- yeterince öğrendik. Artık bir erkeğin boşandığı eşini tüfekle vurmayı aklına getirse de bunu yapamıyor olmasını sağlamayı konuşmalıyız ve sistemi birinin sırf eşcinsel olduğu için sokak ortasında dövülerek öldürülmesini önleyecek yönde değiştirmenin mümkün olduğundan bahsetmeliyiz. Tabii bu değişimin kimler tarafından frenlendiğini de bilerek, düzenin mevcut halinin kimlere fayda sağladığını da unutmadan.

Aksi halde günümüzde olduğu gibi öfkeli ama çözümsüz kalabalıklar büyüyecek, baktıkları noktadan homofobik ve ırkçı liderlerin iktidara geldiklerini görmelerine rağmen, maruz kaldıkları şiddetle bu liderler arasında bir bağ kuramaz hale gelecektir.

***

Tekrara düşmek pahasına bir kez daha belirtmeliyiz ki; toplumun hiçbir üyesi tarafından şiddetsiz bir yaşamın tahayyül edilemiyor oluşu, bunun arzulanmasına rağmen değişip dönüşmenin hiçbir düzlemde mümkün olmadığının kanıksanması, her an kitlesel ölçekte şiddet uygulamalarına başvurabilecek kadar tetikte olmak zorunda olan emperyalist güçlerin varlığını sürdürmesi için birincil önemde yer alıyor.

Filistinli çocukların üzerine bomba yağdırmakla, eşini döven bir erkeğin ona “yerini bildirmesi”, bir babanın eşcinsel olan oğlunu aşağılaması ya da tecavüze uğrayan aile ferdinin “onu koruma” kisvesi altında susturulmaya çalışılması, aynı yapısal şiddetin farklı ölçeklerdeki tezahürlerini oluşturuyor. Biri dış politikayla, diğeri iç ideolojiyle ilgili ama aynı üretim ilişkisine hizmet ediyor, aynı yapısal düzenin iki ucunu oluşturuyorlar. Biri bombayla işliyor diğeri tokatla ama hedefleri aynı: sömürü düzenini ayakta tutabilmek.

***

Édouard Louis’nin şiddetle ilgili fikirlerinin özünde, onun toplumun alt katlarında patlak veriyor gibi görünmesine rağmen, asıl olarak yukarıdan aşağıya bir yapının sonucu olarak inşa edilmiş olduğu yatıyor.

Belki de buna bir ekleme yapmak gerekecek: Hem de en yukarıdan, emperyalizmin devamlılığına göbekten bağlı olan bir yapının sonucu olarak inşa edilir.

Dolayısıyla da nasıl anti-kapitalist olunmadan anti-emperyalist olunamıyorsa, emperyalizmle mücadele etmeden de eril şiddete, homofobiye ya da ırkçılığa karşı verilen mücadelede başarılı olmak mümkün değildir.

------

1Louis, É. (2023). Şiddetin Tarihi (A. Erkay,     Çev.). İstanbul: Can Yayınları

2Louis, É. (2020). Babamı Kim Öldürdü (A. Erkay, Çev.). İstanbul: Can Yayınları

3Lenin, V. I. (2021). Emperyalizm: Kapitalizmin en yüksek aşaması (B. Oğuz, Çev.). İstanbul: Yazılama Yayınevi.

4Lenin, V. I. (2022). Devlet ve Devrim (Çev. M. H Spatar- C. Üster). Yordam Yayınları.

                                                                           /././

Bağımlılık Dosyası (I): Bireysel kusur mu, sistemik bozukluk mu?-Meryem Vitni-

Bu yazı dizisinde, tütün ürünlerine ve aşırı işlenmiş gıda ürünlerine odaklanarak, ihtiyaç pazarlamasına, kolay ulaşılabilirliğe ve görece ucuzluğa paralel işleyen bir başka düzeneğe ışık tutmaya çalışacağız: Bağımlılık, hastalık ve ölüm sarmalı üzerinden sermaye birikimi.

Bu yazı dizisinde, kasten bağımlılık yapıcı olarak tasarlanmış tütün ve aşırı işlenmiş gıda ürünlerine odaklanarak, ulusötesi sermayenin yol açtığı “imal salgınlar”ı, “bireysel sorumluluk” ideolojisine dayalı hakim bağımlılık söylemini ve buna dayalı bağımlılıkla mücadele politikasının başarısızlığını masaya yatırıyoruz. Bağımlılık ve kapitalizm arasındaki ilişkileri irdelemeyi, liberal ve İslamcı politikanın önündeki perdeleri kaldırmayı ve her toplumsal olgu gibi sistemik düşünme ve eylem gerektiren bağımlılığı ve çözümlerini tartışmaya açmayı amaçlıyoruz.

Yazının ilk bölümünde, kuşatıcı bir satış düzeneği olarak bağımlılık yapıcı ürün arzına dikkat çekiyor, bu ürünlere “hayır” deme zorluğunun toplumsal çerçevesini çiziyoruz.

Giriş

Sağlık Bakanlığı, sigara bırakma ve obezite mücadelesi amacıyla başlattığı sağlıklı yaşam kampanyası için çeşitli yerleşimlerin açık alanlarında stant kurmuş, oradan gelip geçen sigara içenleri, fazla kiloluları avlayarak “sağlıklı yaşamı seçme”ye yönlendiriyor. Yetişkin nüfusun yaklaşık yarısından söz ediyoruz. Nasıl erişilecek, nereye yönlendirilecek? Kampanyanın olacaksa bir faydası, o da sigara bırakma ve obezite ilaçları satanlara olacak gibi gözüküyor. Ama zaten liberal düstura göre, birilerinin para kazanmadığı kampanya kampanya değildir.

Yüzeysel bile olmayan, siyasi kurgusu zayıf, ilaç endüstrisi ilişkileri sorgulanmaya muhtaç bu sağlıklı yaşam kampanyasını bir de sermayenin hastalığı ve ölümü ne kadar kolay satabildiğinin karşısına yerleştirip oradan değerlendirmek gerekli. Onca sağlık uyarısına rağmen, niye hastalığa davet çıkartan, ölüme kadar götüren ürünlere “hayır” denemiyor? Neden yoksullar, LGBT’ler, azınlıklar, göçmenler, zihinsel bozukluğu olanlar, Batı Avrupa’da yaşayan Müslümanlar, Doğu Avrupalı kadınlar, ABD’li siyahlar bulundukları toplumdaki genel kullanım sıklığının üzerinde tütün kullanıyorlar? Neden Endonezya’da, Orta Doğu’da, Türkiye’de, Yunanistan’da, Sırbistan’da tütün tüketimi yüksek? Aşırı işlenmiş gıda tüketiminin toplumsallığı hakkında ABD verisine göre, neden bu ülkede yoksullar, düşük eğitimliler, siyahlar, Latin Amerika kökenliler bu gıdaları yüksek oranda tüketiyor?

Sanki tütün ve gıda bağımlısı olmak, bunun sonucunda daha fazla hastalanmak ve ölmek bu sosyal grupların, bu toplumların antropolojik özelliğiymiş gibi verilen kültüralist yanıtları bir kenara bıraktığımızda, geriye ne kalıyor, işin özünde ne var, ona bakalım.

Satış düzenekleri

Bize metaları ürettirenler onları bize satabilmek için cebimizdeki üç kuruşu kapmak üzere birbiriyle yarışıyor. Bunun için, kapitalizmin mabetleri AVM’ler, süpermarketler ve çevrimiçi mecralarda teşhir edilen binlerce metadan birine elimizi uzatmamız ve o üç kuruşu o ürüne harcamamız için kurulu düzenekler var.

Bunlardan biri saldırgan reklam ve ihtiyaç pazarlaması. Sermayenin, sattığı metaların mübadele değerini gerçekleştirebilmesi için, yani satıp yeniden sermayeye dönüştürebilmesi için, potansiyel tüketicileri bunların bir kullanım değeri olduğuna, yani ihtiyaçları olduğuna ikna etmesi gerekli. İhtiyaç pazarlaması bunun için yapılıyor. Burada ihtiyacın gerçek veya tamamen yapay olmasının bir önemi yok. İhtiyaç addedilen şeylerin büyük çoğunluğu zaten mübadele değerinin egemenliğinde şekillendiği için gerçek veya doğal değiller. Bu açıdan, tütüne veya aşırı işlenmiş gıdaya olan ihtiyaç, depreme dayanıksız konuta, biber gazına veya sülük tedavisine olan ihtiyaca benzetilebilir.

Bir başka düzenek erişilebilirlik. Her yer market, AVM, çevrimiçi satış. Türkiye’de adım başı sigara satılıyor. Kamu idaresi 170 bin satış noktasını sigara satmak üzere yetkilendirmiş. Bir başka düzenek satın alınabilirlik. Her şey ateş pahası, ama iddia ediyorum, süpermarkette bulabileceğiniz en ucuz iki ürün, sigara ve aşırı işlenmiş gıdalar. Covid zamanı ilk hafta sonu kapanma öncesinde, markette belli bir “sandviç kek” markasından iki paket satın almak için kuyruğa giren adam videosu tekrar tekrar yayınlanmış, genç adam ayıplanmıştı. Oysa, o da herkes kadar korkmuş, o da aç kalmamak için kendince önlem almış olmalıydı. Belki kaldığı yerde mutfak yoktu, belki bir tencere yemek pişirmek için gerekli malzemeyi alacak parası bile yoktu. Belki bağımlılık geliştirdiği yüksek karbonhidrat ve yağ içerikli gıda ile avuntu bulmaktan başka çaresi yoktu.

Bu yazı dizisinde, Sağlık Bakanlığı kampanyasına konu olan, üretim maliyeti ucuzlatılmış, kâr oranı yüksek, raf ömrü uzun, perakende bedeli diğer metalara göre ucuz iki ürün grubuna, tütün ürünlerine ve aşırı işlenmiş gıda ürünlerine odaklanarak, ihtiyaç pazarlamasına, kolay ulaşılabilirliğe ve görece ucuzluğa paralel işleyen bir başka düzeneğe ışık tutmaya çalışacağız: Bağımlılık, hastalık ve ölüm sarmalı üzerinden sermaye birikimi. Her iki ürünün de, beynin dopamin ödül sistemini ele geçirmek ve daha fazlasının tüketilmesi için yoksunluk hissi tetiklemek üzere kasten tasarlanmış mühendislik ürünleri olduğundan söz edeceğiz. Son 40 yıl içinde süpermarket rafları hızla bağımlılık yapıcı özelliği olan bu ve benzeri ürünlerle doldu. Televizyon ekranları aşırı işlenmiş gıda reklamlarıyla dolup taşıyor. Tütün ürünlerinin direkt reklamı yasak ama internet mecrasının olanakları bu amaçla sonuna kadar kullanılıyor.

Bu düzeneğin bir uzantısı bizzat perakende alanlarının, bağımlılık yapıcı ürünleri ön plana çıkartan birer dopamin mağazası şeklinde düzenlenmesi. Burada ticari teşhir oyunları devreye giriyor. Bağımlılık yapıcı niteliği olan ürünler süpermarket raflarında janjanlı paketleriyle yan yana diziliyor, oradan göz kırpıyorlar tüketicilere. Duvar şeklinde yapılan teşhir düzenlemeleri başlı başına reklam panosu oluşturuyor. Marketin her köşesinin, her bir rafının maliyeti bizim cebimizden çıkan ayrı teşhir bedelleri var. 

Sermaye güdümlü piyasalar

Altı çizilmesi gereken önemli bir husus, tütün ve aşırı işlenmiş gıda piyasaları, bazılarının dediği gibi arz ve talebin buluşmasıyla oluşmuyor; bu piyasaları ürün arzının itici gücü biçimlendiriyor. Diğer bir deyişle, her yönüyle sermaye güdümlü piyasalar bunlar. Yukarıda saydığımız yüksek oranda tütün ve aşırı işlenmiş gıda tüketen yoksulların ve diğer sosyal grupların bu ürünlere özel bir düşkünlüğü veya talebi yok, sadece sermayenin ihtiyaç pazarlamasının hedefine oturtulmuş bulunuyorlar. 

Tütün şirketlerinin ABD’de mahkemelerce el konulan yüzbinlerce iç yazışma ve belgelerine dayalı analizlerin gösterdiği üzereşirketler piyasayı en ince ayrıntısına kadar segmentlere ayırarak, özel hedef seçtikleri segmentlere yönelik özel biçilmiş pazarlama stratejileri uyguluyor. Kendilerini hedefleyen reklam, pazarlama, erişilebilirlik, görece ucuzluk ve bağımlılık yapıcı üretim stratejileri, bu ürünleri parasal ve zamansal olanakları kısıtlı, hayat koşulları zor insanlar için neredeyse kaçınılmaz kılıyor. Toplumsal eşitsizlikler olduğu gibi sağlıkta eşitsizliğe, oradan da bağımlılığın toplumsal örüntülerine yansıyor.

Limbik kapitalizm tufanı

Popüler kültürde “mutluluk hormonu” diye nitelenen dopamin, hafıza, hareket, motivasyon, ruh hali ve dikkat süresi dahil olmak üzere birçok bedensel işlevde rol oynayan merkezi sinir sistemimizin bir bileşiği. Sonunda ödül beklenen eylemler ve birçok bağımlılık yapıcı madde beyindeki dopamin seviyesini artırıyor. Bu bağlamda, saldırgan satış düzenekleriyle piyasaya sürülen tütün ve aşırı işlenmiş gıda ürünlerinin, ucuzlatılmış emeğe dayatılan ucuzlatılmış ama ölümcül dopamin kaynakları olduğunu iddia etmek olası. 

Teşhirdeki cazibeli metaları satın alamayanlar, arzu ettiği cep telefonuna erişmekten çok uzak olanlar, bir paket sigara ve/veya bir paket “sandviç kek” satın alıp aşağı oturabilir, bir damla göz yaşı eşliğinde kendini avutabilir. O ürünlerin ve ambalajlarının tasarımında zaten cep telefonu çağrışımı yapan incelikler var. Cep telefonu üretenler ise, kumar makinelerinin beynin ödül merkezlerini nasıl aşırı uyardığını inceleyip, ekran tasarımına bunu yansıtmaktan geri durmamışlar. Kapitalizmin bilgili bireylerin rasyonel kararlar verdiği bir serbest piyasa düzeni olmadığını biliyorduk, ama iddia o ki, sermayenin sadece emeğimizi değil, limbik sistemimizi, yani beynimizin duygu, ödül ve davranıştan sorumlu bölümünü de sömürmeyi çoktan keşfettiği ve bu alanda çok yol aldığı.

İşte bu yazı dizisinin ana meselesi, Courtwright’ın bağımlılık ile kapitalizm ilişkisini “limbik kapitalizm” kavramıyla çerçevelemesini de dikkate alarak, sermayenin bağımlılığı gelişkin ve yaygın bir satış düzeneği olarak nasıl operasyonel hale getirerek kullandığını ve “sorunun bireyde başlayıp bireyde bittiğini” vaaz eden liberalizm kökenli bağımlılıkla mücadele politikasının buna sadece çanak tuttuğunu ortaya koymak ve tartışmak. 

Kuşatılmışlığımız

Tek tek bireyler olarak market raflarındaki ürünlerin bazılarına ya da hiçbirine bağımlı olmayabiliriz, ama içinde dönendiğimiz kapitalist düzende hepimiz bu düzeneklerle kuşatılmış haldeyiz.

Eğer bağımlıysanız, işiniz zor. Bağımlılıkla boğuşanlar iyi bilir: Sigara bağımlılığından kurtulmak zordur. Ondan kurtulayım derken bir bakmışsınız e-sigara bağımlısı olmuşsunuz. Üstelik öğreniyorsunuz ki, e-sigaralar normal sigaralara göre daha fazla nikotin içeriyormuş, sizi daha da bağımlı yapıyormuş. Eyvah, e-sigaradan kurtulayım derken, bu sefer şekerlemeler, çikolatalar, kurabiyeler, cipsler, kolalara dadanabilirsiniz. Şekerli içeceklerden kaçınmak için şeker ilavesiz “diyet” olanlar da var, ama meğer onlar beterin de beteriymiş. Ve bir bakmışsınız doygunluk duygunuz kaybolmuş, bozulmuş. Tükettikçe açlığınızı gideremiyorsunuz. Tebrikler, yeni bir duygu edindiniz: yoksunluk hissi.

Tabii, bireysel düzeyde bu döngüler aşılabilir, sigara bırakılabilir, kilo verilebilir, yasal ve yasadışı bağımlılık yapıcı maddelere “hayır” denebilir ve iyisi mi, denmelidir. Kapitalist kuşatma hakkındaki farkındalık, bireyi sağlık hakkına sahip çıkmaktan, yardım aramaktan, özne olarak hayatını dönüştürme iradesi göstermekten alıkoymamalı; aksine, bu farkındalık bireyi daha güçlendirmeli, kolaycı, teslimiyetçi davranışlardan uzak tutmalı. Verili düzenle bir inatlaşmadır bu sonuçta.

Yazı dizisinin ikinci bölümünde tütün ürünlerine, üçüncü bölümünde aşırı işlenmiş gıda ürünlerine ilişkin bazı temel bağımlılık araştırmaları ve tartışmalarının üzerinde duracak, bu ürünlerin sermayenin belirleyiciliğinde piyasa güdümlü ve sınıfsal karakterli tüketimlerini ve sonuçlarını ele alacağız. 

                                                              /././

Sarılan boksör -Aydemir Güler-

Türkiye’de sermaye egemenliğinin ve yayılmacılığının temsilcisi olan siyasi iktidar, karşısındakine sarılarak tehlikeyi bertaraf etme şansının bir kez daha sonuna gelmişe benziyor. Çözüm için yeni icada ihtiyaç yoktur.

Türkiye’nin, hatta daha öncesine gidersek son dönem Osmanlı’nın, büyük güçlerle yaşadığı gerilimli ilişkide izlediği esas taktik, boksu hatırlatır. Yumruk yeme olasılığını gören rakibine sarılır! 

Sarılmak başka zaman bir dostluk belirtisi sayılsa da, boksta kavganın, korkunun, güvenliğin parçasıdır.

Osmanlı kendini, kapitalizm sayesinde tarih serüveninde ileriye dev adımlarla sıçrayan modern dünya güçlerinin ortasında buluvermişti. Rakipleri, Balkanlardan Ortadoğu’nun derinliklerine uzanan yüzlerce yıllık bir devleti, imparatorluklar liginden ihraç etmeye, mümkünse sömürgeleştirmeye karar vermişlerdi. İstanbul, dayak yemekten kurtuluşu, rakiplerine sarılmakta aradı.

O pek sevimsiz boks sporunun doğuşu bu süreçle üç aşağı beş yukarı çakışsa da, bizimki bir benzetmeden, çağrışımdan ibaret. Yani topraklarımızda yüzlerce yıl hüküm sürmüş bir önceki devletin yöneticilerinin adı geçen spordan esinlendiklerine ilişkin bir kanıt yok. Ama acı olan, bu ilişkide dostlukla korkunun iç içe girmesi.

Sarılmak yoluyla rakibini oynatmamanın yaptırımı var; iş diskalifiye olmaya bile varabilir. Uluslararası ilişkilerdeyse, sonuç olsa olsa kaçınılmaz kaderi ertelemektir.

Osmanlı’nın göstere göstere yaklaşan çözülüşüne, alay edercesine “Doğu sorunu” adını takıp, merkezinde Boğazların durduğu, Kafkasya’dan güney denizlerine uzanan geniş coğrafyaya ağızları sulanarak bakan, aynı anda hem dost hem düşman olabilen Batı karşısında kimi kırılma noktaları yaşanmıştır. Bir tanesi Düyun-u Umumiye ile ekonominin teslimidir. Yıllar sonra dayatılan Sevr anlaşması ikincisi sayılabilir.

1908 Meşrutiyeti devletin ve toplumun çöküş kaderinin nasıl değiştirilebileceğini gösterir: Devrimle! Sevr’den sonra aynı çözüme tekrar başvuruldu… Ama biri Osmanlı’yı kurtarmak isteyen, diğeri yeni bir Cumhuriyete imza atan devrimlerden sonra, dönüp dolaşıp aynı noktaya geldik. Türkiye’nin en köklü geleneklerinden biri, stratejik zenginliklerine göz dikenlerle dostça sarmaş dolaş olunabileceği yanılsamasıdır. Bu, aynı zamanda, belki daha doğru bir ifadeyle, ülkenin güvenliğe kavuşturulması için düşmanla çok ama çok yakın, iç içe konumlanma stratejisidir.

Bu tuhaflık ne diyalektik diye yutturulmaya kalkışılmalı, ne de coğrafyanın kaçınılmaz kaderi diye estetize edilmelidir. Daha yakışan tabir, olmayacak duaya âmin demek olabilir! Bu olmaz…

Türkiye emperyalist-kapitalist sistemin parçası olarak düşmanlığı bertaraf etme yolunda ilk yapısal tıkanmayı 1950’lerin sonlarında yaşadı. Bu yol, yıkıcı bir krize çıkıyordu yalnızca. 

Batı emperyalizminin ileri karakolu olunca güvenlik sağlanacaktı güya. NATO’ya üye olalı beri, Kore Savaşında çocuklarımızın yangına atılmasının ötesinde, mayınların üzerinde oturuyoruz. Sözcüğün gerçek anlamıyla. Ülkemizdeki nükleer mayın dökümünü bile bilmiyoruz. 1960’larda Sovyetler’i tehdit etmek üzere yerleştirilen füzeleri, İncirlik’ten kalkıp bu ülkenin semalarına çıkan Amerikan casus uçaklarının nasıl bir cehennem kapısını araladığını ise çoktan unutmuş bulunuyoruz. Ama böyle bir tarih var ve dolayısıyla İsrail’in son saldırılarında Kürecik’teki radar üssünün bir fonksiyon üstlenip üstlenmediği hiç de fantastik bir soru değil!

Geçmişin yukarıda temas edilen örnekleri, bugün siyasi iktidarın “çok yönlü, milli, yerli” gibi sıfatlarla pazarladığı dış politika pratiğinin yarattığı risklerin yanında, solda sıfırdır. Nedeni de artık Türkiye sermayesi ülke sınırlarının ötesine taşmadan edemeyecek kadar palazlanmış olmasıdır.

“Yurtta ve dünyada barış”, kapitalist Türkiye’nin daha İkinci Dünya Savaşında, Soğuk Savaş’ta çoktan terk ettiği bir limandı. AKP dönemi bu yolculuğun son evresi, “cihat” çağıdır. Sermayenin cihadıdır bu. Bu evrede Türkiye o kadar açıldı ki, dağılma halini toparlamak imkânsız hale geldi.

O kadar açıldılar ki, Türkiye ile İsrail’i artık sadece bir cephenin ayırdığı doğrudur. Kim kime sarılacak da güvenlik sağlanacak, belli değil!

O kadar açıldılar ki, Ankara iç cepheyi tahkim etmek adına İslam kardeşliği ilan etmenin peşine düştü. Bu toplumu böyle bir giysiye sığdıramayacakları o kadar belli ki!

O kadar açıldılar ki, iktidarın bir kanadı olarak Bahçeli, aylar sonra çıktığı kürsüde “bağlantısız Türkiye” derken, Erdoğan NATO Zirvesinde önüne gelene sarılıyordu!

Türkiye’de sermaye egemenliğinin ve yayılmacılığının temsilcisi olan siyasi iktidar, karşısındakine sarılarak tehlikeyi bertaraf etme şansının bir kez daha sonuna gelmişe benziyor.

Çözüm için yeni icada ihtiyaç yoktur. Ancak bizden önceki devrimcilerin yaptığından, yapabildiğinden çok daha büyüğü, nitelikçe çok daha ilerisi hedeflenmeden karanlığı yırtmanın mümkün olmayacağı bilinmelidir. 

                                                              /././

Cumhuriyetçilerin birliği için notlar(IV): Bağımsızlık mümkün mü?-Erhan Nalçacı-

Bağımsızlık ve dolayısıyla bir cumhuriyet asla güçlü bir kapitalist devletin hegemonyasına yaslanarak kurulmaz. Kurtuluş Savaşı esnasında ABD mandasını kurtuluş olarak gören güçlü bir lobinin varlığını biliyoruz. 1923 Devrimcileri bu hegemonya devrine pabuç bırakmayarak çok önemli bir gelenek yarattılar.

Cumhuriyetçilerin birliği için çıktığımız yolda fikir egzersizlerine bugün devam edelim.

Daha önceki yazılarda 9 soru sorup yanıtlamaya çalıştık. Bütünlük için okuyucu göz atabilir bu yazılara: 

Önce Cumhuriyet’e sınıflar açısından baktık, sonra yeni bir Cumhuriyet mi? tartışmasını açtık, geçen hafta da Kürtlerin Cumhuriyet’in neresinde olacağını tartıştık.

Bu yazıda ise Cumhuriyetçilerin birliği için çok önemli ve zor bir başlık olan bağımsızlık konusunu ele alacağız.

Soru 10: Bağımsız olmayan bir Cumhuriyet olur mu?

Bağımsızlık olmadan Cumhuriyet olmaz. 

Çünkü ulusal düzeyde kurulan bir devletin Cumhuriyet olabilmesi için, halkın refahı, gelişmesi ve mutluluğu için bir dış müdahale olmadan ülkenin halk egemenliği ile yönetilmesi gerekir.

1923 Devrimi de ülkenin iktisadi, askeri, siyasi bağımsızlığını gözetmiş, emperyalizme karşı egemen ve bağımsız bir ülke olmayı ilke edinmişti. Bu konuda 1923’ün şansının kendisini önceleyen 1917 Ekim Devrimi olduğunu, kardeşçe desteğinin Türkiye’nin emperyalizme karşı bağımsızlığını güçlendirdiğini daha önce birçok kez vurguladık.

Ancak kapitalizm kategorik olarak anti-emperyalist olamaz. Sermaye sınıfının karakteri bir yerden sonra bağımsızlığa izin vermez ve ülke için zayıf bir karın oluşturur. Sermaye sınıfının bencilliği, kendi kısa vadeli çıkarları başlangıçtaki yurtsever duruşunu yozlaştırır. Sermaye birikimini uluslararası alanda etkinlik gösteren büyük şirketlerle ve onların devletleriyle işbirliğine dayandırır.

Zaten Cumhuriyet’i kaybetmemize sermaye sınıfının bu eğilimi neden olmadı mı?

1940’lı yıllara kadar bağımsızlığını koruyabilen Cumhuriyet her geçen gün emperyalist devletlere daha bağımlı hale geldi.

Bugün yabancı maden şirketleri halkın tüm karşı çıkışına rağmen ülkenin zenginliklerine el koyarken büyük bir çevre kirliliğine yol açmıyor mu?

Gemi sökümü gibi suyu, havayı feci şekilde kirleten sanayiler Türkiye’ye ihraç edilmedi mi?

Yüz yıllık Cumhuriyet yakın zaman kadar kendi motorunu üretmekten aciz hale getirilmedi mi?

Her türlü aşısını üretebilen bu ülkenin aşı üretme kapasitesi yok edilmedi mi?

1930’lu yıllar haricinde dengesiz ticaretin yol açtığı cari açık büyük bir kambur olmadı mı?

Büyük dış borç bu halkın sömürülmesinin başlıca araçlarından biri değil miydi?

Sendikasızlaştırma, iş güvencesizlik ve taşeronlaştırma gibi taktiklerle yaratılan emek gücü sömürüsü ile ülke yabancı sermaye için cazip hale getirilmeye çalışılmadı mı?

Cumhuriyet’i emekçi halk tabakaları ülkenin yönünü belirlemekten uzaklaşırken, ülkenin fiili olarak uluslararası tekeller tarafından yönetilir hale getirilmesi yıktı. Aslında Cumhuriyet’in diğer temel ilkesi olan laiklik de bu tekeller birliğinin ortak iradesi ile tasfiye edildi.

Dolayısıyla Cumhuriyet’i yeniden kurmaktan bahsediyorsak aslında iktisaden bağımsız bir ülkeden ve pratik olarak sermaye sınıfından kurtulmuş ve direksiyonu eline almış bir halk egemenliğinden bahsediyoruz demektir.

Soru 11: Türkiye NATO’dan çıkabilir mi?

Cumhuriyet’in tasfiyesi ilkeli, devrimci, kamucu insanın tasfiye edilmesiyle gitti.

Hâlâ yapılıyor mu, bakmak gerekir, askeri okullarda şöyle bir tören geleneği vardı. Yoklama yapılırken Mustafa Kemal’in ismi okunduğunda öğrenciler “İçimizde” diye haykırarak ayağa kalkarlardı.

Tören güzel ama nereye “İçimizde”?

Mustafa Kemal ve arkadaşları, Çanakkale ve diğer cephelerde bilendiler ve o zaman dünyanın tartışılmaz en büyük gücü olan İngiliz emperyalizmine karşı savaşmaya cesaret eden, emperyalizmin işbirlikçisi olan hanedanı alaşağı etmeyi önlerine koymuş devrimciler haline geldiler.

Oysa NATO bir karşı devrim örgütü olarak Mustafa Kemal ve arkadaşlarının savaştığı emperyalist merkezlerce kuruldu. NATO sadece dünya halklarına karşı tarifsiz suçlar işlemedi, Türkiye’de de darbeler, devrimci insanların öldürülmesi, işkence edilmesi, aydınlara dönük suikastlar gibi affedilmez suçları örgütledi.

Ama en önemli suçu, insanlarımızı ufuksuz bırakarak, düzene hapsetmesi, devrimci ruhlarını öldürmesi oldu.

İşgal edilmiş başkentte bütün güçleri ile demirlemiş zırhlılara bakarak “Geldikleri gibi giderler” diyecek cesaret bugün erozyona uğratıldı.

Oysa bir devrimci kendini ortaya atarken o an için var olan güçsüzlüğe teslim olmaz, birçok olanak mücadele süreci içinde belirir.

Bugün dünyanın çürümüşlüğünde bir emekçi cumhuriyeti için ayağa kalkan birçok halk var.

Örneğin, ilginç bir şekilde eşitsiz gelişim yasası bugün emperyalizmin tepe ülkesi olan ABD’de ısrarlı bir şekilde direnen ABD emekçi halkına dikkatimizi çekiyor.

Cumhuriyetçilerin birliği bir yanıyla tekrar topluma karşı sorumlu, devrimci, ilkeli insanı inşa etme süreci olarak kabul edilebilir.

On birinci soruya gelince, evet, çıkacağız NATO’dan, NATO ve Cumhuriyet bir arada olamaz.

Soru 12: Bağımsızlık için 'Küresel Güney'e mi yaslanalım?

Cumhuriyet için zorunlu olan bağımsızlığın en önemli garantisi halkın örgütlülüğüdür.

Öncelikle buna güvenirseniz elbette dünyada güç alabileceğiniz olanakları gözetebilirsiniz.

Ancak halkın örgütlüğünden ve bir devrimci dönüşümden umudu keserseniz kolay çözümlere yüzünüzü çevirebilirsiniz. “Avrasyacılık” veya günümüzün popüler adlandırmasıyla “Küresel Güneycilik” daha çok böyle bir sahte umut üretiyor.

Gerçekten günümüz güç dengeleri açısından Mustafa Kemal ve arkadaşlarının çağına göre büyük bir değişime tanıklık etti. Şimdi dünya dengelerini değiştirecek güçlü bir sosyalist ülke yok. Buna karşılık 20. yüzyılın galip emperyalist güçleri çok yönlü bir kriz içindeyken özellikle Asya’da çok güçlü kapitalist ülkeler ortaya çıktı.

Burada bütün hikâyeyi anlatacak değiliz. Kapitalist ülkeler arasında rekabeti en çok zorlayan ülke olan Çin’e baktığımız zaman profil olarak diğer güçlü kapitalist ülkelerden özünde farkı olmadığını görüyoruz. İşsizlik oranları, milyarder sayıları, gelir dağılımı, güçlü tekellerin belirmesi, sermaye ihracatı, ham madde kaynaklarını konusunda geliştirdiği hegemonya araçları vb..

Bağımsızlık ve dolayısıyla bir cumhuriyet asla güçlü bir kapitalist devletin hegemonyasına yaslanarak kurulmaz.

Kurtuluş Savaşı esnasında ABD mandasını kurtuluş olarak gören güçlü bir lobinin varlığını biliyoruz. 1923 Devrimcileri bu hegemonya devrine pabuç bırakmayarak çok önemli bir gelenek yarattılar.

Sonuçta tekrarlayalım, günümüzde cumhuriyetçi olmak için devrimci olmak gerekir. Bunun için de halkımıza ve geleceğe güveneceğiz.

                                                     /././

Dışişleri Bakanı Fidan: ABD, İran’a saldıracağı gece Türkiye’yi bilgilendirdi.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, ABD’nin İran’a saldırısı öncesi Türkiye’yi bilgilendirdiğini doğruladı. Fidan, Türkiye’nin, her iki ülkeden gelen mesajlarla "arabuluculuk rolü üstlendiğini" söyledi.(https://haber.sol.org.tr/haber/disisleri-bakani-fidan-abd-irana-saldiracagi-gece-turkiyeyi-bilgilendirdi-399380)

                                                              ***
İsrail'den açlığa mahkum ettiği Filistinli sivillere yönelik pusu: Gazze İnsani Yardım Vakfı
Gazze Şeridi'nin sınırları kapatan ve yardım tırlarının geçişini engelleyen İsrail, Gazze İnsani Yardım Vakfı'nı devreye soktu. Stratejik noktalara kurulan ve açlığa mahkum edildiği için "yardım merkezlerine" gitmek zorunda kalan en az 549 sivil Filistinli, İsrail ordusu tarafından katledildi.

İsrail 7 Ekim 2023 tarihinden beri Gazze Şeridi'ne düzenlediği saldırılarda 56 bin 331 kişi katledildi, 132 bin 632 de yaralandı. Bu "veri" şu anlama geliyor: İsrail 20 ayda Gazze Şeridi'nde yaşayan her 100 Filistinliden neredeyse 3'ünü öldürdü, 6'sını da yaraladı. 

Ancak İsrail'in yürüttüğü soykırım politikası bununla da sınırlı değil... Gazze'de aç bırakma, zorla yerinden etme ve altyapının yıkımı sonucu büyük bir insani felaket yaşanıyor.

İsrail, 2 Mart’tan bu yana Gazze Şeridi'ne giriş sağlayan tüm kara sınır kapılarını kapalı tutuyor. Yardım taşıyan yüzlerce tırın Gazze'ye geçişi engellenirken, yalnızca sınırlı sayıda aracın geçişine izin veriliyor. Oysa Gazze'nin günlük en az 500 yardım tırına ihtiyaç duyuyor.

Burada da devreye "ölüm tuzakları" devreye giriyor. Yani Gazze İnsani Yardım Vakfı tarafından kurulan "insani yardım dağıtım merkezleri"...

Siviller yardım merkezlerine çekildi ve katledildi

Yoğun uluslararası baskılar ve ısrarlı talepler üzerine Tel Aviv, yardımların ulaştırılması için Gazze İnsani Yardım Vakfı'nı devreye soktuğunu öne sürdü.

Bu dönemde Gazze İnsani Yardım Vakfı, 27 Mayıs'ta "Gazze'de operasyona başladığını" ve yardım dağıtımı için tırların yola çıktığını açıkladı.

İsrail ordusu ise Gazze Şeridi'nde 3'ü güneyde, biri kuzeyde olmak üzere 4 sözde yardım dağıtım merkezi kurulduğunu duyurdu.

Gazze Şeridi'ni kantonlara bölerek yaklaşık yüzde 80'inden fazlasını Filistinliler için yasak bölge ilan eden İsrail ordusunun açıklamasında, yardım dağıtım merkezlerinden Morag Koridoru üzerindeki 2'sinin faaliyetlerine başladığı kaydedildi.

Sonrasında ne mi oldu? Gazze İnsani Yardım Vakfı kontrolündeki dağıtım noktasından gelen görüntüler, insanlığın İsrail tarafından nasıl ayaklar altına alındığını bir kez daha gözler önüne serdi. Uzun zamandır gıda sıkıntısı çeken Filistinli siviller yardım dağıtım merkezlerine akın etti ve İsrail ordusunun saldırısıyla katledildi.

Siviller, yardım bahanesiyle İsrailli keskin nişancıların çevrelediği sıkı kontrol altındaki noktalara yönlendiriliyor. Görgü tanıkları ve sağlık görevlileri, İsrail güçlerinin sivillere defalarca ateş açtığını ve yardım tırlarına ulaşmaya çalışanları pusuya düşürdüklerini söylüyor.

gazze

Vakfa dair bilgi oldukça sınırlı

Yaşanan katliamların ardından ABD ve İsrail basınında yer alan haberlere göre bu yılın Şubat ayında İsviçre'nin Cenevre kentinde "kâr amacı gütmeyen bir sivil toplum örgütü" olarak kurulduğu belirtilen "Gazze İnsani Yardım Vakfı"nın arkasında Tel Aviv ve Washington yönetimlerinin bulunduğu iddia edildi.

Filistinli yetkililer bu "yardım" planının Gazze’deki kitlesel açlığı bir silah gibi kullanarak nüfusu kontrol etmek için uygulandığını söylüyor.

Birleşmiş Milletler (BM) Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA) ve Gazze'deki Filistin hükümeti ise bu vakfın Tel Aviv yönetiminin amaçları doğrultusunda çalıştığını ifade ediyor.

Uluslararası basında çıkan haberlerde, bu vakıf aracılığıyla Gazze'ye yardım konusunda BM ve diğer bağımsız yardım kuruluşlarının saf dışı bırakılmasının amaçlandığı belirtiliyor.

Filistinli direniş grupları da İsrail-ABD güdümünde olduğu belirtilen "Gazze İnsani Yardım Vakfı" tarafından insani yardım adı altında kurulan dağıtım bölgelerinin açlık içindeki sivilleri hedef alan "ölüm tuzaklarına" dönüştüğünü belirtiyor. Yayımlanan ortak açıklamada, "ABD’nin desteklediği yardım dağıtım merkezleri, halkımız için adeta birer ölüm tuzağına dönüştü. Açlık ve susuzluk nedeniyle bu merkezlere yönelen siviller, günlük katliamlarla karşı karşıya kalıyor" ifadeleri kullanıldı.

Netanyahu ilişkiyi itiraf etti, ABD sessizliğini sürdürüyor

İsviçre'nin Cenevre şehrinde kurulan vakıf, ABD tarafından "bağımsız" olarak değerlendirilmesine rağmen, kuruluşun İcra Direktörü Jake Wood, açılış töreninden bir gün önce istifa ettiğini duyurmuştu. Wood, yardım planını hayata geçirmenin "insani ilkelerle bağdaşmadığını" ve "tarafsızlık, insanlık ve bağımsızlık gibi temel prensiplerden taviz verilemeyeceğini" ifade etmişti. Wood'un istifa açıklaması ve yaşananlar birçok soru işaretine neden oldu.

Kısa bir süre sonra bu kuruluş tarafından Filistinlilere dağıtılan yardım paketleri, ürünlerin İsrail şirketlerinden geldiğini, yani dünyanın dört bir yanından gelen yardımların değil, İsrail ürünlerinin dağıtıldığını ortaya koydu.

Bunun üzerine İsrail’in Haaretz gazetesinin haberinde "İsrail’in büyük pazarlama şirketleri, Gazze’deki insani yardım operasyonunu kimin finanse ettiğini çözemiyor ve bu gizemli bilmecenin çözümünü bulmak için çabalıyor. Bu insani yardım girişiminin, Gazze İnsani Yardım Vakfı (GHF) tarafından desteklendiği ve ABD merkezli Safe Reach Solutions (SRS) şirketi tarafından yönetildiği söyleniyor" ifadelerine yer verildi.

İsrail Savunma ve Maliye Bakanlıkları, hükümetin bu operasyonu finanse edip etmediğine ilişkin soruya uzun bir süre yanıt vermeyi reddetti. Aynı şekilde, ABD Dışişleri Bakanlığı da konuya ilişkin soruları yanıtlamaktan kaçındı. Ancak İsrailli muhalefet liderleri ise İsrail’in bu yardımları finanse ettiğini savundu. Muhalefet lideri Yair Lapid, hükümeti yardımların finansmanını resmen açıklamaya çağırdı.

ABD hâlâ vakıfla ilişiğini reddetse de, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kısa bir süre önce Gazze İnsani Yardım Vakfı'nın İsrail kökenli bir girişim olduğunu itiraf etti. Netanyahu, "Hamas'ın kontrolünden çıkarak halka insani yardım ulaştırılmasını sağlayacak Amerikan firmalarının yardımıyla hazırladığımız bir planımız var" dedi. "Hamas'ın Gazze halkına verilmeye çalışılan insani yardımları kontrol etmesini engellemeye kararlı olduklarını" söyleyen Netanyahu, "Çünkü onlar bunu çalıyorlar, soyuyorlar" iddiasında bulundu.

gazze

Can kaybı her geçen gün artıyor: En az 549 kişi yardım merkezlerinde öldürüldü

Öte yandan İsrail'in "Gazze İnsani Yardım Vakfı" kanalıyla kurulan "insani yardım dağıtım merkezlerine" düzenlediği saldırılar nedeniyle can kaybı her geçen gün artıyor.

Gazze'deki hükümetin Medya Ofisi'nden yapılan yazılı açıklamada, Gazze'nin güneyi ile orta kesiminde kurulan yardım dağıtım merkezlerinde 27 Mayıs ila 25 Haziran arasında İsrail güçlerince öldürülen Filistinlilerin sayısına ilişkin bilgi verildi.

Açıklamada, sadece yardım dağıtım merkezlerine düzenlenen saldırılarda şu ana kadar toplam can kaybının 549'a, yaralı sayısının da 4 bin 66'ya yükseldiği, 39 kişinin ise hâlen kayıp olduğu kaydedildi.

İsrailli profesörden araştırma: 'Filistinlileri baskılamak için kullanılıyor'

İsrail'deki Negev Ben-Gurion Üniversitesinde görevli Prof. Dr. Yaakov Garb tarafından hazırlanan ve Harvard Üniversitesi tarafından geliştirilen akademik veri paylaşım platformu "Dataverse" üzerinden yayımlanan araştırmada, İsrail-ABD güdümündeki "Gazze İnsani Yardım Vakfı"nın yardım dağıtım merkezlerine ilişkin sorunlar ele alındı.

Yardım noktalarının konum bilgileri, haritalar ve ön analizlerin yer aldığı çalışmada, bu merkezlerin Gazze'deki sivil nüfusa ve İsrail'in askeri kontrol altyapılarına olan coğrafi uzaklığı incelendi. Araştırma kapsamında, İsrail'in saldırılarının, hareket kısıtlamalarının ve yardım noktalarının hatalı konumlandırılmasının Filistinli sivil ölümlerini nasıl artırdığı ele alındı.

Yardım merkezlerinin mimari yapısının, kapsamlı insani yardım faaliyetlerini kolaylaştırmak yerine, İsrail'in askeri strateji ve taktiklerine uyumlu şekilde tasarlandığına dair güçlü bulgular sunulan çalışmada, bu yapıların Filistinli sivillere yönelik baskıyı meşrulaştırma aracı olarak kullanıldığı ifade edildi.

Araştırmada, Gazze İnsani Yardım Vakfı'na ait merkezlerin bilinçli olarak uygun olmayan yerlere kurulduğu, bunun sonucunda çıkan kargaşanın da İsrail'in Filistinli sivillere yönelik saldırılarını haklı çıkarmak için kullanıldığı kaydedildi.

Çalışmada, bu alanların çoğunun İsrail ordusu tarafından "güvenlik tampon bölgesi" ilan edilen yerlerde bulunduğu; yardıma ulaşmak isteyen sivillerin ise İsrail’in giriş yasağı koyduğu bölgelere girmek zorunda kaldığı belirtildi. Bu durumun, yardımlara erişimi fiilen imkansız hale getirdiği vurgulandı.

Araştırmada, yardımlara ulaşmaya çalışan Filistinli sivillerin onurunu ve güvenliğini korumaya yönelik herhangi bir altyapı ya da önlem bulunmadığı aktarıldı.

Gölgelik, su, tuvalet, ilk yardım istasyonu veya hassas gruplara özel erişim gibi temel ihtiyaçların karşılanmadığı, merkezlerde tek giriş-çıkış noktası bulunduğu ve kalabalık yönetiminin yapılmadığı vurgulanan çalışmada, bu alanların "tekrar eden düzensizlik ve kargaşaya" zemin hazırlayacak şekilde tasarlandığı kaydedildi.

Çalışmada, "Genel olarak, bu yardım merkezleri, yardım değil kontrol mantığını yansıtıyor. Bunlara 'insani yardım dağıtım merkezi' demek yanıltıcı olur. Bu yapılar insani ilkeleri gözetmemekte; tasarım ve işleyişlerinin büyük kısmı, ilan edilen insani hedefleri baltalayan başka amaçlar tarafından yönlendirilmektedir" ifadeleri kullanıldı.

gazze

İnsan hakları örgütlerinden mektup

Ancak tüm uluslararası kınamalara rağmen Gazze İnsani Yardım Vakfı, güvenliksiz ve denetimsiz şekilde çalışmayı sürdürüyor.

The Middle East Eye’ın aktardığına göre son olarak 15 insan hakları örgütü, Gazze İnsani Yardım Vakfı'nda çalışan tüm kişi ve kurumları işbirliğini bitirmeleri için mektupla uyardı. 

Aksi takdirde, "soykırım dahil olmak üzere uluslararası hukuka göre suça yardım ve yataklık etmek" gibi suç ortaklıkları nedeniyle hukuki sorumluluklarla karşı karşıya kalabilecekleri yazıldı. Mektupta "Gazze İnsani Yardım Vakfı askerileştirilmiş modele sahip ve İsrail hükümetine yakın çalışıyor. Bu da insanlık, tarafsızlık ve bağımsızlık gibi en temel insani prensiplerin altını oyuyor" denildi.

Sınır Tanımayan Doktorlar: Derhal sonlandırılmalı

Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) da Gazze İnsani Yardım Vakfı'nın Gazze’de yürüttüğü insani yardım dağıtım planını "ölümcül" olarak nitelendirerek, derhal sonlandırılması çağrısında bulundu. 

Planın Filistinlileri açlık ile hayatlarını riske atma arasında seçim yapmaya zorladığı kaydedilen açıklamada, "Gıdaya ulaşmak isterken 500'den fazla kişinin öldürülmesi ve yaklaşık 4 bin kişinin yaralanmasına neden olan bu plan insani yardım kisvesi altında bir katliamdır ve derhal sonlandırılmalı" ifadeleri yer aldı.

Açıklamada, Gazze'ye yönelik insani yardımların geçişinin sağlanması istenerek, "İsrail yetkililerini ve müttefiklerini gıda, yakıt, tıbbi ve insani yardım malzemeleri üzerindeki kuşatmayı kaldırmaya ve BM tarafından koordine edilen önceden var olan ilkeli insani yardım sistemine geri dönmeye çağırıyoruz" değerlendirmesi yapıldı.

gazze

İsviçre'den açıklama: 'Derin endişe duyulmakta'

İsviçre Dışişleri Bakanlığı da Gazze'de insani yardım dağıtım noktalarında yaşanan sivil ölümlerinden derin endişe duyulduğunu bildirdi.

İsviçre Dışişleri Bakanlığı'nın X hesabından yapılan paylaşımda, Gazze'de İsrail ve ABD güdümlü Gazze İnsani Yardım Vakfı tarafından kurulan insani yardım dağıtım sistemi değerlendirildi.

Paylaşımda, "Yardım dağıtım noktalarının yakınlarında sivil ölümlerine ilişkin haberlerden derin endişe duyulmaktadır" ifadeleri kullanıldı. Konuya ilişkin bağımsız soruşturmalar çağrısı yapılan paylaşımda, militarize edilmiş yardımın insani ilkeler ve uluslararası normlara zarar verdiği belirtildi.

Paylaşımda, "İlkeli insani aktörler için hızlı, güvenli ve engelsiz erişim sağlanmalı" denildi.

ABD'den vakfa 30 milyon dolarlık fon

Tüm tepkilere ve işlenen insanlık suçlarına karşın, kurumla organik bağını reddeden ABD'den yeni bir hamle geldi.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Tommy Pigott, Gazze İnsani Yardım Vakfı için 30 milyon dolarlık fona onay verildiğini duyurdu ve "Tüm ülkelere Vakfı ve kritik çalışmalarını destekleme çağrısında bulunuyoruz" dedi.

Pigott, yeni fonun, ABD Başkanı Donald Trump ve Dışişleri Bakanı Marco Rubio'nun bölgede "barışa verdiği desteğin" de bir göstergesi olduğunu öne sürdü.

Vakfın şimdiye kadar "Hamas yağmalamasını" engelleyerek 46 milyon öğün dağıttığını iddia eden Pigott, "Bu olağanüstü bir şey. Alkışlanmalı ve desteklenmeli" ifadesini kullandı.

Pigott, gıda dağıtımı sırasında aralarında çocukların da bulunduğu sivillerin öldürülmesine ilişkin soruya "İsrail ordusu bu konuda soruşturma yürütüyor. Onlara göz atmanızı öneririm. Aynı zamanda bu haberlerin çoğu Hamas propagandası" cevabını verdi.

                                                                        ***
İsrailli askerler itiraf etti: 'Gazze'de yardım noktalarına kasıtlı ateş açtık, top ateşiyle dahi saldırdık'
Haaretz'e konuşan İsrail askerleri, Gazze'deki yardım dağıtım noktalarında halka kasıtlı şekilde ateş açtıklarını itiraf ederek, bu kararları alan komutanları eleştirdi.

Gazze'deki İsrail askerleri, ordunun son bir ayda yardım dağıtım noktalarının yakınındaki Filistinlilere kasıtlı olarak ateş açtığını itiraf etti.

İsrailli gazete Haaretz'in subaylar ve askerlerle yaptığı görüşmeler, komutanların hiçbir tehdit oluşturmadığı açık olan kalabalıkları uzaklaştırmak veya dağıtmak için askerlere ateş açmalarını emrettiğini ortaya koyuyor.

Bir asker durumu, "Gazze'deki etik kurallarının İsrail ordusunca tamamen çökertilmesi" olarak tanımladı.

Gazze'deki Hamas yönetimindeki Sağlık Bakanlığı'na göre, 27 Mayıs'tan bu yana yardım merkezlerinin yakınında ve sakinlerin BM yemek kamyonlarını beklediği bölgelerde 549 kişi öldürüldü, 4 binden fazla kişi yaralandı. Ancak öldürülen veya yaralananların kesin sayısı hâlâ belirsizliğini koruyor.

Haaretz gazetesi, İsrail'in askeri başsavcısının, Genelkurmay Başkanlığı'nın savaş yasalarının olası ihlallerini içeren olayları incelemekle görevli bir organı olan Gerçek Bulma Değerlendirme Mekanizması'na bu noktalardaki şüpheli savaş suçlarını araştırması talimatını verdiğini öğrendi.

ABD-İsrail destekli evanjelik 'yardım vakfı'

Gazze İnsani Yardım Vakfı (GHF) yardım merkezleri Mayıs ayı sonunda Şeridin'de faaliyete başladı. Vakfın kuruluş ve finansman koşulları belirsiz. İsrail tarafından ABD'li evanjelikler ve özel güvenlik yüklenicileriyle koordinasyon halinde kurulduğu biliniyor. Mevcut CEO'su, ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'ya yakın bir evanjelik lider.

GHF, üçü güney Gazze'de ve biri merkezde olmak üzere dört gıda dağıtım merkezi işletiyor. Bunlar İsrail ordusu tarafından "hızlı dağıtım merkezleri" olarak biliniyor. Bu merkezler Amerikalı ve Filistinli işçiler tarafından yönetiliyor ve İsrail ordusu tarafından birkaç yüz metre mesafeden "güvence altına" alınıyor.

Binlerce ve bazen on binlerce Gazzeli her gün bu merkezlerden yiyecek toplamak için geliyor.

Vakfın ilk vaatlerinin aksine, yardım dağıtımı oldukça kaotik bir şekilde işliyor. Gazete, hızlı dağıtım merkezleri açıldığından beri bu merkezlerin yakınında 19 silahlı saldırı olayı saydığını belirtiyor. Ateş edenlerin kimlikleri her zaman net olmasa da, İsrail ordusu, silahlı kişilerin bu insani bölgelere kendi bilgisi olmadan girmesine izin vermiyor.

İsrailli asker: 'Burası bir ölüm tarlası'

Dağıtım merkezleri genellikle her sabah sadece bir saatliğine açılıyor. Bu bölgelerde görev yapan subay ve askerlere göre, İsrail ordusu açılış saatlerinden önce gelen kişilere "yaklaşmalarını engellemek için" veya "merkezler kapandıktan sonra onları dağıtmak için" ateş ediyor. Bazı silahlı saldırı olayları gece, açılıştan önce gerçekleştiği için bazı sivillerin belirlenen bölgenin sınırlarını görememiş olması da mümkün.

Bir asker bu noktalarda yaşananları şöyle anlatıyor:

"Bu bir ölüm tarlası. Benim görev yaptığım yerde her gün bir ila beş kişi öldürülüyordu. Düşman bir güç gibi muamele görüyorlar, kalabalık kontrolü önlemleri yok, göz yaşartıcı gaz yok, sadece akla gelebilecek her şeyle canlı ateş ediliyor: ağır makineli tüfekler, el bombası fırlatıcıları, havan topları. Daha sonra, merkez açıldığında, ateş kesiliyor ve yaklaşabileceklerini biliyorlar. Bizim iletişim biçimimiz silah ateşi.

Sabahın erken saatlerinde, birkaç yüz metre öteden sıraya girmeye çalışan olursa ateş açıyoruz ve bazen de yakın mesafeden onlara saldırıyoruz. Ancak kuvvetler için hiçbir tehlike yok. Tek bir karşılık ateşi olayından haberim yok. Düşman yok, silah yok."

'Kendi kuralları olan bir yer haline geldi'

İsrail subayları ise, ordunun İsrail'deki veya yurtdışındaki halkın gıda dağıtım noktalarının etrafında olup bitenlerin görüntülerini görmesine izin vermediğini söyledi. Subaylara göre, ordu, GHF'nin operasyonlarının, savaşın devam etmesi için uluslararası meşruiyetin tamamen çökmesini engellediğinden memnun. İsrail ordusunun Gazze'yi, özellikle İran'la savaş başladığından beri, bir "arka bahçeye" dönüştürmeyi başardığına inanıyorlar.

Bu hafta Kuzey Şeridi'nde bir görev turunu daha tamamlayan bir yedek asker ise, "Gazze artık kimseyi ilgilendirmiyor. Kendi kuralları olan bir yer haline geldi. İnsan hayatının kaybı hiçbir şey ifade etmiyor. Eskiden dedikleri gibi 'talihsiz bir olay' bile değil" diye konuştu.

gz
Filistinliler, 26 Haziran 2025 Perşembe günü Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta ABD destekli örgüt tarafından işletilen Gazze İnsani Yardım Vakfı tarafından dağıtılan insani yardım paketlerini taşıyor.

İsrailli subay: 'Ne etik ne ahlaki bir durum'

Bir dağıtım merkezinin güvenlik ekibinde görev yapan bir subay ise, ordunun yaklaşımını son derece hatalı olarak tanımladı: 

"Tek etkileşim yolunuz ateş açmak olduğunda sivil bir halkla çalışmak, en hafif tabirle son derece sorunludur. İnsanların tank ateşi, keskin nişancılar ve havan mermileri altında [bir insani bölgeye] ulaşması veya ulaşamaması ne etik ne de ahlaki olarak kabul edilebilir."

Sahadaki güvenliğin birkaç kademeye ayrıldığını aktaran subay, dağıtım merkezlerinin ve oraya giden "koridor"un içinde Amerikalı işçilerin olduğunu ve İsrail ordusunun bu alanda faaliyet göstermesine izin verilmediğini belirtti. Daha dış bir katman ise, bazıları silahlı ve Ebu Şebab milisleriyle bağlantılı olan Filistinli gözetmenlerden oluşuyor.

Subayın anlattığına göre, İsrail ordusunun güvenlik çevresi tanklar, keskin nişancılar ve havan toplarını içeriyor. Bunların amacı, orada bulunanları korumak ve yardım dağıtımının gerçekleştirilebilmesini sağlamak.

Subay şunları aktarıyor: 

"Geceleri, halka burasının bir savaş bölgesi olduğunu ve yaklaşmamaları gerektiğini bildirmek için ateş açıyoruz. Bir keresinde havan topları ateş etmeyi bıraktı ve insanların yaklaşmaya başladığını gördük. Bu yüzden, onlara izin verilmediğini açıkça belirtmek için tekrar ateş açtık. Sonunda, mermilerden biri bir grup insana isabet etti.

Diğer durumlarda, tanklardan makineli tüfekler ateşledik ve el bombaları attık. Bir grup sivilin sis altında ilerlerken vurulduğu bir olay oldu. Kasıtlı değildi, ancak bu tür şeyler oluyor.

Bu olaylarda İsrail askerleri arasında da can kaybı ve yaralanmalar olduğunu belirten subay, "Bir muharebe tugayının savaş bölgesinde sivil bir nüfusla başa çıkmak için araçları yoktur. Aç insanları uzak tutmak için havan topu atmak ne profesyonelce ne de insancadır. Aralarında Hamas görevlileri olduğunu biliyorum, ancak sadece yardım almak isteyen insanlar da var. Bir ülke olarak bunun güvenli bir şekilde gerçekleşmesini sağlama sorumluluğumuz var" dedi.

Memur, dağıtım merkezleriyle ilgili bir başka soruna daha işaret etti: Tutarsızlıkları. Sakinler her merkezin ne zaman açılacağını bilmiyor, bu da tesisler üzerindeki baskıyı artırıyor ve sivillere zarar verilmesine katkıda bulunuyor.

Subay, "Kararları kimin aldığını bilmiyorum ama biz halka talimatlar veriyoruz ve sonra ya bunları uygulamıyoruz ya da değiştiriyoruz. Bu ayın başlarında, merkezin öğleden sonra açılacağına dair bir mesaj gönderildiğine dair bildirim aldığımız ve insanların yiyecek için ilk sırada olmak üzere sabahın erken saatlerinde geldiği durumlar oldu. Çok erken geldikleri için dağıtım o gün iptal edildi" ifadelerini kullandı.

'Şerif' olarak müteahhitler

Komutanların ve savaşçıların ifadelerine göre, İsrail ordusunun Filistinli nüfus bölgelerinden ve yiyecek dağıtım noktalarından güvenli bir mesafede durması gerekiyordu. Ancak, sahadaki güçlerin eylemleri operasyonel planlarla uyuşmuyor.

Deneyimli bir asker gazeteye şunları aktardı:

"Bugün, Gazze'de mühendislik ekipmanıyla çalışan herhangi bir özel müteahhit, yıktıkları her ev için 5 bin [kabaca 1500 dolar] şekel alıyor. Bir servet kazanıyorlar. Onların bakış açısına göre, evleri yıkmadıkları her an para kaybıdır ve güçler işlerini güvence altına almak zorundadır. Bir tür şerif gibi davranan müteahhitler, tüm cephe boyunca istedikleri her yeri yıkıyorlar."

Müteahhitlerin yıkım kampanyasının onları, nispeten küçük güvenlik detaylarıyla birlikte, dağıtım noktalarına veya yardım kamyonlarının kullandığı rotalara yakın bir yere getirdiğini ekleyen asker, şöyle devam etti:

"[Müteahhitlerin] kendilerini koruyabilmeleri için bir silahlı saldırı olayı çıkıyor ve insanlar öldürülüyor. Bunlar Filistinlilerin bulunmasına izin verilen bölgeler, biz yakınlaşan ve onların bizi tehlikeye attığına karar verenleriz. Yani, bir müteahhitin 5 bin şekel daha kazanması ve bir evi yıkması için, sadece yiyecek arayan insanları öldürmesi kabul edilebilir görülüyor."

flstn
26 Haziran 2025'te Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta yardım malzemeleri almak için toplanan insanlara bir çuval un taşıyan bir Filistinli.

Tümen komutanı bölgeyi ölümcül bir rotaya dönüştürdü

Yardım merkezlerinin yakınındaki silahlı saldırılarla ilgili ifadelerde ismi tekrar tekrar geçen kıdemli bir subay, İsrail ordusunun 252. Tümeni komutanı Tuğgeneral Yehuda Vach. Daha önce Vach'ın Netzarim koridorunu nasıl ölümcül bir rotaya dönüştürdüğü, sahadaki askerleri nasıl tehlikeye attığını ve yetkisiz bir şekilde Gazze'deki bir hastanenin yıkılmasını emrettiğinden şüphelenildiği bildiriliyordu.

Şimdi, tümendeki bir subay, Vach'ın BM yardım kamyonlarını bekleyen Filistinlilerin toplanmasını dağıtmaya ateş açarak karar verdiğini söylüyor. Subay, "Bu Vach'ın politikası, ancak komutanların ve askerlerin çoğu bunu sorgulamadan kabul etti. [Filistinliler] orada olmamalı, bu yüzden fikir, sadece yiyecek için orada olsalar bile, onların oradan ayrılmalarını sağlamak" diyor.

Vach'ın tümeni bölgede faaliyet gösteren tek tümen değil ve diğer subayların da yardım arayan insanlara ateş etme emri vermiş olması mümkün.

Kuzey Gazze'de 252. Tümen'de yakın zamanda görev yapmış bir yedek asker, raporları doğruladı ve İsrail ordusunun askeri emirleri ihlal ederek toplanan sivilleri dağıtmak için uyguladığı "caydırma prosedürünü" açıkladı.

Asker, "Kamyonları bekleyen gençler toprak yığınlarının arkasına saklanıyor ve dağıtım noktalarında geçerken veya dururken onlara saldırıyor. Genellikle onları yüzlerce metre öteden görüyoruz; bizim için tehdit oluşturdukları bir durum değil" ifadelerini kullandı.

Asker, bir olayda, kendisine kıyı şeridinin yakınında toplanmış bir kalabalığa doğru bir mermi atması talimatı verildiğini aktardı: 

"Teknik olarak, bunun uyarı ateşi olması gerekiyor, ya insanları geri itmek ya da ilerlemelerini engellemek için. Ancak son zamanlarda mermi atmak standart uygulama haline geldi. Her ateş ettiğimizde can kayıpları ve ölümler oluyor ve biri neden bir merminin gerekli olduğunu sorduğunda, asla iyi bir cevap olmuyor. Bazen, sadece soruyu sormak bile komutanları rahatsız ediyor."

Askerin aktardığına göre, böyle bir durumda mermi ateşlendikten sonra bazı insanlar kaçmaya başladı ve diğer kuvvetler daha sonra onlara ateş açtı. Asker, "Eğer bu bir uyarı atışıysa ve Gazze'ye geri koştuklarını görüyorsak, neden onlara ateş ediyoruz?" diye sordu ve devam etti: 

"Bazen bize hâlâ saklandıkları ve gitmedikleri için onlara doğru ateş etmemiz gerektiği söyleniyor. Ama kalkıp kaçtıkları anda ateş açarsak, gidemeyecekleri açık."

Asker bunun bir rutin hale geldiğini kaydetti: 

"Bunun doğru olmadığını biliyorsunuz. Bunun doğru olmadığını hissediyorsunuz, buradaki komutanların kanunu kendi ellerine aldığını hissediyorsunuz. Ama Gazze paralel bir evren. Hemen devam ediyorsunuz. Gerçek şu ki, çoğu insan bunu düşünmek için bile durmuyor."

Raporlar sunuldu ancak işlem yapılmadı

Bu haftanın başlarında, 252. Tümen'den askerler, yardım kamyonlarını bekleyen sivillerin bulunduğu bir kavşağa ateş açtı. Bölgedeki bir komutan, kavşağın tam ortasına doğrudan ateş açılması emrini verdi ve bu da gençler de dahil olmak üzere sekiz sivilin ölümüne yol açtı. Olay, Güney Komutanlığı şefi Tümgeneral Yaniv Asor'un dikkatine sunuldu. Ancak şimdiye kadar, ön inceleme dışında, hiçbir işlem yapmadı ve Vach'tan kendi sektöründeki yüksek sayıdaki ölümle ilgili bir açıklama talep etmedi.

Bölgedeki kuvvetleri komuta eden kıdemli bir yedek subay da şunları söyledi: 

"Benzer bir olaydaydım. Duyduğumuz kadarıyla, orada ondan fazla kişi öldürüldü. Neden ateş açtıklarını sorduğumuzda, bunun yukarıdan gelen bir emir olduğunu ve sivillerin birliklere tehdit oluşturduğunu söylediler. İnsanların kuvvetlere yakın olmadığını ve onları tehlikeye atmadıklarını kesin olarak söyleyebilirim. Anlamsızdı, sadece öldürüldüler, boşuna. Masum insanları öldürmek denen şey artık normalleşti.

Bize sürekli olarak Gazze'de savaşmayanların olmadığı söylendi ve görünüşe göre bu mesaj birlikler arasında yerleşmişti."

Gazze'deki çatışmalara aşina olan kıdemli bir subay da, bunun ordunun ahlaki standartlarında daha da kötüleşmeye işaret ettiğine inanıyor: "Genelkurmay liderliğine ilişkin kıdemli saha komutanlarının kullandığı güç, komuta zincirini tehdit ediyor. En büyük korkum, Gazze'deki sivillere yönelik ateş ve zararın operasyonel zorunluluk veya kötü kararların sonucu olmaması, aksine saha komutanlarının bir operasyonel plan olarak birliklere aktardıkları bir ideolojinin ürünü olmasıdır.

ghf
25 Haziran 2025'te, Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki Nuseyrat mülteci kampı yakınlarındaki Selahaddin yolunda yürüyen yardım kolileri taşıyan halk, özel Gazze İnsani Yardım Vakfı (GHF) tarafından kurulan yardım dağıtım noktasına ulaşmak için gıda arayan Filistinlilerin kullandığı yol üzerinde yürüyor.

Sivillere yönelik bombardıman

Son haftalarda, Gazze Sağlık Bakanlığı'na göre, gıda dağıtım bölgelerinin yakınındaki ölüm sayısı keskin bir şekilde arttı. 11 Haziran'da 57, 17 Haziran'da 59 ve 24 Haziran'da yaklaşık 50 kişi hayatını kaybetti. Bu süre içerisinde, Güney Komutanlığı'nda bir karar alınarak, birliklerin kalabalıkları top mermileri kullanarak dağıtmaya başladığı da ortaya çıktı.

Kararın alındığı toplantıya katılan bir askeri kaynak şöyle anlattı: 

"Sivillerle dolu bir kavşağa topçu ateşi açmaktan sanki normalmiş gibi bahsediyorlar. Topçu ateşi açmanın doğru mu yanlış mı olduğu hakkında, hatta ilk başta bu silaha neden ihtiyaç duyulduğunu bile sormadan konuşma yapıldı. Herkesi endişelendiren şey, bunun Gazze'de faaliyet gösterme meşruiyetimize zarar verip vermeyeceği. Ahlaki yönü neredeyse yok. Kimse her gün yiyecek arayan onlarca sivilin neden öldürüldüğünü sormak için durmuyor."

Gazze'deki çatışmalara aşina olan bir diğer kıdemli subay da, sivilleri öldürmenin normalleşmesinin, yardım dağıtım merkezlerinin yakınlarında onlara ateş açılmasını teşvik ettiğini söyledi ve sahada alınan kararları eleştirdi:

"Canlı ateşin sivil nüfusa yöneltilmesi -ister topçu, ister tank, ister keskin nişancı, isterse insansız hava aracı olsun- ordunun savunması gereken her şeye aykırıdır. Yiyecek toplayan insanlar neden sadece çizgiyi aştıkları veya bir komutan onların araya girmesinden hoşlanmadığı için öldürülüyorlar?? Neden bir gencin bir kamyondan bir çuval pirinç çekmek için hayatını riske atmaya razı olduğu bir noktaya geldik? Ve biz onlara topçu ateşi açıyoruz?"

İsrail ordusu ateşinin yanı sıra, askeri kaynaklar yardım dağıtım merkezlerinin yakınındaki ölümlerin bir kısmının ordunun desteklediği ve silahlandırdığı milislerin açtığı ateş sonucu meydana geldiğini vurguluyor.

Bir subaya göre, İsrail ordusu Ebu Şebab grubunu ve diğer grupları desteklemeye devam ediyor:

"Hamas'a karşı çıkan birçok grup var. Ebu Şebab bu konuda birkaç adım daha ileri gitti. Hamas'ın girmediği toprakları kontrol ediyorlar ve İsrail ordusu bunu teşvik ediyor."

Başka bir subay da, "Ben orada görevliyim ve artık kimin kime ateş ettiğini ben bile bilmiyorum" dedi.

                                                          ***

soL









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı+ Gündem" -28 Haziran 2025-

Édouard Louis ve emperyalizm -Cem Demirok- Netanyahu önderliğinde uygulanıp ABD ve BM tarafından desteklenen Gazze’deki soykırımla, Édouard ...