Kalıcı çözüm yerine sadaka: Milyar liralık örtü -Mustafa Bildircin-
Giderek ağırlaşan ekonomik buhrana kalıcı çözüm üretemeyen ve yoksulluğu sosyal yardımlar ile yamamaya çalışan AKP, “Yoksullukla mücadele” adı altında 2025’in ilk yarısında 180,2 milyar TL’lik rekor kaynak kullandı.
Türkiye’deki ekonomik buhran, AKP’nin bütçe kullanım tercihleri ile giderek daha da derinleşti. Haziran 2025 itibarıyla Türkiye’de 4 milyondan fazla hane, yaşamını ancak sosyal yardımlar ile sürdürebilir hale getirildi.
Derin yoksulluğa kalıcı çözüm üretemeyen AKP iktidarı, çözümü sosyal yardım musluklarını açmakta buldu. AKP hükümetleri döneminde, “Ekonomik krizin yurttaş üzerindeki etkisine yama” olarak kullandığı gerekçesiyle tartışılan, “Yoksullukla Mücadele ve Sosyal Yardımlaşma” programı kapsamında yapılan harcama rekor seviyeye tırmandı. Merkezi bütçeden Yoksullukla Mücadele ve Sosyal Yardımlaşma Programı için Ocak-Haziran 2025 döneminde yapılan harcama, 49 program için yapılan harcamayı geçti.
YAMA TUTMUYOR
İktidarın övündüğü yoksullukla mücadele programının Ocak-Haziran 2025 dönemine yönelik faturası açığa çıktı. Türkiye’deki ekonomik krizin boyutunu bir kez daha gözler önüne seren harcamaya göre, merkezi bütçeden 2025 yılının ocak-haziran döneminde yoksullukla mücadele için yapılan harcama 180 milyar 212 milyon 190 bin TL oldu.
Türkiye’deki ekonomik krizin yarattığı derin yoksulluğu perdelemek için 2025 yılının ilk ayında 20 milyar 771 milyon 469 bin TL harcandı. Merkezi bütçeden, “Yoksullukla Mücadele ve Sosyal Yardımlaşma Programı” adı altında yapılan harcama, şubat ve mart aylarında ise sırasıyla 47 milyar 404 milyon 894 bin TL ve 21 milyar 899 milyon 565 bin TL olarak gerçekleşti.
Yoksulluk derinleştikçe, yoksullukla mücadele harcamaları nisan, mayıs ve haziran aylarında da hız kesmeden devam etti. Bu kapsamda yoksullukla mücadele için nisan ayında 24 milyar 626 milyon 505 bin TL, mayıs ayında 33 milyar 411 milyon 106 bin TL, haziran ayında ise 32 milyar 98 milyon 650 bin TL kaynak kullanıldı.
∗∗∗
FATURASI ÇOK AĞIR
Yoksullukla mücadele için harcanan 180,2 milyar TL’nin, merkezi bütçeden pay ayrılan 68 programın 49’undan fazla olması dikkati çekti. 2025’in ilk yarısında yoksullukla mücadeleden daha az kaynak kullanılan bazı programlar ve harcama tutarları şöyle sıralandı:
Bahçeli’ye yapılan eleştiriler, gelecekte gerçekleşebilecek rejim krizi ve/ya da inşa edilmek istenilen “yeni rejimin” yapısal özellikleriyle ilgili. İşin bu yanı politik bir tartışma. Bahçeli’nin sözleri başka bir açıdan da çok önemli ve dahası bir tür “bilinçdışının” dile gelmesi. Bahçeli’nin bilinçdışından fışkıran 1950’lerden bu yana neredeyse hiç iktidardan inmeden ülkeyi yöneten “Sünni Türk Sağının” düşman kodu. Osmanlı’dan devraldıkları en az 500 yıllık düşman tanımının ne olduğunu itiraf etmiş oldu Bahçeli.
Osmanlı’nın en büyük düşmanı Kızılbaş-Alevilerdi. 16. yüzyılda Şeyhülislam Ebu Suud efendinin gözünde Kızılbaş-Aleviler ve Ezidiler, Ermeniler, diğer gayrimüslimler ve Kürtlerden çok daha “aşağıda”, katli vacip kafirlerdi. Öyle ki, bir Kızılbaşın Müslümanlığa “geçebilmesi” için önce Hristiyan olması gerektiğine dair fetvalar vardı. Bu düşmanlığı Safevi devleti, Şah İsmail, İran tehlikesiyle açıklayanlara bakmayın. Bu gerekçeler düşmanlığın neden 500 yıl sürdüğünü açıklayamaz. Araştırmacılar, Osmanlı “tahrir” defterlerinde Kızılbaş-Alevi fişlemesinin 16. yüzyılda başladığını ve bu fişlemeyi Cumhuriyet’in devralarak günümüze kadar sürdürdüğünü kanıtlıyor. Osmanlı’nın Anadolu tarihi, özünde Osmanlı yağmacılığına isyan eden Kızılbaş-Alevi ayaklanmaları ve isyanların kanla, katliamla bastırılma tarihidir. Cumhuriyet’in ilk 30 yılı boyunca laiklik ilkesinin o da kısmen uygulanabilmesi, Alevilerin ağırlıklı olarak Cumhuriyet’e bağlılığının da asli nedeni olabilir. 1950’li yıllardan başlayarak iktidarı ele geçiren, ilk andan başlayarak laikliğin altını oyan Sünni Türk Sağı, Maraş, Çorum, Madımak katliamlarını bu tarihsel birikimiyle gerçekleştirdi. 1960’lardan başlayarak da önce Komünizm ardından da Kürtler, bu düşman koduna dahil edildiler. 500 yıllık mirasa sırtını dayayan Sünni Türk sağı için, solcu, Kürt ve Alevi her zaman iç düşman olarak fişlendiler.
Bahçeli, iki cumhurbaşkanı yardımcısı Alevi ve Kürt olsun diyerek, hala onları “düşman öteki” olarak gördüğünü de söylüyor. Herhalde göklerden gelen bir kararla “içine doğan” dış tehdit hissi nedeniyle de Kürt ve Alevileri iktidara ortak edermiş gibi yaparak “iç cepheyi” tahkim etmeye çalışıyor. Bir yardımcı Kürt, bir yardımcı Alevi olunca mecburen “esas oğlan” Sünni Türk oluyor.
Bahçeli ve MHP’si, bize her ne kadar dilinden Atatürk’ü düşürmese de 70 yıldır ülkeyi asıl olarak bölücülerin yönettiğini gösteriyor. Sünni Türk sağının, halktan, eşitlikten, adaletten, laiklikten nasıl nefret ettiklerini de kanıtlıyor. Bahçeli zihniyeti, “halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini” düşman olarak görüyormuş demek ki! Demek ki, Devlet, kim Alevi, kim Kürt, kim solcu hep kayıt altına alıyormuş. Demek ki, eşlerden biri Alevi ya da Kürt olursa da bu fişleme devam ediyormuş. “Karma” evlilikler Sünni Türk kabul edilmiyormuş. Yoksa nasıl anlaşılacak Cumhurbaşkanı yardımcılıklarına “getirilecek” olanların Kürt ya da Alevi oldukları? Herhalde adayların soy geçmişleri Osmanlı tahrir defterlerine kadar araştırılıp “öz hakiki” Alevi ya da “Kürt” olup olmadıklarına karar verilecektir!
Bahçeli, her yıl boşuna Osmanlı’nın kuruluşuna adanan Ertuğrul Gazi Şenlikleri’ne katılmıyormuş. Osmanlı’nın kendisine isyan etmeye kalkanları önce kanlı bir katliamdan geçirip, ardından da aralarından birine “beylik”, “toprak ağalığı”, “paşalık” gibi unvan tesellileri/rüşvetleri vererek iktidarına tabi kılma politikasını hatmetmiş olmasından anlaşılıyor. Sanki şimdi de biraz “paşalık” vererek “sorunu” çözeceğini sanıyor olabilir. Bakalım bu kez paşalığı kabul eden/ler olacak mı?
/././
Kamuda tasarruf masalı: Satılanın 31 katı taşıt alımı yapıldı -Havva Gümüşkaya-
Kamuda Tasarruf Paketi kapsamında ihtiyaç fazlası taşıtların satışından Ocak-Haziran döneminde yalnızca 5 milyon 109 bin lira Hazine’ye gelir olarak kaydedildi. Aynı dönemde 161 milyon 182 bin lira taşıt alımlarına harcandı.
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in “Kamuda tasarruf” vurgusuyla duyurduğu Tasarruf ve Verimlilik Paketi, uygulamada sınıfta kaldı. Mayıs 2024’te açıklanan paket kapsamında ekonomik ömrünü tamamlamış ve ihtiyaç fazlası kamu taşıtlarının tasfiye edileceği açıklandı. Ancak, aradan geçen sürede atılan adımların sınırlı kalması ve kamuya yük getiren uygulamaların sürmesi tasarruf söylemlerinin havada kaldığını ortaya koydu.
SAĞLANAN GELİR DEVEDE KULAK KALDI
Pakete göre kamu kurumlarının ihtiyaç fazlası araçlarını elden çıkarması öngörülüyordu. Fakat Aralık 2024’te açıklanan araç sayısı, bu hedefin kâğıt üzerinde kaldığını gözler önüne serdi. Kamunun kullanımındaki yaklaşık 120 bin araçtan yalnızca bin adedi ihtiyaç fazlası olarak belirlendi.
Ocak ayı itibarıyla altı aylık süreçte kamu tarafından gerçekleştirilen taşıt satışlarından sadece 5 milyon 109 bin TL gelir elde edildi. Bu sürede aylık bazda en yüksek gelir, 3 milyon 568 bin TL ile Mart ayında kaydedildi. Bu tablo, kamu araç envanterinin küçültülmesi yönündeki hedefin gerçek bir tasarrufa dönüşmediğini açığa çıkarırken bu araç satışından Hazine’ye sağlanan gelir de devede kulak kaldı. 2024 yılının aynı döneminde, tasarruf paketi öncesinde, kamu araç satışlarından 26 milyon 358 bin TL gelir elde edildi. 2025’te araç satış geliri yaklaşık yüzde 80 azaldı.
DAHA FAZLA YENİ ARAÇ ALINDI
Kamudaki araç satışları sınırlı kalırken aynı dönemde kamu kurumlarının yeni taşıt alımları için yaptığı harcama dikkati çekti. 2024'ün ilk altı ayında kamu araç alımları için 161 milyon 182 bin TL harcandı. Satıştan elde edilen gelir, yapılan harcamanın yalnızca yüzde 3'üne denk geldi. Kamuda "tasarruf" söylemiyle başlayan dönem araç alımına daha fazla kaynak aktarımıyla sürüyor.
***
Para saçan AKP’li olunca kamu zararı saymıyorlar -İsmail Arı-
İçişleri Bakanlığı, AKP’li Pendik Belediyesi’nin 36 bin adet termos, 50 bin kahve seti alması ile TÜGVA’ya tahsis ettiği araçlara yönelik şikâyete yanıt verdi. Bakanlık, “Belediyenin kamu zararına imza atmadığını” belirtti.
AKP’li Ahmet Cin’in yönettiği Pendik Belediyesi’nin 2024 yılı harcamaları Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi’ne (CİMER) şikâyet edildi. İçişleri Bakanlığı ise tartışma yaratacak bir yanıt verdi. AKP’li Pendik Belediyesi’nin Denetim Komisyonu Raporu, Nisan ayı Belediye Meclis oturumunda görüşüldü. Denetim komisyonunun CHP’li meclis üyeleri Denetim Raporu’na şerh koydu. CHP’li meclis üyeleri, belediyenin 2024 yılında 1,2 milyar TL değerinde arsa satışıyla İstanbul’da en çok arsa satan belediyelerden biri olduğunu vurguladı.
36 BİN TERMOS
CHP’lilerin tespitlerine göre belediye, 5 bin adet hediye fincan setini 1 milyon 200 bin TL’ye aldı. Fincan setleri seçim dönemi Pendik’te yaşayan 65 yaş üstü yurttaşlara dağıtıldı. Ayrıca belediye bütçesinden 6 milyon 480 bin TL’ye 36 bin adet termos, ayrıca 50 bin adet kahve seti ile tepsi alındığı da belirlendi.
TÜGVA’YA ARAÇ
2024’te 241 bin TL’lik yurt binasının kirası belediye tarafından ödenen TÜGVA’ya bir yılda 23 kez araç tahsis edildiği belirlendi. CHP’lilerin şerhinde, “Kiralarını ödediğimiz yetmiyormuş gibi bir de 10 ay içinde 23 kere araç tahsis edilmiş. Ortalama her bir seferin 5 bin TL’ye ye mal olduğu düşünülürse 115 bin TL’nin sadece bir vakfa kullanılması doğru değildir. Herkesin vergilerini bazı yandaş dernek ve vakfa kullanmak haksızlıktır. Bu tarz eşit olmayan hizmet anlayışından vazgeçilmelidir” ifadeleri yer aldı.
Bir yurttaş tüm bu harcamaları CİMER’e şikâyet etti. İçişleri Bakanlığı tarafından verilen yanıtta ise “Pendik Belediye Başkanlığı tarafından yapılan harcamaların 5393 sayılı Belediye Kanunu ve 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na uygun olarak gerçekleştirildiği, 2024 yılı Sayıştay ve Mülkiye Müfettişi Denetimlerinde gerekli incelemelerin yapıldığı ve herhangi bir kamu zararı tespit edilmediği bilgisi alınmıştır” denildi.
***
Erdoğan, Bahçeli, Öcalan: Ümmet, millet, reel siyaset -Yaşar Aydın-
Bahçeli’nin Alevi-Kürt açılımı, Öcalan’ın sessiz etkisi, Bakırhan’ın CHP çıkışı; rejimin cüretli hamleleri şimdiden atılan bir “ölüm perendesi” gibi. Öncelikli görev tek adam rejiminden kurtulmadan diğer görevlerin anlamı yok.
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ifadesiyle PKK’nın kurucu önderi Abdullah Öcalan, sürekli artan bir dozda gündelik siyasette kendini hissettirmeye başladı. İmralı tutanakları, örgüte ve farklı siyasi parti liderlerine yolladığı mektuplar kamuoyunun gündeminde. Kapılar tamamen açıldığında, İmralı da tıpkı Beştepe ve Balgat gibi siyasetin ağırlık merkezlerinden biri olmaya aday. Bunda kuşkusuz Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan’ın Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerden, ülkenin ihtiyaçlarına kadar tüm siyasi okumalarının birbirine bu kadar yakın olması gerçekten çok şaşırtıcı. Hiç temas etmeden, neredeyse birbirini tamamlar tarzda açıklamaların gelmesi, aynı kitabı okuyan ya da aynı öğretmenden ders alan öğrencilerin bile zor başaracağı bir mevzu.
Ortak çağrıların arka planını değerlendirmeden, geçen hafta yaşanan birkaç başlığa kısaca bir göz atmakta fayda var.
ORTAK HEDEF Mİ?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, önce Ortadoğu üzerinden Kürt, Türk, Arap ittifakını ümmet birliği olarak açıkladı. Sonra MHP lideri Bahçeli, yeni bir fikir ortaya atarak “Cumhurbaşkanı yardımcılarının biri Alevi, diğeri Kürt olsun” açıklaması yaptığı iddia edildi. İddia edildi diyoruz çünkü İsmail Saymaz’ın haberi yalanlanmamakla beraber şu saate kadar bir açıklama da gelmedi.
Son olarak da DEM Eş Başkanı Bakırhan, T24’e verdiği röportajda “CHP masaya gelirse belki de İmamoğlu serbest kalır” diyerek, dolaylı da olsa oluşan üçlü ittifaka ana muhalefet partisini de davet etti. Hem de bunu çok talihsiz örnekler vererek yaptı.
Türkiye’yi dışarıdan takip eden biri, bu fotoğrafa bakarak iktidarın bir kez daha oyun kurup yeniden seçilmesinin önünün açıldığını düşünebilir. Peki, öyle mi? Sokaktan yükselen seslere geçmeden partilerin içine bir bakalım.
“Devlet aklı” diye ifade edilen Bahçeli’nin partisinde durumlar çok iyi değil. İstifalar var. Protesto sesleri zaman zaman Balgat’taki genel merkezin önüne kadar ulaşıyor. O yüzden yöneticiler çok agresif.
AKP’nin Kızılcahamam kampına ilişkin bize gelen bilgiler, gazeteci arkadaşımız Sedat Bozkurt’un Kısa Dalga’daki köşesinde yazdıklarından biraz farklı. Örgütlerin önemli bir bölümünden “sokağa çıkamıyoruz” serzenişi geldiği, bakanlara ciddi tepki olduğu yönünde kulis bilgileri ulaştı. CHP’nin Trabzon mitingi, Fatih Belediye Başkanının cezaevindeki Murat Çalık’la ilgili söyledikleri, Adıyaman’da belediye başkan vekili seçiminde yaşananlar, AKP için durumun iç açıcı olmadığını göstermeye yeter de artar bile.
Kürt hareketi için de durum çok farklı değil. Öcalan’ın müdahalesine ve silah bırakmaya rağmen istenilen etkinin alınmadığı çok açık.
BirGün politika editörü Öncü Durmuş’un geçen hafta yaptığı haberde değerlendirmede bulunan Van milletvekili Sinan Çiftyürek ve kamuoyu araştırmacısı Yüksel Genç’in söylemleri bu tespiti doğrular nitelikte. İki ismin de ortak tespiti, “belirsizlik nedeniyle güven sorunu ve temkinli bir iyimserlik” oldu.
AKP’NİN ‘ÖLÜM PERENDESİ’
Trump’a güvenerek iktidarın yeni bir siyaset mühendisliğine soyunduğu çok açık. Üstelik iktidar el yükseltmiş durumda. Sadece sistemi değiştirmekle kalmayıp, Türkiye’yi yaklaşık 100 yıldır oturmaya çalıştığı yörüngeden çıkarma pahasına bir hamle yapmak üzere. “Terörsüz Türkiye” söyleminin örtüsü kalktıkça bu eğilim daha net görülmeye başlandı. Öcalan, bu konudaki en önemli destekçilerden biri.
İktidarın bu hamlesi, beklediğinin çok ötesinde bir tepki aldı. “Güçlü lider, güçlü Türkiye” sloganıyla karşılanmayı umanlar tam tersi bir tepkiyle karşılaştı. Erdoğan’ın son ümmet çıkışı ve Bahçeli’nin desteği yaprak kımıldatmadı. Seçmenin iktidara karşı güveni iyice zedelendi. Giriştikleri bu cüretli hamle, şimdiden “ölüm perendesi” olarak anılacak gibi duruyor.
Sonuçta Türkiye gibi ülkelerde hayat, ne yandaş gazetelerin manşetlerine, ne Erdoğan’ın konuşmasını üç dakikada bir ayağa kalkıp alkışlayan milletvekilinin ruh hâline, ne de Trump’un Ortadoğu emellerine göre şekillenmiyor. Ülke insanının durduğu yer ve hayatın doğal akışı, siyaset mühendisliğiyle oluşturulmaya çalışılan etnik, mezhepçi projeyi duyduğu anda kustu. Geriye, onu dayatacak olanları tarihin çöp kutusuna yollamak kaldı.
∗∗∗
BAHÇELİ’NİN ALEVİSİ, KÜRDÜ
Devlet Bahçeli’nin cumhurbaşkanlığı yardımcılığına Alevi ve Kürtleri önermesi, iktidar sahiplerinin başvurduğu yeni bir söylem değil. Ülkenin en karanlık dönemi olan 12 Eylül 1980 cuntasının kudretli Millî Güvenlik Konseyi’nin içine genel sekreter olarak Ali Haydar Saltık’ı serpiştiren de, Özal’ı Kürt olarak pazarlayan da aynı zihniyetti.
Demokrasi ve özgürlük talebi olmadıktan sonra, kimliklerin bir önemi olmadığının Bahçeli de farkında. Anlaşılan o ki Bahçeli, kurmaya çalıştıkları etnik ve mezhepsel siyaset duvarına bir tuğla daha eklemeye çalıştı. İşin ilginç yanı, bu açıklamayı pozitif bir gelişme olarak yorumlayanlar hâlâ var olması.
∗∗∗
BAKIRHAN’IN ÇAĞRISI
DEM Eş Başkanı Tuncer Bakırhan, geçen hafta T24’e verdiği mülakatta CHP’nin çözüm süreci üzerinden kurulacak masada yer almasıyla İmamoğlu’nun özgürlüğünü aynı cümlede geçirmesi çok tartışıldı. Bu mesele sadece bu kadarla kalsaydı, çok üstünde durmaya gerek olmayabilirdi. Sonuçta bir söyleşi ve bazen bağlam kayabiliyor.
Ama DEM dışında da muhalefet cephesinde yer alan farklı kesimlerden benzer şekilde CHP’ye “makul ol” çağrıları gelince işin boyutu değişiyor.
Bugün yapılması gereken, objektifi muhalefete değil, iktidara çevirmek olmalı. İktidarın uygulamalarına laf etmeden, onunla mücadele etmeden muhalefete önerilen şeyin bir anlamı yok. İktidar tarihinin zayıf ve hiçbir soruna çözüm üretemeyecek durumda. Hal böyleyken ona her şeyi yapabilecek bir kudret vehmetmek niyet ne olursa olsun bu ceberut yapıya kan taşımaktan öte anlam taşımaz. Muhalefet güçleri yıllardır öncelikli görev olarak tek adam rejiminden kurtulmayı hedefledi. Bu aktüel görev başarılmış değil ve hala birinci sıraya onu koymadan diğerlerine geçmenin anlamı yok.
/././
THK’de satma sırası araçlara geldi -İsmail Arı-
Altı yıldır kayyum tarafından yönetilen Türk Hava Kurumu’nda helikopterler, uçaklar ve taşınmazlardan sonra satma sırası araçlara geldi. Aralarında tanker, otobüs ve makam araçlarının de yer aldığı THK’nin 29 aracı satılacak.
Mustafa Kemal Atatürk tarafından 100 yıl önce kurulan Türk Hava Kurumu’nun (THK) neyi var neyi yoksa satılıyor. Şimdi de THK’nin araçları için satış kararı alındı.
AKP döneminde THK’nin birçok geliri kesildi. İktidar baskısına bir de kötü yöneticilerin imza attığı yolsuzluklar da eklenince kurum borç batağına girdi. Kurum içindeki kavganın ardından da 2019’da THK’ye kayyum atandı.
AKP’lilerden seçilen kayyum heyetleri, önce ambulans helikopterleri sattı. Ardından da yıllarca tartışma konusu olan, bir dönem “hurda” denilerek bile isteye çürümeye terk edilen ve halkın tepkisiyle yeniden kullanılmaya başlanan yangın söndürme uçaklarının satışı için karar alındı.
YAKIT TANKERLERİ, OTOBÜSLER…
Kayyum heyeti şimdi de THK’nin araçlarını satmak için harekete geçti. THK’yi yöneten kayyum heyeti haziran ayında Türk Hava Kurumu Genel Başkanlığı ile Türk Hava Kurumu Havacılık Vakfı ve vakfa bağlı üniversite, şirket ve iştirakler tarafından kullanılan 29 aracı satmaya karar verdi.
Satışa çıkarılan araçlar arasından Audi A6 makam aracı, dört akaryakıt tankeri, karavan, kepçe, otobüsler, kamyon ve servis araçları da bulunuyor. THK’ye kayyum atayan 9. Sulh Hukuk Mahkemesi de araçların satışı için bir bilirkişiye rapor hazırlatarak araçlara değerini belirletti.
İLK DARBE 2013’TE VURULDU
Türk Hava Kurumu’na iktidar eliyle ilk ve en büyük darbe 2013 yılında vuruldu. Kurban derileri, 1926'dan itibaren Türk Hava Kurumu tarafından toplanmaya başlandı. THK dışında kurban derisi toplayanların kanunen 3 ila 6 ay arasında değişen hapis cezasıyla yargılanacağı, toplanan derilere ise el konulacağı belirtildi. 1994 yılında Muhsin Yazıcıoğlu'nun liderliğindeki Büyük Birlik Partisi (BBP) ve Akit gazetesi ayrı ayrı kampanyalar düzenledi. BBP, "Kurban derilerinizi ayyaşların sofralarına meze yapmayın", Akit ise "Müslüman, kurban derini ayyaşlara kaptırma" sözleriyle kurban derilerinin THK'ye verilmemesi çağrısı yaptı.
Gericiler, kurban derilerini THK'ye vermek yerine toprağa gömülmesinin doğru olacağına dair fetvalar dahi verdi. 2013 yılında "Yardım Toplama Esas ve Usulleri Hakkındaki Yönetmelik"te bir değişiklik yapıldı. Düzenlemeyle, kurban derisi toplama işleminde tekel olan THK'nin bu statüsü alındı ve isteyenin istediği yere bağış yapmasının yolu açıldı. Ayrıca THK’nin fitre toplaması da engellendi.
AKP’nin THK’ye vurduğu bu darbe ile kurumun milyonlarca liralık geliri elinden alındı. Kurban derilerinden elde edilen karın yüzde 50'si Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı'na, yüzde 40'ı Türk Hava Kurumu'na, yüzde 4'ü Kızılay’a, yüzde 3'ü Çocuk Esirgeme Kurumu'na, yüzde 3'ü de Diyanet Vakfı'na kalıyordu. THK’nin elinden alınan kurban derisi geliri ise şimdi cemaat ve tarikatlara akıyor.
KURUMUN GAYRİMENKULLERİ
İktidarın gözü sadece uçaklarda değil, aynı zamanda da THK’nin gayrimenkullerinde. Yaklaşık bin 300 civarında gayrimenkulü olan THK’nin hâlâ çok sayıda hava aracı da var. Ayrıca kurumun ülkenin birçok noktasında devasa arazileri, havaalanları, turizm bölgelerinde taşınmazları, iş merkezleri ve otelleri de var. 2019’dan bu yana yandaşlardan oluşan Kayyum Heyeti tarafından yönetilen THK’nin gayrimenkulleri ve hava araçları ise haraç mezat satılıyor.
***
Trump küresel ticareti nasıl etkiledi?-Hayri Kozanoğlu-
ABD Başkanı Trump, küresel ticareti gümrük duvarlarıyla kuşatma altına alırken, belirsizlik küresel tedarik zincirlerini tehdit ediyor. Alüminyumdan otomobile, çelikten yedek parçaya uzanan vergi dalgası büyüyor. Trump’ın planladığı devasa vergiler birçok ülke için henüz uygulanmasa da, 100 milyar doları aşan vergi tahsilatıyla ABD kasasını doldurdu. Küçük işletmeler risk altında, iflaslar ve işten çıkarmalar kapıda.
Trump’ın “Kurtuluş günü” olarak ilan ettiği ve tek tek ülkelere uygulanacak vergi oranlarını açıkladığı 2 Nisan 2025’ten bu yana 100 günü aşkın bir süre geçti. Bu süreçte sürekli ertelemeler, indirimler gündeme geldi. Kendini “Tariff Man” olarak adlandıran Trump’ın gönlünden geçen aşırı yüksek gümrük vergileri bir türlü uygulanamadı. Matrak kısaltmalara pek meraklı Amerikalılar bu konuda da TACO (Trump always chicken out) yani "Trump daima ilk tırsan olur" anlamına gelecek bir terimi dolaşıma soktular.
Şu ana kadar ABD ile sadece Birleşik Krallık ve Vietnam arasında kapsamlı ticaret anlaşmaları imzalandı. Onlar da %10’u aşan ek vergilere razı oldular. Trump eğer 1 Ağustos’a kadar bir uzlaşmaya varılamazsa, Avrupa Birliği, Japonya, Meksika, Brezilya, Güney Kore ve Tayland gibi yüksek ticaret hacmine sahip ülkeleri devasa vergilerin beklediğini sürekli tekrarlıyor. Örneğin en yakın iki ticaret partneri AB ve Meksika’nın ihraç ürünlerine yüzde 30 vergi uygulanması gündemde. Alüminyum ve çeliğe yüzde 50, oto yedek parçalarına yüzde 25 gibi spesifik vergiler de cabası. Bilindiği gibi geçtiğimiz haziran ayında ABD ile Çin geçici bir anlaşmaya varmış; karşılıklı yüzde 145 ve yüzde 12 gibi astronomik gümrük vergileri, ABD’nin uyguladığı oranı yüzde 30’a, Çin’in ise yüzde 10’a çekmesiyle sonuçlanmıştı.
Gümrük vergileri Trump’ın gönlünde yatan düzeyde değilse de, bu konuda araştırma yapan en yetkili kurum Yale Budget Lab’in bulgularına göre 1910’dan bu yana en yüksek noktayı temsil eden yüzde 20,6’ya kadar çıkmış durumda. Sırf mayıs ayında 27 milyar dolar gümrük vergisi tahsilatıyla, yılbaşından bu yana 100 milyar doları aşan bir gelir sağlanmış oldu. Bu rakamın 2025 sonuna kadar 300 milyar dolar gibi, ABD’nin GSYH’sinin yüzde 1’ini bulan bir toplama yükselmesi bekleniyor.
Değişen vergi oranlarına göre tedarik zincirlerini yeniden tasarlayan büyük şirketlerin bu süreçte göreceli az zarar görecekleri, küçük işletmelerin ise değişime ayak uydurmakta daha fazla zorlanacakları, önümüzdeki aylarda iflaslar ve işten çıkarmaların yaygınlaşabileceği düşünülüyor.
Financial Times gazetesinin baş ekonomik yorumcusu Martin Wolf 16 Temmuz 2025 tarihli köşe yazısında önemli bir noktaya dikkat çekiyor. Bilindiği gibi tüm ülkelerden yapılan alüminyum ve çelik ithalatına uygulanan vergi ayrımsız yüzde 25’ten yüzde 50’ye yükseltildi. Bu hammaddeler başta otomotiv ve beyaz eşya birçok sektör için bir girdi niteliğinde. Bu girdileri kullanan bir firmanın ürünleri ithal ürünleriyle rekabet halinde ise, maliyet artışını fiyatlara yansıtarak işin içinden sıyrılması söz konusu olabilir. Ama ihracata yönelik üretim yapıyorsa bu rekabet gücünü zayıflatır. Dolayısıyla dış ticaret dengesini olumsuz etkiler.
BREZİLYA TRUMP’IN HEDEFİNDE
Trump’ın açtığı ticaret savaşının asıl muhatabının Çin olduğu biliniyor. Çin’in 2025 ikinci çeyrek büyümesinin yüzde 5,2 olduğu açıklandı. Birinci çeyrekte de yüzde 5,4’lük bir yıllık büyüme gerçekleşmişti. Bu yüz güldüren performansta gümrük vergileri yürürlüğe girmeden ABD’ye yapılacak ihracatın öne çekilmesinin payı büyük. Ama en azından şimdilik Çin’in yüzde 5’lik yıllık büyüme hedefini tutturma yolunda olduğu söylenebilir. Yılın ikinci yarısının ihracatın zayıflaması, düşen tüketici güveni ve gerileyen fiyatlar nedeniyle talebin canlanamaması kaynaklı daha zor geçeceği tahmin ediliyor.
Donald Trump Brezilya’yı da yüzde 50 gümrük vergisi uygulamakla tehdit ediyor. Gelgelelim ABD, diğer birçok ülkenin aksine Brezilya’ya karşı dış ticaret fazlası veriyor. Geçen yıl bu fazla 7,8 milyar dolardı. Trump, Brezilya’nın solcu Cumhurbaşkanı Lula da Silva’ya yazdığı mektupta, “mini kopyam” dediği faşist eğilimli sabık başkan Bolsanaro’nun darbe teşebbüsü ile yargılanması nedeniyle böyle yüksek bir vergiye tevessül ettiğini açıkça beyan etti. Aşırı sağcılar arasındaki bu sığ dayanışmanın başta Dünya Ticaret Örgütü gelmek üzere kabul görmüş tüm dış ticaret kurallarına aykırı olduğunu söylemeye bile gerek yok.
Brezilya’nın BRICS ülkeleri arasında etkili bir üye olmasının, dolara alternatif bir para arayışında başı çekenler arasında bulunmasının Trump’ın hışmına uğramasının nedenleri arasında yer aldığı da şüphe götürmez.
KÜRESEL TİCARETTE BELİRSİZLİK EGEMEN
Uluslararası ticaretin seyri konusunda en yetkili yayınlardan biri de Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD) aylık bülteni. Temmuz 2025 nüshasında 2025’in ilk çeyreğinde küresel ticaretin bir önceki çeyreğe göre yüzde 1,5 arttığı bildiriliyor. Bu önceki çeyreklere göre bir yavaşlamayı temsil etse de, bunca karmaşaya rağmen dış ticaretin tökezlemediğini gösteriyor. Tahminler 2025’in ilk yarısında küresel ticaretin 230 milyar dolar mallardan, 70 milyar dolar hizmetlerden gelmek üzere 300 milyar dolar civarında artış göstereceği yolunda.
2025’in ilk çeyreğinde dış ticarete gelişmiş ülkelerin aktiviteleri ivme kazandırdı. Gelişmiş ülkelerin ithalatı yüzde 4, ihracatı yüzde 2 artarken gelişmekte olan ülkelerin ithalatı yüzde 2 daraldı, ihracatı ise ancak yüzde 1 arttı. Halbuki yıllık bazda gelişmekte olan ülkeler ihracatta yüzde 6’lık bir sıçrama gösterirken, gelişmiş ülkeler sadece yüzde 2’lik bir yükseliş sergileyebildi.
2025 birinci çeyrek sonu itibarıyla ülkeler arasındaki ikili ticarete göz atınca; en büyük açığı Çin karşısında, gümrük vergileri yürürlüğe girmeden hızlanan ihracatın etkisiyle ABD’nin verdiğini görüyoruz. ABD’nin Çin’e yıllık dış ticaret açığı 5 milyar dolar artışla, 360 milyar dolara ulaşıyor. En belirgin sıçrama ise, ABD’nin AB karşısındaki açığının 40 milyar dolarlık ivmelenmeyle 276 milyar dolara ulaşması sonucu gözleniyor.
Bülten, 2025’in ikinci yarısında belirsizliklerin süreceğini tahmin ediyor. ABD’nin yüzde 10 ayrımsız gümrük vergisi üzerine, hangi ülkelere ve hangi mallara ne oranda vergi uygulayacağının bilinememesinin bu puslu havanın ana kaynağı olduğunu belirtiyor. Şu ana kadar çok sınırlı örneklerini gördüğümüz, ABD’ye karşı devreye girecek misillemelerin önem kazanacağının altını çiziyor. Özellikle stratejik ve yüksek teknolojili sektörlerin öne çıkacağı ulusal sanayileri güçlendirme stratejilerinin devreye girmesinin de dış ticareti etkileyeceğini düşünüyor. Küresel tedarik zincirlerinin giderek daha kompleks hale gelmesiyle, sadece doğrudan hedef alınan ülkeler ve sektörlerin değil, değer zincirindeki diğer halkaların da etkileneceğini, gümrük vergilerinin tüm tedarik şebekesinde aksamalara neden olabileceğini hatırlatıyor.

Gazeteci, siyasetçi, parti genel başkanı, araştırmacı ve yazar özellikleri ile öne çıkan Altan Öymen’in Kurucu Meclis üyeliği ve Anayasa mesaisi pek az dillendirilir.
2017 kurgusunun Temmuz 2018’de uygulamaya konması, TBMM’de siyasal söylem ayrışmasını da beraberinde getirmişti. ‘Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme’ sürdürülebilir değildi; hesapverebilir Hükümet yolunda demokratik Anayasa gereğini dile getirdiğimiz her kez, AKP ve MHP grup başkanvekilleri anında tepki gösterirdi: 2017’de CBHS kurulması ile Anayasa sayfası bir daha açılmayacak biçimde kapanmıştır.
Komisyon ve Genel Kurul konuşmaları ile yetinmiyor, Parti için de sürekli raporlar hazırlıyordum. 2020 ortaları, Anayasa gündemi henüz erkendi kimi partililer için. A. Öymen’in Anayasa gündemi ve aciliyeti üzerine görüşlerini aktardığı telefonu, beni pek cesaretlendirmişti.
Anayasa gündemi, CHP ve 6’lı Masa için 2020 sonlarında gündem olmaya başladı. Reddiyeci Cumhur İttifakı ise, “ani bir çark” ile Şubat 2021’de “şimdi sivil anayasa! zamanı” diyecekti…
Anayasa sorunu, izleyen ay ve yıllarda Sevgili Öymen ile görüşmelerimizin merkezinde yer alıyordu. 2023 seçimleri ardından da ANAYASA-DER’in anayasal işlevine her vesile ile dikkat çekiyordu.
“Cumhuriyetin 100. Yılı Anayasa Armağanı”, 1961 Anayasası Kurucu Meclisi üyesi A. Öymen ile Anayasa söyleşisi yapma olanağı yarattı: birkaç alıntı:
“Okuma yazma %5 civarında. 1930’larda babam milletvekili seçildi, Bolu milletvekiliydi. Ailece yazları Bolu’ya giderdik. Annem Boluluydu. Trabzonlu olduğu için babam ilk orayı istemiş, ama orası dolu denilince eşinin memleketini mebus olacağı yer olarak seçmiş. Bu nedenle “kadın köylü” diye arkadaşı dalga geçerdi. Annemin Bolu’da akrabaları vardı. Bolu’da toplantıları katılırdık. Toplantı bittikten sonra, büyükler sohbete dalar, benim yanıma da yaşlılar gelir. “Oğlum sana bir zahmet şunu bir okuyuversene, bana bir mektup gelmiş.” Eğer zaman müsaitse bir iki satır da cevap yazardım. Böyle örnek çoktu. Arzuhalcilik diye bir meslek vardı hatta. Arzuhalciler en münevver adamlar arasında sayılıyordu, aralarından milletvekili olan dahi vardı. Gazete de okunmuyor. İnsanların Cumhuriyet’e alışması kolay olmadı. Eski rejimi hatırlayanlar da vardı. İkinci Grup, sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası gibi muhalif partilerdeki bir kısım Cumhuriyet’ten memnun değildi, hilafet yanlısıydı mesela. Yavaş yavaş Türkiye kamuoyunda Cumhuriyet kavramı yerleşti. Eskilerden okumuş yazmış olanlar daha çabuk farkına vardı. Babam öğretmen olarak Osmanlı zamanında Almanya’ya tahsile gönderilmişti, nereden nereye mukayese yapılırken Avrupa-Türkiye mukayese yapıp Türkiye’nin münevver Batı medeniyetlerine doğru ilerlediğini anlamıştı, daha çabuk anlamıştı Cumhuriyet’i. Ev sohbetlerinde de geçmişle karşılaştırma yapılırdı. Ankara’da otururduk biz, Ankara şantiye gibiydi mesela. Binalar yapılıyor, şehir değişiyor, Ankara Valisi Nevzat Bey şehrin görünümünün iyi olması için her türlü tedbiri biraz da fazlasıyla alıyordu. Üstü başı kötü olanları meclis civarındaki caddelerde dolaştırmıyordu… (…)
61 Anayasası’nı yazan Kurucu Meclis’te milliyetçilik lafı üzerine çok tartışma oldu. Altı Ok’un anayasaya girmemesini isteyenler oldu. Partinin amblemi olduğu gibi girmemeli dendi. İkiye bölündü meclis. Sonradan milliyetçilik başlangıca alındı. (…)
61 Kurucu Meclis’ten sonra ben Bonn’da basın ataşesi oldum. Görevimiz yeni anayasayı tanıtmaktı. Batı gazeteleri de yeni anayasayı takip ediyordu. Hukukçular meraklıydı. Geçmişe bakınca insan iyimser oluyor, ama geleceğe bakınca farklı.
Cemal Gürsel de ikinci cumhuriyet kelimesini kullanıyordu. Gazetelerde de geçiyordu. Fakat Anayasa Komisyonu’nda bu kabul edilmedi. Turan Güneş komisyon sözcüsü olarak Genel Kurul’da bunun doğru olmayacağını söyledi ve şöyle konuşmasını bitirdi: “Bu gerekçelerle belirtiyorum ki Yaşasın Türkiye’nin tek ve ebedi Cumhuriyeti”. Hepimiz ayakta alkışladık. Dünyanın başka yerlerinde kesintisiz bir Cumhuriyet pek yok. 12 Mart’ta meclis kesintiye uğramamış, 27 Mayıs’ta askerler görevi bırakmış, 12 Eylül’de Evren’e devlet başkanı dendi.
Eskiden gazetelere ilan vermenin de bir eşitliği vardı. Basın İlan Kurumu böyle çalışıyordu. Şimdi bu cezalandırma müessesi oldu. RTÜK de basını baskılıyor. Özel televizyon da olsa partilere eşit davranılması gerekiyor. RTÜK şimdi ceza yağdırıyor. Eşitliği sağlamak için kurulan kurumlar şimdi iktidarın sopasına dönüştü, baskı aracına dönüştü. Başka ülkelerdeki insanlara bunları anlatmak çok zor. Ben daha önce 7 sene boyunca yargı kararı olmadan hapiste tutulan insanların olduğunu hatırlamıyorum, önceden temyizden geçen mahkeme kararı olur, sonra hapis cezası çekilirdi. Cezasız hapiste tutuluyor, karar olmadan hapse atılıyor insanlar. (…)” (Tam metin için bkz. Cumhuriyetin 100. Yıllık Anayasa Armağanı (ANAYASA-DER/LEGAL, Aralık 2024: Söyleşiler, tanıklıklar (sf.2-8)
28 Ekim 2023’te yine ANAYASA-DER’de yüzüncü yıl toplantısı, A. Öymen ve Prof. Aysel Çelikel ile birlikte özellikle genç üyelerle 100. Yıl söyleşisi yaptık.
ARTVİN/RİZE/TRABZON
Üçüncü ve son toplu anayasa karşılaşmsıa ise, 3 Mayıs 2025’te gerçekleşti.
Legal Kitabevi imza ve söyleşisine, Armağan’a katkıda
bulunan Prof. K. Boratav, A. Çelikel, Y. Kepenek ve I. Kuçuradi gelemedi. (M. İ.Çığ, kitap basıda iken aramızdan ayrılmıştı). Prof. Adem Genç aramızda idi. Zamanla koyulaşan söyleşide şakalaşmalar da eksik edilmiyordu. Bir ara, Artvin (Kaboğlu), Rize (Genç) ve Trabzon (Öymen) yanyana sözleriyle şakalaştık.
İlerleyen saatlerde Sırrı Süreyya Önder’in vefat haberi üzerine saygı duruşunda, 2017 TBMM’de 2017 Şubat ayı ünlü konuşmasını bir kez daha dinledik: “…nesiniz siz milletin ekmeğiyle bu kadar oynuyorsunuz?”
ATI ÇALAN…
Üstad Öymen, söz ve deyimlerin kuşaklararası anlam ve kullanımlarını pek önemserdi. ‘Atı alan…” için, aslı “Atı çalan…” demişti. Şubat 2017’de OHAL KHK’zede olunca Prof. Boratav, “gelecek olsun!” demişti. Nisan 2017 Anayasa halkoylaması ardından Üsküdar’ın hangi atla geçildiği ise belgelerde.
Anayasa yazıları için zaman zaman önceden görüşümü sorar, fikir alışverişinde bulunur ve büyük bir alçak gönüllülükle memnuniyetini dillendirirdi.
Öymen’in Anayasa umudu, anayasacıların ve hukukçuları, anayasal bilgilenme hakkına katkıya çağrı olarak da görülebilir.
Fikri ve iradi olarak iyimser tavır ve yaklaşımları ile hepimize pozitif enerji aşılayan “Cumhuriyet Beyefendisi” Altan Öymen, demokratik Cumhuriyet yolunda zorlu ödevler de verdi bizlere. Bunları yerine getirebildiğimiz ölçüde ruhu şad olacak.
Çalınmayan Anayasa gelecek olsun!
/././
Çok geç gelen adalet -Ayça Söylemez-
Anayasa Mahkemesi, kanuna uygun bir karar verdi. Kanuna uygunsuzlukların yıllardır sürdüğü dosyalardan birindeki başvuruya dair…
Neydi o uygunsuzluklar?
Takribi 5 yıldır yazdığım, “kadrolu tanık” adını verdiğimiz İsmet Ö., bir beyanında, 2000-2007 arasında Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesinde Yardımcı İstihbarat Elemanı olarak çalıştığını, istihbarat personellerince, İstanbul’da suikast gibi yasadışı eylemlerde kullanıldığını ileri sürmüştü.
İstanbul 33. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki davada verdiği ifadesinde, “…istihbarat ile görüştüğümde, istihbaratın içinde özel bir yapılanmaya gidildiğini, istihbarattaki görevime son verileceğini, bu yapının içinde yer alacağımı, kod adımın Avcı olacağı söylendi. Direkt Ali İhsan Kaya’ya bağlı olarak faaliyet yürüteceğimi, sadece onunla temas kuracağım söylendi. Onun üzerine iki tane silahlı eylem gerçekleştirdim” dedi. İstanbul 18. Ağır Ceza Mahkemesi dosyasına giren İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü evrakına göre de İsmet Ö., “Fırat Yalçın” kod adı ile yardımcı istihbarat elemanı olarak çalıştırılıyordu.
∗∗∗
Eski polislerin suikastlar düzenletmekle suçlandığı “FETÖ” davasında İstanbul 33. Ağır Ceza Mahkemesi, 11 Aralık 2023’te kararını açıklamış, yakalamalı sanıklar Mehmet Yılmaz, Serdar Bayraktutan, Halil Karakuzulu, Ufuk Yıldırım ve ifadede adı geçen Ali İhsan Kaya hakkındaki dosyanın ayrılmasına karar vermişti. Bu davanın iddianamesinde, polislerle ilgili suçlamalar şöyleydi: “Güvenlik birimleri ya da stratejik kurumlardaki uzantıları vasıtasıyla illegal yöntemlerle temin edilen ve üzerinde oynanmış çeşitli dijital verileri kamuoyuna sunarak kişiler ve kurumlar üzerinde yanlış algıların oluşmasını (...) sağlamaya çalışan örgüt (...) her türlü baskı, cebir vb. tarzda hareketleri meşru görmektedir.”
Bu davadaki sanıklardan, eski polis Serdar Bayraktutan, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ve “FETÖ/PDY’nin Selam Tevhid soruşturmasında kumpas kurduğu” iddiasına yönelik davada da bazı eski emniyet müdürleriyle birlikte sanıktı. Bayraktutan bu davanın iddianamesinde de “Sahte Tanık/Gizli Tanık Temini” ile suçlanmıştı.
Yani, tanık İsmet Ö.’nün bu konuda verdiği beyanlarla örtüşen bazı dosyalar bulunuyor. Peki, bu mevzuyu neden şimdi konuşuyoruz?
Çünkü davada adı geçen eski polis amiri Sedar Bayraktutan, Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) ile Halkın Hukuk Bürosu’ndan (HHB) avukatların yargılandığı davanın dosyasını oluşturan polislerdendi. İsmet Ö. de aynı davada tanıktı.
Davanın savunma avukatlarından Oğuzhan Topalkara, İsmet Ö.’nün yukarıdaki beyanlarının örtüştüğü dosyalardaki bilgilere dayanarak verdiği tevsii tahkikat dilekçesinde, İsmet Ö.’nün, yargılanan avukatlar hakkında o dönem verdiği ifadelerin eski polis Serdar Bayraktutan tarafından şekillendirildiğini yazdı. ÇHD davası iddianamesini hazırlayan (eski) savcı Adem Özcan ile soruşturmada görevli dönemin polis amirleri Ömer Köse, Serdar Bayraktutan ve Osman Özgür Açıkgöz ile Kürşat Durmuş’un da yargılandığı davanın iddianamesinde, “şüphelilerin amacının dosyalar arasında irtibat olduğu algısı oluşturarak delil üretmek olduğu” suçlamasının yer aldığını hatırlattı. Bu bilgilere binaen verdiği 3 Ekim 2022 tarihli dilekçesinde, “İsmet Ö.’nün, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi içerisinde yer alan FETÖ’cü yapılanma tarafından birçok suikast ve komplo faaliyetinde kullanıldığını” ve ÇHD davasının iddianamesine dayanak olarak kullanılan birçok tanık ifadesinin de bu yönde “kurgusal suçlamalarla” oluşturulduğunu belirtti. (Mahkeme tevsii tahkikat talebini reddetti.)
İsmet Ö.’nün kendisinin gerçekleştirdiğini anlattığı suikastlar arasında, ölüm orucunda hayatını kaybeden avukat Ebru Timtik’e yöneltilen suçlama da vardı. ÇHD iddianamesinde, suikast emrini Timtik’in verdiği ileri sürüldü çünkü İsmet Ö., İstanbul Terörle Mücadele Şubesi Müdürlüğüne yazdığı mektupta, “2006 yılı içerisinde DHKP/C terör örgütü adına Eyüp İlçesi Güzeltepe mahallesinde DHKP/C terör örgütünün talimatıyla bir şahsı vurduğunu” iddia etmişti. Ancak daha sonraki beyanında, suikast eylemlerini, Emniyet İstihbarat polislerinin talimatı ile gerçekleştirdiğini anlattı.
Soru baki: Bunu neden şimdi konuşuyoruz? Çünkü Anayasa Mahkemesi’nin en başta bahsettiğim kanuna aykırı kararı da Ebru Timtik’le ilgili. Yani, onun cenazesiyle.
∗∗∗
Ebru Timtik tüm bu uygulamaların adil yargılanma hakkını engellediğini söyleyerek başladığı ölüm orucunda, 27 Ağustos 2020’de hayatını kaybetti. Kardeşi Barkın Timtik de tutukluydu ve cenazesine gitmek için izin istedi. İzin talebi, “COVID-19 salgınının neden olduğu bulaş riski ile kaçma şüphesinin bulunduğuna ve emniyet birimlerince yeterli tedbir alınamayacağına ilişkin kolluk tutanağına” dayanılarak kabul edilmedi. O da Anayasa Mahkemesine başvurdu.
Geçen hafta AYM kararını açıkladı. 5275 sayılı Kanun’da yakınlarının ölümü hâlinde hükümlüye mazeret izni verilmesinin düzenlendiğini ifade eden mahkeme, Barkın Timtik’in bu haktan gerekçesiz şekilde mahrum bırakıldığına hükmetti: “…idari ve yargısal makamlar tarafından gösterilen gerekçeler, başvurucunun çıkarları ile toplumun çıkarları arasında adil denge kurulmasına yönelik olarak ikna edici, ilgili ve yeterli unsurlara sahip değildir. Dolayısıyla başvurucunun cenaze ve taziyeye katılarak ailesine destek olma imkânından yoksun kalmasında kamusal makamların talebin reddedilmesi şeklindeki müdahalesinin özel hayata ve aile hayatına saygı hakkını ihlal ettiği sonucuna ulaşılmıştır.”
Karar, cenazenin kaldırılmasından 5 yıl sonra verildi. Yüksek mahkeme, geç gelen adaletin, adalet olmadığını gayet net anlatan bir karara imza atmış oldu.
/././
Kırsala dört koldan kuşatma -Özge Güneş-
Ekilmeyen tarım arazilerinin kiraya verileceği haberi ilk çıktığında mülkiyet hakkı üzerinden ciddi itirazlar doğurmuştu. Bu itirazlara karşın yönetmelik, 22 Ağustos 2024 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmişti. CHP, yönetmeliğin iptali ve yürütmesinin durdurulması için Danıştay’a dava açmıştı. Davanın akıbeti nedir, bilgimiz yok.
Son çıkan bir habere göre Tarım ve Orman Bakanlığı, iki yıl üst üste ekilmeyen tarım arazileri için ilk kiralama işlemlerine 16 Ekim’de başlıyor.
Daha önce rezerv alan kararlarında gördüğümüz gibi, mülkiyet hakkını geri plana iten bu yönelim süreklilik taşıyor. Şimdi bu zincirin bir halkasını da zeytinlikler oluşturuyor.
∗∗∗
Kırsalda uzun süredir çalan bu alarm, yalnızca bir ekonomik krizin değil, yapısal bir dönüşümün habercisi. Bu dönüşüme karşı durabilmek için meseleyi mülkiyetin ötesinde, kırsalın ekonomi-politik anlamı üzerinden, daha geniş bir çerçevede tartışmak gerekiyor. Çünkü kırsal bugün dört koldan kuşatma altında:
Mülkiyetin aşındırılması: Ekilmeyen tarım arazilerinin rıza olmaksızın kiraya verilmesi, rezerv alan kararları, zeytinliklerin hukuki koruma dışına itilmesi gibi düzenlemelerle toprak üzerindeki temel haklar geriliyor. Tarım Bakanlığı, üretim yapamayan çiftçiye destek sunmak yerine, toprağını ondan alıp başkasına devretme görevini üstleniyor. Bu, kamunun üreticiyi güçlendirme değil, onu sistem dışına itme tercihini açıkça gösteriyor.
Üreticinin dışlanması: Bu dışlayıcı tercihlerin bir başka göstergesi de enflasyon verilerinde kendini açık ediyor. Haziran 2025 itibarıyla tarımda üretici enflasyonu tüm zamanların rekorunu kırmış durumda. TÜİK verilerine göre Tarım ÜFE aylık bazda yüzde 18,82 artışla 2010’dan bu yana en yüksek seviyeye ulaştı. Bu rakamlar, sadece açlığın derinleşeceğini göstermiyor. Çiftçinin ahvalini, kırsalın çözülüşünü de ifade ediyor.
Doğanın ve toprağın metalaştırılması: Üreticinin bu zorlu mücadelesi, sadece maliyet artışları ile sınırlı değil. Tarım arazileri madencilik, enerji, karbon ticareti gibi faaliyetler için tahsis ediliyor; toprak geçim alanı değil yatırım aracına dönüştürülüyor. Geldiğimiz noktada, toprağa sahip olmak geçinmeye yetmiyor.
Kuşkusuz bu durum toprağın nasıl tanımlandığı ile ilgili köklü bir değişimin eşiğinde olduğumuzu ve buna karşı bir yanıt üretme ihtiyacını da gösteriyor.
Bu dönüşümün en görünür ve yakıcı örneği zeytinliklerdir. Yıllardır enerji ve madencilik şirketlerinin hedefinde olan zeytinlikler, bir kez daha yasal koruma kapsamından çıkarılmak isteniyor. Meclis’te madde madde kabul edilen yeni yasa teklifleri, kamuoyunun ve bilim insanlarının tüm uyarılarına rağmen hızla ilerletiliyor.
Ancak kuşatma zeytinliklerle sınırlı değil. Toprağın bir geçim alanı olmaktan çıkarılıp devredilebilir bir kaynak olarak yeniden tanımlanması, ithalat teşvikleri kadar yapısal tercihlerin sonucu.
Temsiliyetin çöküşü: Hem çiftçi örgütleri hem de yerel halk, alınan kararlardan sistematik biçimde dışlanıyor. Meclis’in zeytinlikler konusunda şirketlerin lehine karar alması, yalnızca bir yasa değişikliği değil, derinleşen temsiliyet krizinin de göstergesi. Kararlar halktan kopuk biçimde alınırken, kır emekçileri ve geniş halk kesimleri izleyici konumuna itiliyor.
∗∗∗
Tüm bunlar, topyekün bir kırsal çözülme sürecinin parçaları. Son yirmi küsür yılda dünya genelinde tarım alanları hızla şirketleştirilirken, küçük üreticiler, köylüler ve kır emekçileri topraklarından koparılmış, yerlerinden edilmiş durumda.
Zeytinlikler konusunda kamu otoritesinin şirketlerin safında yer alması, bu tercihin idari ve yasal aygıtlarla nasıl kurumsallaştırıldığını açıkça gösteriyor. Zira tarımsal karar alma süreçlerinin giderek merkezi yapılarca, çoğu zaman da sermaye lehine örgütlenmiş teknokratik kadrolarca belirlenmesi, temsili demokrasinin sınırlarını da gözler önüne seriyor.
Bu nedenle mısırda fiyat talebiyle zeytinlik nöbeti arasında bağ kurmak, yani üretici talepleriyle toprak savunularını aynı siyasal zemin üzerine oturtmak hayati önem taşıyor. Yalnızca bu yolla kırsaldaki parçalı direnişler, toprağı ve üretimi piyasaya devreden yapısal tercihlere karşı ortak bir mücadele hattına dönüşebilir.
/././
Ares’e denizi çok gördüler -Gözde Bedeloğlu-
Bu hafta yaşanan iki örnekte gördük ki, kıyılar istenildiğinde hayvanlara kapatılabiliyor, su kenarında serbestçe dolaşıp denize girmeleri engellenebiliyor. Kendini doğanın tek sahibi sayan insanların bir şikâyetiyle hem de…
Biliyorsunuz, AKP hükümetinin önemli hizmetlerinden biri de 2015 yılında kurulan CİMER yani Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi. Yurttaşlar talep, ihbar ve şikâyetlerini telefon ya da internet üzerinden doğrudan cumhurbaşkanlığına iletebiliyor.
Balıkesir Erdek’te biri ya da birileri, kamp alanında yaşayan otuza yakın kazın çevrede dolaşıp denize girmesinden rahatsız olup CİMER’e bildirmiş. CİMER de, “Sayın yurttaş bunlar adı üzerinde kaz, denizde yüzmek ve hatta Allah sizi inandırsın ara ara su altına dalmak üzere tasarlanmış canlılar, böyle şikâyet mi olur” dememiş ve hayvanların kümese kapatılmasına karar vermiş. Kazların sekizi, stres ve sıcak nedeniyle ölmüş.
Diğer ‘olmaz bu kadar’ dedirten haber İzmir Dikili’den. Satın alınan ancak heves kaçınca sokağa bırakılan binlerce köpekten biri olan Ares, denize giriyor diye belediyeye şikâyet edilmiş. Belediye de kimseye bir zararı dokunmayan, tek derdi yaz sıcağında biraz serinlemek olan köpeği barınağa kapatmış. Ares de, orada kaptığı virüs nedeniyle ölmüş.
***
Geçen yıl, bütün itirazlara rağmen, sokak hayvanlarının toplatılmasına ilişkin yasa değişikliği TBMM’de kabul edilmişti. Düzenlemenin iptali için CHP, Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu fakat AYM yasanın iptal başvurusunu reddetti. Eğer, örneklerine şahit olduğumuz gibi topluca zehirlenmezlerse, tıpkı Ares gibi hapsedildikleri pis ve bakımsız barınaklarda ölüme terk ediliyorlar. Bunun yanında cins hayvanların üretimi ve satışına dair hiçbir engel yok.
Yok kazlar etrafta çok geziyor, yok köpek denize girip yüzüyor gibi bahanelerle, doğayı kendine hizmetkâr sayıp, beraber yaşamaya yazgılı olduğumuz hayvanların yaşam alanına destursuz giren insanoğlundan daha pisi mi var ki dünyada? Geçen yıl Nepal, dünyanın en yüksek dağı olan Everest ve Himalayalar’daki diğer iki zirveden 11 ton çöp topladığını açıklamıştı. Okyanuslardaki plastik kirliliği de her yıl katlanıyor. Bu plastikleri denize giren Ares değil, onu şikâyet edenler kullanıyor.
***
Ve yine, ‘çok geziyorlar’ diye belediyeye bildirilen kazların üzerinde ne tişört var ne pantolon. Tekstil sektörü, su ve karbon ayak izi en fazla olan sektörlerin başında geliyor. Bir adet pamuklu tişört üretebilmek için 2 bin 700 litre, 1 kot pantolon için 8 bin litre su harcanıyor. Üretimin ve tüketimin hızlı olduğu tekstil sektörü atık fazlalığıyla çevreye zarar veriyor ve maalesef sadece küçük bir oranı geri dönüştürülüyor. Kazların tüylerini yolarak kendine mont yapan insanoğlu can alıp gezegeni yaşanmaz hale getirmekten çekinmiyor ama CİMER’i arayıp bu kazlar gezmesin, yüzmesin diye şikâyet etmesini biliyor.
Ares’in denize girmesinden iğrenip ölümüne sebep olan insanlar duymuş mu ki, Everest insan dışkısı yüzünden kokmaya başlamış!? Nepalli yetkililer, dağcılarla ilgili bu konuda ek önlemler almak zorunda kalmış. İşin özeti, insandan daha pis, daha vahşi, gezegene daha zararlı bir canlı yok elbette.
Yıllardır sürdürülen kutuplaştırıcı siyaset nasıl ki insanların öteki ile bir arada yaşam düzenini bozduysa, toplu hayvan katliamının önünü açan yasal düzenlemeler gibi akla ve vicdana sığmayan uygulamalar da şiddeti normalleştirdi. Serinlemek isteyen bir köpekle denizi paylaşmamak ya da bir grup kaza kafayı takıp ölümlerine sebep olmak, insan ve doğa ilişkisinin uğradığı ahlaki ve vicdani erozyona dair ciddi şeyler fısıldıyor.
/././
BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder