soL "Köşebaşı + Gündem" -21/Temmuz/2025-

Erdoğan Kıbrıs’ta: 'Bizi barakada karşılıyordun, KKTC'yi Doğu Akdeniz'in parlayan yıldızı yaptık'

Erdoğan, Kuzey Kıbrıs’ta yapılan ‘Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesi’yle övündü, Tatar’a “bizi bir barakada karşılıyordun” dediğini anlattı. Erdoğan “KKTC'yi Doğu Akdeniz'in parlayan yıldızı haline getirdik” diye konuştu.(https://haber.sol.org.tr/haber/erdogan-kibrista-bizi-barakada-karsiliyordun-kktcyi-dogu-akdenizin-parlayan-yildizi-yaptik)

                                                         ***

TTB ve Türkiye Psikiyatri Derneği'nden 'kenevir yasası' uyarısı

Türkiye Psikiyatri Derneği Meclis komisyonunda kabul edilen “Kenevir Yasası” teklifi yasalaşırsa, kenevir kullanımı ve bunun sebep olacağı risklerin kontrolsüz şekilde artacağı uyarısında bulundu. TTB Tütün Kontrolü Çalışma Grubu da kenevir konusunun ilgili bütün tarafların katılımıyla bütün yönleriyle olgunlaşmadan mevcut yasa teklifinden çıkarılmasını istedi.

Türkiye Psikiyatri Derneği, kamuoyunda “Kenevir Yasası” olarak bilinen teklifin yasalaşması halinde kenevir kullanımı ve bunun sebep olacağı risklerin kontrolsüz şekilde artacağı uyarısında bulunarak, "Önemli sorunlar yaratma potansiyeline sahip bir madde ile ilgili politikalar mutlaka bilimsel çalışmalar eşliğinde, sosyal, tıbbi ve yasal süreçlerin tüm boyutları ile değerlendirildiği uzun hazırlık aşamalarının ardından şekillendirilmelidir" açıklamasını yaptı.

Türkiye Psikiyatri Derneği, 3 Temmuz 2025’te TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu’nda kabul edilen Sağlıkla ilgili Bazı Kanunlarda ve 663 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi’ne ilişkin açıklama yaptı.

Yasa teklifi içerisinde toplum sağlığı açısından risk yaratacak hükümler olduğu belirtilen açıklamada, teklife göre, tıbbi kenevir (kannabis) ve kenevirden elde edilen tıbbi ürünlerin, sağlık destek ürünleri ve kişisel bakım ürünleri sadece eczanelerde olmak koşulu ile hekim reçetesiyle satılabileceği, tıbbi kenevirin hangi hastalıkların tedavisinde kullanılacağına dair bilgilerin Sağlık Bakanlığı tarafından yönetmeliklerle belirleneceği, üretimden satışa kadar süreçlerin Tarım ve Orman Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı’nın denetimiyle ve elektronik takip sistemi ile izleneceği aktarıldı.

‘Kenevirin ‘zararsız’ ve ‘yasal’ olduğuna dair bir algı oluşmaya başlamıştır'

Türkiye'de halihazırda 13 Eylül 2024 tarihli ve 32661 sayılı yönetmelikle kenevirin endüstriyel amaçlı üretilebildiği hatırlatılan açıklamada, "Teklifin yasalaşmasıyla kenevir kullanımı ve risklerinin kontrolsüz artacağı açıkça ortadadır. Şu anda bile kamuoyunda kenevirin ‘zararsız’ ve ‘yasal’ olduğuna dair bir algı oluşmaya başlamıştır. Oysa tıbbi amaçlı kenevir kullanımında yüksek oranlarda kannabis kullanım bozukluğu ve bağımlılık gelişimi olduğu bilimsel çalışmalarla gösterilmektedir. Önemli sorunlar yaratma potansiyeline sahip bir madde ile ilgili politikalar mutlaka bilimsel çalışmalar eşliğinde, sosyal, tıbbi ve yasal süreçlerin tüm boyutları ile değerlendirildiği uzun hazırlık aşamalarının ardından şekillendirilmelidir" denildi.

‘Sıkı denetim ve izleme oluşturulmalı’

Açıklamada, şunlar kaydedildi: 

"1. Kannabisin tıbbi kullanım alanları ve gerekliliklerinin, hangi doz ve sürelerde kullanılacağının uygun protokollerle belirlenmesini,

2. Tıbbi tedavi amaçlı kullanımda dahi olası yan etkiler ve riskler hakkında açık bir şekilde bilgilendirme yapılması, tıbbi kullanımın keyfi kullanımdan farklarının mutlak bir şekilde vurgulanması ve kamuya yönelik bilgilendirme kampanyalarının düzenlenmesini,

3. Bağımlılık davranışının pekişmesinde önemli role sahip kannabis içeren ilaçlara kolaylıkla ulaşılabileceği algısının en başından yerleşmemesi için sıkı denetim ve izleme sistemlerinin oluşturulması ve sistemin işlerliğinin yakın takibinin planlanmasını,

4. Tedavi amaçlı kannabis reçetelenmesi ve kullanılmasına aşamalı olarak geçilmesi, her aşamadaki potansiyel sorunlar değerlendirilerek uzun vadeli bir yaygınlaştırma politikasının benimsenmesini,

5. Bağımlılık riski, toplumsal etkiler ve bunların yaratacağı sosyoekonomik yükler açısından sistematik bir veri toplama ve analiz sisteminin oluşturulmasını,

6. Tüm bu çalışmaları yürütmek üzere alanda deneyimli uzmanların yer aldığı multidisipliner bilim komisyonlarının oluşturulması, komisyonların kimlerden oluştuğunun ve komisyonların çalışma içeriği ve stratejilerinin meslek örgütleri ve kamu ile açıkça paylaşılmasını öneriyoruz.

TTB Tütün Kontrolü Çalışma Grubu: Kişisel kullanıma izin veren bir kenevir kullanım piyasası yaratılmamalı

Türk Tabipleri Birliği Tütün Kontrolü Çalışma Grubu da söz konusu torba yasa teklifinde yer alan “Kenevir” ve ilgili konularda TTB’ye yöneltilen sorulara ilişkin bilgi ve görüşleri maddeler halinde kamuoyuyla paylaştı.

Birey ve/veya toplum sağlığı için tıbbi kısıtlı kullanım dışında destek ve kozmetik başta olmak üzere kişisel kullanıma izin veren bir kenevir kullanım piyasası yaratılmaması gerektiği vurgulanan açıklamada "Bu nedenle kenevir konusunun ilgili bütün tarafların katılımıyla bütün yönleriyle olgunlaşmadan mevcut yasa teklifi içerisinden çıkarılmasının en doğru karar olduğu görüşündeyiz” denildi.

TTB’nin internet sitesinde yer alan açıklamada şu ifadelere yer verildi:

1. Kenevir Nedir?

Kenevir dünyada en sık kullanılan yasadışı uyuşturucudur. Tütün, nikotin ve kenevir ürünlerinin kullanımı insan sağlığı için zararlı, bu ürünleri satan endüstri için kârlıdır. Ancak bu ürünleri kullananlar çoğu zaman zararları konusunda yeterince bilgi sahibi değildir. Özellikle gençlerde ruh sağlığını olumsuz etkilemektedir. Kenevir 60 kanabinoid bileşiği olmak üzere 400 ayrı kimyasal madde içerir.

Kenevir karmaşık kimyası olan bir bitkidir. İçeriğinde olan delta-9- tetrahidrokannabinol ve kannabidiol birbirine zıt etki gösterir. İnsan vücudunda sinir sisteminde etkisi vardır; yüksek doz, uzun süre kullananlarda psikotik bozuklukların gelişmesi daha sıktır.

Kamusal otorite, sağlık çalışanları, meslek örgütleri ve sivil toplum örgütleri ürünlerin zararları ve satıcının taktikleri konusunda farkındalık yaratmak ve zararı önlemek ile yükümlüdür.

2. Kenevirin sağlığa yararlı olduğu ile ilgili bazı bilgiler yer almaktadır. Bunlar doğru mudur?

Bazı ülkelerde kenevirin tıbbi kullanımına izin verilmiştir. Ancak kenevirin sadece birkaç hastalığın tedavisinde sınırlı etkisi vardır. Güvenlilik ve etkinlik konusunda sağlam kanıtların olmamasına rağmen tıbbi kannaboid olarak da bilinen bu preparatlar belirtileri yatıştırdığı gerekçesiyle kullanılmaktadır. Tıbbi kannabinoid alan hastalarca en çok bildirilen yan etkiler, baş dönmesi, ağız kuruluğu, oryantasyon bozukluğu, öfori, bilinç bulanıklığı ve sersemliktir.

3. Kenevir bahsedildiği gibi, tıbbi amaçlar dışında da kullanılmakta mıdır? Hangi zararları vardır?

Evet, tıbbi amaçlar dışında kenevir (esrar) keyif için kullanılmaktadır. Esrar da tütün gibi sigara, puro, pipo, e-sigara ve nargile ile içilebilir enfiye veya çiğneme olarak kullanılabilir. E-sigarada ve benzeri ürünlerde esrardaki psikoaktif madde THC içeren yağlar da bulunabilmektedir.

Tıbbi neden olmadan keyif için kullananlarda kenevir; kısa dönemde bilinç ve algı bozukluğu, duygu değişikliği, halüsinasyon, kusma, uzun dönemde bağımlılık, psikoz, şizofreni, depresyon, intihar eğilimi, bronşit, kalp krizi yapabilmektedir. Kullanıcılarda %15-50 geçici psikotik belirtiler gösterdiği izlenmektedir. Ailede genetik psikotik yatkınlığı olanlarda kenevirin etkileri çok daha güçlü olmaktadır.

Kenevir kullananların trafik kazalarına karışması da daha sıktır. Kenevir kullananlarda kullanmayanlara göre, ölümcül kaza %37, yaralanma %96, mal zararı %41 fazladır.

4. Kenevir ile ilgili bir kanun teklifi sürecinde hangi bileşenlerin görüşlerinin alınarak ilerlenmesi doğru yöntemdir?

T.C. Sağlık Bakanlığı, T.C. Tarım ve Orman Bakanlığı başta olmak üzere ilgili bakanlıklar meslek örgütlerinin ve ilgili derneklerin görüşünü almalıdırlar. Bu konuda uluslararası deneyimlerden ve kanıta dayalı yaklaşımlardan mutlaka yararlanmak gerekmektedir.

5. Sonuç olarak net mesaj nedir?

Birey ve/veya toplum sağlığı için; tıbbi kısıtlı kullanım dışında destek ve kozmetik başta olmak üzere kişisel kullanıma izin veren bir kenevir kullanım piyasası yaratılmaması gerekmektedir. Bu nedenle kenevir konusunun ilgili bütün tarafların katılımıyla bütün yönleriyle olgunlaşmadan mevcut yasa teklifi içerisinden çıkarılmasının en doğru karar olduğu görüşündeyiz.

Türk Tabipleri Birliği Tütün Kontrolü Çalışma Grubu"

                                                      ***

5 bin yıllık ekmek yeniden sofrada: Anadolu'nun en eski ekmeği Eskişehir’de üretildi -Özkan Öztaş-

Eskişehir’de Küllüoba Höyüğü’nde bulunan 5 bin yıllık ekmek, orijinal tarifine sadık kalınarak yeniden üretildi.

Eskişehir Küllüoba Höyüğü’nde süren arkeolojik kazılarda bulunan ve Erken Tunç Çağı’na tarihlenen 5 bin yıllık ekmek, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi’nin öncülüğünde yeniden üretildi.

2024 yılında Küllüoba Kazı Başkanı Prof. Dr. Murat Türkteki’nin yürüttüğü çalışmalarda, bir evin eşik kısmında tüp formunda korunmuş ekmek parçasına ulaşıldı.

Prof. Dr. Türkteki, yapılan mikroskobik analizlerde ekmeğin “gernik buğdayı” adı verilen ve günümüzde nadiren üretilen bir buğday türünden yapıldığını, içinde ayrıca mercimek kalıntılarına rastlandığını belirtti. Ekmek, 150 derecenin üzerinde pişirilmiş, yanmış ve ardından evin eşiğine gömülmüş halde bulundu. Bu özelliklerin, ekmeğin günümüze kadar ulaşmasını sağladığı düşünülüyor.

Eskişehir Küllüoba kazı alanından görüntüler

'Formunu koruyan ilk örnek'

Prof. Dr. Türkteki, bulunan ekmeğin pişirilmiş, mayalanmış ve biçimini koruyarak günümüze ulaşmış ilk örnek olduğunu vurgulayarak, şunları söyledi:

“Ekmeğin kalınlığı 2,5 cm, çapı 12,5 cm. Arka kısmında bitki kalıntıları olan fitolitlere rastladık. Bu, o dönemde ekmeğin yaprak üzerine konularak mayalandığını gösteriyor. Ekmek, tüp şeklinde, iri taneli ve düşük glütenli. Yandığı için günümüze ulaştı. Gernik buğdayının ağırlığı oldukça fazla. O dönem bazalt taşlarla zor şartlarda öğütülmüş.”

Kazı alanında bulunan yanmış ekmek formunu koruyan nadir örneklerden. Bu sayede ekmeğin yapısal özellikleri analiz edildi. 

'Küllüoba Ekmeği bu toprakların en eski lezzeti'

5 bin yıllık ekmeğin keşif ve yeniden üretim sürecini soL'a anlatan Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Ayşe Ünlüce, kazı ekibinin elde ettiği bilimsel verilerle yola çıkılarak yapılan ekmeğin, Uluslararası Müzeler Günü kapsamında yeniden üretildiğini belirtti. Ünlüce, kazı başkanı Prof. Dr. Türkteki ile birlikte ekmeğin tadına baktıklarını ve “doğal, glisemik indeksi düşük, oldukça lezzetli” olduğunu söyledi.

Yapılan araştırmaları ve arkeolojik çalışmaları yakından takip ettiklerini ifade eden Ünlüce, şöyle konuştu:

“Küllüoba kazısında bulunan bu ekmek, Anadolu’da pişirilmiş ve formunu koruyan en eski ekmek. Hem arkeoloji hem gastronomi açısından çok kıymetli. Bu mirası halkımıza ulaştırmak istedik. Belediyemize ait üretici marketlerinde ve Halk Ekmek büfelerinde Küllüoba Ekmeği satışa sunuldu. Eskişehir halkının gösterdiği ilgiden çok memnunuz.”

'Glüten oranı düşük, doyurucu ve sağlıklı'

Yapılan laboratuvar analizlerinde, ekmeğin glüten oranının ve glisemik indeksinin düşük olduğu, ayrıca lutein gibi antioksidan maddelerce zengin olduğu saptandı. Bu özellikleriyle ekmek, günümüzün sağlıklı beslenme değerleri açısından önemli veriler taşıyor.

Gernik buğdayının üretimini yaygınlaştırmak istediklerini belirten Ünlüce, bu buğdayın az su isteyen, kuru tarıma uygun bir tür olduğunu vurguladı:

“İklim krizi ile mücadele kapsamında kırsalda kuru tarımı teşvik eden projeler yürütüyorduk. Şimdi Gernik buğdayını yeniden üretmek üzere harekete geçtik. Böylece hem sürdürülebilir tarımı destekliyoruz hem de 5 bin yıllık mirası geleceğe taşıyoruz.”

Eskişehir Belediyesi tarafından yeniden üretilen tarihi ekmek, Halk Ekmek büfelerinden temin edilebiliyor.

'Küllüoba Ekmeği sadece bir gıda değil, bir miras'

Çalışmalara dair değerlendirmeler yapan Ünlüce, Küllüoba Ekmeği’nin sadece bir yiyecek olmadığını, dayanışmayı, paylaşmayı ve tarihi belleği simgelediğini söyledi. Ekmeği aynı tarifle üretmenin Eskişehir’in tarihiyle kurduğu bağı güçlendirdiğini ifade eden Ünlüce, şöyle dedi:

“Bu ekmek, bu toprağın bize sunduğu bir hediye. Sosyal destekler kapsamında ihtiyaç sahiplerine de ulaştırıyoruz. Eskişehirlilerin bu mirasa sahip çıkması bizi çok mutlu etti. Küllüoba Ekmeği, bilimle, tarih bilinciyle ve halkçı bir yaklaşımla hayata geçirdiğimiz bir proje. Bu yönüyle yalnızca Eskişehir değil, tüm Türkiye için bir ilk."

Küllüoba: Anadolu’nun en eski yerleşimlerinden

Eskişehir'in Seyitgazi ilçesine bağlı Yenikent köyü yakınlarında bulunan Küllüoba Höyüğü, Anadolu’nun bilinen en eski yerleşim alanlarından biri olarak kabul ediliyor. 

Kazılar 1996 yılından bu yana devam ediyor. 

Höyükte bugüne dek birçok yapı kalıntısı, çanak çömlek, mezar yapısı ve arkeolojik veri elde edildi. 2024 yılında bulunan bu ekmek ise kazının bugüne dek en dikkat çekici buluntularından biri olarak kayda geçti.

                                                          ***

Kudüs'te sinema kompleksine ırkçı saldırı: Yahudi gençler çalışanları hedef aldı, 'Araplara ölüm' sloganı attı

Kudüs'te onlarca fanatik Yahudi genç, bir sinema kompleksine girerek Arap çalışanlara saldırdı, "Araplara ölüm" diye slogan attı. Saldırganlar, polisin olay yerine gelmesinin ardından kaçtı.

İsrail işgali altındaki Kudüs'te Cinema City adlı sinema salonu, hafta sonu fanatik Yahudi gençlerin saldırısına uğradı. Cumartesi akşamından pazar sabahına kadar süren olayda Yahudi gençler Arap kafeterya çalışanlarına saldırdı.

Olay yerinden alınan görüntülerde, gençlerin taşkınlık çıkardığı, tezgah çalışanlarına nesneler fırlattığı ve "Araplara ölüm" diye bağırdığı görülüyor.

İsrail basınında yer alan haberlere göre, üç kafeterya çalışanı gençlerin saldırısı sonucu hafif yaralandı.

Polis müdahalesi ve Cinema City açıklaması

Yerel medyanın aktardığına göre, polis, pazar sabahı 2:00 civarında yapılan ihbar sonucu olay yerine geldi. Polisler olay yerine vardığında şüpheliler olay yerinden kaçtı. Yetkililer, soruşturmayı sürdürüyor ve saldırıya karışanları arıyor.

Cinema City, "Kudüs kompleksinde gece geç saatlerde meydana gelen şiddet olayını büyük bir ciddiyetle izliyoruz" açıklamasında bulundu. Sinema zinciri, onlarca gencin "kafeterya çalışanlarına zarar vermek amacıyla taşkınlık çıkardığını, çalışanlara küfür ettiğini ve üzerlerine nesneler fırlattığını, polis gelince hepsinin kaçtığını" belirtti.

Sinema kompleksi yönetimi, "şiddet olaylarıyla özellikle ilgilendiklerini ve bu olayda olduğu gibi güvenlik ve polis müdahalesi de dahil olmak üzere yaşananların eldeki tüm imkânlarla ele alındığını" vurguladı.

Cinema City ayrıca şunları ekledi: "İzleyicileri ve velileri, çocuklarını, halk için güçlü ve keyifli bir deneyim sağlayacak bir izleme ve eğlence kültürü sürdürmeleri konusunda eğitmeye çağırıyoruz."

                                                             ***

Mobbing: Marx buna ne derdi?-Gamze Yücesan Özdemir-

Kavramlar masum değildir ve ait oldukları düşünce geleneklerinin izlerini taşır. Mobbing de çalışma yaşamını açıklayan Marksist teorinin ve kavramların kan kaybettiği son yıllarda burjuva sosyal biliminin bir kavramı olarak boşalan alanı dolduruyor.

Son yıllarda çalışma yaşamını açıklarken, tartışırken “mobbing” kilit bir kavram olarak gündeme yerleşti. Mobbing çalışanlara üstleri, astları veya eşit düzeydeki çalışanlar tarafından, yani yatay ya da dikey olarak uygulanan her tür kötü muamele, tehdit, şiddet, taciz, aşağılama olarak tanımlanıyor. Yıldırma ya da bezdirme olarak da kullanılan bu kavram, çalışanların birbirlerine uyguladıkları şiddete işaret ediyor. İşletmeden yönetim çalışmalarına, endüstri ilişkilerinden sosyolojiye uzanan bir alanda oldukça yoğun ve sıklıkla kullanılıyor bu kavram. İş bununla da sınırlı değil, emek örgütleri ve emek siyaseti de mobbingi kullanıyor ve muhalif bir duruş sergilediklerini düşünüyor.

Kavramlar masum değildir ve ait oldukları düşünce geleneklerinin izlerini taşır. Mobbing de çalışma yaşamını açıklayan Marksist teorinin ve kavramların kan kaybettiği son yıllarda burjuva sosyal biliminin bir kavramı olarak boşalan alanı dolduruyor. Burjuva sosyal bilimin her kavramı gibi açıkladığından çok açıklanamaz hale getirdiğiyle; gösterdiğinden çok gizlediğiyle etkin oluyor. Peki, mobbing neleri karanlıkta bırakıyor? İnsanı, toplumu ve siyaseti bütünlük içinde açıklama gayretiyle üretilmiş bilimsel bilgiye kulak vermek gerek. Ya da Marx bu konuda ne derdi diye sormak gerek.

Mobbing kavramı, ele aldığı ilişkiyi psikolojik bir boyuta hapsedip ilişki içindeki tarafları sadece görünenlerle sınırlayarak, çalışma yaşamında sermaye-emek çelişkisini karanlıkta bırakıyor. Çalışma ortamında sermaye ve emek arasındaki mücadele yok sayılırken, çatışmalar çalışanlar arasında tanımlanıyor. Sınıfı karanlıkta bırakıyor. Şiddeti uygulayan bireyler “antipatik, korkak, sinirli, güçlü olma isteği içinde” olarak, şiddet uygulanan bireyler ise “zeki, yetenekli, başarılı, yaratıcı” olarak tanımlanıyor. Çalışma yaşamında, sermayenin yoğun baskısı altında çalışmak zorunda kalan ve kader birliği içinde olan emekçi sınıfın varlığı yok sayılıyor. Bu yaklaşıma göre emekçi sınıf yoktur, bireyler vardır.

Ve belki de en önemlisi mobbing, emekçi sınıf içindeki kolektif iradeyi ve sınıf dayanışmasını karanlıkta bırakıyor. Burjuva sosyal bilimler, emekçi sınıf içindeki katmanlaşmayı sürekli öne çıkarır, bu katmanların deneyimlerinin, karşı karşıya kaldıkları sorunların farklılıkları üzerine yoğunlaşır. Sınıf içi katmanlaşmayı kariyer, statü ve benzeri kavramlarla artırma çabası, kuşkusuz “bir işçi sınıfından bahsedemeyiz aslında” diyebilmenin altyapısıdır. Sınıf içi katmanlaşmayı artıran ve çalışma yaşamını bireyler arası “bıktırma, yıldırma, zorbalık, taciz, şiddet” ilişkileri üzerinden tanımlayan mobbingle birlikte emekçi sınıfın kolektif iradesinden ve sınıf dayanışmasından söz edebilmek de mümkün değildir.

Mobbing kavramını sorgulamak ve eleştirmek, çalışma yaşamında emekçilerin birbirine yönelik artan şiddet ve kötü muamelelerini görmezden gelmek anlamına gelmiyor kuşkusuz. Aksine çatışmanın yalnızca görünür taraflarıyla ilgili olmadığını vurgulamak anlamına geliyor. 21. yüzyılın başında çalışma ortamlarında işçi sınıfı içinde şiddet, öfke ve kötü muamele artıyorsa bunu nasıl açıklamak gerekir? Yine Marx söylüyor bize.

Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsöz’ünde der ki: “Vardığım ve keşfeder keşfetmez çalışmalarıma yol gösteren ilke haline gelen sonuç, kısaca aşağıdaki şekilde formüle edilebilir. İnsanlar hayatlarının toplumsal üretimi içinde belirli ve iradelerinden bağımsız, üretim güçlerinin belirli bir gelişmişlik düzeyine tekabül eden üretim ilişkileri içine girerler (…) Maddi hayatın üretilme biçimi, genelde toplumsal, siyasi ve entelektüel hayat süreçlerini belirler.” Koşullar “bireysel” davranışları belirler öyleyse. “Gıcık” olunan şeyleri, işyeri hiyerarşilerini, dışlanmayı ve içerilmeyi üretimin ve yeniden üretimin koşullar belirler. O zaman, 21. yüzyılın başında “güvencesiz ve geleceksiz emek rejimleri”ne ve “emekçiler arası artan şiddete” bakalım.

Güvencesiz ve geleceksiz emek rejimleri, son yıllarda hem üretim noktasında hem de üretim noktasını belirleyen emek politikalarında sermaye sınıfının emeğe karşı ağır bir saldırısının sonucudur. Parçalanan mekanlar, dağıtılan sendikalar, belirli süreli iş sözleşmeleri, esnek iş yasaları işçi sınıfının dayanışma imkanlarını azaltır. Uzun çalışma saatleri, hızlı ve yorucu çalışma koşulları, rekabet, performansa dayalı çalışma üretim noktasının temel özellikleri olarak öne çıkar. Güvencesizlik ve geleceksizliği besleyen bu koşullarda, kısa erimli yaşam stratejileri açısından “emekçiler arası rekabet”, “emekçiler arası dayanışma”dan daha “tercih edilir” bir seçenek haline gelir.

Güvencesizlik ve geleceksizlik kaygı, korku, yalnızlık ve özsaygı yitimi demektir. Dayanışmayı küçümsemek, yalnızca kendi menfaatini takip etmektir. Hal böyle olunca sınıf çelişkileri sınıfın bir programla toplumsal talepler üretmesinin değil, herkesin bir diğerinin üstüne basarak “yükselme” güdüsüyle topluca küçülmesinin yolunu açar. Kendi içinde örgütlü olamayan sınıf, çelişkinin bu şekilde tezahür etmesine engel olamaz. Bağlılık gerektirmeyen, yarın sonlanacak, her an parçalanan ve sürekli olarak yeniden şekillenen örgüt yapıları içinde gerçekleşen çalışma ilişkileri, emekçiler arası şiddeti, bezdirmeyi, yıldırmayı artırıyorsa, sermaye sınıfının ve temsilcilerinin bu duruma üzülmeleri de beklenemez.

Son yıllarda emekçiler arası artan şiddete, emek siyaseti ve emek örgütleri hiçbir şekilde göz yumamaz, bu şiddeti görmezden gelemez. Çünkü bu bir semptomdur. Emek örgütlerinin dayanağı olan dayanışmanın çözülüyor oluşunu gösteren bir belirtidir. Ama kullanılan dile dikkat etmeli. Burada kullanılacak mücadele dili “mobbinge son”, “mobbingle mücadele” olmamalı. “Güvencesiz ve geleceksiz emek rejimlerinde emekçiler arası şiddete son”, “dayanışmayla emekçiler arası şiddete son” demeliyiz. Yalnızlaşma ve sınıf içi parçalanma karşısında sınıfın birbirini kollaması gerekiyor. Sürekli risk altında yaşayan, iç dünyasına sürüklenen, birbiri için kaygılanmayan, “biz” zamirinden çekinen emekçileri “biz” diyebilmeye, birbirleri için kaygılanmaya ve dayanışmaya çağırmalıyız.

Bugün çalışma yaşamını anlamak, emek mücadelesine bir yaklaşım geliştirmek için kullanılan “mobbing” yalnız başına hiçbir şey söylemez. Ama isterseniz Marx ona söyletir!

                                                        /././

İşçinin komünist olması -Atilla Özsever-

İşçi, öncelikle yaşadığı ekonomik sorunlardan hareketle bir sendikal bilince, ardından kapitalizme son verecek bir siyasal sınıf bilincine örgütlü mücadele içinde ulaşabilir. İşçiyle bağlantı kurarken de doğrudan ideolojik bir söylemle değil onun içinde yaşadığı koşulları bilerek yine onun konuşma diliyle iletişim kurmanın daha yararlı olduğu görülüyor…

Geçenlerde Kadıköy Kızıltoprak’ta eve giderken üç inşaat işçisinin bir pastanenin önünde çay içip sohbet ettiğini gördüm. Bizim evin yakınında Kadıköy Belediyesi’nin bir çalışması vardı. Evimizdeki su da, belediyenin alt yapı çalışması nedeniyle kesilmişti.

Pastanenin önündeki işçi arkadaşlara, saat de 20.00 dolayında olduğu için çalışmalarının bitip bitmediğini ve suların tekrar verilip verilmediğini sordum. Sular, sabahtan beri kesikti. Üç işçi arkadaştan biri, “Bizim işçi olduğumuzu nereden anladınız?” diye sordu.

Dedim ki, “Burada belediyenin bir çalışması var, sizin de kıyafetlerinizden, tavrınızdan işçi olduğunuzu anladım. Suyun durumunu merak ettim”. Hatta onların da hoşuna gitsin diye “Ben de emekçiyim, fikir işçisiyim. Hep emekçiden yanayım” deyince beni de sohbete, çay içmeye davet ettiler.

Tabii öncelikle beni tanıyıp dinlemek istiyorlardı. Ben de kısaca geçmişimi anlatmaya başladım. Sohbet biraz ilerleyince 68 kuşağının bir devrimcisi ve bir komünist olduğumu söyledim.

Rizeli komünist işçi

İşçi arkadaşlar, belediye çalışanı olmadıklarını, bizim bölgedeki inşaatlarda çalıştıklarını ifade ettiler. Kalıp ustası olan bu işçilerden biri 31, diğer ikisi de 41 yaşında imiş. İkisi Rizeli, biri de Tokatlıydı.

Rizeli olduklarını öğrenince Rizeli Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a, AKP’ye nasıl baktıkların sordum. AKP’den pek hoşnut olmadıklarını belirttiler. Üç işçiden 41 yaşında olan arkadaş, “Ben de komünisttim, bu iki arkadaş ise milliyetçi. Ama biz aramızda yaşadığımız somut sorunlar üzerinden sohbet ediyoruz” diye söze girdi.

Bir inşaat işçisinin kendisini “komünist” olarak tanımlaması benim daha çok ilgili çekti. Bu arkadaşımız görünüş itibariyle tam bir emekçiydi ve ayni zamanda Rize aksanıyla konuşuyordu. Daha sonra kendisini şöyle anlatmaya başladı:

“Ben İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’ne girdiğimde sol düşünceyle tanıştım. Eylemlere katıldım, felsefeye ilgim artı ve komünizmi benimsedim. Daha sonra da çalışmak zorunda kaldığım için inşaat işiyle uğraştım”.

Bu sohbet sırasında ağırlıklı olarak ben kendi geçmişimden, siyasi faaliyetlerimden söz ettim. Yaşadığım olaylar arkadaşların ilgisini çekiyordu. Sonra sözü işçinin sınıf bilincine, komünizmin ne olduğuna getirdik.

Emekçinin koşullarını bilmek

Komünist olduğunu söyleyen işçi arkadaşımız, konuşmasına şöyle bir giriş yaptı:

“Entelektüel düzeyde sosyalist, komünist olan arkadaşlar, işçilerle bağlantı kurdukları zaman tam onların yaşadıkları koşulları bilemediklerinden teorik düzeyde kalıyorlar. Zaman, zaman üstenci, elitist bir dil kullanıyorlar. Sınıf bilinci olmayan, sıradan bir işçinin bunu anlaması zor.

Öncelikle o işçinin yaşadığı koşulları bilmesi gerekir. Onun anlayacağı dilden konuşması lazım. İdeolojik bir söylemle değil, yaşadığı somut olaylar üzerinden bir ilişki kurması daha yararlı olur. En doğrusu da o işçinin içinde bulunduğu koşulları bizzat teneffüs etmesi, onlarla birlikte yaşayıp onun dilini kavradıktan ve güvenini kazandıktan sonra bilinç düzeyinin yükselmesi mümkün olabilir”.      

Bu arkadaşımız, işçilerle ilgili toplantılarda doğrudan sosyalizmden, komünizmden söz açılınca çalışanların pek ilgi göstermediğini, işçinin ağır çalışma koşullarından sonra eve nasıl ekmek götüreceğini düşündüğünü, o nedenle bunu temel alıp bir söylem geliştirmenin daha doğru olduğunu belirtti.

Ayrıca bu konulara ilişkin yazı ve makalelerde işçinin pek anlayamayacağı, uzun teorik cümlelerin kurulduğunu söyledi ve ekledi: “Eğer işçide sol düşüncenin etkinlik kazanması isteniyorsa daha anlaşılır, kısa cümlelerle ve somut sorunlar üzerinden bir anlatımın daha yararlı olacağı düşüncesindeyim” dedi.  

'5 vakit komünistim'

İşçilerin komünist düşünceye yaklaşımını 2010 yılındaki Tekel Direnişi’nde gözlemlemiştim.

Tekel işçilerinin 15 Aralık 2009 tarihinde başlayan ve 78 gün süren direnişi, esas itibariyle güvencesiz çalışma koşullarına karşı bir mücadeleydi. İşçiler, 4/C adı verilen bir statüde, iş garantisi olmayan, düşük ücretle, toplu sözleşme ve grev hakkının bulunmadığı ve kıdem tazminatından yoksun bir çalışma biçimiyle karşı karşıyaydılar.

Tekel işçileri, Ankara’nın kış koşullarında dondurucu soğuğa karşın Türk-İş Genel Merkezi önünde derme çatma çadırlarda 78 gün bir direniş sergilediler. Ben de 17 Ocak 2010 tarihindeki miting öncesi Ankara’da Tekel işçilerinin direnişini ziyaret etmiştim.

Bu arada çok az ana akım televizyon kanalı Tekel direnişine yer veriyordu. CNN Türk’teki bir canlı yayın sırasında bir Tekel işçisi, “Ben 5 vakit namaz kılarım. Burada da komünist oldum. Artık, 5 vakit komünistim” şeklinde sözler söyledi.

Bilinç sıçraması

Somut yaşanılan olaylar, işçilerde bir bilinç sıçramasına da neden oluyordu. Miting öncesi akşam, dört saate yakın işçilerin arasında dolaştım ve sohbet ettim. Hataylı bir işçi aynen şunları söylüyordu:

“Biz buraya gelmeden önce gençler, öğrenciler için solcu, komünist diye bir önyargıya sahiptik. Ancak buradaki öğrencilerin harçlıklarından bize çay yapıp getirdiklerini, sabaha kadar bu soğukta bizlerle kaldıklarını görünce düşüncelerimiz değişti.

Ben Tekel işçisi olmasaydım, buraya destek için gelebilir miydim? Sanmıyorum. Ama gençler, bu dondurucu ayazda bizlerle ekmeklerini paylaştılar. Ben bölgemdeki ilçede aynı zamanda AKP yöneticisiydim. Ama şimdi kesinlikle AKP’yi oy vermem. Sağcı idim, solcu oldum”.

Görüldüğü gibi, işçi sınıfı bizzat yaşadığı olaylar içersinde siyasal iktidarı, devleti, emniyet güçlerini, kendinden yana olanları, karşı duranları çok somut bir biçimde algılıyor ve bir bilinç sıçramasıyla da karşı karşıya kalıyordu.

Sınıfın dilini kullanmak

Sonuç itibariyle işçilerle bağlantı kurarken onların somut sorunları, ihtiyaçları ve çıkarları üzerinden bir söylem geliştirmek gerekiyor. Direkt olarak “sosyalizm”, “komünizm” “proletarya” gibi kavramlar işçilerin pek ilgisini çekmiyor, hatta kimi zaman itici bile gelebiliyor.

İşçiyle temas kurarken sınıfın diliyle konuşmak daha uygun olacaktır. Üst perdeden, sloganlı konuşmak bir çözüm getirmiyor. Tabii ki işçilere temel sorunun sistem sorunu olduğunu anlatmak önemlidir ve gereklidir.

Sol kesim, uzun yıllar işçi sınıfı ile ne yazık ki sağlıklı bir ilişki kuramadı. Dar, grupçu bir tavır göstermeden işçilerin somut sorunları üzerinden ve belli bir vadede de işçi meclisleri kanalı ile sınıfla sağlıklı bağların kurulması yararlı olabilecektir.

Sosyalizm konusunu da ifade ederken bu sistemde öncelikle işçilerin çalışma sürelerinin azaltılacağını, haftalık çalışma süresinin 35 saate indirileceğini, eşit işe eşit ücretin uygulanacağını, eğitim, sağlık gibi konuların ücretsiz hale getirileceğinden söz etmek daha isabetli olacaktır…

Sendikal bilinçten komünizme

İşçinin sınıf bilinci olayı, şöyle ortaya çıkabilir: İşçi, öncelikle içinde bulunduğu koşulları değerlendirip birlikte çalıştığı arkadaşlarının da aynı sorunlarla karşılaştığını görür. Özellikle ekonomik sorunlar ön plana çıktığı için işçide bir “ekonomik bilinç”, giderek de ortak hareket etme davranışıyla bir “sendikal bilinç” gelişebilir.

Sendikal bilinçle birlikte bir sınıf bilincinin oluştuğu, ardından da mevcut kapitalist sistemin değişmesi yönünde siyasal bir bilincin, sosyalist, komünist bir bilincin gelişmesi mümkün olabilir.

Kuşkusuz bu bilinçlenme, bir mücadele süreci içinde olgunlaşabilir. Örgütlü bir mücadele içinde olmadan sınıf bilincinin gelişmesi, komünist düşünceye evrilmesi zordur. Sonuç itibariyle sendikalar, ekonomik mücadele araçlarıdır, kapitalizme son verilmesi siyasal bir mücadeleyi ve devrimci bir örgütlenmeyi gerektirir.  

Marx ve Engels de, “Komünist Manifesto”da işçi sınıfının politik bir parti olarak örgütlenmesine vurgu yapmışlardır. İşçinin de sınıfsal ve siyasal bir bilince erişmesi için böyle bir süreci yaşaması gerekmektedir…

                                                       /././

İsviçre, Belçika, Lübnan -Engin Solakoğlu-

Tarih dediğimiz yaratığın neresinden tutup amuda kaldırmaya çalışsanız Beyrut Ankara’ya örnek olamaz. Tarih geriye yürütülemez. Gündüz gözüyle rüya gördüğünüzle, saçmaladığınızla kalırsınız. Türkiye halkının iradesini aşıp Lübnan esinli ‘başcücelik’ kuramazsınız.

Kıbrıs sorunu dediğimiz konunun çağdaş aşaması neredeyse 70 yaşında. Kıbrıs adasında yaşayan halklar var. Bunların ikisi daha kalabalık, diğerleri çoğu zaman küsurat muamelesi görüyor. Uluslararası ilişkilerde istisnai bir durum değil. Adanın meşru sakinleri arasında Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler dışında, Ermeniler, Maruni Hristiyanlar ve Yahudiler de bulunuyor. Son derece anlaşılır bir Doğu Akdeniz karışımı. 

Kıbrıs müzakerelerinin Annan Planı’yla sonuçlanan aşamasında Federasyon çözümü tartışılırken iki model gündeme gelirdi. Federasyon olsun tamam ama İsviçre gibi mi olsun, Belçika gibi mi? Aradaki farkın teknik izahatı sayfalar sürebilir. Şu kadarını söyleyip geçelim. İsviçre’deki sistemde oradaki konfederal sistemi oluşturan parçaların yani kantonların zaman içerisinde yetkilerini merkezi iktidara devretmeleri sonucu federasyona evrilen bir mekanizma söz konusuyken, Belçika’da bu süreç tersine işliyor. Bölgeler giderek daha fazla hareket serbestisi kazanıyorlar.

Türkiye’nin, Yunanistan’ın, Birleşmiş Milletler’in, ABD’nin, B. Britanya’nın, Avrupa Birliği’nin, Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler’in onlarca uzmanı, Belçika’dan şu alınabilir, İsviçre’den bu alınabilir diye kafa patlatır, bilgi yarıştırırlardı. Kimsenin aklına da başka bir yere, örneğin “Lübnan’a bakalım” demek gelmezdi. Bunun birçok sebebi var ama en önemlisi buna benzer bir modelin 1960 Cumhuriyeti’nde denenmiş ve duvara toslamış olmasıydı. Hatırlatalım mı, 1960 modeli Cumhurbaşkanı’nın Kıbrıslı Rum, yardımcısının Kıbrıslı Türk olmasını öngörüyordu.

Ne diyorduk? Lübnan’a bakmayalım! Neden?

Lübnan’ın bağımsızlığını kazandığı tarih bile tartışmalı. 22 Kasım 1943’te bağımsızlığını ilan etmiş ama Fransız manda yönetiminin resmen ortadan kalkması neredeyse iki yıl sonra, 24 Ekim 1945’te.

1943’de benimsenen El Misak El Vatani yani ulusal ant bugün dahi ana hatlarıyla yürürlükte. Buna göre Lübnan Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı Maruni Hristiyanlardan, Başbakan Sünni Müslümanlardan, Meclis Başkanı Şii Müslümanlardan, Başbakan Yardımcısı ve Meclis Başkan Yardımcısı Rum Ortodoks Hristiyanlardan, Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Dürzilerden seçiliyor. Ulusal Ant’ın dayandığı temel 1932 tarihli nüfus sayımı. O zaman Hristiyanlar yüzde 51, Müslümanlar yüzde 42 sayılmış. Şu anda ise nüfusun kabaca üçte ikisi Müslüman üçte biri Hristiyan. Kabaca diyorum zira ülkede neredeyse 100 yıldır resmi bir nüfus sayımı yapılamıyor. Ne güzel, ne başarılı  model değil mi?

Ulusal Ant salt iktidarın etnik ve dinsel gruplara göre paylaşımını düzenlemiyor. Buna göre, Hristiyanlar Lübnan’ın Arap dünyasının bir parçası olduğunu ve her sıkıştıklarında Batılıları yardıma çağırmamayı kabul ederken, Müslümanlar ise Lübnan’ın Suriye veya herhangi bir Arap oluşumuyla birleşmemeyi taahhüt etmişler. İki taraf da sözünü tutmamış ama model süper!

Ortadoğu karıştıkça İsrail ve Suriye’ye komşu olan Lübnan da karışmış. 1948 yılında İsrail’in zulmünden kaçan 100 bin Filistinli Lübnan’a sığınmış. Şu an Lübnan’da büyük çoğunluğu vatandaşlık hakkı bile bulunmayan 400-500 bin Filistinlinin yaşadığı tahmin ediliyor. 1958’de çarşı karışmış, Müslüman siyasetçiler Cemal Abdülnasır’ın öncülük ettiği Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne Lübnan’ın da katılması talebiyle kazan kaldırmışlar. Cumhurbaşkanı’nın talebi üzerine ABD’li deniz piyadeleri Beyrut’a çıkmışlar, ortalık durulmuş! 1958’den iç savaşın patlak verdiği 1975’e kadar, 17 yıl boyunca göreli bir sükunetten söz edilebilir. Ülkede hüküm süren savaşsızlık ortamı, dağlık coğrafya ve bankacılık sektörüne dayanan ekonomik büyüme dolayısıyla Lübnan “Ortadoğu’nun İsviçre’si”, bütün bölgenin kirli servetlerinin saçıldığı gece hayatının canlılığı sebebiyle başkent Beyrut da “Ortadoğu’nun Paris’i” adıyla anılmış. Adeta peri masalı!
Masal bu kadar olsaydı keşke. 1975’ten beri Lübnan ve Beyrut dendiğinde akla sadece çatışma, katliam, işgal, yoksulluk ve ölüm geliyor. 1980’li yılların ikinci yarısında Bedrettin Dalan Tarlabaşı’na buldozerlerle girdiğinde büyük usta Ferhan Şensoy, Beyoğlu’nu Beyrut’a, Dalan’ı da dönemin Lübnan Cumhurbaşkanı Emin Cemayel’e benzetmiş, 1987’de sahnelediği “İstanbul’u satıyorum” oyununda Dalan’dan “Bedrettin Cemayel” diye bahsetmişti.

İsrail’in işgal girişimleri, Sabra ve Şatilla katliamları, FKÖ’nün yönetim kadrosunun Lübnan’dan Tunus’a sürülmesi Hizbullah’ın 1982’de ortaya çıkışı, 2000 yılının 25 Mayıs’ında işgalci İsrail ordusunu geri çekilmeye zorlayışı, neredeyse eşzamanlı olarak Suriye birliklerinin de ülkeden çıkışı ülkenin yakın tarihinin kimi dönüm noktaları olarak sayılabilir.

Bugün geldiğimiz noktada ise, İsrail’in “rutin” saldırıları sürerken ABD Başkanı Trump’ın bölgeye yüksek komiser olarak atadığı Barrack’ın kirli bohçasından Lübnan için çıkardıklarını konuşuyoruz. Basın haberlerine bakılırsa, Suudi-Amerikan ortak önerisi olarak geçiyor. Planın ana hatları şöyle: Hizbullah sekiz ay içinde silah bırakacak, İsrail ve Suriye ile sınırlar yeniden belirlenecek, bunların karşılığında Lübnan’a yeniden inşa kaynağı sağlanacak. Hizbullah ve Şii Emel partisi elbette bu plana karşı çıktılar. Ortada daha önce imzalanmış ve İsrail’in hiçbir şekilde uymadığı bir ateşkes anlaşması varken, silah bırakmanın mümkün olamayacağını söylediler.

Lübnanlı yurtseverler haklılar ama ABD ve müttefiklerinin baskısına karşı artık tek başlarına direnmek zorundalar. Üstelik bu defaki Lübnan denkleminde tarihsel olarak karşı ağırlık teşkil eden Suriye, İsrail ve ABD ile aynı safta. Şam’da kümelenen sözde cihatçı güruh ABD’nin Lübnan’a silah zoruyla boyun eğdirme planında İsrail’in yanında ikinci cepheyi açmaya hazır görünüyor. Üstelik “The Cradle Türkiye” sitesindeki habere göre Akepe-Mehape idaresi de Kuzey Lübnan üzerindeki etkisini Lübnan hükümetine karşı kullanma tehdidi savurmuş. Haber buna gerekçe olarak Lübnan Cumhurbaşkanı’nın Kıbrıs Cumhuriyeti’ne yaptığı ziyaretten duyulan rahatsızlığı gösteriyor ancak bu olsa olsa Lübnan’ı tümüyle köleleştirmeye niyetlenmiş emperyalizmin dretnotuna biniş bileti elde edebilmek için bir bahane olabilir. Zira bölgeyi yakından takip eden herkes bilir ki Kıbrıs Cumhuriyeti ile Lübnan arasında öteden beri yakın ilişkiler mevcuttur. Yani ortada öyle “tahrik olunacak” olağandışı bir gelişme yok. Niyet kuzuyu yemek olunca derenin neresinden su içtiğiniz durduğunuz teferruat haline gelir.

Suriye’de avuç yalamaktan helak olan sermaye iktidarının, Lübnan’da yeni bir hamleye hazırlanması hiç kimseyi şaşırtmayacaktır.

Peki biz bu Lübnan meselesine nereden geldik? Öyle ya, geçen hafta Suriye’de dehşet verici gelişmeler oldu. Bedeviler, Dürziler, kelle kesici HTŞ güçleri ve İsrail’in rol aldığı katliam ve saldırılar yaşandı. SDG ABD’den sağlam bir fırça yedi. Emperyalizmle yol yürümenin cilvesi işte! Colani’nin Suriye’yi yönetebilme kapasitesi Batı başkentlerinde yeniden otopsi masasına  yatırıldı. Bu arada İsrail soykırım siyaseti kapsamında günde ortalama 100 Filistinliyi öldürmeye devam etti. Kolombiya’da yapılan toplantıya katılan Akepe Türkiye’si İsrail’e yönelik yaptırımların altına imza atmadı. Sermaye sınıfı ve onun iktidarı İsrail’in yanında, insanlığın karşısında hizalanmayı çıkarına uygun gördü.
Bu toz duman içerisinde, arabasını satması gerekse hastaneden aklı yerindedir raporu alması gereken birileri Türkiye’nin geleceğine Lübnan modelini yakıştırıverdi. O yakıştırma kaynağı itibariyle kendi başına bir anlam ifade etmeyebilirdi. Ancak ABD’nin Ankara Büyükelçisi sıfatıyla Ortadoğu Yüksek Komiserliği görevini yürüten Barrack’ın bir dizi açıklaması ve iktidar kadrolarının Türkiye Cumhuriyeti’ne soğukluğuyla birleşince Lübnan’a ve modeline dair kimi tarihsel gerçekleri hatırlatmak zorunlu hale geldi.

Ortadoğu’nun “İsviçresi” Lübnan, “Paris’i" Beyrut orada duruyor, Cumhuriyet ve Ankara’sı, 80 yıllık tahribata, NATO’ya, yanlışlıklara, haksızlıklara rağmen burada. Türkiye bölgenin Türkiye’si, Ankara, bölgenin Ankarası’dır. Bu coğrafyada bundan daha iyisi kurulmamıştır.

Tarih dediğimiz yaratığın neresinden tutup amuda kaldırmaya çalışsanız Beyrut Ankara’ya örnek olamaz. Tarih geriye yürütülemez. Gündüz gözüyle rüya gördüğünüzle, saçmaladığınızla kalırsınız. Türkiye halkının iradesini aşıp Lübnan esinli ‘başcücelik’ kuramazsınız.

Cumhuriyeti yedirtmeyiz. O kaidenin gerisine düşmez, üstüne daha iyisini, sömürüsüzünü, tam bağımsız olanı inşa ederiz.

                                                        /././

Orta Doğu’ya Antakya’dan seslenmek: Kadınlar, defne, reyhan ve zeytin!-Neval Oğan Balkız*-

Gerçek barış için zalimlerin değil, mağdurların hikayesinden başlanmalı… Gazze’yi yıkımlardan arınmış, Hatay’ı yeniden ayağa kalkmış haliyle düşlemeye cesaret edelim.

Defne, reyhan ve zeytin Antakya toprağında; Suriye, Irak, Filistin, Cezayir, Fas,Tunus, Ürdün'den getirilen topraklarla buluştu! Yaşanmışlıkların, yıkımların, katliamların, kayıpların acısı ve gözyaşı… Hepsi o toprağa aktı…

12 Temmuz 2025 tarihinde Antakya'da gerçekleştirdiğimiz "Orta Doğu'da Emperyalist Saldırganlığa ve Katliamlara Karşı Kadın Dayanışması Forumu" etkinliğinde biz Antakyalı kadınlar, diğer şehirlerden ve Suriye, Irak, Filistin, Cezayir, Fas, Tunus, Ürdün’den gelen kadınlarla buluştuk; savaş koşullarında, selefi cihatçı uygulamalar, şeriatçı İslamcı yönetimlerin yarattığı ve yaşattığı koşullarda, cinsiyetçi ataerki baskısında kadın olmayı, varlığı, yaşamı, özgürlüğü savunma, toprağa bedene sahip çıkmayı, barışı kurma mücadelesini konuştuk.

Deneyimlerimizi, duygu ve acılarımızı paylaştık. Birlikte, laik bir kadın mücadelesini ortaklaştırmanın zorunluluğunu, bunun yöntemlerini oluşturmanın önemini, sorumluluğunu bir kez daha vurguladık.

Program açılış konuşmamda şu sözlerle paylaştım düşünce ve duygularımı:

"İçinde bulunduğumuz ‘yeni egemenlik ve paylaşım savaşları çağı’ tüm Orta Doğu coğrafyasında halkları ölüm, şiddet, sürgün, göç, belirsizlik ve iç çatışma koşullarına sürüklüyor!

‘Arap Baharı’ denilen süreç ve sonrasında 2011 yılından itibaren yaşanan iç çatışma koşulları sonrası, selefi cihatçı bir terör örgütüne teslim edilmiş Suriye’de, Alevilere yönelik sistematik bir katliam sürdürülüyor.

İnanç merkezleri yakılıyor, köyleri kuşatılıyor, zorla yerinden ediliyor, göçe zorlanıyorlar. Mezhepçi bir temelde yaratılan ‘biyolojik ırkçılık’ ile bu halk, adeta yok edilmek isteniyor!

Sistemli bir şekilde her gün Alevi kadınlar kaçırılıyor, tecavüze uğruyor, köle olarak satılıyor, zorla evlendiriliyor, öldürülüyor!...

Bütün dünyanın gözleri önünde insanlığa karşı işlenen bu suçlar ve diğer savaş suçları karşısında; yayılmacı, işgalci devletlerin saldırganlığı ve başta Suriye ve Filistin’de olmak üzere tüm bölgede insanlık için yarattıkları felaketler, tehdit ve tehlikeler, dünya ve ülke kamuoyları, uluslararası kurum ve kuruluşlar, uluslararası hukuk ve bölge devletler tarafından çok büyük oranda sessizlik ve suskunlukla karşılanıyor.

ABD Suriye'ye yönelik ambargoları kaldırıyor, diğer emperyal güçlerle cihatçı selefi HTŞ örgütü ile birlikte ‘masalar’ kuruyor, hegemonik, jeo ve ekonomipolitik yeni güç paylaşımları yapmak için, önceden terör listelerine aldıkları, Colani ve cihatçıları, listelerden çıkarıyor, ‘meşru bir siyasi figür’ olarak bu pazarlık masasına oturtuyor. Bir yandan ‘masalar’ kuruluyor, ama öte yandan özellikle Alevilere (Hıristiyan ve şimdi de Dürzilere) yönelik katliamlar devam ediyor. 

Bizler, ulusal ve uluslararası alanda bu katliamlara karşı süren sessizliği bozmak için, ses çıkarmak için, Orta Doğu'dan gelen kadınlarla dayanışmayı büyütmek için, birlikte; emperyal saldırganlığa, Filistin' de, Suriye'de işgale hayır demek için, Suriye'de süren sistematik katliamlara dur demek için buradayız! Kadınların kaçırılmasına ve cinsel saldırılara uğramasına dur demek için, kaçırılan kadınlara özgürlük demek için, buradayız! ‘Barış’ için orada kurulacak masaları, emperyalistler değil, orada yaşayan halklar kursun, yaşam içinde kardeş olacak halkların masası olsun demek için, buradayız. Bu toprak hepimizin, beden hepimizin, özgürlük hepimizin, biz bunun farkında ve bilincinde olarak yurdumuzu, toprağımızı, bedenimizi ve geleceğimizi bir araya gelerek, dayanışmacı, güçlü bir laik mücadeleyi oluşturarak ancak, kazanabiliriz... Bugün, güçlülerin sessizliğinin ahlaki iflasını ifşa etmek ve hakikat arayışı için ortak bir yol bulmanın ilk adımı olsun..."

Savaş koşullarında kadın olmak

Filistinli Ruba Odeh: “Savaşta, işgalde, ilk hedef hep ulusal kimlik taşıyıcısı kadınlar oluyor! Biz hep bu koşullarda yaşadık. Barış kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklarla olmaz! Açık, şeffaf, herkesi içine alan, halkın karar vereceği bir süreç ile olur Dayanışma geçici bir duygu değil. Adaleti sağlayacak, sürekli bir dayanışma gerekli…"

Hamide Rencüs: “Emperyalistler, cihatçı selefi Colani ve HTŞ’ye teslim ettikleri Suriye’de, özellikle Alevilere yönelik sistematik şekilde katliam, sürgün ve taciz tecavüzler karşısında sessiz, kendi çıkarlarının, hegemonik güç bölüşümlerinin tavırsızlığı içindeler. Aleviler, Hristiyanlar, Dürziler, İsmaililer, Asuriler büyük tehdit altında, artık laik Sünniler de öyle… Ama, kadim Suriye’nin tarihinde direniş var, bizler tüm bölgenin kadınları, İştar ve Zenubiyye’nin torunlarıyız, direniş ruh ve inancımızı onlardan alıyoruz! Toprağımızı, bedenimiz ve özgürlüğümüzü savunacak dayanışmayı, halklar oluşturacaklar…"

Cezayirli Aouicha Bekthi: "Bugün olanlara bakınca tüm kazanımlara karşın Cezayir ve Fas için de korkuyoruz. Deneyimlerimiz çok, biz emperyalistlerin bize özgürlük, demokrasi, refah ve güvenlik değil; kan, gözyaşı, parçalanma ve savaş getirdiğini biliyoruz. Kendi halkımızın mücadelesiyle ancak kendimiz bağımsız, özgür, eşit, olabiliriz. Bu emperyal ve cihatçı selefi kuşatma ve baskıya karşı kadın dayanışması çok önemli. Ne ve nasıl yapacağız? Bunu birlikte belirlemeliyiz.”

Ürdünlü Nehaya Omar: "Acı çeken toprak, yeniden yeşermeye en uygun topraktır çünkü onun hafızası vardır. Gerçek barış için zalimlerin değil, mağdurların hikayesinden başlanmalı… Gazze’yi yıkımlardan arınmış, Hatay’ı yeniden ayağa kalkmış haliyle düşlemeye cesaret edelim. Çatışma ve şiddet koşullarında, bombalar altında yaşayan halklar olarak, korkudan kurtulalım, kendimizi bağımsız ve özgür olarak düşleme ve bunu isteme cesareti gösterelim. Topraklarımızı dayanışmanın tohumlarını ekebileceğimiz bir bahçe olarak, el ele birlikte ekelim."

Tunuslu Roja Dahmani: "Kadınlar olarak veraset haklarımız, velayet haklarımız, laik toplum kazanımları yok edilmek isteniyor, tüm coğrafyada kadınları tehdit eden bir geri akım güçleniyor, uluslararası sıkı bir kadın dayanışması gerekli. Nasıl olacağını birlikte düşünüp, bir yol oluşturmalı."

Iraklı Tiba Saad Abdulkareem ve diğerleri… Her biri kendi toplumlarının yaşanmışlığını ve savaş koşullarında zorlu mücadelelerini anlattı. Emperyalizmin, sömürünün, cihatçı selefizmin ve şeriatçı anlayışın, cinsiyetçi ataerkinin, kadın bedeni üzerinden başlayan hegemonik tahakkümünü, bu tahakküm üzerinden kurulan kamusal alan, mekan despotizmini, eğitimden, hukuka, toplumsal ilişkilerin bütününe yayılan ayrımcı, insan hakları ihlali niteliğindeki uygulamaları aktardı. Her birinin sesi, acı dolu ama umutlu ve direnişçi…

Onların seslerine kadim Antakya’nın kadınlarının, yıkıcı deprem koşullarında dahi kayıplarının acısını yüreklerinde taşıyıp, her türlü olanaksızlık içinde yaşamı yeniden kurma ve üretme mücadelesindeki kadınlarının sesi katıldı.

Kadın ve toprak, reyhan, defne, zeytin

Öncesinde Suriye, Irak, Filistin, Cezayir, Fas,Tunus, Ürdün'den getirilen toprakları, kadim barış şehri Antakya'nın toprağıyla buluşturduk. Tüm coğrafyanın ortak hafızasında, onur direnç, ruh arınmasını, ölumsüzlüğü simgeleyen defne, zeytin ve reyhan fidanlarımızı; ellerimizi ve savaşsız, sömürüsüz, şiddetsiz, kadınların ve dolayısıyla toplumların özgür oldukları bir yaşam, bir bölge ve dünya için umutlarımızı birleştirerek, diktik.

Nidal Özdemir, kurucusu olduğu kadın kooperatifin üretmiş olduğu zeytin, reyhan ve defne fidelerinin bulunduğu saksıları sevgiyle taşıdı, kürsünün önüne bıraktı.

Bu kadim coğrafyanın simgesi üç fidan, tarihin tüm sırlarını fısıldadı bizlere. Bir an, hepimiz duyduk o sesleri: “Bu coğrafya savaşlar gördü; ölümler, yıkımlar… İnsanların kanları birbirine karıştı, gözyaşları da. Düşman olanlar dost, dostlar düşman oldu bir zaman… Yazılan, yeniden yaşandı ve acılar tekrarlandı. İnsanlar, aynı ya da farklı dillerle dualarında, ‘diğerinin duasını sustursun’ diye yakardılar, sonra kendileri susturmaya kalktılar, o duaların farklı dillerini kestiler. Feryatları biz duyduk, zılgıtları ve haykırışları, susulanları da. Ama şimdi sizler susmuyorsunuz, ne güzel sizi de duyuyoruz” dediler defne, zeytin ve reyhan.

Nidal Özdemir: "Biz bugün burada bu topraklarda ortak kadim simgelerimiz olan reyhan, zeytin ve defneyi, Antakya’nın toprağında, Suriye, Ürdün, Lübnan, Irak, Fas, Tunus ve Cezayir’den gelen topraklarla buluşturacağız. Reyhan arınmanın ve ruhun temizliğin simgesidir. Defne bilgeliğin ve onurun simgesidir, toprağın hafızasıdır, defne unutmaz. Yaşananları unutmamak için, yaşanacaklar karşısında umudu ve dayanışmayı büyütmek için defneyi birlikte dikiyoruz bugün. Ve zeytin… Barış ve bereketin, kutsalın, ölümsüzlüğün simgesidir... Zeytinin kökü güçlüdür, dirençlidir, bu toprağın halkları gibi. Kökler burada birleşecek, biliyoruz ki toprak bölünür ama umut birleşir ve birleştirir. Biz buradan, umudun ve barışın dayanışmanın, bu birliğin sesi olarak dünyaya sesleneceğiz."

Hacer Dikkaya: "Dünya halklarının tarihi emperyalizme karşı mücadele tarihidir. Bugün
ya yaşamımızı ve onurumuzu şeriatçı faşistlere tepside sunacağız ya da farklılıklarımızla bir arada örgütlü yaşamayı öğreneceğiz ve emperyalist çıkarları için bölgeyi kan gölüne çevirenlerin planlarını bozacağız! Enternasyonalist dayanışmayı bütün imkanlarıyla örgütleyeceğiz."

Hülya Nehir: "Tarihsel ve güncel zamanlarda bu bölgede emperyalizm, halkları etnik, dinsel kimlikler üzerinden bölüp parçalıyor, Birbirine düşürüyor, bu şekilde kendi egemenliğini sürdürüyor. Bu çıkarlar doğrultusunda dün terörist olan Colani kahraman kabul ediliyor. Suriye’de bu cihatçı selefi güçlerin sürdürdüğü katliam, sürgün ve kadın kaçırmalar, tecavüzler karşısında sessiz kalınması, emperyalist ortaklık sonucudur.  

Hatay özel bir yer. Kadim kültürü, farklı dilleri, farklı inançları bir arada yaşayan birbirine saygı duyduğu bir kent. Bu özelliğiyle öne çıkan bir kent… Depremin yarattığı yıkım sevdiklerimizi, akrabalarımızı, anılarımız, biriktirdiklerimiz kayboldu. Bu yaşananlar bizi çok yordu. Bizi burada tutan şey yakın coğrafyalarda ve bölgemizde yaşanan acılara tanıklık etmek, bize şu ipucunu verdi: Direnmeyi bileceksen, bu topraklar yeniden yeşerirsin! Bunun için de en önemlisi, barışçıl örgütlenmelerde küçük çıkarlara tamah etmeden, nasıl bir araya gelinir önceliği ile hareket edilirse, bu mücadelenin büyüyebileceğine inanıyorum."

Nadire Kit: "Depremde en çok acı çeken kadınlar ve çocuklardı… Yaşadığım kişisel acıyı içime attım, herkese dokunmaya çalışıyorum. Deprem üzerinden yirmi dokuz ay geçti kadınlarımız, insanlarımız halen çok zor koşullarda yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Üç, dört çocuklu aileler 21 metrekarelik konteyner evlerde yaşıyor. O kadın yemek mi yapsın, evi mi toparlasın, çocukların eğitimi ile mi ilgilensin… Gerçek anlamda bir kültür, bir sosyal bozukluk yaşadık, bunu toparlamak çok zor, bu nedenle kadın dayanışması burada çok çok önemli. Orta Doğu’dan gelen kadınların anlatımlarındaki yaşanmışlığı çok hissettim, kayıp ve acılarımız büyük."

Nilgün Karasu: “Bölgemizde, coğrafyamızda yaşanan bu büyük acılar, katliamlar, göç ve sürgünler, tüm halkların, hepimizin sorunu. Özellikle Filistin’de işgal ve şiddet, Suriye'de Alevilere karşı süren katliam ve kadınlara yönelik saldırı ve kaçırma… Bunlar mezhepsel ya da farklı gerekçelerle görmezden gelinecek, taraf olunacak durumlar asla olamaz. Bu ortak sorun ve tehditler karşısında mücadeleyi de ortaklaştırmak herkesin, insanlığın ortak sorumluluğudur."

Edibe Raybay Altınöz: "Tüm dünyada, savaşı şiddeti erkekler çıkarır, uygular; kadınlar onların yok ettiğini yeniden yeşertmeye çalışır. Onlar savaşı, bizler barışı kurmak için çalışırız! Artık bu savaş, işgal ve saldırganlığı üreten koşullar üzerinde düşünme ve onları dönüştürecek yollar üzerinde düşünme zamanı. Buna da kadın mücadelesi öncülük etmeli."

Böylece, sözlerimiz ve umutlarımız birleşti…

Hafıza ve cesaret

Bizler, emperyalizmin yeni paylaşım, güç ve hegemonya kurma savaşlarına karşı, halkların savaşsız, şiddetsiz, özgür bir yaşam hayal etme cesaretine sahip olduğunu biliyoruz.

Biliriz ki: Tarih unutmaz! Halklar Unutmaz! Tarihi zalimler değil, varlıkları, hakları, toprakları ve gelecekleri için, direnen halklar yazar. Suriye halkı da, Filistin halkı da unutmayacak!

Ve halklar, kendi topraklarında barış içinde yaşamayı, laik bir mücadeleyi dayanışma içinde oluşturarak, birlikte kazanacak.

Kadınlar, kadim yaşamsal dirençleriyle, yaşamı var eden ve sürdüren koşulları yaratan emekleriyle bu mücadelenin taşıyıcıları ve örgütleyicileridir. Savaş ve katliam tehditleri altındaki koşullarda dahi susmuyor ve direniyorlar.

Bir kez daha sesleniyorlar:
Orta Doğu’da ve Filistin’de işgallere saldırgan yayılmacılığa, savaşlara son verin.
#Suriye'deAleviKatliamınıDurdurun
Suriye’de kadınların kaçırılmasına, istismara uğramasına engel olun.

*Hukukçu/Akademisyen

                                                                /././

Marx’ın Matematiksel Elyazmaları: Bir kitabı arama, bulma ve çevirtme öyküsü -Medet Kurtulmaz-

Kitaptan kimse haberli değildi sanırım, haberli olabilecek çok az sayıdaki insanla da ben karşılaşmadım belki de. Adını sormayı akıl edemediğim için sonraki yıllarda aklıma geldikçe hayıflandığım, şık giyimli, nazik davranışlı adam dışında…

1985 yılı olmalı, Ankara’da ağabeyimle birlikte iki yıl kadar önce kurduğumuz kitap pazarlama firmamızda kitap pazarlıyorduk. Çeşitli yayınevlerinden kitaplar alıp konularına göre setler yapıp satmaya çalışıyorduk. İş birliği yaptığımız yayınevlerinden biri de Sosyal Yayınlar’dı. Benim aklıma da kendi yayınevimizi kurup sol literatüre ilişkin kitaplar yayımlamak fikri sık sık düşüyordu. Tam da o günlerde, Tandoğan’da, o zaman Sanayi Bakanlığı olan binanın giriş salonlarında kentin ilk kitap fuarlarından biri yapılacaktı. Sosyal Yayınlar’ın sahibi Enver Aytekin bana fuara birlikte katılmayı teklif etti. Teklifini kabul ederek bir stand kiraladım, kirayı ortaklaşa karşılayacak, elde edeceğimiz kârı da bölüşecektik.

Sanırım fuarın başlamasından birkaç gün sonraydı ve sakin bir günüydü; seksenini aştığını tahmin ettiğim, çok şık giyimli, bir o kadar da nazik davranan bir adam standı ziyaret etti. Kitapları dikkatlice inceliyor, bazılarını heyecanla mırıldanarak eline alıp dikkatlice inceliyordu. İncelemeye devam ederek, özellikle yüzden sergilemeye çalıştığım Lenin’in “Felsefe Defterleri” adlı kitabının önüne geldi. Adam kitabı görünce heyecanı daha da artmıştı, yanı sıra şaşırmıştı bir de; “bu kitap ne zaman çevrildi hiç haberim yoktu” dedi. Kitabın 1976 yılında basıldığını ama çok kimsenin kitaptan haberdar olmadığını, 12 Eylül darbesiyle birlikte de dağıtımdan çekildiğini, depoda bekletildiğini ve ancak son birkaç aydır pazarlamaya başladığımızı, hatta kitapçılarda da hâlâ bulunmadığını anlattım. Gerçekten de Enver Abi ve başka tanıdıkların da aksi yöndeki telkinlerine rağmen kitabı pazarlamaya çıkarmıştık. Çünkü darbenin baskıcı rejimi hâlâ çok sıkıydı ve biz risk alıyorduk. Hatta o günlerde o kitapla ilgili, bir ilde kitaplarımıza el konup soruşturma da açılmıştı. Aslında o soruşturma sayesinde kitap bir çeşit aklanmış da oldu, çünkü soruşturma takipsizlikle sonuçlanmıştı.

Neyse işte, adam kitabı inanmaz bir şekilde evirip çevirirken, “peki Marx’ın Matematik Defterleri” dedi, “onu neden çevirtmediniz”. Şaşırmıştım, Marksist literatürü sıkı takip ettiğimi düşündüğüm halde söylediği kitabı hiç duymamıştım. Hem Marx’ın da matematikle ilişkisini kuramamıştım. Düşününce, henüz 25 yaşımda olduğumu, böyle bir kitaptan haberdar olmamayı doğal saydım, üzülmüştüm yine de. Literatüre hâkim eski Marksistler, çevirmenler, akademisyenler, henüz çevrilmemiş olsa bile böyle bir kitaptan haberli olmalıydılar. Fuardan sonra Enver Abi’yle konuşunca onun da böyle bir kitaptan haberli olmadığını öğrendim. Sonraki günlerde bir vesileyle Enver Abi’yle tekrar konuşmuştuk, “bizdeki çevirmenlerle konuştum, kimse de böyle bir kitabı bilmiyor, adam uydurmuş olmalı” dedi. Söylediği doğru olmalıydı, çünkü o zaman yayınevinin bünyesindeki çevirmenler anlı şanlı çevirmenlerdi, onlar da bilmezse kim bilecekti!? Hatta birkaç ay sonra “Felsefe Defterleri”nin çevirmeni Atilla Tokatlı’yla tanışıp dost olduktan sonra ona da sormuştum, o da bilmiyordu. Ben de kitabı unuttum böylece.

Bir yıl kadar sonraydı, nihayet aklımdaki projeyi hayata geçirmiş, Başak Yayınlar’ı kurmuştuk. İlk kitap olarak Alaattin Bilgi’nin çevirdiği, Bruno Apitz’in “Kurtlar Arasında Çıplak” adlı romanını basmıştım. Arkasından Marx’tan, Engels’ten ince birer kitap…arkasından Lenin ve başkaları gelecekti. Tam o günlerde Londra’ya gitmiştim, birkaç aylığına. Türkiye’deki baskıcı rejime karşın orada sonsuz bir özgürlük hissi yaşamıştım, heyecanla sağa sola koşturuyor, önüme gelen her eyleme de katılıyordum. Tam da o günlerde Trafalgar Meydanı’nın bir köşesinde Nelson Mandela’ya özgürlük kampanyası yapılıyordu. Kampanya sürekliydi ve her grup vardı. Ben de eylemde olmalıydım, hemen dahil oldum ve oradaki İngiliz komünistlerle tanışıp, yarım yamalak İngilizcemle anlaşmaya çalışıyordum. İşte o günlerde “Matematik Defterleri” yeniden düştü aklıma, benim komünistlere sordum ama onlar da böyle bir kitabı bilmiyorlardı. Daha sonra Londra’da üstlenen Türkiyeli komünistlerle ve onların hayli ünlü lideri R. Yürükoğlu ile de tanışacaktım. Bir vesileyle kitabın adı yine geçmişti, Engels’in bir yerde Marx’ın matematiğe ilişkin çalışmalarından bahsettiğini ama kitap haline geldiğini bilmediğini söyledi. Ya da belki başka bir yoldaş söylemişti bunu…

Sonraki günlerde Londra’daki en büyük kitabevlerini ve sahafları öğrendim. Nedense aksi yöndeki bütün bilgilere rağmen kitabın varlığından emindim. Büyük bir azimle büyük kitapçılardan başlayarak kitabı aramaya koyuldum. Koyuldum ama aslında ne aradığımı bilmiyordum, çünkü adam “Matematik Defterleri” demişti ama varsa böyle bir kitabın acaba adı neydi? Defterleri tam karşılayacak bir ismi mi olmalıydı, yoksa başka mı, ne?

Günlerce kitapçılarda, sahaflarda Marx’ın bulabildiğim bütün kitaplarını elden geçirdim, yoktu. En son Sovyet Kitapları’nın Londra temsilcisi sayılan ve o günlerde orada Sovyet şair Yevtuşenko için yapılan bir etkinlik sayesinde öğrendiğim Collet’s Kitabevi’ni keşfettim. Kitabı orada da bulamazsam arayışımı sonlandıracaktım.

Böylece günlerce kitabevini ziyaret ettim, her gün birkaç saatim orada, özellikle de alt katta eski kitapların olduğu reyonda geçer olmuştu. Neyse ki orada küçük bir tabure vardı da arayışımı oturarak sürdürebiliyordum. Kitabevi çalışanlarıyla da kitap hakkında birkaç kere konuşmuştum, sonuç yoktu ama. Hatta çalışanlardan biri İranlıydı, bana çok bilmiş bir dille böyle bir kitabın asla var olmadığını, çünkü bunun Marx’ın konusu olmadığını anlatmaya çalışmıştı. Ben ısrar edince de İngilizcemin azlığından söylediklerini anlamadığım gibi bir şeyler söyleyip uzaklaşmıştı. Sonraki birkaç gün adam beni gördükçe yüzünü ekşitip başını sağa sola sallamıştı.

Sanırım Collet’s’e gidişimden bir hafta kadar sonraydı, alt katta tabureme oturmuş ilgisiz bir şekilde rafları karıştırıyorum, elime aldığım 14x20 ebatlarında, siyah ciltli bir kitabın sırtında “Karl Marx, Mathematical Manuscripts” yazısı gözüme çarpmıştı. Heyecanla ayağı fırlamış, birkaç dakika kitabı inanmazca evirip çevirmiştim.

Üst kata çıktığımda kasada İranlı vardı, elimde kitabı görünce şaşkınlığını gizleyemedi, beni kutlamak için elini uzatmıştı, ben heyecanla adamın elini tutup kendime çekince kırk yıllık dost gibi öpüşmüştük. Kutlanmaya ihtiyacım vardı sanırım ve bunu hak ettiğimi düşünmüş olmalıydım. Bu kutlama öpüşmemiz yine de muadili kitaplar 10 poundken 50 pound ödememe engel olamamıştı.

Kitap ilk olarak Sovyetler Birliği’nde S.A. Yanovskaya tarafından 1930’dan beri üzerinde çalıştığı notların birinci bölümü olarak 1968’de yayımlanmış. Daha sonra New York’ta New Park Publications yayınevi tarafından 1983’te İngilizcesi basılmış. Benim tesadüfen bulup aldığım ve daha sonra çevirtip yayımladığım tek nüsha da işte bu baskıdan. Kitabın çok yenilerde basılmış olmasına rağmen piyasada bulunmuyor olması ve tanıştığım kimsenin de kitaptan haberdar olmaması şaşırtmıştı beni.

Türkiye’ye döndüğümde kitabı ilk olarak çevirmenimiz Öner Ünalan gördü ve o da çok şaşırdı, heyecanlanmıştı, bu kitabı mutlaka ben çevirmeliyim deyip aldı kitabı. Uzun ve yoğun bir çaba sonucunda kitap çevrilmiş, zorlu bir dizgi, düzeltme süreci sonunda “Matematiksel Elyazmaları” adıyla Başak Yayınlar tarafından 1990’da basıldı. Kitap matematik akademisyenleri tarafından bile şaşkınlık ve ilgiyle karşılandı. Çünkü kitaptan kimse haberli değildi sanırım, haberli olabilecek çok az sayıdaki insanla da ben karşılaşmadım belki de. Adını sormayı akıl edemediğim için sonraki yıllarda aklıma geldikçe hayıflandığım, şık giyimli, nazik davranışlı adam dışında…

Ben yayınevini kapattıktan yıllar sonra eşim Yosum Kurtulmaz’ın (Öner Ünalan’ın kızı) yazdığı bir önsözle Kor Kitap kitabın ikinci baskısını 2019 yılında yaptı. Kitabın hâlâ  satışta olduğunu biliyorum.

                                                          /././

Üçlü ittifak mı?-Aydemir Güler-

Baksanıza, süreci Türk ve Kürt gençlerinin birbirlerine kurşun sıkmaması yerine, başka düşmanlara karşı birlikte silah kuşanmak olarak betimleyenler var. Buradan bir toplumsal dinamizm çıkması mümkün mü?

Bahçeli-Öcalan süreciyle birlikte iktidar “liberal-dinci ittifakı modeline” geri dönmüş oldu. Üstelik ilk dönemde muhalefet rolünü üstlenen Türk milliyetçiliği şimdi oyun kurucu!

Erdoğan’ın sözleri neredeyse Cumhur İttifakına DEM Parti’nin dâhil edildiğine çıksa da, yakınlaşmanın “belirli bir konuyla” sınırlı olduğu yolunda kayıt ve itirazlar gecikmedi. Sadece DEM tarafından da değil üstelik… Ancak konumuz ne silah bırakmaya, ne Kürt reformu diyebileceğimiz birkaç düzenlemeye indirgenemeyecek kadar boyutlu olduğu için bu itirazlar zayıf kalıyor.

Cumhurbaşkanı aslında o vurgusuyla iktidarın gücünü artırdığına dair dayanak sunmak, kamuoyunu etkilemek istemişti. Asıl düzeltilmesi gereken de budur. 2002’den bu yana değişen ittifak yapıları arasında, belki en zayıfı bugünküdür. 

AKP’nin birinci dönemi, 3 Kasım 2002 – 12 Eylül 2010, yani ilk kazandığı parlamento seçiminden kritik anayasa referandumuna kadar diyelim, bir çıkartma harekâtına benziyordu. Emperyalizmin ve sermayenin çok iyi tasarlanmış desteğiyle yürütülen profesyonel bir operasyonla 1923 Cumhuriyeti’nin direnci kırıldı. Sanılandan daha güçlüydüler.

Sonra yeni rejim inşasına geçildi. Bu deneme, üst üste çakışan bir dizi nedenle duvara çarptı. Nedenleri bir yana, Erdoğan-Gülen-Öcalan üstünden bir yeni yapının inşası gerçekten denenmişti. Çok ciddi bir yol aldıkları, kendi tabirleriyle “eski Türkiye’ye” son verdikleri, Cumhuriyet’i pratikte tasfiye ettikleri kabul edilmelidir. 

Sonra, Erdoğan-Bahçeli ikilisinin iktidarı tutmakla birlikte kriz altyapısının çamura dönüşmesini, kırılganlığın artmasını önleyemedikleri döneme geçildi. Yine de baskıcı ve keyfi bir çizgiyi sürdürmekte zorluk çekmediler.  

Ancak 2024 yaz sonu itibariyle yetersizlik kabul edilmiş oldu ve tam kapatılmamış kapılardan Kürt hareketi ve liberalizm geri çağrıldı. Aradan geçen aylardan sonra, hem bölgeye hem ülkenin içine bakıldığında iktidarın yalnızca görünüşte tahkim edilebildiğini saptayabiliriz. 

Müttefiklerin her birinin samimiyetini sorgulamak mümkünse de, işin kritik tarafı bu değil. Son zamanlarda birbirlerini takdir etmekte yarışırken hayli abartmış oldukları beceri düzeyini de tartışmayacağım. Bugün kurulan siyasi denklemin zayıflığının kaynağı nesneldir ve aşılmaz zorluklar söz konusudur. 

Bölgenin güncel sorunu Batı emperyalizminin, 20.yüzyıl bakiyesi devletler yapılanmasını sırtından atmak istemesinde düğümleniyor. Lübnan diye bir ülkenin varlığı artık meçhul. Irak’ın Baaslı yılları yani modern ulus-devlet denemesini, bir kere de İran-Şii dengeleri üstünden uzattığı süre doldu. Suriye’nin Alevi - Sünni – Kürt (+ Dürzi) bölünmesini yansıtan haritası çizildi bile. Bir başkent olarak Şam artık varlığını İsrail’in icazetine borçlu. Emperyalizm bölgede, sınırlarının ufkundan Türkiye ile İran’ın görülebildiği bir İsrail yarattı… Bu tablonun Ankara’nın tercihi olamayacağı açık da, Türkiye gidişe fren bile yapamadı. 

Bizim yeni üçlünün bu tabloya verebileceği bir yanıt olamaz. Nesnel olarak mümkün değil. 

İçeride yapılması beklenen, çatışmanın veya terörün bitmesi, belki bir de Kürt reformuyla sınırlı tutulabilecek olsaydı, belki… Silahların susmasını herkes destekler, Kürtlerin yurttaşlık hakları üstünde de bir uzlaşmaya varılabilirdi. Ama iktidar ezberine sadık kalarak “yeni rejim – yeni Anayasa” kartını önü sürmüş bulunuyor. Geri çekilmesi imkânsız olan bu kartın üstüne krizi yönetme adına bir iki satır eklemek dahi zor. Bir an için “pazarlık yapmıyoruz” lafının doğru olduğunu kabul edelim. Yine de akış Türkiye’nin dokusunun seyrelmesine doğrudur. Yeni Anayasa gibi köklü formül arayışları bu seyrelmeyi çatışmalarla donatma riskini getiriyor. Düşünün, liberal ve Kürtçü unsurlar Atatürk milliyetçiliğini çıkartmayı tartışmayacaksa, bir tür federalizmi çağrıştırmaktan geri duracaklarsa, cihatçı-tarikatçı kesimler laikliği silmeyi gündeme getirmeyeceklerse, bu nasıl Anayasa tartışması olur ki? Üç lider de, ilginç bir kibirle, kendi cenahlarını zapturapt altına alacağını sanıyor olabilirler tabii… Yanılırlar…

Öcalan, Kürt siyasetinde İsrailci ve İrancı unsurlara işaret ederken kendisini Türkiyeci olarak nitelemiş olmaktadır. Ama Kürt dinamiğinin bölgesel ağırlık merkezini, Suriye’den Türkiye’ye çekmek ne mümkündür ne de istenebilir. Eski haritaya alabildiğine hoyrat davranan emperyalizmin sakınacağı ilk şey, dört ülkeye yayılan Kürt faktörü. 

Erdoğan’ın konuşmasından sonra çizilen bir karikatürü gördünüz mü? “Bir Türk, bir Kürt ve bir Arap İskender yemeye kebapçıya gitmişler.” Bir tanesi -bence Türk olan- “çok pahalı” demiş ve kafadarlar “evlerine dönmüşler…” Siyasette durum hiç bu kadar çaresiz olmaz, ama memleketin karnı aç, çocuğu geleceksiz büyük çoğunluğunun fetihçilik oynamaya heves göstermeyeceği şimdiden anlaşılmış olmalı. 

Barış konusu da hayli netameli. Baksanıza, süreci Türk ve Kürt gençlerinin birbirlerine kurşun sıkmaması yerine, başka düşmanlara karşı birlikte silah kuşanmak olarak betimleyenler var. Buradan bir toplumsal dinamizm çıkması mümkün mü?

Son olarak, iktidarın, başka gerekçelerin yanı sıra, sürece muhalefetsiz girmeyi de amaçlayarak kalkıştığı “CHP’yi tasfiye operasyonu” uzamış ve tamamlanamamıştır. Terör bağlantısının iddianamelerden düştüğü yerde, geriye kamuoyunun oldum olası bağışıklık geliştirdiği yolsuzluk dedikoduları kalır. Bu da, Erdoğan için basbayağı yenilgi sayılır. 

Özetle içinde bulunduğumuz ara dönem, en son girilecek yönelim, gerici iktidar güçleniyor diye umutsuzluğa kapılmaktır. Umut ise kuşkusuz hazır beklemiyor, örgütlenmeyi bekliyor. 

                                                             /././

NATO’dan çıkılması fikrinin yaygınlaşması için çok uygun bir zaman değil mi?-Erhan Nalçacı-

Bu katillere mahkûm olmadığımıza inanan bir toplumsal hareketlilik tüm ülkenin kimyasını değiştirir.

NATO, Türkiye halkı için sadece düşünce düzeyinde ele alınması gereken değil, aynı zamanda duygusal bir konudur.

NATO Türkiye’yi emperyalizme bağımlı hale getirmiş, Türkiye’yi yozlaştırmış, insanlarının düşünce yapısını bozmuş, Türkiye’de kurduğu iç savaş örgütü nedeniyle binlerce evladının katledilmesine, onlarca değerli aydınının öldürülmesine yol açmış bir yapıdır.

Bu nedenle bırakın Türkiye’nin NATO üyeliğinin sürmesini ona karşı nefretle doluyuz.

Ancak Türkiye’nin NATO’ya kabul edildiği 1952’den bu yana halkımızın çoğunluğu bu görüş ve duyguda değildir. NATO hakkında olumsuz olanlar bile NATO’dan çıkılamayacağını düşünür genellikle.

Çünkü NATO mevcut düzendir ve düzenin değişeceği konusunda umudu olmayanın NATO’dan çıkma fikri ile işi olmaz.

Ancak içinden geçtiğimiz dönemde NATO karşıtlığı fikrinin hızlı bir şekilde yayılma olasılığını ele alacağız bu yazıda. Bunun birçok nedeni var, biz yazının izin verdiği kadar üç madde altında tartışalım konuyu:

1-NATO eskisi gibi güçlü değil, ABD büyük bir açmaz içinde

20. yüzyılın ikinci yarısında, hatta bu yüzyılın başında NATO başa çıkılması çok zor güçlü bir örgüttü. NATO’nun askeri, siyasi, ideolojik üstünlüğü insanları yıldırıyordu. Çünkü NATO’nun arkasında ABD liderliğinde emperyalist ülkelerin oluşturduğu düzen şöyle ya da böyle bütünlüklü ve büyüyen bir kapitalizme yaslanıyordu.

Oysa şimdi halen emperyalist düzenin tepe devleti olan ABD’ye baktığımızda giderek sürdürülemez hale gelen bir iktisadi, sosyal sistem görüyoruz.

ABD yakın zamana kadar iflas etmeyeceği varsayımı ve doların rezerv para olması nedeniyle çok kolay borçlanan ve borç faizlerini yeniden aldığı borçla çeviren bir işleyişe sahipti. Ancak günümüzde bu döngü sürdürülemez hale geliyor. Faiz gideri/borç oranının yüzde 50 civarına ulaşması kritik bir çizgi olarak kabul ediliyor.

Eğer bir ülkede gelirlerin beşte biri sadece borçların faiz ödemesine gidiyorsa durum fena demektir ki ABD bu oranı geçmiş bulunuyor.

Trump yönetiminin çılgınca davranması kişisel bir davranış bozukluğundan çok bu açmazlardan kaynaklanıyor.

ABD bir emperyalist ülke olarak orta sınıfları koruyamıyor. Korkunç bütçe açığını Trump yönetimi sosyal kesintiler yaparak azaltmaya çalışıyor, bu ise toplumsal eşitsizliği daha da büyütüyor. Toplumun yüzde 10’unun servetin yüzde 70’inden fazlasını kontrol ettiği dünyanın muhtemelen en eşitsiz ülkesi durumunda ABD.

Son anketler sadece bu yılın Mayıs ayında ABD vatandaşlarının yüzde 15,6’sının gıda bulma sıkıntısı yaşadığını ve bu oranın 2021’e göre iki kat olduğunu ortaya koydu.

Trump’ın getirdiği sosyal kesintiler nedeniyle 12 milyon civarında emekçinin sağlık sigortası dışında kalabileceği söyleniyor.

Ve artık ABD halkı çok sık ayaklanıyor. Hükümet geçen Mayıs ayında başlayan ayaklanmayı bastırmak için deniz piyadelerini görevlendirmek zorunda kaldı.

Öyle günler gelir ki deniz piyadeleri de taraf değiştirir.

Ordudaki en gizli bilgilerin bile sıklıkla sızması bir inanç ve motivasyon eksikliği olduğunu gösteriyor.

ABD ve Avrupa devletleri arasındaki gümrük tarifeleri nedeniyle yaşanan gerilimi eklemeliyiz bu zafiyete.

ABD’nin içine girdiği kısır döngüler bir çarpan etkisi yaparak ilerliyor.

Dolayısı ile NATO sonsuzdan gelmedi, sonsuza gitmeyecek. Aksine uzak olmayan bir tarihsel dilimde tasfiyeye uğrayacak gibi gözüküyor.

2-Bu zaaflara karşılık NATO hızla savaşa hazırlanıyor

Türkiye’de NATO’dan çıkma fikrinin zayıf olmasının bir nedeni NATO olmazsa Türkiye’nin başına belalar geleceğine ilişkin inançtı.

Oysa bakıldığı zaman NATO’nun Türkiye’yi de peşinden sürüklemek üzere büyük bir hızla savaşa hazırlandığı anlaşılıyor.

Trump’ın baskısıyla geçen dönem NATO üyesi devletler ulusal gelirlerinin yüzde 2’sini askeri harcamalara ayırmaya teşvik edilmişler ve bunda çoğu devlet zorlanmıştı. Şimdi ise son yapılan NATO Zirvesi’nde bir iki devlet hariç hep birlikte askeri harcamaları önümüzdeki yıllar içinde ulusal gelirlerinin yüzde 5’ine çıkarma kararı aldılar. Türkiye dâhil.

NATO Genel Sekteri, başka bir deyişle Batı emperyalizmin Savaş Bakanı Rutte “… daha ölümcül bir NATO’nun temellerinin atıldığını” bildirdi.

Ve bu kararla birlikte daha önce askeri açıdan iddiasız bir konuma çekilmiş olan Almanya çılgınca silahlanmaya başladı. Almanya binden fazla tank ve zırhlıyı envanterine katma hazırlığı yapıyor.

Görüldüğü gibi NATO’da kalmak bırakın güven sağlamayı dünyanın en güvensiz pozisyonunu sunuyor bugün.

3-Türkiye’nin siyasi, toplumsal iklimi NATO’dan çıkma fikrinin yaygınlaşmasına uygun hale geliyor

Yazının başında belirtmiştik, düzen dışı bir ufkunuz yoksa NATO sabitiniz olur.

Şimdi halkımız daha çok düzeni sorgulamaya başlıyor.

Daha önce sanılıyordu ki, usul olarak Hükümet’e, Parlamento’ya dilekçe verilecek NATO’dan çıkılsın diye, onlar da toplanıp kabul edecekler.

Bu sanki Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 1919’da Padişaha Sevr’den dönülsün diye dilekçe vermesine benzemiyor mu? Bu saçmalığa yeltenmediler tabii ve bir devrimi örgütlemek üzere Anadolu’ya geçtiler.

Bugün düzen partilerinin ve parlamentonun tümü NATO’cudur. Burada çözümlenecek hiçbir şey bulunmuyor.

Usul; emekçi halkın düzen dışı ufkunu geliştirmesine, bağımsızlıkçı ve yurtsever bir program dâhilinde örgütlü hale gelmesine dayanıyor. NATO’dan çıkılma fikrinin yaygınlaşmasından kastettiğimiz bu süreçtir.

Kastettiğimiz Avrasyacılık değil tabii, anti-emperyalist olabilmek için kapitalist düzene karşı olmanız gerekir. Avrasyacılık önünde sonunda Türkiye’yi başka bir NATO’ya götürür.

Peki, neden zemin bu fikir için güçleniyor?

Batı emperyalizminin zayıflaması ve hızla yaklaşan savaş tehdidinin yanı sıra;

AKP-MHP-PKK arasında varılan anlaşmanın ilk kez bu kadar Türkiye’yi Lozan’da kabul edilen sınırların değişmesine ve Türkiye’nin meşruiyetinin sorgulanmasına yaklaştırdığı seziliyor.

Emekçi halkın önemli bir kesimini tutan CHP’nin yaşanan komplo karşısında acizliği, bir toplumsal harekete öncülük edememesi ve düzenin parçası olarak rakipleriyle uzlaşma eğilimi halkın düzen dışına yönelişi için zemin sunuyor. CHP’nin mutlak NATO’culuğu da daha göze batar hale geliyor.

Halkın asalak bir sınıfın egemenliğinde sürekli yoksullaşma ve dışlanma eğilimi insanları arayışa itiyor.

Savaştan azade ve “orta sınıf olma”ya dönük konformizm çözülüyor.

Kemalist çevrelerin bir kısmı sermaye düzenini radikal bir şekilde sorgulamaya başlıyor.

Her şeyin başı geleceğe dair umutlu olabilmekte. 

Bu katillere mahkûm olmadığımıza inanan bir toplumsal hareketlilik tüm ülkenin kimyasını değiştirir.

                                                              /././

soL




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -21/Temmuz /2025-

“Milletin adı Türkiye” mi?-Mehmet Y. Yılmaz- Türk demeyi kaldırıp, onun yerine Türkiye kelimesini koyarsak, Türkiye milletinin yaşadığı ülke...