T-24 "Köşebaşı + Gündem" -21/Temmuz /2025-

“Milletin adı Türkiye” mi?-Mehmet Y. Yılmaz-

Türk demeyi kaldırıp, onun yerine Türkiye kelimesini koyarsak, Türkiye milletinin yaşadığı ülkenin adı ne olacak, bu insanların diline ne ad verilecek? Acaba hazırlanmakta olan “yeni Anayasa” için bir yoklama mı çekiliyor?


İletişim Başkanlığı’nın 15 Temmuz’un yıldönümü için hazırladığı afişlerden birinin üzerinde böyle yazılı: Milletin adı Türkiye!

Tam da o günlerde görev değişikliği yaşandığı için bu eski Başkan Fahrettin Bey’in mi, yoksa yeni Başkan Burhanettin Bey’in mi marifetidir, bilemiyorum.

Afişin hazırlanması, basılması falan derken zaman gerektiğine göre Fahrettin Bey döneminde hazırlanmış olmalı.

Kendisi ciddiyetiyle temayüz eden bir devlet memuru olmasaydı “Fahrettin, ne ettin” diye takılabilirdim ama yapmayacağım.

Afiş “15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü” kutlamaları için hazırlanmış ki bu tuhaflık da zaten ancak bu memlekette yaşanabilirdi.

Memleketimizde en çok aradığımız ama asla bulamadığımız iki şeyi aynı anda kutlamaya çalışmak gibi bir garabet.

“Memleket” diye özellikle yazdım çünkü bir karar veremedim.

Bundan böyle “milletin adı Türkiye” olduğuna göre, “Türkiye milletinin yaşadığı ülkenin adının ne olması gerektiğini” kestiremediğim için!

Gazete, dergi yöneticisi olduğum günlerde yurtdışındaki toplantılarda falan sorulduğunda “Türk’üm” diye yanıt verirdim. Allah’tan artık böyle toplantılara katılmıyorum, sorsalar ne derdim?

“Türkiye’yim” desem ve bu yanıtı duyunca yüzüme bön bön baksalar yine iyi; “bu herif kayışları sıyırmış” deyip sırtlarını dönerlerdi, iki laf edecek kimseyi bulamazdım!

Bizim buralarda Türk olmak pek makbul bir şey sayılmıyor gibi geliyor bana artık.

Oysa bu insanlar kendi aralarında anlaşabilmek için Türkçe diye bir lisan konuşuyorlar. Türklerin konuştuğu dil anlamına geliyor Türkçe.

Türk diye bir canlı türü var ve onların yaşadığı ülkenin adı da Türkiye. Yani en azından biz bugüne kadar böyle biliyorduk.

Türk demeyi kaldırıp, onun yerine Türkiye kelimesini koyarsak, Türkiye milletinin yaşadığı ülkenin adı ne olacak, bu insanların diline ne ad verilecek?

Bizim memlekete özgü tuhaflıklardan biri sanırım.

Rahmetli Metin Toker, memleketteki gariplikleri şöyle açıklardı:

“Burası Türkiye. Burada Türkler yaşar ve Türkler böyle yaşarlar.”

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı bile “ümmetin lideri” olma peşinde.

Bu afişin sokaklarda boy gösterdiği günlerde Türk, Kürt, Arap birlikteyken çok güçlüymüşüz, kimse sırtımızı yere getiremiyormuş diye anlatıyor.

Karlofça, Pasarofça, Küçük Kaynarca vs. ne yana düşer usta diye sormaya gerek yok tabii, belli ki bir aş pişiriliyor, su katmak isteyenlere kızacaklardır.

Kişisel tahminim bu afişin hazırlanmasındaki asıl neden “Türk milletinin” tepkisini ölçebilmek.

Yoksa İletişim Başkanı’nın aklına böyle esti diye yapılacak bir iş değil bu.

“Millet” kavramının ne olduğunu bilecek düzeyde eğitim almış olmalılar.

Hazırlanmakta olan “yeni Anayasa” için bir yoklama mı çekiliyor?

Erdoğan’ın koltuk sevdası böyle mi ambalajlanacak?

Zor olan alkışı başlatmak değil, önce bitiren olmak

Kızılcahamam’daki toplantıda AKP’lilerin hangisi alkışı ilk bırakıp, yerine oturan insan olarak parti liderinin hafızasında yer etmek ister? Öyle bir toplantıda herkes ayakta alkışlarken, oturarak alkışlamak için yürek yemek gerekir. Ancak merak ettiğim, ayağa fırlayıp alkışa başladıktan sonra alkışın ne zaman kesileceğine kimin karar verdiği?
AKP'nin Kızılcahamam'daki 32. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı

AKP’nin Kızılcahamam kampında “ayakta alkış” krizi yaşanmış.

Başını AKP Grup Başkanvekili Muhammet Emin Akbaşoğlu’nun başını çektiği bazı milletvekilleri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açılış konuşmasını neredeyse beş dakikada bir ayakta alkışlamışlar.

Onlar böyle yapınca toplantıya katılan diğer zevat da mecburen onlara katılmış.

Bunun üzerine bazı milletvekilleri, “Akbaşoğlu, Cumhurbaşkanını sürekli ayakta alkışlıyor diye biz de bunu yapmak zorunda değiliz. Neden durmadan ayağa kalkıyoruz? Bu görüntüleri televizyonda izleyen vatandaşlar hoş karşılamıyor’’ diye tepki göstermiş.

Araya parti büyükleri girmiş ve Erdoğan’ın ikinci gün yaptığı konuşmayı milletvekilleri ayağa kalkmadan oturdukları yerden alkışlamışlar.

Mahmut Aydın ve Tarık Işık’ın bu kulis haberi Nefes gazetesinde yayımlandı.

Erdoğan’ın konuşmasının ayakta alkışlandığını gösteren fotoğraflar da görmüştüm.

Bu haberi okuyunca Yuval Noah Harari’nin, Soljenitsin’den aktardığı bir öyküyü hatırladım.

Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde bir parti toplantısında izleyiciler Stalin’i alkışlamaya başlamış.

Alkış bitmek bilmiyormuş, çünkü kimse “alkışı ilk bırakıp yerine oturan kişi” olarak fişlenmek istemiyormuş.

Zaten gizli polis de bu amaçla salonda ajan bulunduruyormuş; alkışlamayı ilk bırakacak kişinin kim olacağını takip etmek için!

Alkış dakikalar boyunca sürmüş. Sonunda birbirine vurmaktan yara olan eller, ayakta durmaktan dizlerde tükenen derman derken bir fabrika müdürü alkışı bırakıp, yerine oturmuş.

Soljenitsin’in anlattığına göre o kişi o gece gözaltına alınıp, Gulag’a sürgüne gönderilmiş.

Elbette Stalin ile Erdoğan arasında bir paralellik kuruyor değilim, kendisini tenzih ederim.

Ancak otoriter yöneticilerin bulunduğu ortamlarda böyle bir sorun olduğu da tartışma götürmez bir gerçek.

Şimdi o toplantıdaki AKP’lilerin hangisi alkışı ilk bırakıp, yerine oturan insan olarak parti liderinin hafızasında yer etmek ister?

Lider, o adamın ya da kadının sadakatinden kuşkulanmaz mı?

Kuşkulanırsa gelecek seçimde listelerde adının üzerine bir çizik atmaz mı?

Onun için bir grup ayağa fırlayıp, alkışlamaya başlayınca mecburen bütün salon ayağa kalkmış ve alkışlamak zorunda kalmış.

Öyle bir toplantıda herkes ayakta alkışlarken, oturarak alkışlamak için yürek yemek gerekir.

Merak ettiğim ayağa fırlayıp alkışa başladıktan sonra alkışın ne zaman kesileceğine kimin karar verdiği?

Çünkü herkes devam ederken alkışı kesmek gerçekten tehlikeli.

İzlediğim haber filmlerinden birinde bu işi Erdoğan’ın kendisi hallediyor.

Eliyle “alkışı kesebilirsiniz” gibi bir işaret yapıyor ve alkış kesildikten sonra konuşmasına devam ediyor.

Bir Erdoğan kolay yetişmiyor tabii; insanların saatlerce ayakta alkışlamak zorunda kalırlarsa fenalık geçirebileceklerini bile biliyor.

                                                              /././

Yapay zekâ, WhatsApp gibi grup yazışmalarınıza ulaşabiliyor mu?-Füsun Sarp Nebil-

"Yapay zekâ sistemleri yasal olarak grup sohbet mesajlarına, üyelerin telefon numaralarına ve hatta telefonlarda depolanan kişisel verilere erişebilir. Bu durum birebir yazışmaları da kapsıyor!"

Kısa cevap : "Evet ulaşabilir"

Mantık zaten bu. Yapay zekânın, "Yapay zekâ" ünvanını haketmesi ve "Üretken" olması yani sorulan her şeye cevap verebilmesi ve bir yandan da kendisini eğitmeye devam etmesi için,  olabildiğince her yere ulaşması lazım. Bunun önündeki engeller, şifreleme ve kanunlar (kişisel veriler ya da telif hakları) olabilir.

Yazının başlığı "Grup yazışmalarıçünkü ortada dolaşan "haklı" bir mesaj nedeniyle bu yazıyı yayınlıyoruz. Bulunduğunuz gruplarda bu tür ve her tür güvenliğin sağlanmış olmasına dikkat edin. Ama biz asıl "bireysel" soruna ve korunmaya dikkat çekeceğiz.

Yapay zekânın "üretken" hali yani ChatGPT ve benzerleri kullanıcıların çok sevdiği bir devrim oldu ama kuralları konulmadan gelmesi nedeniyle aslında düşünülmeyen pek çok sorunu var. Bunu ilk olarak müzik, sanat eseri sahipleri, film yapımcıları, gazetekitap yayınevleri farkedip, protesto ettiler ya da dava açtılar. Şimdi bir başka boyutuna dair uyarılar var. Bu sefer yapay zekânın gruplar üzerinden ya da Google, Apple vsvs drive üzerinden bireysel bilgilerimize, mesela birileri ile özel yazışmalarımıza, ortaya çıkmasını istemeyeceğimiz fotoğraflarımıza ya da bilgilerimize ulaşabilecekleri görülüyor. Malüm yapay zekâ bir yandan sorulara cevap verip, diğer yandan da kendini eğitirken, internet üzerindeki her türlü bilgiye ulaşabiliyor.

Bir kaç gündür sosyal medyada ve whatsapp gruplarında dolaşan bir mesaj özetle şöyle uyarıyor :

"Yapay zekâ sistemleri yasal olarak grup sohbet mesajlarına, üyelerin telefon numaralarına ve hatta telefonlarda depolanan kişisel verilere erişebilir. Bu durum birebir yazışmaları da kapsıyor!"

Mesajın başında şöyle bir ifade var;

"Devam eden yapay zekâ kaynaklı siber güvenlik tehditleri nedeniyle, tüm WhatsApp grup yöneticilerinin Gelişmiş Sohbet Gizliliği ayarlarını derhal etkinleştirmesi çok önemlidir."

Tamam grup yöneticileri bunları yapsın ve yapması için üye olduğunuz grupları uyarın ama yetmez, bireysel olarak da yapmamız gerekenler var. Bunlara birlikte bakalım.

Yapay zekâ Hangi Kapalı Zannettiğimiz Uygulamalara Ulaşabilir?

WhatsApp gibi uçtan uca şifreli uygulamalarda yapay zekâ sistemlerinin içeriklere erişimi normalde yoktur. Ama Telegram, WeChat, bazı SMS uygulamaları uçtan uca şifreli değildir. Dolayısıyla yapay zekâ sunucu bunlara erişebilir.

Şu andaki bilgilerimize göre, yapay zekâ sistemleri kendiliğinden ve yasal olarak bireylerin telefonlarındaki özel verilere erişemez. Gerçi bu tam doğru ifade değil. Bazı erişim riskleri mevcut ve kişilerin kendilerinin bunları ortadan kaldırmaları gerekir. Şöyle sıralayalım;

- Uygulama izinleriyle (örn. WhatsApp, TikTok) Kullanıcı uygulamaya "rehbere", "mikrofona", "galeriye" erişim izni verirse, yapay zekâ bu verileri arka planda kullanabilir

- Bulut yedekleme sistemlerinde de şifreleme yoksa mahremiyet ihlali doğar. Örneğin, mesajlar, fotoğraflar Google Drive / iCloud'da saklanırken, eğer şifreleme yoksa,  yapay zekâ sistemleri bu verilere erişebilir (Google AI, Siri vb.).

- Uçtan uca şifrelenmemiş servislerde yapay zekâ, Facebook Messenger'e, bazı SMS uygulamalarına ve Sohbetlere teknik olarak erişebilir.

- Kullanıcı bazen de verisini farkında olmadan model eğitimi için "gönüllü" verir. Örneğin; Co-pilot'a yapıştırılan e-posta metinleri, özel içerikler, kullanıcının bilgisi dışında paylaşıyor olabilir.

- Yasal zorunluluk veya istihbarat işbirlikleri diğer önemli bir ikaz noktası. Bazı ülkelerde bu sosyal medya uygulamaları, o ülkede yayında kalma karşılığında, veri erişimi için devlete arayüz sağlar (örn. Çin, Rusya, Hindistan'da). Bunların da bilgilerinize erişimi ve gizli denetim riski çok yüksektir, unutmayın.

Grup sohbetleri, numara ve cihaz verileri üzerinden erişim

Başta da bahsettiğimiz üzere, tan uca şifreli olan uygulamalarda, normal şartlar altında yapay zekâ sistemlerinin içeriklere erişimi yoktur. Uçtan uca şifreli değilse, yapay zekâ sunucu tarafında bazı erişimler, analizler yapılabilir. Yine bir üstte belirttiğimiz üzere, bazı ülkelerde veri erişimi için devlete arayüz verilmişse, gizli yapay zekâ erişimi yapılıyor olabilir.

Dİğer yandan bazı uygulamalar rehber erişimi” izni alarak tüm adres ve numaraları buluta çıkarır (Gmail gibi). Yapay zekâ destekli hedefleme (örneğin reklamcılık) bu rehberden öğrenilen ilişkilere göre yapılabilir. Eğer uygulama cihaz belleğine veya dosya sistemine erişim almışsa (örneğin galerinizdeki belki kimsenin görmesini istemediğiniz fotoğraflara), bu veriler yapay zekâ sistemleri tarafından işlenebilir.

Yapay zekâ sistemleri bu verileri eğitim, hedefleme, içerik üretimi ya da içerik filtreleme amacıyla analiz edebilir. Çoğu sosyal medya şirketi (örn. Apple, Signal, WhatsApp) yapay zekânın erişimini şifreleme ile engellemeye çalışıyor. Ama Apple'ın Siri'si var ve ilaveten bazı firmalar ülkelere veri erişim arayüzü vermişse, bir daha söylüyoruz, orada risk vardır.

Meta, TikTok, Google gibi firmalar ise arka planda (kullanıcısına haber vermeden) daha fazla veriyi yapay zekâyı modellerine pasif yollardan entegre edebilir.

Bölgesel olarak bakalım: Yapay zekânın veri erişimi

- AB (GDPR) Kullanıcı rızası olmadan hiçbir kişisel veriye erişilemez. AI sistemleri de bu kapsamdadır.

ABD'de net yasalar yok. Şirketler, gizlilik politikasına göre kullanıcı verisini analiz edebilir.

- Çin / Rusya / Hindistan Devletin doğrudan müdahale hakkı olabilir. AI sistemleri güvenlik gerekçesiyle her şeye erişebilir.

Türkiye KVKK kapsamında AI sistemlerinin kişisel veriye erişimi açık rıza ile sınırlı. Ancak denetim eksikliği var. Ayrıca devlet firmalarla gizli anlaşma yapmışsa, bilmiyoruz.

Kişisel verilere erişebilen yapay zekâ uygulamalarında hangi verilere özellikle dikkat edilmeli?

Rehber ve numaralar: WhatsApp, Telegram gibi uygulamalar bu verileri yedekleyip AI modellerine açabilir.

Fotoğraf galerisi: CapCut, TikTok, Instagram gibi uygulamalar efekt için izin” alarak tüm galeriye erişebilir.

- ️ Mikrofon: Alexa, Siri gibi sesli asistanlar, sadece tetikleme kelimesinden sonra değil, öncesinde de dinliyor olabilir.

Konum ve hareket geçmişi: Google, Meta ve Snapchat bu veriyi davranışsal analiz için sıkça kullanıyor.

Ne yapabilirsiniz?

Türkiye'de Yaygın Kullanılan Uygulamalar Üzerinden KVKK Odaklı Risk Analizleri

Temmuz 2025 itibariyle geçerli açık kaynaklar, KVKK metni ve uygulama gizlilik politikaları çerçevesinde yapılan risk analizleri ise aşağıdadır (bunlar yeni yasa ve denetimlerle değişebilir).

1. WhatsApp (Meta)

Risk Derecesi: Orta - Yüksek

Rehber Erişimi: Kullanıcıdan izin alarak tüm telefon rehberini Meta sunucularına yükleyebilir.

Bulut Yedekleri: Sohbetler Google Drive/iCloud üzerinden yedeklenirse şifreleme kalkar.

KVKK Uyumu: Kısmen. Aydınlatma metni sunuluyor, fakat veri yurt dışına aktarımı için açık rıza sistemi tartışmalı.

2. TikTok / CapCut (Bytedance)

Risk Derecesi: Yüksek

Yüz Tanıma, Kamera, Galeri Erişimi: Filtre için alınan izinler, tüm medya içeriğini analiz etmeye yol açabilir.

Veri Transferi: Veriler çoğu zaman Çin'deki sunuculara aktarılıyor.

KVKK Uyumu: Zayıf. Aydınlatma metni sınırlı, veri saklama ve silme politikası belirsiz.

3. Instagram / Facebook (Meta)

Risk Derecesi: Orta

Mesaj ve Etkileşim Analizi: AI sistemleri mesajlar ve etkileşimlerden duygu analizi yapabilir.

Reklam Profilleme: Kullanıcı davranışlarına dayalı agresif reklam hedefleme var.

KVKK Uyumu: Kısmen. Aydınlatma metni mevcut ama "toplu onay" sistemi sorunlu.

4. Google (Search, Gmail, Maps, Gemini AI)

Risk Derecesi: Orta - Yüksek

Geniş Veri Havuzu: Takvim, e-posta, konum, YouTube geçmişi gibi alanlar entegre analiz ediliyor.

AI Eğitiminde Kullanım: Kullanıcı verileri açık rıza olmadan Gemini benzeri AI sistemlerde eğitim materyali olabilir.

KVKK Uyumu: Çeşitli panellerle kontrol sağlanabiliyor ancak veri saklama süreleri uzun.

5. Snapchat / My AI

Risk Derecesi: Yüksek

Konum Takibi ve Mesaj Analizi: AI destekli sohbet botu "My AI" sohbet geçmişini analiz ediyor.

Yüz Tanıma: Filtre sistemi yüz yapısından duygu çıkarma işleyebilir.

KVKK Uyumu: Düşük. Gizlilik politikaları net değil; yurt dışı aktarımı izinsiz olabilir.

6. Telegram

Risk Derecesi: Orta

Şifreleme Seçmeli: Varsayılan sohbetler sunucuda şifrelenmez. Gizli sohbet açılmalı.

Numara Temelli Tanıma: Kullancı numarası herkese açık olabilir.

KVKK Uyumu: Belirsiz. Merkezi konumuna göre (Dubai veya çeşitli sunucular) sorumluluk dağılabilir.

7. Signal / ProtonMail

Risk Derecesi: Çok Düşük

Şifreleme: Uçtan uca şifreleme varsayılan.

KVKK Uyumu: Yüksek. Gizlilik odaklı tasarlandıkları için en az veri işleniyor.

KVKK uyum kriterleri nedir?

KVKK Uyumu konusuna da bakalım. Türk menşeli uygulamalar genellikle KVKKya uygun. ABD merkezli dev platformlar (Meta, Google) gri alanda. Çin merkezli uygulamalar (TikTok, CapCut, Temu) en yüksek risk grubunda.

Bir uygulamanın KVKKya uygun sayılması için şunlar gerekir:

1. Aydınlatma yükümlülüğü bulunmalı : Uygulama, hangi veriyi, neden, ne kadar süreyle ve kimle paylaştığını net anlatmalı.

2. Açık rıza almalı: Kullanıcıdan, belirli bir amaç için açık onay alınmalı. Genel onay” yeterli değildir.

3. Yurt dışına veri aktarımı sınırlandırılabilmeli: Kullanıcının rızası olmadan kişisel veriler yurtdışına çıkarılamaz.

4. Veri minimizasyonu: Gerekli olandan fazla veri toplanamaz (örneğin, not almak için kamera zorunlu olmamalı).

5. Veri saklama süresi: Belirsiz süreyle veri saklanamaz. Amaç tamamlanınca silinmeli.

Bir sonraki yazımda "Üretken Yapay Zekâ Ne Yönden 1984'ü Gerçekleştiriyor?"  konusunu aktarmaya çalışacağım.

                                                            /././

Türkiye'ye bakıyor, Suriye görüyor -Namık Tan-

Dış politika ve özellikle Orta Doğu konuları Erdoğan için böyle istim salma alanı. Nasıl olsa atış serbest: Kimsenin adalet, eğitim ve ekonomi bu haldeyken dönüp de Suriye’ye, Irak’a bakacak mecali yok. Bu bağlamda PKK’nın simgesel veya göstermelik silah bırakma töreni bile Kürt yurttaşlarımız dâhil kimsede çarpıcı bir coşku yaratmadı. Şu tarihî (!) denilen konuşmasında Erdoğan, neden bayrakların asılmadığını sorgulayarak kendi destekçilerini de azarladı.

Türkiye'ye bakıyor, Suriye görüyor

Erdoğan, Türkiye’nin iktisadi imkânlarını ve kabiliyetlerini ne kadar yetersiz hale getirdiğinin haliyle bilincinde. Dolayısıyla, “gerçeklerden kopuk olduğu” iddiası gerçeği yansıtmıyor. Aksine gerçeklerle her aynaya bakışında göz göze geliyor. Sorunun ne olduğunu da aynadaki sureti kadar açık seçik görüyor.

Ancak, Erdoğan yüzleşmek yerine gerçeklerden kaçmayı, gerçekleri eğip bükmeyi ve dışarıya dönük yetersizliğini içeriye dönük hıncıyla örtmeyi yeğliyor. Başka seçeneği kalmadığını, elinde kalan bu tek seçeneğin de nihâyet pek inanmadığı bir çözümden ibaret olduğunu da biliyor.

Erdoğan’ın ne anlatacak öyküsü ne yürüyecek siyaset yolu kaldı. Siyasal ömrünün gurup vaktinde olduğunu, ardında ne bir parti ne bir kurulu düzen bırakacağını kendi de anlıyor. Gerçek çözümün seçime gitmekte ve kendini siyasetten mezun edip köşesine çekilmekte olduğunu görmek onu adeta dehşete düşürüyor ve yanlıştan yanlışa sürüklüyor.

Dış politika ve özellikle Orta Doğu konuları Erdoğan için böyle istim salma alanı. Nasıl olsa atış serbest: Kimsenin adalet, eğitim ve ekonomi bu haldeyken dönüp de Suriye’ye, Irak’a bakacak mecali yok. AB’den, sığınmacıları tutma ve adaylıktan fiilen vazgeçme karşılığında tahsis edilen ödeme düzenli alınıyor. ABD’den de İsrail’in güvenliği eksenli yeni Orta Doğu’ya karşı çıkmamak için aldığı “aferin” ona yetiyor.  

Bu bağlamda PKK’nın simgesel veya göstermelik silah bırakma töreni bile Kürt yurttaşlarımız dâhil kimsede çarpıcı bir coşku yaratmadı. Bunun bir nedeni çeyrek yüzyıllık deneyimiyle halkın Erdoğan’ın bel kıran çalımlarından bezginliği, U-dönüşlerinden yılgınlığı; bir diğer nedeni de onun güvenilmez hale gelmiş olması. Çünkü meselenin ülkenin geleceği değil, Erdoğan’ın siyasî ikbali olduğunun herkes farkında.

Şu tarihî (!) denilen konuşmasında Erdoğan, neden bayrakların asılmadığını sorgulayarak kendi destekçilerini de azarladı. Ondan sonra yine o bildik fetih, ecdad, ezan, bayrak söylemine sarıldı. Daha ilk günden gereğini yapmaktan, “musafaha” gibi ağdalı Arapça sözcükler kullanarak kucaklaşmaktan değil, esasen elini öptürmekten bahsetti. Demokrasi, hak ve özgürlükler onun sözcük dağarcığında yer almıyor.

Onun yerine anlamı ve içeriği belirsiz bir “ümmet” örtüsü çıkarıyor. Tarih süpermarketinin rafları arasında, kafasına göre zikzaklar çizerek alışverişini alelacele tamamlayıp, kendi mutfağında yine kendi uydurduğu bir reçeteyle ağza konamayacak bir bulamaç hazırlıyor. Cumhuriyetten zinhar söz edemiyor, ona ancak “istiklâl savaşı nüvesi” diyerek uzaktan bakıyor.

Çünkü Erdoğan aklınca saatleri Cumhuriyet tarihimizin sıfır anına, o Osmanlı’nın yıkıldığı ama Cumhuriyet'in henüz kurulmadığı “boşluk” durumuna geri almayı amaçlıyor. Oysa, tarihin sıfır anında olan biz değiliz, komşumuz Suriye Arap Cumhuriyeti. Nitekim Erdoğan’ın konuşması da Türkiye değil Suriye Cumhurbaşkanı havasında. Sanki Ahmed El Şara’yı vantrolog gibi karnından konuşturmaya çalıştığı izlenimi veriyor.
 
Gerçek şu ki Suriye’de yeni dönemin, olumlu sonuçlanırsa Suriye’nin I. Dünya Savaşı’nın ardından kapısına yeni bir ülke tabelası astığından bu yana ilk kez gerçek bir devlet olmasıyla sonuçlanabilecek bir dönemin doğum sancıları ve kasılmaları yaşanıyor. Şam’da ABD ve Fransa’nın teşvikiyle kurulan HTŞ-SDG masası sarsılıyor. Kıyı şeridindeki Arap Alevilerin ardından güneyde İsrail sınırındaki Dürziler de yeni rejimle çatışmaya giriyor.

Aslında Süveyda’da çok katmanlı bir durum söz konusu. Dürzilerin üç dinî ve siyasî liderinden Hikmet El Hicri’nin yasa dışı koptagon ticaretini yönettiği, Esad rejimi artığı kimi generallerle iş birliği yaptığı ve İsrail’in de desteğini haiz olduğu biliniyor. Buna karşılık, tıpkı 1300 Arap Alevinin katledildiği önceki çatışmalarda olduğu gibi burada da yeni rejimin silahlı unsurlarının devlet kurma zihniyetiyle değil fabrika ayarlarına dönerek intikamcı köktendinci cihatçı kafasıyla hareket ettiği görülüyor.

Erdoğan “Şam, Halep, Musul…“ diye masallar anlatadursun, Netanyahu bulanık sudan kütük kapmak fırsatını kaçırmıyor. İsrail hem Süveyda'da Dürzilere karşı Şam’dan ilerleyen askerî araçları hem doğrudan Şam’da Genelkurmay Başkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı yerleşkelerini havadan bombalıyor. Sonuçta ABD’nin araya girmesi ve Ürdün ile Türkiye’nin de “eyvallah” etmesiyle kırılgan bir ateşkes sağlanıyor.

İş esip savurmaya, mangalda kül bırakmamaya gelince çağlayıp coşan Erdoğan’ın verebildiği tepkiyse bu defa Dışişleri’ne ve Dışişleri Bakanı Fidan’a ihale edildi. Bakanlık “suhuletin tesisine paydaşların katkı sunması” gibi utangaç ve süklüm püklüm ifadelere yer veren bir açıklama yapabildi. Fidan ise New York’tan “ben de ‘CC’ listesindeyim” izlenimi vermek uğruna “3-4 saat içinde sessizlik süreci başlayacak” gibi sözde derin esasen muğlak ifadeler kullanıyor.

Suriye’de etnisitelerin, inanç topluluklarının hayatta kalma savaşımıyla yeni yönetimin devlet yetkisini oturtmak ve şiddeti merkezin tekeline almak savaşımı birbirleriyle çelişiyor. Başka deyişle yeni Suriye’nin kurulması bu önceliklerin birbirleriyle optimal, akılcı ve zoraki bir “seküler” temelde anayasada yazılmasa da bağdaştırılabilmesiyle olası.

Oysa, Ankara’dan bakışla, PKK'nın silah bırakmaya başlaması ve kendini feshetme kararı bir “ayak değiştirme” fırsatı sunuyor. PKK hukuken “terörist” olmaktan çıkıyorsa, hatta artık olmayacaksa onun Suriye’deki siyasal uzantısı PYD ve silahlı uzantısı YPG/YPJ ile de ilişkiler yeniden düzenlenebilir.

SDG algısı tehdit olmaktan çıkabilir.

SDG Şam'da "seküler" bir denge unsuru ve alanda istikrarı sağlayan bir güvenlik gücü olarak algılanmaya başlayabilir. Görülebilir gelecekte tehdit unsuru olarak algılanmaktan çıkacak SDG sınır boyunda ve ötesinde istikrarı ve güvenliği sağlayan bir ara katman/tampon işlevi görmeye de başlayabilir.

Kuşkusuz algıyla gerçeği buluşturmak da diplomasinin işidir. Ankara'nın, Şam'ın yanı sıra SDG ile de yapıcı bir yaklaşımla doğrudan ilişkilerini derinleştirmesi akılcılık hatta gerçekçilik gereğidir. Bu ilişkinin işin başında kamuya kapalı yürütülmesi de anlaşılır olacaktır. SDG’nin verili koşullarda Ankara’yla iş birliğine, ama mecburî ama seçili biçimde, açık olduğu unutulmamalıdır.

Ankara’nın işi, Şam'daki yeni yönetimin İslâmcı köktencilikten ve cihatçılıktan düzenli adımlarla uzaklaşıp devlet yönetimine odaklanmasını sağlamak; örtük yeni Osmanlıcı, ümmetçi bir Suriye politikası gütmemek. PYD'nin yapması gereken de doktriner tutumdan ayrılmak ve gerçekçi davranmak.

Suriye’de Suriyelilerin kendi kararlaştıracakları ve zamanla yerleşecek veya belki hiç yerleşemeyecek yönetsel yapının evrileceği yön, Ankara’dan bakışla bir “tehdit” hele varoluşsal düzeyde bir tehdit olarak görülemez. Esasen komşu ülkenin yönetsel yapısı Türkiye dış politikası için bir dosya bile olmamalı.  

Ancak, Türkiye'de söze "Türk-Kürt-Arap" diye girmek veya her etnisiteye ayrı anayasal statü istemek Cumhuriyet'i demokrasiyle taçlandırmak hedefiyle bağdaşmadığı gibi Cumhuriyet'e yönelen gerçek bir tehdittir de. Buna karşılık yerinden yönetimin güçlendirilmesi için örnek olarak Avrupa Konseyi’nin ilgili sözleşmesinin çekinceler kaldırılarak olduğu gibi uygulanması somut bir ileri adım olabilir ve üniter devlet yapısıyla da çelişmez.

Cumhuriyet ortaklaşa tüm yurttaşların birlikte geliştirip sürekli mükemmelleştireceği bir ülkü ve tasarıdır. Ümmet varsa Cumhuriyet yoktur, olamaz. “Millet sistemi” de anayasal yurttaşlıkla bağdaşmaz. ABD’nin Ankara’da konuşlu Suriye Özel Temsilcisi’nin sandığı veya aklından uydurduğu gibi Bedevi, Kürt, Arap Alevi, Dürzi, Türkmen, Ortodoks ve Katolik Araplar vb. her etnik grubun bu aşamada silahlarını teslim etmesi ama “milletler” olarak bir arada yaşaması bir gelecek tasavvuru değil, geçmişin yanlış hatırlanmasıdır.  

Bizim önümüzdeki başlıca sınamalar; bölgemizdeki mutlak askerî caydırıcılığımızı en kısa sürede ve en kesin biçimde geri kazanmak, ülkemize Erdoğan’ın yanlış politikaları nedeniyle sığınmış sayıları beş milyonu aşan Suriyelinin akıbetini belirlemek; Suriye içinde kısa veya en geç orta vadede TSK varlığının hangi siyasal hedeflere ulaşıldığında ve hangi koşullar oluştuğunda sona ereceğini bulmak.

Bu sorunlar ve çözümleri, birbirlerine, kavrayış değiştirilerek ve hem Şam’ı hem SDG’yi hem de Vaşington’u işin içine katacak ince diplomatik işçilikle bağlanabilir. Ancak, AKP-MHP ikili koalisyonu süreçte “al-ver” olmadığını iddia ediyor. Demirtaş’ın tahliye talebini AİHM kararlarını da hiçe sayarak reddediyor. Kandil ise dağdakiler ve Öcalan için “özel düzenleme” talep ettiklerini duyuruyor. Türkiye’nin birinci partisi CHP’ye çullanma hız kesmeden devam ediyor.

Böylesine tutarsızlığın ve kaba saba baskının egemen olduğu ortamda, Suriye için anlamlı ve tarafların işiteceği öneriler yapmak bir yana, ülkeyi yönetenler süreçte “merdiven” yaklaşımından söz edebiliyor. O merdivenin ayaklarının demokrasinin naaşı üzerine basamayacağı açık olmalı. Ulusal egemenlik, çoğulculuk, yerinden yönetim, laiklik vb. taşıyıcı kolonlardan, temel kavramlardan habersiz kafalar 2025 yılında hem Suriye hem Türkiye için hâlâ ümmetten, millet sisteminden medet umuyor; hilâfet rüyaları görüyor.

                                                             /././ 

Bahçeli’nin önerisi niçin demokraside geri adım anlamına geliyor?-Eray Özer-

Devlet Bahçeli’nin MHP’li yöneticilere “Cumhurbaşkanı’nın iki yardımcısı olsun, biri Kürt diğeri Alevi olsun” dediği yazıldı, yalanlama gelmedi. Siyaset teorisinde güç paylaşımı modeli olarak bilinen bu model bölünmüş toplumlarda tercih edilen ve demokrasi açısından geri adım olarak kabul edilebilecek bir yönetim biçimi. Biz neden mevcut demokrasimizden geri adım atalım ki?

Devlet Bahçeli

Gazeteci arkadaşım İsmail Saymaz birkaç ay önce MHP yöneticileriyle yapılan bir toplantıda Devlet Bahçeli’nin “Cumhurbaşkanı’nın iki yardımcısı olsun, biri Kürt diğeri Alevi olsun” önerisinde bulunduğunu yazdı.

Haberi MHP kaynakları yalanlamadı. Bu cümledeki “Alevi” vurgusu ayrıca önemli ama ona sonra geleceğim. 

Gelin bu öneriye bir bakalım.

Öncelikle Bahçeli’nin bu tür çıkışlarını bir tartışma zemini yaratma girişimi olarak okumak gerekiyor.

Nasıl ki, “Öcalan gelsin, Meclis’te konuşsun, örgütü feshetsin” dediğinde süreç Öcalan’ın fiilen Meclis’e gelmesiyle sonuçlanmadı ama bir tartışma açtı; burada da benzer bir yöntemle bir tartışma başlatmak istediğini anlıyoruz.

Lakin bu öneride bir değil, birden fazla sorunlu yön var.

Anlatayım.

Bahçeli siyaset teorisinde en genel anlamda “güç paylaşımı” (power sharing) olarak bilinen yönetim biçimine referans veriyor.

Çok kabaca devlette bazı makamların toplumdaki bazı dini veya etnik gruplara “kotalı” olması diyebiliriz.

İşte Irak ve Lübnan örnekleri hemen konuşuldu zaten. (Hiç de hayırlı örnekler değil tabii.)

“Güç paylaşımı” modelinin altında birden fazla biçim olabiliyor.

Bunlardan biri Türkçeye “eştoplumlaştırmacılık” olarak çevrilen ve siyaset bilimi literatüründe konsosasyonizm (Consociationalism) olarak kavramsallaştırılan biçim.

Kafanızı çok karıştırmamak adına şöyle özetleyeyim: Bu biçimler, etnik, dini ve dilsel farklılıkları nedeniyle doğrudan demokrasiyi becerememiş toplumların güç paylaşımını görece daha demokratik biçimlerde yapabilmesi için siyaset teorisyenleri tarafından tartışılan/önerilen modeller aslında.

Güç paylaşımının yine benzer bir diğer alt biçimi de “konfesyonizm” (Confessionalism) olarak biliniyor mesela.

Bu modelde ise özellikle dini unsurların siyasette gözetildiği, mezhepler yahut dinler arasında bir tür pozitif ayrımcılık uygulanarak bu grupların siyasete dahil edildiği bir demokrasi biçimi söz konusu.

Tüm bu kavramların babası olarak Arend Lijphart isimli siyaset bilimci biliniyor. Neyse, daha fazla siyaset teorisinin derinlerine gitmeyelim.

Burada önemli olan nokta bu teorilerin bölünmüş, parçalanmış yani bir arada yaşama pratiğini geliştirememiş toplumlar için geliştirilmiş olması.

Yani siyasetbilimciler oturmuş, düşünmüş taşınmış ve “doğrudan demokrasi pratiğini geliştirememiş, etnik ve dini ayrılıklar nedeniyle iç savaşa sürüklenmiş toplumlara biz nasıl demokrasiye benzer bir yönetim biçimi geliştirebiliriz” diyerek bu teorileri oluşturmuş.

Evet, biz de birlik ve beraberlikten ölmüyoruz ama kendimizi de küçümsemeyelim. Darbelerle kesintiye uğrasa da yüz yılı aşkın bir süredir bir arada olmayı becermiş ve bu konuda hala çaba gösteren bir toplumuz.

Kavga ediyoruz, didişiyoruz, birbirimizi bazen öldürüp bazen hapse atıyoruz ama tüm bunlara rağmen bir arada olma irademizi herkese ve her şeye rağmen diri tutuyoruz.

Evet, devlet Kürdünü Alevisini yıllarca yok saydı, türlü fenalıklar yaptı ama her şeye rağmen onlar bu toprağa tutunmaya, kendini bu toplumun bir parçası olarak görmeye devam etti. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vatandaşı olma ve birlikte ortak bir yaşam kurma idealinden vazgeçmedi.

Ve bu ülkeye de haksızlık etmeyelim. Aleyhte her türlü propagandaya rağmen toplumun önemli bir kesimi de Kürtle, Aleviyle komşuluk yapmaya, ticarete, sosyal ilişkilere devam etti.

Kürtler ve Aleviler de türlü baskıya rağmen sandığı topyekûn protesto etmedi. “Bu benim seçimim değil, tanımıyorum bu demokrasiyi” demedi.

Alevi de Kürt de gidiyor, seçimlerde oyunu kullanıyor.

Lübnan’da, Irak’ta bu olmadığı için söz konusu modele geçilmiş zaten.

Ve bu önemli!

Dolayısıyla biz neden konsosasyonizm gibi bir modele geçerek geldiğimiz noktadan daha geride bir noktayı kabullenelim?

Bir Kürt veya Alevi niye kabul etsin?

Neden kendini idare etmeyi başaramayan, doğrudan demokrasiyi hazmedemeyen, iç savaştan başını kaldıramayan toplumlar için icat edilmiş bir ara formüle doğru gerileyelim?

Bahçeli’nin aşağıda detaylandıracağım bir başka açılım için bu tartışmayı başlattığını, kastının gerçekten güç paylaşımı modeli olmadığına inanmak istiyorum.

Son olarak, “Cumhurbaşkanı yardımcılarından biri Alevi biri Kürt olsun” dediğinizde aslında Cumhurbaşkanı’nın Alevi veya Kürt olamayacağını da söylemiş oluyorsunuz.

Yahut Cumhurbaşkanı’nın ancak Türk olabileceğini…

Bu da başlı başına geriye atılmış bir adım.

Biz herkesin aday olabileceği bir rejimden geriye doğru bir adım atamayız. Atmamalıyız.

***

Sırada Alevi açılımı mı var?

Bahçeli’ye atfedilen sözlerdeki “Alevi” vurgusu dikkat çekiciydi. Aynı vurgu Erdoğan’ın Kızılcahamam konuşmasında da vardı.

Alevilere yönelik bir açılım girişimini yine bu sayfalarda ilk yazanlardan biri Tolga Şardan’dı.

Alevi toplumunun önemli isimlerinden Reha Çamuroğlu da Şardan’ın haberini doğrulamıştı. Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) Eşit Başkanı Hüseyin Mat da kaleme aldığı yazısında iktidarın Alevilere yönelik bir açılım hazırlığında olduğuna dair duyum aldıklarını söylemişti. Bunun dışında Levent Gültekin bir youtube yayınında 500-600 kadar din öğretmeninin Ankara’ya çağırıldığını ve Alevilik konusunu derslerde nasıl işleyeceklerine dair bir toplantıya katıldıklarını dile getirmişti. Ve AKP’li Özlem Zengin’in Cem Vakfı’ndan bir grupla görüştüğü bilgisi de medyaya yansımıştı.

Anlaşılan o ki, yakın tarihte bir de Alevi açılımı hamlesi göreceğiz iktidardan. Lakin Alevi toplumunun önde gelenleri bu defa oldubittiye gelecek bir açılıma karşı dikkatli olacaklarını söylüyor. Bakalım iktidar bu alanda kamuoyunu tatmin edecek bir programla karşımıza çıkacak mı?

***

Limak, Barcelona’nın stadını açabilecek mi?

Duymuş muydunuz bilmem, Barcelona’nın efsane stadı Nou Camp’ın yenileme ihalesini yaklaşık iki yıl önce Limak Holding almış. Neredeyse 1 milyar dolarlık bir ihale.

Lakin geçen yılın kasım ayına yetişmesi gereken 1. Etap inşaatı bitirilememiş. Sebepler muhtelif… New York Times iki hafta önce uzun uzun yazmış. Demiri aldıkları firma batmış. Komşular gece çalışmalarına itiraz etmiş. Vs…

Şimdi ilk etabın tamamlanıp 10 Ağustos’taki Joan Gamper Kupası’na yetiştirilmesi planlanıyor. Lakin kapasite 25-30 bin civarında olabilecekmiş. İlk etap 60 bin, inşaat bir sonraki yıl bittiğinde ise toplamda 105 bin kapasiteye ulaşılacak. Öyle anlıyoruz ki, birinci etaptaki seyirci kapasitesine erişmek 10 Ağustos’ta mümkün olmayacak ama ligde içeride oynanacak ilk maça yetiştirilmesi hedefleniyor.

60 bine ulaşan ilk etap sonunda Barcelona geçen sezon ayrı kaldığı stadına geri dönecek. Dönmek de zorunda aslına bakarsanız. Zira ellerinde bir B Planı yok gibi görünüyor.

Lakin şu anda rakip soyunma odası bile tamamlanmış değil. (İlk maçta tek soyunma odası ortak kullanılacak.) Normalde kulüp gecikilen her gün için 1 milyon Euro tazminat talep etme hakkına sahip. Fakat yönetim Limak’ın gerekçelerini haklı bulduğu için bu tazminatı talep etmiyor. (Etse ödenmesi gereken miktar 200 milyon Euro’nun üzerinde.)

Bakalım stat sezona 60 bin kapasiteyle hazır olabilecek mi? Göreceğiz.

                                                     /././

Havanda su dövülür mü?-Hasan Göğüş-

Medya da yılan hikâyesine dönen Kıbrıs görüşmelerinden umudunu kesmiş. Gazze konusundaki olağanüstü BM Güvenlik Konseyi Toplantısı’na davet edilip konuşma yapmış olmasa, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın New York’a gittiğinden haberimiz olmayacaktı

asdnklnıodas

“Havanda su dövmek” güzel Türkçemizde sık kullanılan deyimlerden biri. Bir işin sonucunun olmayacağı baştan belliyse, ya da biri sürekli aynı yerde sayıyorsa, ”Havanda su dövmek “deyimiyle anlatılır. Hafta içerisinde genişletilmiş beşli formatta New York’ta bu yıl ikincisi düzenlenen gayri resmi Kıbrıs görüşmeleri tam da bu deyimle uyuşuyor.

New York görüşmeleri üç ay önce Cenevre’de yapılan toplantıların bire bir aynısı şeklinde gerçekleşti. Katılımcılar, gündem, toplantıların senaryosu bir öncekinin kopyası gibiydi. Sadece toplantıların yeri BM’nin Cenevre’deki Ofisi’nden New York’taki Merkezi’ne kaydırılmış. Herhalde Başkan Trump’ın yol açtığı BM’nin içerisinde bulunduğu ekonomik sıkıntılar dikkate alınarak, ne uzayıp ne kısalan Kıbrıs işi için ilave bir masraf yapılmasına gerek görülmemiş olmalı.

Toplantıların senaryosu

Uluslararası konferansların önceden belirlenen akışına diplomaside filmlerde olduğu gibi senaryo adı verilir. New York’taki senaryo 16 Temmuz akşamı Genel Sekreter Guterres’in toplantıya katılanları bir araya getirdiği akşam yemeği ile başladı. 17 Temmuz sabahı Genel Sekreter heyetlerle ayrı ayrı görüşmeler yaptı. Daha sonra heyetler arası görüşmelere geçildi. Aynı gün heyet başkanlarının yanlarına birer temsilci aldıkları sınırlı katılımlı bir öğle yemeği düzenlendi. New York görüşmeleri, 17 Temmuz öğleden sonra kısa bir genel kurul toplantısını takiben Genel Sekreter’in basın toplantısıyla neticelendi. New York’tan ayrılmadan önce de bu kere GKRY ve KKTC Cumhurbaşkanları ayrı ayrı kendi basın toplantılarını yaptılar. Bu senaryoda öngörülmeyen tek gelişme ise, 16 Temmuz akşamı Genel Sekreter’in akşam yemeğinden sonra GKRY Christodoulides ile Dışişleri Bakanı Hakan Fidan arasındaki görüşme oldu. Rum basınına bakacak olursanız, görüşmede GKRY Cumhurbaşkanı, Bakan Fidan’a uzun uzun hala Türkiye’nin AB üyeliğinin Kıbrıs sorununun çözümünden geçtiği masalını anlatmaya çalışmış.

Müzakere pozisyonlarında değişiklik yok

KKTC Cumhurbaşkanı Tatar, New York’a hareket etmeden önce verdiği demeçte, yeniden müzakere sürecine geçilebilmesi için mutlak surette 3D olarak bilinen direk uçuş, direk temas ve direk ticaretin pazarlık unsuru olamayacağını belirtti. Tatar’ın daha önce KKTC’nin masaya oturmak için ön koşul olarak ileri sürdüğü “egemen eşitlik” ve “uluslararası tanınmaya” son dönemlerde daha az vurgu yapması, “Türk tarafının yumuşak bir geçişe mi hazırlanıyor?” sorusunu akla getirmiyor değil. GKRY Cumhurbaşkanı Christodoulides’in New York’a hazırlıklı gittiklerini söylerken yine BM parametrelerine ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına atıfta bulunması bilinen Rum görüşlerinde herhangi bir değişiklik olmadığına işaret ediyor. Gerek BMGS’nin Kıbrıs kişisel temsilcisi Maria Angela Holguin’in müzakerelerin yeniden başlaması için ortak bir zemin bulunmadığına ilişkin beyanları, gerek görev süresi iki ay sonra sona erecek olan Ada’daki BM Barış Kuvvetleri Komutanı Colin Stewart’ın hafta başında BM Güvenlik Konseyine altı aylık mutat raporunu sunarken taraflar arasında derin bir güven bunalımı bulunduğunu ve farklı öykülere sahip olduğunu dile getirmesi, uluslararası toplumun New York’taki genişletilmiş gayri resmi görüşmelerden bir sonuç alınması beklentisinde olmadığına işaret ediyor.

Medya da yılan hikayesine dönen Kıbrıs görüşmelerinden umudunu kesmiş. Gazze konusundaki olağanüstü BM Güvenlik Konseyi Toplantısı’na davet edilip konuşma yapmış olmasa, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın New York’a gittiğinden kimsenin haberi olmayacaktı.

New York toplantısının zamanlaması pek iyi belirlenmemiş. Tam üç ay sonra 19 Ekim’de KKTC’de başkanlık seçimleri yapılacak. Kabul etmek gerekir ki halen kamuoyu yoklamalarında muhalefetin adayının yüzde 6-8 puan gerisinde görünen Cumhurbaşkanı Tatar’ın eli o kadar rahat değil.

Genel Sekreter Guterres, kapanıştaki basın toplantısında görüşmelerin samimi bir ortamda ve verimli geçtiğini söylese de, beklenildiği üzere, New York’ta hiçbir gelişme kaydedilmediği anlaşılıyor. Uzun süredir gündemde olan yeni geçiş kapıları açılmasında bile görüş birliğine varılamamış. Zaten son günlerde iç politikada da telaffuz edilmeye başlayan “Samimi bir ortamda yararlı görüşmeler yaptık” sözlerini duyarsanız, bilin ki, havanda su dövülmüş.

New York’taki Kıbrıs görüşmelerini bir cümleyle özetlemek gerekirse sıfıra sıfır, elde var sıfır, eşittir sıfır.

Allah’tan Hint’li matematikçi Brahmagupta varmış da, ”0”ı icat etmiş.

                                                    /././

Duruşma/tartışma aşamasının başoyuncularına sesleniyorum: İlk sözlerim, toplumsal değerleri korumakla yükümlü olan sizleredir, sayın savcılar -Sami Selçuk-

Ülkemizde yaşananlar, hukuk bilmezliğin ürünü kara bir le­ke olarak her Allah’ın günü Türk hukuk tarihine yazılmıştır, yazılmaktadır. Evet, ne yazık ki, günümüzde de bu yazılma sürüyor. Hem de bizzat hukukçuların, yani savcıların eliyle

mahkeme

Her şeyden önce,  unvanınızın başında bulunan terimi, yani “cumhuriyet” kavramını, asla bilgisinden kuşkulanmayan ezberciler gibi değil, Sokrates’çe kuşkulanıp araştıranlar olarak sorunlara yaklaşırsanız sayın savcılar, zorunlu olarak aşağıdaki sonuçlara ulaşırsınız.

Zira sizler, görevlerinizi yaparken bu türden bilimsel yaklaşım ve yöntemin ne olduğunu bilmeyenlerin sandıkları gibi, asla bir yönetimin, yani cumhuriyet yönetiminin değil, yalnızca “cumhura / halka ait değerlerin (res publica)” bekçisisiniz ve bunlardan sorumlusunuz.

İşte bu yüzdendir ki, sayın savcılar, unvanınızın başındaki   “cumhuriyet” sözcüğü, “padişahlık,” “krallık” vb. gibi asla bir yönetim biçimi değil,  cumhura, yani halka ait değerlere vurgu yapan çok anlamlı, çok önemli bir hukuk kavramı ve terimidir. Dolayısıyla da bir suç işlendiği zaman temel göreviniz, hem sanıktan yana, hem de sanığa karşı bütün kanıtları toplamaktır (CYY [CMK], m. 160, 170/5), sayın savcılar.

Özetle temel işiniz, asla birilerini sindirmek, kimilerine gözdağı vermek, onları küçük düşürmek, damgalamak, ille de hükümlülük kararına ulaşmak değil, suçlanan kişi hakkında her açıdan “doğru yargı”ya (gerçek hüküm) ulaşılması için lehte ve aleyhte bütün kanıtları toplamaktır.

Bu yüzden şunu hiç unutmamalısınız: Yargılama hukukunda tutuklama yalnızca bir önlemdir, asla ve kesinlikle bir ceza ve de yargılama öncesi bir cezalandırma yöntemi değildir.

Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere, her hukuksal kurumun anlamını çok iyi kavramalısınız. Kamu hakları ve özgürlükleri temelinde gelişen ilkeleri gözeten hukuk düzeni adına, bu düzeni sarsan eylemleri, suçları soruşturma, kovuşturma görevinizi yaparken tutuklama önlemine son çare olarak başvurulması gerektiğini asla unutmamalısınız.

Ayrıca sayın savcılar, şunu noktayı da asla unutmayınız: Savcılık, ancak Tanzimat’tan sonra hukukumuza girebilmiştir. Yani hem çok geç girmiş, hem de ne yazık ki, ülkemizde doğru algılanmamış; bu nedenle de savcılık makamı, uygulamada bir tür karar makamına dönüşmüştür.

Uygulamayı olumsuz biçimde etkileyen bu yanlış algılamayı anılarıma dayanarak sizlere aktarmak isterim.

Yürürlükten kaldırılan 1929 / 1412 sayılı Suç Yargılama Yasası’nın (Özgün adı, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, CMUK ) ellinci yılında, yani 1979’da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinin Osmanlı sadrazamlarının yabancı elçileri kabul ettikleri çinilerle bezenmiş güzel salonunda, U biçiminde uzunca bir masanın çevresinde toplanmıştık.

Yapıp ettiklerimizi tartışacak, bir bakıma uygulamakta olduğumuz Suç Yargılama Yasası dolayısıyla yargılama hukukuyla hesaplaşacaktık.

Merhum Prof. Dr. Öztekin Tosun, gereksiz yere açılan davalar -ki o dönemlerde gerçekten de “mahkeme temizlesin” gibilerden hukuk dışı saçma gerekçelerle gereksiz yere davalar açılmaktaydı- yüzünden mahkemelerin yüklerinin çok arttığını, bunu önlemek için, tıpkı Fransa’nın son dönemlerde yaptığı gibi, dava açmada “mecburilik dizgesi”nden vazgeçilmesini, “yerindelik / takdirilik dizgesi”ne geçilmesini önermişti.

Söz alıp, bu görüşe karşı çıkmış şunları dile getirmiştim.

Bırakınız, içerik olarak, ülkemizde savcılığın özünü bilmeyi, adlandırma, kavram ve kurum olarak bile henüz gerçek anlamıyla bu kurumun bilinmediğini, yerine asla oturmadığını, savcılığın altı yüzyıllık bir Fransız kurumu olmasına karşın, bu ülkede bile ancak altı yüz yıl süren uzun deneyimler ve değerlendirmeler yaşandıktan sonra savcılara dava açmada yerindelik (takdire dayanma) dizgesine (sistem) yeni geçildiğini, ayrıca ülkemizde bir iddia makamı olan savcılığın bugün bile bir karar makamı olarak algılandığını, bu nedenle de Batı ülkelerinde savcılığın “kovuşturmaya yer olmadığı kararı”nın değil, “kovuşturmaya yer olmadığı görüşü”nün yakınanlara bildirildiğini belirtmiş, uygulamada yaşanan çarpık örneklerden birini de vermiş, şunları söylemiştim: “Savcılık bir karar makamı olmadığı halde, bugün, ülkemizde savcılar, ‘yetkisizlik kararı’ bile veriyorlar. Adalet Bakanlığı da, yükselme(terfih) dönemlerinde değerlendirilmek üzere verilen yetkisizlik kararlarından da örnekler istiyor. Görüldüğü üzere, ülkemizde, bırakınız başkalarını, Adalet Bakanlığı bile savcılık kavramını ve kurumunu iyi algılayamamıştır.”

Bu sözlerim üzerine ömrünü suç hukukunun -ki suçun öğeleriyle ilgili en yetkin yapıtların da yazarıdır- özellikle de suç yargılama hukukunun iyi algılanıp özümsenmesine ve iyi uygulanmasına adamış olan, hatta bu yolda sürekli çırpınan Merhum Prof. Dr. Nurullah Kunter (1911-1994), hemen yerinden kalkarak bana doğru yürümüş, yanıma gelerek “Sen neler söylüyorsun? Gerçekten Türkiye’de savcılar yetkisizlik kararları mı veriyorlar?” diye sormuştu.

Evet, Hocam, ülkemizde savcılar, yetkisizlik kararları veriyorlar. Karşımızda Adalet Bakanlığının sayın genel müdürlerinden biri ile onun başkanlığında on bakanlık temsilcisi oturmaktadır. Onlara da sorabilirsiniz” demem üzerine, hukuk kavramları, terimleri konusunda çok titiz, bu yüzden de uluslararası bilim çevrelerinde haklı olarak “yetkinlikçi” (mükemmeliyetçi, perfectionniste, perfezionista) diye ün yapmış olan Kunter, ışık saçan o güzel başını ellerinin arasına alarak “Eyvah ki, eyvah, demek, yıllarca uğraşmışım, ama hiçbir şey anlatamamışım!?” diyerek âdeta inlemiş ve bu çarpıklığa başkaldırmıştı.

Ancak sıkı durun, bu konuda Lao Tzu’nun dediği gibi, yargı kurmakta, sonuç çıkarmakta ivecen davranmayın.

Yirmi birinci yüzyılın Türk yasa yapıcısı bile, bu çığlığı hiç, ama hiç duymamıştır. “Yok yasa, yap yasa” anlayışıyla 2011 / 6217 sayılı Yasa ile savcıların “yetkisizlik kararı” vermelerini, tam bir bilgisizlikle, bilinçsizlikle yasallaştırmış, sözüm ona hukuksallaştırmıştır (CYY, m. 161/7)!?

Yalnızca yasa yapıcı mı? Öğretide de, bildiğim kadarıyla bugüne değin bu skandal düzenlemeye, bu üzücü bilinçsizliğe hiç kimse sesini çıkarmamıştır.

Bununla da kalınmamış, sözgelimi, İstanbul, Ankara vb. büyük yerlerde savcılıklar bünyesinde “karar masa”ları bile kurulmuştur.

Bilmiyorum, Merhum Kunter, bu bilinçsizlikler karşısında şimdilerde mezarında rahat uyuyabiliyor mu?

Hiç sanmıyorum.

Ne var ki, aslında ülkemizde savcıların bir karar organına dönüşmesinin sonuçlarıyla ilgili öyküler hiç bitmemektedir.

Tam bu noktada bir arasözle diyeceklerimi sürdürmek isterim.

Bilindiği üzere inananlar açısından Tanrı’nın, inanmayanlar açısından doğanın en görkemli yaratığı insan; insanın da yine en görkemli ve çağımızda bile gizi çözülememiş organı, beyindir. Bu yüzden insanın dış dünyaya yansıttığı düşünce ve inançlar, Tanrı’nın ya da doğanın ürünüdür; bu nedenlerle demokratik bir düzende bunlar, asla suç konusu olmaz, olamaz. Zira “düşünce, düşünce ile,” başka deyişle “görüş (içtihat) görüşle çürütülemez.” (Mecelle, m. 16). Dolayısıyla beynin ürünü olan inançlara ya da düşüncelere çok duyarlı olan kimilerine göre, eleştiri hakkını aşıp sövenler ya da bunları yasaklayıp cezalandıranlar, bir bakıma özünde kanımca inananlar açısından Tanrı’ya sövmüş ya da onu da cezalandırmış olurlar. Dolayısıyla bu cezalandırmalar, elbette mantık ve akıl dışıdır. Bu yüzden 1926 / 765 sayılı Eski TCY’nin 141, 142 ve 163’üncü maddelerine göre hüküm kuran yargıçlar, aslında Tanrı’yı cezalandırmışlardır.

Bu maddelerin çok partili demokratik düzene geçildikten yıllarca sonra kaldırılmış olması ise, sağ ve sol anlayışların, dolayısıyla demokrasinin, “demokratik bilinç”in gelişimini engellemiş; bilim ve düşünce dünyasında yoksunluklar, yoksulluklar ve ağır sonuçlar doğurmuştur.

Locke’un dediği gibi, özellikle “İnanç özgürlüğü asıldır ve yargıçlar, insanların ruhlarını kurtarmaya yeltenemezler.”

Nitekim yüzyıllardan bu yana yaşananlar, Locke’u doğrulamıştır. Gerçekten Aksaray ili toprakları içinde yirmi sekiz kilisenin yer aldığı belirlenmiş, Ihlara vadisine bitişik Selime kasabasındaki yedinci-do­kuzuncu yüzyıl arasında yapılan Katedral’de dünyanın ilk dinsel töreni (ayin) yapılmış; Romalıların baskılarından kaçan ilk Hristiyanlar, Kapadokya’da, Derinkuyu’da ve birçok Avrupa ülkesinde, hatta Ukrayna’dan Filipinler’e dek yeraltı mezarları (katakomb) yapmışlar; inanç özgürlüğünün tarih boyunca insan için ne denli yaşamsal olduğunu ortaya koymuşlardır.

Scheler’e göre de, insanın iç dünyası bilgimizin dışındadır. Çünkü bu iç dünya, gökyüzü gibi, hem geniştir, hem de aydınlıktır, insan için. Ancak başkalarına ve de hukuka kesinkes kapalıdır.

Nitekim 1926 / 765 sayılı Eski Türk Ceza Yasası’nın (TCY) kaynağı olan İtalyan Ceza Yasası hakkında 1887 tarihli Zanardelli Raporu’nun ünlü XIV’üncü paragrafının en ünlü tümcesi, hukukun, özellikle de suç genel kuramının insan davranışına (hareket) ilişkin dayanağı olan bu temel ilkeyi, insanlığın bütün dönemlerinde geçerli olmak üzere, şöyle özetlemiştir: “İnsana özgü davranışların dürtülerini, güdülerini (saik) araştırmak, ceza adaletini ilgilendirmez.”

İlgilendirmez. Çünkü böyle bir araştırma, hem hukuk, hem de ceza adaletinde asla gerçekçi değildir. Olamaz da. Zira kanıt olabilecek nesne, insanın iç, inanç dünyasıyla, Kant’ın terimleriyle numenal, görülemez (invisible) dünya ile değil, fenomenal, görüngülü, görünebilir (visible) dünya ile ilgili ve olaya dayanan gerçeğin (réalité) bir parçası olabilmeli, beş duyuyla, en azından bunlardan biriyle algılanıp öğrenilebilmelidir.

Ayrıca kuşkusuz asla her taşın altında bir suç arayamaz, hukuk.

Ancak gelin görün ki, soruşturma “yeterli kuşku”ya ulaştığı zaman dava açmakla yükümlü Türk savcıları (CYY, m. 170/2), ülkemizde hemen her Allah’ın günü insanların iç dünyasına girmekte, onların bu dünyalarını sanki bir ruhbilimciymişler gibi çözümlemeye çalışmaktadırlar. Tıpkı “Amiraller Bildirisi” olayında ve terörü yok etmek için gece gündüz çırpınan Genel Kurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un terör suçuyla tutuklanması, teğmenlerin “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” de­meleri olaylarında yaşandığı gibi.

Oysa savcılar, insanları korkutmak, sindirmek, gözdağı vermek, küçük düşürmek, damgalamak için değil, kamu, halk, özgürlük temelinde gelişen ilkeleri gözeten hukuk düzeni adına bu düzeni sarsan eylemleri, suçları kovuşturmak için vardırlar ve bu nedenle sanık yararına olan kanıtları da toplamakla yükümlüdürler.

Özetle ülkemizde yaşananlar, hukuk bilmezliğin ürünü kara bir le­ke olarak her Allah’ın günü Türk hukuk tarihine yazılmıştır, yazılmaktadır.

Evet, ne yazık ki, günümüzde de bu yazılma sürüyor. Hem de bizzat hukukçuların, yani savcıların eliyle.

Nitekim son olarak “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyen teğmenlerin başına gelenler, bunun somut örneğidir.

Peki, böyle bir ülkede, özgürlükten, demokrasiden söz edilebilir mi?

Kesinlikle edilemez.

Olsa olsa sandığa kilitlenmiş boyutsuz bir demokrasi karikatüründen söz edilebilir.

Dolaysıyla sizler siz olun sayın savcılar, bu noktayı asla unutmayın.

Bununla birlikte inanç değerlerine saldırmak ve birine söverek şeref (özsaygı) değerini, dokunulmazlığını çiğnemek elbette bir suç konusu olabilir. Ancak aşağılayıcı bir söz ya da eylem, “inançla ilgilidir” ya da “sövme değildir” demek başka, eleştiri hakkından söz ederek hukuka uygunluk nedenine dayanmak büsbütün başkadır. “Bu söz ya da eylem, dil ya da davranış olarak inanca ya da insana sövme değildir” gerekçesi, elbette bunları söyleyen kişi hakkında kovuşturma açılmasını engeller; böyle bir durumda, kuşkusuz iddianame düzenleyerek dava açmaya gerek yoktur.

Durum böyle iken yine de dava açılmışsa, artık o bir iddianame değil, bir “siyasetname”dir; ideolojik bir kaygının ve çarpıtmanın ürünüdür. Böyle bir durumda ise, savcılık, artık bağımsızlığını yitirmiş, yetkisini aşmış, politik kaygıları yargılamaya yansıtmış, politikanın buyruğuna girmiş, yargılama erkinin yansızlığına da gölge düşürmüş demektir.

Ayraç içinde belirteyim ki, Türkiye’deki kimi yazarlar, günümüzde sık sık bir yanlışı yineleyip durmaktadırlar. O da şudur: Bu maddeler yürürlükteyken, dava açan savcıları ve hüküm kuran yargıçları eleştirmek, hatta kınamak.

Oysa yasa hükümlerinin gereğini yerine getirmek zorunda bulunan bu hukukçular, görevlerini yapmışlardır.

Bu kınama ise, hukuku bilmemektir. Ayıptır ve de ilkelliktir.

Gerçekten günümüzde kimi savcılar, bütün bunlara karşın hukukun temel ilkelerini yıkma pahasına, yine de sık sık insanların iç dünyalarını keşfe çıkmaktadırlar. Sözgelimi, yukarıda değinildiği üzere, gerek Eski Genel Kurmay başkanlarımızdan gerek Sayın Orgeneral İlker Başbuğ -ki günümüzde Atatürk üzerine araştırmalarıyla tarihimize değerli katkılarda bulunmaktadır- hakkında ve gerekse kamuoyunda “Amirallerin Montrö bildirisi” (4 Nisan 2021) olarak anılan davalarda savcılar, Sayın Başbuğ’un bazı işlem ve davranışlarının ardında ya da bildirinin satır aralarında imzacıların amaçlarının ardına düşerek suç arayışları içine girmişlerdir.

Bu yüzden tutuklamalar bile yaşanmıştır.

Ancak en sonunda hem Sayın Başbuğ ve hem de bildiriye imza atanlar aklanmışlardır.

Bilindiği üzere Anglo-Sakson hukukunda doğan ve İngilizlerin Kral John tarafından 1215 yılında Runny çayırlığında imzalanan, altmış üç maddeden oluşan ve günümüzde insan hakları bildirilerine temel olan “Magna Carta Libertatum”a göre, yürürlükteki yasalara başvurulmadan, özgür hiçbir insan tutuklanamayacak, hapsedilemeyecek, yok edilemeyecek, onun mülküne el konulamayacaktı. Zira adalet ne satılabilir, ne geciktirilebilir ve ne de özgür hiçbir yurttaş adaletten yoksun kılınabilirdi.

İşte bu “Magna Carta”dan önce, 1166 yılında İngiltere’de II. Henry döneminde yaşanan ve hukukun en temel ilkelerinden biri olan “ha­beas corpus” teriminin sözcük anlamı ise şuydu: “Beden ortada.” Buna göre, bir tutuk, istendiği zaman mahkemeye getirilebilecek ve yargılanabilecek; bir başka anlatımla özgürlük, ancak hukuka ve adalete uygun biçimde sınırlanabilecektir. Bu anlamıyla söz konusu kavram, elbette evrensel hukukun ve insan haklarının en önemli dayanaklarından biri olmuştur.

Öte yandan anadili İspanyolca olan ülkelerde “amparo de libertad” (özgürlüğün korunması) kavramı, bireylerin başına buyruk tutuklamalarını (Anayasa, m. 19) önleyen bir anayasal ilkeyi dile getirmektedir. O anayasalar ise, unutmayalım ki, sadece bir yurt içi sıradan birer sözleşme değil, bir insan toplumunun bütün dünyaya duyurduğu insanca yaşama ve uygarlık belgesidirler.

Ayracı kapatarak vurgulamak gerekir ki, sonuç aklanma olsa bile, bu insanlar ve yakınları, büyük üzüntü ve tehdidi birlikte yaşamışlardır. Çünkü Türkiye, ozan İsmet Özel’in “Amentü” şiirinde “Dilce susup bedence konuşulan bir çağda, biliyorum kolay anlaşılmayacak” dediği bir ülkedir. Oysa uygar bir ülkede yargılama erki, asla bir korku odağı değil, tam tersine sadece inanılan ve güvenilen bir erktir; yarınların güven kaynağıdır.

Elbette doğrusu da budur ve böyle de olmak zorundadır, bu erk.

Aynı yaklaşım, ülkemizde aslında bir başka açıdan da sürmektedir. Sözgelimi, ülkemiz savcıları, “Bu söz ya da davranış sövmedir, ancak kuşkulu (şüpheli) eleştiri hakkını kullanmıştır, dolayısıyla söz ya da davranış hukuka uygundur” diyerek kamu davasını açmamaktadırlar.

Sakın bunu yapmayın, sayın savcılar.

Çünkü bilim, savcılara köklü biçimde birbirinden ayrı olan “hukuka uygunluk nedenleri” ile “kişisel cezasızlık nedenleri”ni karıştırdıklarını, bunun hukuk dışılığını belirterek çarpıcı biçimde şunları söylemektedir: “Efendiler! Hukuk bir bütündür. Dolayısıyla hukuka aykırılığı kaldıran neden, tazminat davası açmak gibi özel hukuk dâhil, bütün hukuk düzenlerinde kesinlikle eylemi hukuka uygun kılan bir kurumdur. Bu nedenle ceza davası açmada yerindelik (takdirilik) dizgesini (sistem) benimseyen Fransa dâhil, hiçbir hukuk düzeninde böyle bir yetki, savcılara asla ve kata tanınmamıştır. Tanınamaz da. Çünkü sözgelimi, “Bu söz, aslında her dilde sövme değildir” demek, başka; buna karşılık, “Bu söz, sövmedir, ancak düşünce özgürlüğü dolayısıyla eleştiri hakkı kapsamına girdiği için hukuka uygundur” demek, çok çok daha başkadır.

Zira birincisinde, yani Bu söz ya da eylem, dil ya da davranış olarak insana sövme değildir” denildiği zaman, bu eylemle suçun “tipiklik (yasal tanım) ilk ana öğesi oluşmamıştır” denilmektedir.

Savcı, elbette böyle bir durumda o eylemi asla kovuşturamaz, kovuşturamayacaktır da.

Buna karşılık ikincisinde, yani “Bu eylem her hukuk düzeninde hakarettir, sövmedir” denilerek, böylelikle de tipiklik öğesinin oluştuğu itiraf edilerek benimsendikten sonra, “Bu sövme, hakaret davranışı, eleştiri hakkını kullanma çerçevesinde kalmalıdır ya da kalabilir,” hatta “düşünce döllenmesini, zenginleşmesini sağlayabilir boyuttadır” diyerek bir tür kesin ya da olasılık yargılarında bulunmak, öz açısından gerçek yaşamda ve hukukta büsbütün başkadır.

Yineleyelim ki, bu berikinin anlamı çok açıktır, kesindir ve birinci durumun tersine olarak da şudur: Hakaret ya da sövme eylemi, yani suçun tipiklik biçimindeki ilk ana öğesi tam anlamıyla oluşmuştur, suç vardır; dolayısıyla bu belirlemeyle birlikte ve o anda ayrıca “hukuka aykırılık” biçimindeki ikinci ana öğe de belirti (karine) olarak hukuk dünyasında doğmuştur, varlık kazanmıştır.

Ancak bu belirti (karine), eleştiri hakkı dolayısıyla çürütülmeye açıktır. Çünkü eleştiri hakkı gibi hukuka uygunluk nedenlerinde suç, “gerçek (reel) dünya”da doğmakta, buna karşılık hukuka uygun olduğundan “hukuk (düşün) dünyası”nda doğmamaktadır. Dolayısıyla savcı, hakaret ya da sövme olarak gerçekleşen bir eylem söz konusu olduğu zaman, hazırlık soruşturması sırasında bu beriki dünyaya, yani ikinci dünyaya asla giremez. Çünkü savcı, “Bu eylem, eylem olarak her hukuk düzeninde hakarettir, sövmedir” sonucuna ulaştıktan sonra, eylemin işlendiği konusunda “yeterli kuşku” bulunduğu anda davayı açmakla (CYY, m. 170/2) ve izlemekle yükümlü bir iddia organıdır; ancak asla yargı (hüküm, karar) kuran bir organ, mahkeme değildir. Olamaz da. Dolayısıyla gizli yürütülen soruşturma evresinde savcı, “Bu eylem, eleştiri sınırları içindedir, ancak bu sövme, hakaret suçunu oluşturmayabilir” gibi olasılığa dayanan tartışmalı ve tartışılacak olan bir hukuka uygunluk nedenini tartışarak, değerlendirme olanağını ortadan kaldırarak hukuka aykırı bir gerekçeyle davayı açmaktan asla kaçınamaz. Kaçınır ve davayı açmayıp kovuşturmama sonucuna ulaşırsa bu işlem, “yetki aşımı” (excès de povoir, eccesso di potere) nedeniyle ve “mutlak butlan” (nullité absolue, nullità absolutà) yaptırımıyla sakattır, kesinlikle geçersizdir, efendiler. Dolayısıyla böyle davranan bir savcı, yetkisini aşmış, kötüye kullanmış olur. Bu beriki durum ise, artık bir suç olup, adı da “yetkiyi saptırma”(abus d’autorité) ya da “yetkiyi kötüyle kullanma”dır.” (TCY, m. 257/1).

Sözgelimi, nasıl insan öldürme suçunda bir hukuka uygunluk nedeni olan “haklı savunma”nın (meşru müdafaa) bütün koşulları açıkça var olsa bile, uygulamada yerinde ve hukuka uygun olarak dava açılıyor ve kovuşturmama sonucuna ulaşılamıyorsa, hukukun gözünde de aynı öz ve nitelikte olan “eleştiri hakkı”nda da durum böyledir, aynıdır. Çünkü haklı savunmanın ya da eleştiri hakkının koşullarının var olup olmadığını tarafların da düşüncelerini alarak çözecek olan biricik yetkili organ, mahkemedir, yargıçtır.

Elbette savcı da, mahkeme önünde konunun tartışılması üzerine eylemin eleştiri hakkı çerçevesinde kaldığını ileri sürebilecektir. Sürmelidir de. Çünkü onun görevi, ille de birini mahkûm ettirtmek değil, hukukun doğru uygulanmasını sağlamaktır.

Unutulmamalıdır ki, Yasa’nın deyişiyle etkin pişmanlık, doğru terimle “suç sonrası cayma” (Fransızca, repentir post délit, İtalyanca pentimento post delictum, İspanyolca arrepentimiento post delictum) ya da kişisel cezasızlık nedeni hangi kuşkuluda ya da sanıkta varsa, ceza yasasında tanımlanan eylem, hem gerçek, hem de hukuk dünyasında doğmakla ve suç olmakla birlikte, o sanık, taşıdığı kimi kişisel nitelikleri yüzünden cezalandırılamamaktadır. Çünkü günümüzde kuşkulu ya da sanık, ya hadım edilecek ya da sağ ayağı kesilecek on sekizinci yüzyıl insanı bir Kunta Kinte değildir. Bu nedenle tek başına suç işleyen, ancak cezalandırılması söz konusu olmayan bir kuşkulu hakkında dava açmakta, mahkemeyi uğraştırmakta yarar görülmeyebilir; dolayısıyla savcı da yerindelik (takdirilik) yetkisini kullanarak Yasa’ya göre (CYY, m. 171/1) böyle bir suça yaptırım uygulanmamasını düşünerek suçu kovuşturmayabilir.

Ne var ki, bu konularda bile çok duyarlı olmak gerekir. Çünkü unutulmamalıdır ki, işlenen eylemin hukuka ve yasalara göre suç olarak görülmesine ve belirlenmesine karşın, suç sonrası cayma ya da kişisel cezasızlık nedeni söz konusu olduğu takdirde “ceza verilmesine yer olmadığı kararı” (CYY, m. 223/4a, b) bile, lekelenmeme hakkını kesinlikle örselemektedir, örseleyecektir de. Çünkü ceza verilmesinin olanaksız olduğu suç sonrası cayma ya da kişisel cezasızlık nedenlerinin bulunması durumlarında sanık, aslında eylemi işlemiştir ya da işlememiştir. Bu durumda, eski terimle “eylemin sübutu,” henüz belirlenememiştir ve onun suçlu olup olmadığı kesinlikle bilinmemektedir. Sözgelimi, babasının parasını çaldığı ileri sürülen oğlu hakkında, kişisel cezasızlık nedeniyle T. Ceza Yasası (m. 167/ 1-b) doğrultusunda ceza verilmesine yer olmadığına ilişkin bir yargı (hüküm), aslında başka ad altında verilmiş bir hükümlülük kararıdır. Çünkü böyle bir kararın anlamı şudur: Eylem gerçekleşmiş ve suç bütün öğeleriyle oluşmuşsa da, baba oğul ilişkisine dayanan kişisel bir nedenle sanık (fail) cezalandırılamamaktadır. O kadar. Bu açıdan Alman hukukunda aklanma (beraat) kararlarında sanığın yargılandığı eylemden, kanıt yetersizliğinden, suçluluğu kanıtlanamadığından, hukuksal nedenlerden söz edilememesi, sadece sanığın aklandığından söz edilmesiyle yetinilmesi, bu konudaki duyarlılığın ne denli önemli ve de çarpıcı olduğunu göstermektedir.

Elbette söylemeye bile gerek yok. Kısaca siz savcıların görevi, yukarıda değinildiği üzere,  bellidir, sayın savcılar: “Halka, kamuya, cumhura ait, halk için bir şey, değer (res publica)” çiğnenmişse, bunları çiğneyenlerin cezalandırılmaları için halk, kamu, cumhura ait şey adına kamu davasını açmak, bu davayı yine aynı değerler ve kurumlar adına, kısaca kamu adına sonuna değin izlemek, koşulları varsa çiğneyenlerin, yani suçluların cezalandırılmalarını sağlamak.

Ayrıca şu noktayı da, yineleme pahasına, okurların dikkatlere sunmak gerekir: Yukarıda dile getirilen nedenlerle savcı teriminin başına getirilen “cumhuriyet” sözcüğü, burada bir zamanlar Atatürk’e anlatıldığı üzere, bir yönetim biçimini, cumhuriyeti değil, halk adına, halka ait şey (res- publica) olgusunu anlatmaktadır.

Ancak yukarıda yazılanlardan anlaşılacağı üzere, Türkiye’de hiç de öyle değil.

Bu konuda yaşadığım ve sık sık dile getirdiğim bir örneği yinelemek isterim.

Bir gazete yazarı yazısında, bana iğrenç sözcüklerle sövmüştü.

Savcılığa başvurdum.

Ancak başkentimizin bir savcısı, iki yanlış gerekçeyle kovuşturmayı kapattı. Dolayısıyla iki hakkımı birden hukuk bilgisizce ve bilinçsizce çiğneyerek yerle bir etti.

Birincisi, daha önce değinildiği gibi, şaşırtıcı çapta yetkisini aştı ve çoğu Türk savcıları gibi, “eleştiri hakkı”na dayanarak mahkemenin kovuşturma evresinde söz konusu olan yetkisiyle ilgili sorunu, soruşturma (hazırlık) evresinde çözdü, yukarıda değinilen o hukuka aykırı ve çok saçma bir gerekçeyle kovuşturmaya yer olmadığı “karar”ını(!) verdi.

Bu, bir.

İkinci olarak da, hukuk dışı bir akıl da verdi: “İstersen” dedi bana, “suçun işlendiği yerde dava açabilirsin.

Oysa ben yakınandım. Suçu oturduğum yerde öğrenmiştim. Yakınan olarak öncelikle oturduğum yer savcılığında dava açmalıydım. Çünkü suç mağduru, yani suç eyleminin kanadı kırık kuşu bendim ve suç yeri de, bulunduğum kentti. Elbette “Kanadı kırık kuş, merhamet ister.” (Sezai Karakoç).

Bunlarla da bitmiyordu, kaba saba yanlışlık.

Madem ki, suç yeri savcıya göre, eylemin işlendiği yerdi, öyleyse neden soruşturma dosyasını o yere göndermiyordu!?

Bu denli çok yanlışlar yapan bir savcıya sizler, güvenerek kamu haklarını koruma ve adaleti gerçekleştirme görevlerini emanet edebilir misiniz?

Ben, asla etmem, edemem.

Demek, kısaca hukukçular, özellikle de savcılar, hukukçu olarak çok duyarlı olmak zorundadırlar. Bu yüzden suç sonrası cayma ve kişisel cezasızlık nedenleri söz konusu olduğunda bile, hukuksal sağduyu, savcıyı dava açmaya elbette zorlayacaktır. Zorlamalıdır da. Çün­kü yasa yapıcı, bu konuda hem bir suç, hem de bir yargılama olmak üzere iki başlı bir suç ve yargılama hukuku politikası izlemektedir: Suç hukuku açısından, baba oğul ilişkisini gözeterek ailenin iç işlerine karışmamak; yargılama hukuku açısından ise, mahkemelerin iş yükünü azaltmak.

İşte bütün bunları gözeten ve adalet kaygısıyla davranan bir savcı, çoğu olaylarda sanık yararına olan kararın aklanma olduğunu düşünerek, eylemi yapmadığını belirten kuşkulu ya da sanığın elinden aklanma olanağını ve hakkını asla alamaz. Almamalıdır da. Zira kamu davası açıldığı zaman aklanacağına inanan bir sanık hakkında dava açılmadığı takdirde, başkalarının ona suçlu gözüyle bakacaklarını, dolayısıyla bu konuda lekelemenin süreceğini; aklanma olanağının ve dolayısıyla lekelenmeme hakkının sanığın elinden alınmış olacağını savcılar asla unutmamalı, bu elden alınmaya da asla göz yummamalıdırlar.

Bu yüzden insan “şeref”inin değerlerin başında geldiğini gözeten Federal Almanya Anayasası, daha ilk maddesinde bu değeri koruma altına almış ve devlete bu konuda yükümlülük getirmiştir: “İnsanın şeref (özsaygı) ve saygınlığına dokunulmaz. Bütün devlet erki, ona saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür.

Ayraç içinde belirtmek gerekir ki, bu şeref, özsaygı (amour-propre) ise, İncil’deki anlatımla her şeyden önce, elbette alçakgönüllülere bağışlanacaktır.

Ayrıca unutulmamalıdır ki, Alman Anayasası’nın iletisi açıktır, bellidir. Ancak unutulmamalıdır ki, bu iletiyi, bütün dünyaya ilk kez Digesta duyurmuştur: “Hukuk da, devlet de, insan içindir” (Hominum causa omne ius constitutum est).

Yine unutulmamalıdır ki, hak arama özgürlüğünün kapandığı değil, tartışıldığı toplumlarda bile insanlar, “insan, hukuk ve devlet içindir” kaygısına, hatta ruh hastalıklarına dayanan, bu nedenle de Eski Yunancadaki “idea” ve “logos” kavramlarının bileşiminden türetilen bir ideoloji bile olamayan faşizme kapılabilir; umutsuzluğa düşebilirler. Bu yüzden son dönemlerde kotarılan Fransız, İspanyol ve Türk suç (ceza) yasaları, eski dönemde kotarılan yasaların tersine, yasal düzenlemelerde yaşam, vücut bütünlüğü, şeref vb. bireysel değerlerin korunmasına öncelik tanıyarak bunlara yasaların başlarında yer vermiştir. Dolayısıyla Alman devletinin saygı duyduğu insana ve şerefine elbette Türk Devleti, dolayısıyla onun adına görev yapan savcılar da, saygı göstermekle yükümlüdürler. Nitekim Gabriel García Márquez, Kolombiya devletinin, kuduza yakalanan bir çocukla ilgili olarak on iki saatlik bir zaman diliminde ABD dâhil, yakın devletlerle birlikte nasıl çırpındığının ve ölüme yarım saat kala çocuğun nasıl kurtarıldığının öyküsünü uzun uzun anlatır bir yazısında. (Márquez, Gabriel García, [Emrah İmre], Yüzyılın Skandalı, İstanbul, 2021, s. 180-192).

Yukarıdan beri yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, bizim de benimsediğimiz hukuk düzeninde asıl olan, elbette “kovuşturmanın mecburiliği ilkesi”dir. Yerindelik (takdirilik) anlayışı ise, bu ilkenin yalnızca bir istisnasıdır. Dolayısıyla bu son ilke, suç sonrası cayma ve kişisel cezasızlık nedenleri, hukuka uygunluk nedenlerini kapsayacak biçimde asla genişletilmez, genişletilemez. Genişletmek, düpedüz “yetki aşı­mı”dır (excès de pouvoir, eccesso di potere), bu ise, İtalyanların deyişiyle yorumda “düzgülere (norm) işkence yapmak” (torturare la norma) demektir.

Bu konuda bütün hukukçular, özellikle de savcılar, yorumun hukuktaki vazgeçilemez kurallarını, bu arada iki bin yılı aşkın süredir Roma hukukundan bu yana geçerli olan ünlü yorum kuralını anımsamalı ve bu kuralı, hiçbir zaman unutmamalıdırlar: “İstisnalar, dar, sıkı yorumlanır, asla genişletilemez” (exceptio est strictissimae interpre­tationis).

Demek, bütün bunları gözetmeyen bir savcı, yetkisini aşmış, eğer bu işlemi bilinçli olarak yapmışsa yasal yetkisini kötüye kullanmış demektir” (Selçuk, Sami, Savcı, “Yükümlülük Dizgesi”ne Uymalı, Cumhuriyet, 1 Aralık 2018; “Davasız Yargılama olmaz” İlkesi ve Savcıların Yetkileri, T24, 4.3.2019; Yargılama Erki, Yargıçlar ve Savcılar Hakkında, T24, 18.1.2019; Uygulamada Yargıçlığa, Dolayısıyla Sorunsala Dönüşen Savcılık ve İşlemleri, T24, 9.4.2020).

Ülkemizde iddia makamı olan savcılık, hak dağıtma ve karar makamı olan yargıçlık kurumlarının var oluşlarıyla nasıl çeliştiklerini ve hak arama özgürlüğünün ne denli ciddiye alınmadığını göstermek için, yakın dönemde yaşanan bir olayı özetleyerek bu konuyu bitirmek istiyorum.

Olay, insanlarımızın kavşaklarda sık sık yaşadıkları sıradan bir trafik kazası. Tarih 27.12.2023 saat 21.

Sürücü A, sarı ışıkta hareket edip bu ışığın söndüğü sırada geçerken, sürücü B’nin arabasıyla çarpıştığını; B ise, yeşil ışıkta geçerken sürücü A’nın kendi arabasına çarptığını ileri sürmüştür.

Böyle bir durumda elbette yetkili savcılığın görevi şudur: Her şeyden önce yaşanmış gerçek bir çarpışma olayı bulunduğuna, kısaca bu konuda yasal anlatımla “yeterli kuşku” var olduğuna göre, kamu davasını açmak ve bu uyuşmazlığın duruşmada çözülmesine sağlamaktır (CYY, m. 170/2).

Ne var ki, olayımızda savcılık, bütün bu somut olaylara karşın “kovuşturmaya yer olmadığı” sonucuna ulaşmış, kısaca Yasa’nın hukuka aykırı anlatımıyla bir “karar” vermiştir.

Bu sonuç, bu görüş, bu “karar” elbette hukuk açısından çok yüzeysel ve de yanlıştır.

Bu nedenlerle ulaşılan bu sonuca, görüşe, yani savcılığın “karar”ına, yaşanmış somut bir olay bulunması, kuşkululardan birinin özellikle sarı ışıkta geçtiğini açıkça itiraf etmesi karşısında, tarafları yüz yüze açık duruşmada dinleyerek ve elde edilen verileri, kanıtları tartıştırarak ve tartışarak oluşacak vicdani kanıya göre bir karar verilebilmesi için karşı çıkılmış, kamu davasının açılması istenmiştir.

Sulh Ceza Mahkemesi yargıcı ise, özellikle yineleyerek belirmek gerekir ki, araya yabancı bir öğe girmeksizin tarafları duruşmada yüz yüze dinleyerek oluşacak vicdani kanıya göre karar verilmek gerekirken, yaşanan olayda kimin hukuku çiğnediğinin belirlenememiş olduğu gerekçesiyle, yani kendisinin çözeceği sorunun duruşmada çözülmesine olanak tanımaksızın, özrü kabahatinden büyük bir mantıkla kovuşturmaya yer olmadığı kararının gerekçesini, duruşmaya gerek olmadığı önyargısıyla reddederek, işlemleri yeterli bulmuş; Türk Ceza Yasası’nın anlatımıyla tam anlamıyla görevini savsamıştır (m. 257/2).

Hem de bilinçsizce değil, tam tersine bilinçli bir bilgisizlikle.

Zira bu olayda, gerek Savcılığın yasal yanlış deyişiyle kovuşturmaya yer olmadığı kararı, gerekse yargıçlığın kararı, “Hasne ile Hüsne Muaviye’nin dört kızından ikisidir” tümcesindeki dört yanlışla âdeta yarışmaktadır.

Durum, hukuk bilgisi açısından çok üzücü olmanın da ötesindedir.

Çünkü bilime dayanılacak yerde kendinden öncekileri taklide dayanan bir mantıkla hukuksal işlemler yapılmaktadır.

Umarım ve dilerim, günün birinde dört yıl hukuk fakültelerinde öğrenim gören savcı ve yargıçlar, “hak arama özgürlüğü bilinci”nin (Anayasa, m. 36/1) önemini özümser ve önemser; “görev ve yetki”lerine giren olaylarda bu özgürlüğün kapısını, adalet bekleyen insanlarımıza kesin ( Anayasa, m. 36/2) olarak kapatmazlar.

Özet olarak cumhuriyet savcılığı ile bazı kurumlar, ülkemizde asla doğru olarak algılanıp anlaşılmamıştır.

Tam bu noktada hukuk fakültelerinde Düşünür Sakallı Celal’in “Bu denli bilgisizlik, ancak yükseköğretimle olur sözleri, sakın kimsenin aklına gelmesin. Çünkü bu sözler, herkesten önce olsa olsa ancak daha önceki yasamıza, o yasadan da bugünkü yasamıza yanlış çeviriyle aktaranlara yönelik olabilir. Yukarıda da değinildiği ve bilindiği üzere, bu kaba saba yanlış ise şudur: Yasalarımızda “kovuşturmaya yer olmadığı görüşü” yerine kovuşturmaya yer olmadığı kararı” denilmesi (1929/1412 Sayılı Ceza Yargılamaları Usulü Yasası, m. 164, 165; 2004/5271 sayılı Ceza Yargılaması Yasası, m. 172, 173).

Ancak bu arada da insanlarımız, yukarıda belirtildiği üzere, iddia makamında bulunan savcılıklarda bir de, evet evet, yanlış okumadınız, yanlış da anlamadınız, “KARAR MASASI”nın bulunduğunu, bu kaba saba yanlışa hiç kimsenin karşı çıkmadığını da gözden ırak tutmasınlar.

Bütün bu yaşanan gerçeklerden anlaşılacağı gibi, birçok kurum ve kavram gibi, suç adaletinin giriş kapısı olan savcılık kurumu ve kavramı, yirmi birinci yüzyılda bile, ne yazık ve üzücüdür ki, ülkemizde doğru olarak anlaşıl(a)mamıştır.

Bu konuda son diyeceklerim şunlardır, efendiler. Savcı, davayı açarken taratır. Ancak yargıç çapında değilse de, öbür kamu görevlilerine göre, yine de bağımsız ve yansız olmak, özellikle dava açıldıktan sonra da davayı açan taraf olduğunu bir yana bırakmak durumunda bir görevlidir. Ancak davayı izlerken ve yürütürken yansız ve bağımsız, gerektiğinde sanığın aklanmasını isteyen, kimi yazarların belirttikleri gibi, yürütme erkinin değil, yargılama erkinin içinde yer alan bir kamu görevlisidir. Onu bağlayan tek gerçek, adil yargılamanın sağlanarak doğru hükme ulaşılmasıdır. Yargılama sürecine etkin biçimde katılan bir kamu görevlisinin bağımlı ve güvencesiz olması ise, asla düşünülemez. (Montesquieu, Charles de Secondat baron de, Œuvres complètes, Paris, 1964, De l’esprit des lois, Paris, 1964, livre VI, Chapitre, 8; Kunter, Nurullah, Muhakeme Hukuku Dalı Olarak Ce­za Muhakemesi Hukuku, İstanbul 1989, n. 96-101; Guinchard, Serge / Buisson, Jacques, Procédure pénale, Paris, 2000, n. 615-621; Selçuk, Sami, Suç Hukuku Dogmatiği ve / ya Grameri, V. Kitap, İmge Kitabevi, 2022, s. 261-268).

Sürecek...                                                  /././

Polisin hayati sorunlarına karşılık emniyetten “aspirin” tedavisi: En vahim günde çıkan genelge tepki yarattı -Tolga Şardan-

Emniyet Genel Müdürlüğü'nün hazırladığı, "tayin, terfi, atama ve görevlendirmelerde aile bütünlüğünün bozulmamasına özen gösterilmesi" ve “personele yönelik ek görevlendirmelerde adalet ve eşitlik sağlanması” gibi talimatların bulunduğu, polis intiharlarının önlenmesini amaçlayan uygulama talimatının birimlere gönderildiği gün, polis memuru M.S. "hakkımı helal etmiyorum" mesajının yer aldığı bir mektup yazıp intihar etti!

polis

Emniyet teşkilatında sular bir türlü durulmuyor. Müdürler ve amirler farklı sıkıntılar içinde, memurlar ayrı sıkıntıda.

Sıkıntının en büyüğü ise, maaş problemi.

Teşkilatta uzun bir zamandır maaş sorunu yaşanıyor. Her kademe ve görevdeki personel müdür, amir ya da memur maaşlardan dertli.

Sosyal medyada polislerin maaşların gündeme getirilmediği gün neredeyse yok.

Emniyet kulislerinde, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın bu konunun sürekli gündeme gelmesinden aşırı rahatsız olduğu dillendiriliyor.

Yerlikaya, konunun açıldığı her ortamda sorunun çözüleceği sinyalini veriyor fakat henüz bir ilerleme kaydedilmiş değil maalesef.

Sorunun nasıl çözüleceği konusunda dikkat çekici bir kamuoyu ya da teşkilat içi bilgilendirme yok.

Kısacası polis teşkilatını yönetenler, kim kime, dum duma vaziyetindeler.

Tabii sürecin çözümsüz hale gelmesindeki baş faktörlerden biri de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kabinede yapacağı ifade edilen değişiklikte Yerlikaya’nın göreve devam edip etmeyeceği.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, PKK’nın silah bırakması sürecinde mevcut güvenlik bürokrasisini yöneten kabine üyelerini değiştireceğini düşünmüyorum şahsen.

Ama “Burası Türkiye” elbette. “Olmaz/olmayacak” denilen işlerin gerçekleştiği topraklarda yaşıyoruz. Kabine değişimi kulisleri -sürprizlere açık biçimde- an be an değişiyor.

Bu nedenle, polislerin maaşlarında yapılması talep edilen iyileştirmelerin gerçekleşmesinde sessizlik hâkim.

Polislerin taleplerini “eşit işe eşit ücret” olarak özetlemek mümkün.

Polisler, benzer görevi yani kamu güvenliğinin sağlanmasındaki en önemli paydaşları olan ve aynı zamanda İçişleri Bakanlığı çatısı altında birlikte çalıştıkları jandarma ve sahil güvenlik personelinin faydalandığı ücret politikasından faydalanmak istiyor.

Diğer bir beklenti ise, teşkilat içinde sahada görev yapan ile büroda masa başında çalışan polislerin maaşlarındaki ücret yakınlığı.

Sahada görev yapan polisler, masa başında ter döken meslektaşlarından farklı maaş alma beklentisindeler.

Aslına bakarsanız bu tablo yeni değil, uzun zamandır teşkilatın hep gündeminde olan bir konu başlığı.

Çalışma saatlerinin yoğunluğuna karşın, bu yoğunluğun karşılığının alınamadığı görüşü AKP iktidarının başa geçmesiyle birlikte daha da güçlendi. Ancak 2002’den bu yana geçen süre içinde sorun, kademeli de olsa çözülemeyip halının altına süpürülünce şimdilerde bu aşamaya geldi.

Bu konuda küçük bir anekdot anlatayım; AKP iktidara geldikten sonra dönemin Emniyet yönetimi, göreve gelen İçişleri Bakanı’na personelin maaş başta olmak üzere özlük haklarında iyileştirme yapılması için özel bilgilendirme yaptı.

Bilgilendirme toplantısında, iyileştirmenin getireceği mali yükü gören Bakan Bey’in “Ne zammı? Memleketten getiririm üç-beş bin adam bu işi yaparlar” dediğini ve talepleri geri çevirdiğini, aynı toplantıya katılan Emniyet yöneticilerinden bizzat dinledim.

Öte yandan Emniyet Genel Müdürlüğü, son dönemde sıkça yaşanan polis intiharlarının önlenmesi amacıyla 25 maddelik uygulama talimatı hazırladı.

Talimat, geçtiğimiz hafta Genel Müdür Mahmut Demirtaş’ın imzasıyla tüm birimlere gönderildi.

İki sayfalık talimatlara bakıldığında alınması gereken önlemlerin, aslında yereldeki emniyet yöneticilerinin değil, Emniyet Genel Müdürlüğü merkez teşkilatının yerine getirmesi gerektiği kanaati oluşuyor.

Örneğin, talimatlardan birisi şöyle: “Tayin, terfi, atama ve görevlendirmelerde aile bütünlüğünün bozulmamasına özen gösterilmesi.” Oysa, daha geçen hafta İstanbul’da görevli M.S. adlı polis, aile bütünlüğü sıkıntısı yaşadığı gerekçesiyle ardında “hakkımı helal etmiyorum” mesajının yer aldığı mektubu bırakıp hayatına son verdi.

Ne tesadüf ki; Emniyet Genel Müdürlüğü’nün söz konusu talimatı da M.S.’nin intihar ettiği 11 Temmuz günü birimlere gönderildi!

Bir başka talimat; “personele yönelik ek görevlendirmelerde adalet ve eşitlik sağlanması.” Bu adalet ve eşitliğin ne kadar sağlandığı da sosyal medyaya yansıyan paylaşımlardan anlaşılıyor.

Talimat listesinde yer alan emirlerden bazıları şöyle:

* Mesleğe yeni başlayan veya yeni bir ile ataması yapılan personelin uyumunu kolaylaştıracak bir yaklaşım benimsenmesi, oryantasyon eğitimleri düzenlenmesi, bu eğitimlerde rehberlik ve psikolojik danışma birimlerine faaliyetleri hakkında bilgilere yer verilmesi, personelin psikolog ile temasının sağlanması.

* Personele yönelik, stres yönetimi, öfke kontrolü, aile içi iletişim, kriz yönetimi, iletişim becerileri, ruhsal bozukluklar, insan davranışları, eş seçimi ve aile hayatı, problem çözme becerileri, duygusal ilişkiler, kurum içi iletişim gibi konularda çeşitli eğitimlerin düzenlenmesi ve broşür/afiş çalışmalarının yapılması,

* Sıralı amirlerin personeli yakından tanıyarak gözlem yapmaları, iletişim kanallarını açık tutmaları, personelin problemlerine ilişkin çözüm odaklı yaklaşmaları, personelin motivasyonunu arttıracak olumlu geri bildirimlerde (takdir/teşekkür ifadeleri) daha fazla bulunmaları.

* Tüm birimlerce personelin görev yaptığı ortamdaki (nöbet noktaları polis merkezi amirlikleri gibi) fiziki koşulların iyileştirilmesi.

* Sıralama amirler tarafından ailevi problemler, duygusal ilişki problemleri, uyum problemleri, aşırı borçlanma, kriz durumları, (ölüm/yas/boşanma/kronik hastalık/soruşturma) yaşadığı bilinen ve/veya bu konularda desteğe ihtiyaç duyduğu değerlendirilen personelin rehberlik ve psikolojik danışma birimine yönlendirilmesi ve bu konuda desteklenmesi.

* Silahı alınan ve psikiyatri tedavisi devam eden personele destek olunması, görev yoğunluğundan uzak tutulması, iyileşme sürecinin takip edilmesi, bu konuda personelin mahremiyetine özen gösterilmesi.

* Mesleğe alım süreçlerinde polis okulu öğrenci adayları/öğrencilerine mesleğin zorlukları hakkında detaylı bilgi verilmesi, ruhsal sağlık hallerinin takip edilmesi, intibak eğitim süreçlerinin güçlendirilmesi.

* Polis okulu öğrenci adayları/öğrencilerine ve mesleğe yeni başlayan personele silah kullanımı ve sorumluluğu konusunda verilen eğitimlerin detaylandırılması.

* Polis okulu öğrenci adayları/öğrencilerine yönelik stres, öfke, kaygı kontrolü olmak üzere kişisel gelişimlerine yönelik alanında uzman personel tarafından eğitimler verilmesi.

Talimatlar arasında dikkat çeken iki madde daha var ki; teşkilat yönetimini fazlaca rahatsız eden yaklaşımlar.

Polislerin yaşadıkları sıkıntıları ve sorunları sosyal medya üzerinden paylaşmaları, yöneticileri epeyce huzursuz ediyor.

Her türlü önleme karşın, olumsuz olayların kamuoyuna yansımasının bir türlü önüne geçilememesi nedeniyle yönetim, yaşadığı rahatsızlığı önlemek amacıyla şu talimatları verdi:

* İntihar vakası meydana gelen birimlerde, veda notu, olay yeri görüntüleri gibi yazılı ve sözlü materyallerin sosyal medya üzerinden dolaşımı engellenerek intiharın özendiriciliği ve yeni vakaların oluşmaması için önlem alınması.

* Tüm personelin sosyal medya kullanımı konusunda bilinçlendirilmesi büyük önem arz etmektedir.

Genel Müdür Demirtaş’ın bu talimatlarının ne kadar etkili olacağına ve sorunları çözeceğine önümüzdeki günlerde tanık olacağız, toplum olarak.

                                                         /././

T-24



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -21/Temmuz /2025-

“Milletin adı Türkiye” mi?-Mehmet Y. Yılmaz- Türk demeyi kaldırıp, onun yerine Türkiye kelimesini koyarsak, Türkiye milletinin yaşadığı ülke...