Cumhuriyet "Köşebaşı" -28/Temmuz/2025-

‘Süreç’ üzerine notlar -Ergin Yıldızoğlu-

Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

Önce bir not: Liberal “yararlı salakları” yine nüksettiler, “ulusalcı” (Aksi ne acaba? Bunlar sosyalist olmadığına göre “enternasyonalizm” olamaz. Küreselleşmeci kimlik siyaseti olsa gerek.) saplantısıyla abuk sabuk konuşuyorlar. İlk seferinde, yaptıklarının anlamını “belki de” bilemiyorlardı. Yaptıklarının sonuçlarıyla karşılaşınca “ama biz aldatıldık” demeye başladılar. Bu kez “salaklar” kavramı uygun olmaz: Onlar, “Ne yaptıklarını biliyorlar, yapmaya devam ediyorlar”

Kürt hareketinin yakaladığını düşündüğü “fırsata” dönersek. Bu “fırsatın”, hareketin değil dışsal etkenlerin iradesi ile oluştuğunu, bu iradenin değişebileceğini düşünmek gerekir. Tartışmamız açısından, Kürt hareketinin jeopolitiğini “Suriye ve Türkiye” üzerinden düşünebiliriz.

Suriye ve BOP

Kürt hareketinin Suriye’deki başarısı, kazanımları (cesareti, fedakarlıkları asla küçümsemeden), bölge jeopolitiği içinde, ABD ve İsrail’in iradesine endekslidir.

BOP kapsamında, bölge ülkelerini yeniden yapılandırma projesi iflas edince, Pentagon, Churchill’in 1921’de, “sömürgeler bakanı” olduğu sırada Ortadoğu’yu kontrol etmek için önerdiği yönteme döndü: Düzen getirmeye gerek yok, aşiret ve cemaat yapıları dursun. Bir isyan olursa, iyi korunan bir kaç büyük üsten hareketle havadan imha yoluyla, karadan zırhlı araçlarla bastırırız (D. Fromkin, A peace to end all peace, sf. 500)

Böylece Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Somali, Sudan, İran devletleri parçalanmak üzere hedefe konuyordu (Gen. Wesley Clark, 2007). Aynı dönemde İsrail, iki devletli çözüm projesini terk ederek “Clean Break” yaklaşımı ile, bölgede İsrail’i tehdit edebilecek ulus devletleri parçalama amacını benimsiyordu.

İki nokta dikkate değer: 1) O listede Mısır, Tunus, Fas, Cezayir yoktu. 2) Yalnızca İran ayakta kalmaya devam ediyor. Bunların yıkılan devletlerden farklı ortak özellikleri, birer ulus devlet olmalarıdır. Bu gözlem rejimlerini onayladığım anlamına gelmez. Bu mercekten bakınca da Kürtlerin gelecekte bir ulus devlet inşa edebilmesi için en az iki ulus devletin parçalanmasının gerektiği görülür. Ancak bu iki ulus devlet parçalandığında bölgeyi şekillendiren irade yeni bir ulus devletin oluşmasına izin (!) vermeyebilir. Diğer taraftan, bir ulusal hareketin var olabilmek için emperyalizmin bölge politikasının aracı olmayı kabullenmesi, sosyalistler açısından onu, desteklenecek hareketler listesinden çıkarır.

Ve Türkiye

Kürt siyasi hatta askeri hareketinin Türkiye’de “yakaladığı fırsata” gelirsek. Bu da hareketin gücünün rejime, barışa yönelmekten başka bir çare bırakmamış olmasından kaynaklanmadı. Aksine rejim hiçbir engelle karşılaşmadan kayyum atıyordu. Hapishaneler Kürt siyasi hareketinin temsilcileriyle dolmuştu. Bu “fırsat”, ekonomik iflasın, CHP’nin yükselmesinin, halkın öfkesinin rejimin geleceğini tehdit etmeye başlamış olmasından kaynaklandı. Fırsat penceresi, rejim, “Kürt seçkinlerinin desteğini alabilirsem, seçmeninin de oyunu alabilir oy oranımı, seçim kazanabileceğim bir düzeye çıkarabilirim” diye düşünmeye başlayınca açıldı.

Burada da üç sorun var.

1) Bir Çin atasözü der ki: “Kaplanın sırtına binenler oradan inemezler.”

2) Bu rejimin, süreç olarak faşizmi ilerletmek için Kürt hareketinin desteğini almayı başardıktan sonra, Kürtlerin haklarının ve özgürlüklerinin gelişmesine izin verme olasılığı sıfırdan küçüktür. Küçüktür, çünkü Kürt seçkinleri ve entelijensiyası, kendi siyasi ekonomik çıkarlarını halkın özgürlükleri önüne koyarak, hatta bu talepleri bastırarak süreç olarak faşizme eklemlenebilir.

3) Süreç olarak faşizmle, onun ilerlemesine katkıda bulunacak biçimde işbirliği yapan bir siyaset, sosyalistler açısından desteklenecek ulusal hareketler listesinden düşer. Kürt hareketi bugün bir yol ayrımındadır, ya haklar ve özgürlükler mücadelesinin, faşizme, emperyalizme direnişin saflarında olacak ya da süreç olarak faşizmin ve emperyalist politikaların bir aracı.

Batı’da yükselen dalga Japonya’ya ulaştı -Ergin Yıldızoğlu-

Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor: Yaklaşık yetmiş yıldır iktidarın büyük kısmını elinde tutan Liberal Demokrat Parti (LDP) her iki mecliste de çoğunluğu kaybetti. Buna karşı faşist eğilimli partiler başarılı oldular. Avrupa’dan ABD’ye kadar yükselen faşist dalga Japonya kıyılarına ulaştı.

HEP AYNI ŞARKI

Sanseito (Japonca’da “Üç Ses Partisi”) seçimlerden büyük bir başarıyla çıktı. Kurucusu ve lideri Sohei Kamiya’nın “Japanese First” (Önce Japonca) sloganı, Donald Trump’ın “Make America Great Again” retoriğini anımsatıyordu. Gerçekten de Kamiya, Amerika’nın MAGA hareketini ve Trump’ı, İngiltere’deki Reform UK’yi, Almanya’daki AfD’yi ve Fransa’daki Ulusal Toparlanma (LePen) partilerini desteklediğini açıkça dile getiriyor. Sanseito’nun göçmen karşıtı söylemleri, turizmi hedef alan aşırı çıkışları, kültürel saflığı koruma söylemi, kadınların haklarının çok genişlediğine ilişkin iddiaları, küresel faşist hareketlerin programlarıyla örtüşüyor.

The Japan Times, seçim sonrası yayımladığı analizinde, Sanseito’nun 14 sandalye kazanarak Üst Meclis’teki en büyük dördüncü muhalefet partisi haline geldiğini yazdı. Parti, yalnızca iki yıl önce bir sandalye ile meclise girmişti. JT’ye göre Sanseito’nun bu performansı, ani bir patlamadan çok, yapısal bir rahatsızlığın siyasi ifadesiydi: 40 yaş altı erkek seçmenlerin yarısı, oylarını Sanseito’ya ve diğer faşist eğilimli parti Demokratik Halk Partisi’ne (DPP) verdiler. Bu seçmen grubu, 1990’lar ve 2000’lerin başında durgun bir ekonomide iş güvencesinden yoksun biçimde büyüdü, bugün de yüksek enflasyon, eriyen reel ücretler, artan hayat pahalılığı altında eziliyorlar. Sanseito ve DPP, bu kesimin öfkesini göçmenlere, küreselleşmeye ve yerleşik siyaset elitine yönlendiriyor.

Asahi Shimbun, pazartesi günü “Vox Populi” (halkın sesi) başlıklı bir köşe yazısında, seçimlerde yabancı düşmanlığının meşrulaştırıldığından yakınıyordu. Gazete, “Bir siyasi partinin lideri, televizyon ekranında siyahların ve Müslümanların gece içki içmesini korkutucu bulduğunu söyleyebiliyor ve bunu meşru bir tartışma olarak sunabiliyor. Bu, Japon demokrasisi açısından yeni bir eşiğin geçildiğini gösteriyor” diyerek seçim sonuçlarının sadece politik değil, etik düzlemde de bir kırılmaya işaret ettiğini vurguluyordu.

Bu tür söylemler, Japon kültürünün kronik ve yapısal bir özelliği ancak ilk kez bu kadar açık bir şekilde kitleselleşti. LDP uzun yıllar boyunca sağ popülist eğilimleri sistem içine alarak etkisizleştirebilmişti. LDP lideri, Shinzo Abe’nin 2022’de bir suikasta kurban gitmesi, sağın içinden yeni, radikal tiplerin yükselmesini kolaylaştırmış. Sanseito’nun lideri Kamiya da geçmişte LDP’de görev almış bir isim. Sanseito’nun “Önce Japonca” politikaları, göçmen sayısını sınırlandırma, kalıcı oturum ve vatandaşlık koşullarını ağırlaştırma, turistlerin bazı haklarını kısıtlama gibi vaatler içeriyor. Bu söylemleri “Japon kültürünün saflığını koruma” iddiasıyla savunuluyor. Asahi Shimbun 14 Temmuz tarihli başyazısında bu noktada uyarıyordu: “Göçmenler, bugün hedefte olabilir; yarın sıra kadınlara, yaşlılara, hasta bireylere ya da eşcinsellere gelebilir.”

LDP’nin yenilgisi sadece ideolojik değil, örgütsel bir çöküşe de işaret ediyor. Japonya’daki geleneksel oy toplama sistemleri (çiftçi birlikleri, meslek odaları, yaşlı seçmen ağları) artık etkili olamıyorlar; YouTube, TikTok ve Instagram, broşürlerden ve sokak mitinglerinden daha etkili.

Diğer taraftan, Japan Times’a göre, Sanseito ve benzeri militarist eğilimli, partilerin parlamentoda güç kazanması, Japonya’nın Çin ve Kore ile olan hassas ilişkilerini daha da gerilimli hale getirebilir. 1930’larda Japon faşizminin yükselişi de Batı’daki bunalım ortamı ve içerideki ekonomik huzursuzlukla paralel gitmişti. Bugün Japonya, yeniden benzer bir eşikte duruyor. “Ancak Japonya hâlâ bir hukuk devleti. LDP içindeki bazı isimlerin, toplumsal huzur için ırkçı ve ayrımcı politikaları sistem içine almama yönünde ses yükseltmesi bu açıdan önemli.” Fakat gerçek şu: Artık Japonya’da da seçim kazanmanın yolu, sadece büyüme vaat etmekten değil, kültür savaşlarından geçiyor.

Açılımın zayıf karnı -Mehmet Ali Güller-

Öncekinde, açılımın zayıf karnı “Suriye’nin kuzeyi”ydi. O açılımın kesintiye uğramasının nedenlerinin başında, Erdoğan ile Öcalan’ın bu konudaki restleşmesi geliyordu. Anımsayalım:

Sırrı Süreyya Önder, Başbakan Erdoğan’la görüşmelerini iletiyordu Öcalan’a. Şöyle demişti Erdoğan o zamanki İmralı heyetine: “Tek bir kırmızı çizgim var. O da Suriye’dir. Orada Kuzey Irak benzeri bir yapılanmaya asla izin vermeyeceğim.”

Sırrı Süreyya Önder bunu iletince, Öcalan da şu yanıtı veriyordu: “(Sinirlenerek) Sen de ona söyle. Biz de merkezi Suriye devleti içinde Kürtleri asla eritmeyeceğiz. Bu da bizim kırmızı çizgimizdir.” (İmralı Notları, s.179).

PARALEL SÜREÇ İSTENİYOR

Bu konu şimdiki açılımın da zayıf karnı. Zira AKP-MHP tarafı ile PKK-DEM tarafının bu konuda farklı yaklaşımları var. ABD ise iki farklı yaklaşımı uzlaştırma arayışında. O nedenle ABD’nin stratejik düzlemde hedeflediği ile süreç ilerleyebilsin diye taktik düzlemde savunduğu şu aşamada tam örtüşmüyor.

Somutlayalım: PKK Türkiye’de zaten yoktu, Irak’taki varlığının da önemli bir kısmını geçen yıllar içerisinde Suriye’ye transfer etmişti. Tamam, Irak’taki PKK silah bırakıyor ama ya Suriye’deki PKK? Gerçi Ankara, memnuniyet açıkladığı 10 Mart tarihli HTŞ-SDG anlaşması nedeniyle “PKK’nin Suriye kolu PYD/ YPG/SDG”  tezinden bir oranda geri adım attı ancak o anlaşmanın hayata geçmesinin gecikmesi, Ankara açısından sıkıntıya dönüşüyor.

PKK’nin Türkiye’de siyasete entegrasyonu süreci ile SDG’nin Suriye’de devlete ve orduya entegrasyonu sürecinin paralel yürütülmesi isteniyor. AKP-MHP ittifakı, Türkiye’de ilerleme yaşanırken Suriye’de yaşanmamasını, bir taktik tuzak olarak görüyor.

ENTEGRASYONDAN KİM, NE ANLIYOR?

10 Mart anlaşmasının maddeleri, tıpkı Öcalan’ın 27 Şubat tarihli silah bırakma çağrısındaki gibi muğlaklık içeriyor. PKK silah bırakacak ve “demokratik entegrasyon” sağlanacak. Peki nedir demokratik entegrasyon? Belli değil.  Ankara’da “bireylerin Türkiye’yle bütünleşmesi” diye anlaşılıyor oysa örneğin PKK yöneticilerinden Helin Ümit’e göre “demokratik entegrasyon, kolektif hakların tanınması” anlamına geliyor.

Benzer durum Suriye’de de yaşanıyor. Ankara, SDG’nin bireyler halinde orduya entegrasyonunu savunuyor. SDG ise blok halinde, kendi bölgesinde orduya entegre olmayı, yani bir anlamda “Kürt tümeni” olarak Suriye ordusunun parçası olmayı istiyor.

Bu farklılık nedeniyle Suriye’deki süreç ilerlemiyor. ABD Büyükelçisi  Barrack’ın  “Şara hükümeti, azınlıkları iktidar yapısına entegre etme konusunda ‘daha hızlı ve daha kapsayıcı’ olmayı düşünmeli” uyarısı, işte bu çelişmeyi uzlaştırma amacını ortaya koyuyor.

‘SDG’YE 30 GÜN SÜRE’ İDDİASI

Tam bu süreçte dikkat çeken bir iddia ortaya atıldı. Middle East Eye haber sitesinden Ragıp Soylu’nun haberine göre; Türkiye ve ABD yetkilileri, geçen hafta Suriye’de yapılan bir toplantıda, SDG’ye Suriye ordusuna katılması için 30 gün süre verdi (middleeasteye.net, 21.7.2025).

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “Bölünme dışında ne talebiniz varsa yapın. Ama Suriye’yi bölmeye giderseniz müdahale ederiz” uyarısı, bu iddiayla uyumlu görünüyor (AA, 22.7.2025).

Diğer yandan Ragıp Soylu’nun haberinde ilginç bir konu daha var: “Şam hükümeti, SDG’nin tamamen kadınlardan oluşan silahlı alt gruplarından YPJ’yi ise kendi saflarına katmaya hevesli değil.”

Yeni rejimin kadınlara bakışı, acaba bu konuda taktik bir uzlaşma farsatı mı doğurdu? Kadınlardan oluşan YPJ’nin blok halinde Suriye’nin kuzeydoğusunda kalması ama erkeklerin Suriye ordusuna dağınık bir şekilde entegrasyonunda mı uzlaşılacak?

ÖCALAN’IN O SÖZLERİ

Evet, Suriye’nin kuzeydoğusu, açılımın zayıf karnı.

Şu haber bile bu konunun ne derece kritik olduğunu ortaya koyuyor: “Abdullah Öcalan’ın kardeşi Mehmet Öcalan, ağabeyinin ‘Rojava’da Kürtler asla silah bırakamaz’ dediğini söyledi. Mehmet Öcalan’ın konuşmasının ardından DEM Parti İmralı Heyeti, ‘İmralı Adası’nda yapılan tüm görüşmeler heyetimizin katılımıyla gerçekleşmiştir. Diğer tüm iddialar gerçeği yansıtmamaktadır’ açıklaması yaptı” (Cumhuriyet, 14.7.2025).

Not: 17. Uluslararası Arguvan Türkü Festivali kapsamında düzenlenen “Toplumsal Barış” konulu panelde konuşmacıyım. Bu vesileyle birkaç gün Arguvan’daki köyümde olacağım için cumartesi ve pazartesi günleri yazım olmayacak. Anlayışınız için teşekkürler.

                                                                               /././

Cumhuriyet

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

“Baltacı ve Katerina efsanesi” yazıları üzerine bir özür ve etik tartışma -Faruk Bildirici /T24-

Mehmet Ali Çiçekdağ, Metin Gülbay ve Vikipedi’den alıntılar yapmış ama hiç kaynak göstermemiş. Gülbay ise Vikipedi’den alıntı yaptığı bölüml...