Yapay zeka rock söylerse: Müziğin sonu mu geliyor?
İnsanın yaratıcılığına gerek kalmayacak. Makineler müziği de üretecek. Ama en tehlikelisi, üretilen müzik hiç “yeni” olamayacak.
Son günlerde müzik çevrelerinde konuşulan bir olgu, bu tartışmaya yeni bir örnek oluşturuyor. The Velvet Sundown isimli bir rock grubu adını hızla duyurdu ve Spotify’da kısa bir süre içerisinde aylık dinleyici sayısı 1 milyona yaklaştı. Yola yeni çıkan bir grup için bu rakam son derece sıradışı. Sıradışı olan başka bir şey, bu yazının yazıldığı 5 Temmuz’a dek grubun bir ay içerisinde iki albüm birden yayınlaması oldu. Üçüncü albümlerinin de 13 Temmuz’da yayınlanacağı bilgisi verildi. Kaçınılmaz olarak, grubun ne denli yaratıcı olduğunu düşünmeden edemiyoruz.
Grubun şarkıları, 1960’larda ve 1970’lerde en iyi örnekleri verilen folk rock ile ilk kez 1980’lerde ortaya çıkan indie rock tarzlarından esinlenilmiş. Ama açık söylemek gerekirse son derece vasat, hatta vasatın altında olan bu şarkıları arka arkaya dinlemek zor. Böyle bir grubun 1970’lerde albüm yapma şansı herhalde olmazdı.
Spotify’daki profillerinde grup üyelerinin isimleri veriliyor ve grup hakkında, yapay zekâ ile yazıldığı çok muhtemel olan bir yazı yer alıyor. Ayrıca grup üyelerinin fotoğraflarını bulmak mümkün.
Oysa grubun popüler deyimle hiçbir “dijital ayak izi” yok. Ne grubu oluşturan dört insanı gören var, ne de adını duyan. Herhangi bir konserlerine ilişkin bilgi yok. Hiç röportaj vermemişler vb. Ayrıca görünen fotoğraflarının da yapay zekâ tarafından üretilmiş olduğu çok açık.
Müzikleri teknik olarak incelendiğinde de yapay zekâ kokuyor. Müziği gerçek insanların değil, yapay zekânın ürettiği anlaşılıyor.
Kısacası, bir yapay zekâ deneyiyle karşı karşıyayız. Bu deney yalnızca yapay zekâ ile müzik üretiminden oluşmuyor. Aynı zamanda bir pazarlama yöntemi deneniyor. Zaten “piyasadaki” ilk yapay zekâ ürünü müzik değil karşımızda olan. Ama en gelişkin örneklerinden biri. Şarkıların yapısı, hatta basit gitar soloları, ortalama bir dinleyici için müziği gerçeğinden ayırt etmeyi zorlaştırıyor.
Konu ile ilgili bir şeyler yazan ya da söyleyen herkes grubun ve müziğinin yapay zekâ ürünü olduğunda hemfikir. Ama uzunca bir süre için bu konuda herhangi birinden herhangi bir açıklama gelmedi. İlk açıklama ancak bu satırlar yazılırken yapıldı. Grubun Spotify’daki profili değişti ve yayımlanan yazıda The Velvet Sundown’ın yapay zekâ tarafından bestelenen, seslendirilen ve görselleştirilen bir proje olduğu bilgisi yer aldı. Bu sentetik müziğin insan yaratıcılığının yönlendirilmesiyle ortaya çıktığı belirtildi. Bunun bir aldatmaca olmadığı, yazarlık, kimlik ve müziğin geleceği ile ilgili sınırları zorlama amaçlı bir provokasyon olduğu yazıldı.
Bu açıklama yapılana kadar grubun üzerindeki gizem perdesi özellikle yerinde tutulmuş gibi görünüyor. Yani bunun bir yapay zekâ projesi olduğu gizlenmeye çalışılmadı. Bu gizem, bir pazarlama tekniği olarak kullanıldı.
Yapılmak istenen ne?
Anılan şirketin reklâmını daha fazla yapmadan, konunun bizim ilgilendiğimiz boyutunu ele almaya çalışalım. Bir taraftan bir pazarlama tekniği, evet. Ama diğer taraftan yapay zekânın kapitalizm koşullarında, yalnızca sermayenin çıkarları doğrultusunda çalışmasının kaçınılmaz olduğunu gösteren bir örnek.
Yukarıda değindiğimiz gibi ortalama dinleyicinin müziğin gerçek ya da sahte olduğunu ayırt etme şansı pek yok. Hatta yapay zekâ “öğrendikçe” işin uzmanlarının da bu şansı pek kalmayacak. Müzik veri akışı servisleri bir vadede bunlarla dolacak. Çünkü bu tür bir yapım çok daha az maliyetli. Yapay zekâ programının doğru çalışıp anlamlı bir ürün vermesini sağlayacak çok az sayıda eleman ürünün ortaya çıkması için yeterli olacak. Stüdyoda kayıt yapılmasından müzisyenlere telif verilmesine kadar pek çok maliyet ortadan kalkacak.
İşin özü, insanın yaratıcılığına gerek kalmayacak. Makineler müziği de üretecek. Ama en tehlikelisi, üretilen müzik hiç “yeni” olamayacak. Çünkü makine, geçmişte insanın yarattığı müzik birikimini öğrenecek ve ürettiği şey de bu birikimin ötesine geçemeyecek. Gerçek anlamda yeni bir şey yaratmak ancak insana özgü olmaya devam edecek. Tıpkı yüzyıllardır müzikte çığır açan, Bach’tan Beatles’a, çok sayıda örnek gibi.
Yeni olmayan müzik pazarlanmaya devam edecek. Müzik veri akışı servisleri daha az maliyet sayesinde daha çok kâr edecek. İşin insani yönüne, sanat yönüne onlar açısından gerek kalmayacak. Zaten son yıllarda alışılan vasat, artık yapay zekâ sayesinde daha ucuz üretilecek. Ve yine büyük bir tehlike, yeni kuşaklar yapay zekânın ürettiği bu vasatı olağan karşılayacak. Onlar için bu, sıradan bir tüketim nesnesi olacak. Yeni ya da “iyi” müziğe giderek daha az gereksinim duyacaklar.
Bunun distopik bir tablo olduğu açık. Bu kadar karanlık bir gelecek beklemiyor bizi aslında. İnsan var oldukça gerçek ürüne olan gereksinim de bir şekilde devam edecek. Mesele, bunu baskın hale getirmekte.
Yapay zekânın kapitalizm koşullarında insanlığı vasatlaştırmasına karşı yapılması gereken ve mümkün olan çok şey var. Ama hızlı davranmak gerekiyor. Zira yapay zekâ hızlı öğreniyor.
***
Sınıfsal gerçekliği anlamayanların roman sanatını anlaması mümkün değildir -Kaya Tokmakçıoğlu-
Sınıf bilinciyle yoğrulmuş, tarihsel materyalizmi yalnızca içeriğinde değil biçiminde de taşıyan bu roman, yalnızca edebi bir yapıt değil; aynı zamanda bir duruş, bir irade beyanı, bir sınıf manifestosu.
Aslı Güneş’in K24’te yayımlanan Kırmızı Buğday incelemesini okuduğumda, memleket edebiyatının en önemli örneklerinden birine nasıl bu denli yabancı ve yüzeysel bakıldığını görmekten büyük bir hicap duydum. (https://x.com/kitapkritik24/status/1940826232062357718)
Öte yandan, romanın belli bir cenah tarafından “sükût suikastına” uğratılacağına var sayarken söz konusu yazının yayımlanmasının belli açılardan iyi olduğunu düşünenlerdenim. “Kırmızı Buğday: İki Dünya Arasında Kalmış Biçim” başlıklı yazının, edebiyatı sadece biçim üzerinden değerlendirerek sınıfsal ve tarihsel gerçeklikten kopmuş, liberal klişelerle dolu, ideolojik körlükle örülmüş bir yazı olduğunu vurgulamaya çalışacağım okuyacağınız yazıda. Toplumcu gerçekçilik gibi derin bir geleneğin ve sınıf mücadelelerimizin romanı olan Kırmızı Buğday’ı anlamak için öncelikle sınıfsal gerçekliği kavramak gerektiğini, bu temel kavrayış olmadan yapılan eleştirilerin, romanın özünü anlamaktan uzak ve belli bir siyasi çarpıtma amacı taşıdığını vurgulamaya çalışacağım.
Aslı Güneş’in yazısı, sınıf bilinci ve politik duruş sahibi bir romanı biçimcilik ve yüzeysel eleştirilerle tüketmeye çalışıyor. Kırmızı Buğday gibi toplumcu gerçekçi edebiyatın pek çok örneği, taraf olmayı ve mücadeleyi açıkça ortaya koymayı zorunlu kılar. Bu açıdan Ahmet Büke’nin ve bizlerin de herhangi bir tarafsızlık iddiası olduğunu düşünmüyorum. Aslı Güneş’in yazısı ise tam da burjuva ideolojisi olarak kavramsallaştırabileceğimiz bir maskenin arkasında, toplumcu gerçekçiliğin sert ve direngen dili karşısında çaresiz bir liberal rahatsızlığı ortaya koyuyor.
Tarihsel kesitlerin çok katmanlılığı ve sınıfsal derinlik
Aslı Güneş’in romanın tarihsel dönemlerini çok parçalı gösterdiği, odağını kaydırdığı ve bağlamın zedelendiği yönündeki eleştirisi tam anlamıyla sınıfsal tarih bilmezliğin, derin bir yüzeyselliğin ifadesi. Kırmızı Buğday, tarihsel gerçeklikleri birbirinden kopuk değil, birbirine kenetlenen ve etkileşim halinde olan karmaşık süreçler olarak gösteriyor. Birinci Dünya Savaşı cepheleri ile cephe gerisindeki toprak ve emek mücadeleleri birbirinden ayrılamaz. Sınıf çatışmasının toplumsal hayatın her alanını sardığı bu dönem, romanın da organik yapısını oluşturur. Bu katmanları kavramadan "odağının kaymasından" bahsederek romanı itham etmek, sınıfsal süreçleri anlamamaktan geçer.
Öte yandan, tarihi sadece kronolojik bir ilerleme sanan anlayışlar, sınıf savaşımının dönemleri nasıl iç içe geçirdiğini kavrayamaz. Oysa Kırmızı Buğday, bir eşik romanıdır: Eski düzen dağılırken yenisinin sancıları hissedilir. Bu eşikte bir anlatı kurmak, “idealist” bir estetikten çok tarihsel doğruluğu ve politik sorumluluğu gözetir. Romanın çok katmanlı yapısı, bu gerçekliği bütün çelişkileriyle kavramaya yöneliktir. Aslı Güneş içinse bu katmanlılık, yüzeydeki anlatı akışına “odağı kaymış” deme kolaycılığıyla geçiştirilmektedir.
24 Nisan 1915’in sessizliği ve soykırım tartışması
Aslı Güneş’in, 24 Nisan 1915 ve Ermeni soykırımı tartışmasının romana dahil edilmemesini büyük bir eksiklik olarak göstermesi, edebiyatın sınırlarını ve politik edebiyatın önceliklerini anlamamaktan kaynaklanır. Kırmızı Buğday soykırım tartışması yapmak için yazılmış bir roman değildir, tıpkı Güneş’in belirttiği üzere. Romanın odaklandığı temel mesele, toprak mülkiyeti, sınıf çatışmaları ve emperyalizme karşı direniştir. Tarihin acı gerçekleri farklı düzlemlerde ve farklı eserlerde ele alınabilir. Büke’nin tercihi bu romanın politik ve sınıfsal odağını değiştirmez.
Öte yandan, genel olarak liberallerin söz konusu beklentisi, edebiyatı her tarihsel olaya tanıklık etmeye zorlayan didaktik bir anlayışın ürünüdür. Halbuki roman her şeyi anlatmak zorunda değildir. Aksine, anlatmadığı şey de yazarın perspektifiyle ilgilidir, gene K24 yazarının dile getirdiği üzere. Kırmızı Buğday’ın sessizliği bir örtme değil, seçici odaklanmanın sonucudur. Güneş’in bu sessizliği ideolojik bir yönelim olarak yargılaması, sınıf merkezli okumanın yerine kimlik merkezli bir indirgemeyi koyar. Oysa burada söz konusu olan sınıfsal adaletin edebi temsiliyetidir.
Yabancı sermayenin yerel aracısı olarak Rum Kâhya Mihail figürü
Yabancı sermaye emperyalizmin Anadolu’ya girişinde çeşitli yerel işbirlikçilere ihtiyaç duydu ve duymaya devam ediyor. Bunların etnik kökeni değil, sınıfsal konumu ve çıkarları belirleyicidir. Romandaki Mihail figürü, yerel mülkiyet sahiplerinin sınıfsal çıkarlarını ve emperyalizme hizmet eden işbirlikçiliğini simgeler. Güneş’in Mihail’in Rum olması üzerinden bu temsiliyeti sorgulaması, sınıfsal analizden yoksun, etnik kimlik üzerinden yapılan yüzeysel bir eleştiridir.
Bu tür etnik hassasiyetlere dayalı “eleştiriler”, emperyalizmle mücadeleyi etnik grupların tarihsel rolüyle gölgelemeye çalışır. Mihail, Rum olduğu için değil, sınıfsal pozisyonu ve bu işlevi nedeniyle romanda yer alır. İngilizlerle ticaret yapan, memleket mülkünü gasp eden, efendisinin yerine ikame edilen bu figür, gayet bilinçli bir biçimde sermaye-devlet-işbirlikçilik üçgeninin alegorisidir. Romanı etnik temsillerin doğruluğu üzerinden yargılamak, onun asıl sınıfsal bağlamını karartmaktan başka bir işe yaramaz.
Destan dili ve ikili anlatıcı yapısı: Politik edebiyatın cesur dili
Kırmızı Buğday’da kullanılan destan dili, yalnızca sanatsal bir tercih değil; tarihsel ve sınıfsal anlatının halkın kültürüyle, sözlü gelenekle buluşmasıdır. Güneş’in bu dili “okuru yorucu” ve “müdahaleci” olarak tanımlaması, modern okuru küçümseyen ve politik edebiyatın cesaretini yargılayan dar bir bakış açısının ürünü.
Destan dili, halkın hafızasını, toplumsal belleğini ve direniş geleneklerini çağıran bir üsluptur. Bu anlatım tarzı, akademik eleştirmenin biçimsel beklentilerine değil, halkın yaşadığı tarihsel travmalara ve kolektif mücadeleye cevap verir. Sözlü anlatının ritmiyle örülen roman, köylünün tarihini köylünün diliyle anlatır. Bu dili “müdahaleci” olarak tanımlamak, edebiyatın tarafsız olması gerektiğini düşünen burjuva ideolojisinin estetik anlayışının sonucudur. Oysa taraf olmak, tarihsel materyalist perspektife sahip bir edebiyatın en onurlu duruşudur.
Politik edebiyatta estetik ayrımlar ve açık yol işaretleri
Burjuva edebiyat eleştirisi estetik ayrımları –gösterme mi, anlatma mı; tip mi, karakter mi– mutlaklaştırarak dipsiz bir çukur içinde debelenir durur. Güneş’in bu estetik kaygıları ön plana çıkararak romanı eleştirmesi, politik edebiyatın sınıfsal gerçeklik ve amaçlarına yabancı olduğunu gösterir.
Toplumcu gerçekçi edebiyatın ve Ahmet Büke’nin amacı, okuru estetik labirentlerde kaybetmek değil; ezilenlerin mücadelesini görünür kılmaktır. Açık yol işaretleri, bir tercihten öte zorunluluktur. Mücadele eden bir halk için edebiyat bir silah, bir hafıza alanıdır. Estetik ayrımlar üzerinden yürütülen bu eleştiriler, toplumsal olanı küçültme ve etkisizleştirme çabasıdır. Kırmızı Buğday, bu ayrımları liberallerin düşündüğü bağlamda ciddiye almaz çünkü estetik olanı politik olanın içinde düşünür.
Karakterler ve sınıf temsiliyeti: Sürprizlere yer yok
Kırmızı Buğday’da karakterler, mensubu oldukları sınıfın çıkarlarını ve rollerini temsil eder. Güneş’in “sürprizlere yer yok” diyerek eleştirdiği bu durum, toplumcu gerçekçi edebiyatın temel gereğidir. Karakterlerin sınıfsal işlevleri ve temsiliyeti, edebi zayıflık değil; ideolojik ve politik bir tutarlılıktır.
Bireysel derinlik arayan eleştirmenler, sınıfsal rollerin açıklığını “tek boyutluluk” olarak görür. Oysa bu açıklık, toplumcu gerçekçiliğin doğrudan anlatımına içkindir. Karakterler ne düşündükleri kadar, hangi sınıfsal çıkarı temsil ettikleriyle anlam kazanır. Bu açıdan bakıldığında roman, tipik olanın değil, tarihsel olarak belirlenmiş olanın ifadesidir. Eleştirmenin “sürpriz” beklentisi, romanın politik yönelimiyle değil, estetik fantezisiyle ilgilidir.
Geniş kadro ve karakterlerin işlevselliği
Romanın geniş kadrosu, tarihsel ve sınıfsal sürecin karmaşıklığını ve çok sesliliğini yansıtır. Bazı karakterlerin görünürlüklerinin azalması veya işlevsizleşmesi, tarihsel gerçekliğin akışkanlığını ve sınıf mücadelesinin doğasını yansıtır. Bu, bireysel psikoloji değil; kolektif sınıf bilincinin ve tarihsel sürecin estetik ifadesidir.
Büyük tarihsel dönüşümlerde bireyler değil sınıflar kalıcıdır. Karakterlerin gelip geçiciliği, tarihsel akışın ve mücadelelerin dinamizmiyle ilgilidir. Bazı karakterlerin sahneden çekilmesi, romanın anlatısal bütünlüğünü değil, tarihsel sürecin hakikatini güçlendirir. Bu yönüyle Kırmızı Buğday, bireysel roman değil; kolektif roman yazma çabasının somut bir örneğidir.
Biçimsel olarak 'ara dönem'in temsili ve Ali karakteri
Ali’nin “iki dünya arasında kalması”, henüz kurulmamış yeni toplumsal düzenin sancılarını ve belirsizliğini simgeler. Ali’nin bireysel trajedisi, kolektif tarihsel dönüşümle iç içedir.
Ali, artık ne eski efendi düzeninin ne de yeninin tam olarak içindedir. Bu eşikte durması, onun trajikliği değil, tarihsel gerçekliği gösterir. Anlatı da bu ara konumda şekillenir: Henüz doğmamış bir dünyanın diliyle, çökmekte olan bir düzenin içinden konuşur. Bu biçimsel geçiş, romanın biçim-içerik dengesinin özgün bir örneğidir. Biçimi sabit, anlatısı çizgisel olan romanlar bekleyen eleştirmen içinse bu, “kararsızlık” olarak görülmektedir. Oysa bu tam da dönemin kararsızlığıdır.
Sonuç: Liberal eleştirinin toplumcu romanı anlayamaması
Kırmızı Buğday, Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal gerçekliğini, sınıf çatışmalarını ve emperyalizme karşı direnişi destansı bir anlatımla önümüze koyuyor. Sınıf bilinciyle yoğrulmuş, tarihsel materyalizmi yalnızca içeriğinde değil biçiminde de taşıyan bu roman, yalnızca edebi bir yapıt değil; aynı zamanda bir duruş, bir irade beyanı, bir sınıf manifestosu.
Aslı Güneş’in kaleme aldığı yazı ise bu duruşu kavramaktan hayli uzak. Liberal klişelere yaslanan, yüzeyde gezinen ve ideolojik olarak alabildiğine bulanık bir eleştiri bu. Toplumcu gerçekçi edebiyatın doğrudan, sert ve açık sözlü anlatımını “okuru yoran” bir fazlalık gibi görmek, hem bu geleneği hem de onun tarihsel-toplumsal misyonunu hiçe saymak anlamına geliyor. Bu yaklaşım, edebiyatı içeriğinden soyutlayıp biçimsel süslemeye indirgeyen bir piyasa estetiğinin tezahüründen başka bir şey değil.
Kırmızı Buğday’a yönelik bu zorlama eleştiriler, toplumcu gerçekçiliğin karşısında duyulan çaresizliğin de dışavurumu. Çünkü bu romanın anlattığı toprak, çatışma, kolektif hafıza ve direniş; edebiyatı vitrine çevirmeye alışmışların kavrayamayacağı kadar sahici. Biz bu sahiciliğin, bu direnişin, bu hakikatin tarafındayız.
https://haber.sol.org.tr/haber/topragin-hafizasi-sinifin-romani-kirmizi-bugday-398863
/././
NATO Yanılsamaları -Anıl Çınar-
Türkiye’nin başına gelen her kötülükte NATO’culuğun bıraktığı izler görünüyor. NATO bir düzen demek. Mafyasıyla, zenginiyle, siyasetçisi ve askeriyle bütün, kirli bir düzen…
Türkiye bir dairenin çeperinde hareket ediyor. Sanki aynı olaylar farklı bir şekilde gerçekleşmek üzere ortaya çıkıyor ve her seferinde dairenin başlangıç noktasına yeniden varılıyor.
Balkanlar, Kıbrıs, Ortadoğu, Kafkasya…
Baskınlar, katliamlar, suikastler, darbeler…
Türkiye’nin dünyadaki yeri ile “iç düşman”larını buluşturan bu dairenin başlangıç noktasını doğru saptamak gerekiyor.
Nesillerdir bu topraklarda yaşadıklarımız, çilelerimiz ve bütün dertlerimiz elbette NATO ile başlamadı. Ama Türkiye’nin bütün çözümsüz sorunlarının kaynağında NATO’nun bulunduğu kesindir.
Türkiye’nin NATO’ya girişi “ilk günah”tır.
Tan Baskını, 6-7 Eylül ve Kıbrıs’ta terör: NATO bütün kötülüklerin anasıdır
Türkiye’nin NATO’ya üye oluşu 1952’dir. Ancak, İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinden 1952’ye uzanan dönemeç Türkiye’nin nasıl bir belanın içerisine adım atmakta olduğunun nüvelerini sunar.
1945’te “Tan baskını olayı” gerçekleşmiştir. Türkiye - Sovyet dostluğunun bitirilmesi ve Sovyetlerin düşman bellenmesi için tezgahlanan bu baskın, sonrasında bir kural halini alacak olan “iç düşman” yaratma mekanizmasının da örneklerinden biridir: Türkiye’nin dış düşmanı komünizmdir, iç düşmanı da komünizm olacaktır.
Ancak başka bir mesele daha vardır. Türkiye’nin “uykuda” bekleyen fay hatlarının hareket etmekte olduğu anlaşılacaktır. İki partili düzene geçiş, İttihat ve Terakki geleneğinden beri varlığını koruyan, fakat Mustafa Kemal’in ağırlığı sayesinde bir süre kabuğuna çekilmek zorunda kalmış eğilimleri canlandırmıştır. İslamcılık, Turancılık, Osmanlıcılık, maceracılık…
Çünkü NATO’ya üye olmak “askeri ittifaka katılmak” demek değildir. NATO, tepesinde ABD’nin bulunduğu ve emperyalist güçlerin çıkarlarına hizmet eden siyasi, askeri, iktisadi ve ideolojik bir yapılanmadır. ABD ve İngiltere’nin istediklerini yerine getirmek birincil önceliktir.
Türkiye NATO’ya üye olmadan önce Tan Baskını ile “ben de antikomünistim” demiş, 1947 yılında IMF’ye üye olmuş ve Kore’de kan dökmüştür. 1950 yılında Kore’ye asker gönderme kararı alınır. Kore Savaşı başka bir kural daha ortaya çıkarır: NATO için sınırlarının ötesinde kan dökenin sınırlarının içerisi de kana bulanmak zorundadır. Türkiye NATO’ya girmiştir bile. Sırada NATO’nun Türkiye’ye girmesi vardır.
Bütün bunlara iki partili sisteme geçiş eşlik ederken ve Türkiye’nin iç siyaseti eski gerilimleri canlandırırken Türkiye’nin yeni düzeninin işleyiş mekanizması da belli olmuştur: Bundan böyle NATO sadece Türkiye’nin askerini değil, fay hatlarını kontrol eden güç olmaya başlamıştır.
Nitekim, 6-7 Eylül 1955’te Türkiye, tarihinin ilklerinden birine tanıklık etmiştir. Türkiye’deki NATO’cu iktidar kendi yurttaşına saldırmanın yeni bir biçimini keşfetmiştir. Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalandığı yalanını devletin doğrudan organize ettiği terör saldırıları takip eder.
6-7 Eylül, sonrasında “Özel Harp Dairesi” olarak duyacağımız NATO aygıtının ilk örneklerindendir. Tan Baskını’nda iç düşman yaratmayı öğrenenler, 1955 yılında Türkiye’nin iç ve dış dinamiklerini birleştirmenin ilk egzersizlerini yapmaktadır.
Çünkü 6-7 Eylül saldırılarıyla gayrimüslimlerin mallarına çökülmüş; Türkçülük, Turancılık (ve İslamcılık) iktidarın siyaseti dizayn etme enstrümanları olarak kullanılmıştır. Öte yandan, 6-7 Eylül mutlak surette “Kıbrıs meselesi” için sahneye koyulmuştur.
Fakat İngiliz emperyalizminin Türkiye için Kıbrıs’ın ötesinde de planları vardır. İngiltere Ortadoğu’da Türkiye’ye piyonluk önermektedir. Bağdat Paktı ile Arap dünyası bölünecek, Ortadoğu’da İngiliz, Fransız ve İsrail düşmanlığının merkezi olan Nâsır iktidarı kuşatılacaktır. Ne var ki bu Türkiye için bir dış politika değişikliği anlamına gelmekte, komşu ülkelerle dostluk politikasının terk edilmesini zorlamakta ve bu da aynı zamanda bir iç politika konusu olmaktadır.
6-7 Eylül ile bir kilit diğer kilidi açmış, Türkiye Bağdat Paktı’na dahil olmuş, Demokrat Parti iktidarından bugüne gelinmesini sağlayan makas değişikliğinde ilk adım atılmıştır.
Kıbrıs’ta ise üslerini terk etmek istemeyen ve Kıbrıs’ın kontrolünü elinde tutmak isteyen İngiliz emperyalizmi ile adadaki Sovyet dostu iktidarı bitirmek isteyen ABD emperyalizminin çıkarları ortaklaşmış, Türk ve Yunan NATO’cularına sahneyi hazırlamak görevi düşmüştür.
“Türk gladiosu” Türkiye’de, Kıbrıs’ta ve dünyada terör estirecektir.
Dönemin “Özel Harp” başkanı Sabri Yirmibeşoğlu, gazeteci Fatih Güllapoğlu’na verdiği röportajda “6-7 Eylül de bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?”1 demekte ve 2010 yılında Habertürk’ten Tülay Şubatlı’ya Kıbrıs meselesi için şunları söylemektedir:
"Eğer bir yerde halkın galeyana gelmesini bir mukavemet hareketini göstermesini arzu ederseniz sizin saygın değerlerinize düşmanın, karşı tarafın bir şey yaptığını, küçültücü hareket yaptığını gösterirseniz, halkı galeyana getirirsiniz. Özel Harp'te bir kural vardır; halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Bir cami yakılır. Kıbrıs'ta cami yaktık biz. Cami yakılır mesela.”
Habertürk muhabirinin "Cami mi yaktınız?" sorusu üzerine "Mesela diyorum..." diye düzelterek yanıt vermek zorunda kalmıştır.
“Kıbrıs’ta sivil direnişi örgütleyen” sıfatıyla bilinen bu NATO’cu İngiliz-Amerikan çıkarları için her yerde terör estirmeyi görev edinen bir örgütün mensubuydu.
Bu kafa ile yıllar sonrasında “gerekirse Suriye’den füze attırır, türbe işgal ettiririz” diyen ve Türkiye’yi kan gölüne çeviren Yeni Osmanlıcı kafa arasında hiçbir fark yoktu.
Sadece, birkaç on yıl daha geçmesi, tarihin ilerlemesi ve çemberin tamamlanması gerekecekti.
Özel Harpçi Milletvekilleri ve NATO - TÜSİAD işbirliğinde 12 Eylül
70’li yıllarda NATO’nun Türkiye’ye hediye ettiği bu gerçek iç düşmanın Türkiye’yi nasıl kana buladığına tanık olacaktık.
90’lı yılların “arınma” atmosferine uygun biçimde bu terör yapılanmasının ne olduğuyla ilgili sayısız açıklama ortaya çıkacaktı. Bülent Ecevit de 28 Kasım 1990 tarihinde Milliyet’e verdiği röportajında şunları söyleyecekti:
“1974'teki başbakanlığım sırasında, zamanın Genelkurmay Başkanı rahmetli Orgeneral Semih Sancar başbakanlığın örtülü ödeneğinden acil bir ihtiyaç için birkaç milyon istedi. Benden istenen miktar örtülü ödenekteki paranın tümüne yakındı... Genelkurmay'dan bu paranın ne amaçla istendiğini sormak zorunda kaldım. 'Özel Harp Dairesi için istiyoruz' yanıtı geldi. Öyle bir resmi dairenin o zamana kadar adını bile duymamıştım... 'Şimdiye kadar bu dairenin giderleri nereden karşılanıyordu' diye sordum. O zamana kadar dairenin tüm giderlerini bir gizli ödenekle ABD'nin karşıladığı; ancak artık ABD'nin bu parasal katkıyı kestiği, o nedenle Başbakanlık'ın örtülü ödeneğinden para istemek zorunda kalındığı bana bildirildi... Özel Harp Dairesi'nin nerede bulunduğunu sordum. 'Amerikan Askeri Yardım Heyeti ile aynı binada' yanıtını aldım... Hayrete düşmem ve kaygılanmam herhalde doğaldı... Bu dairenin işlevleri ve kuruluş biçimi hakkında bilgi istedim... Benim için bir brifing düzenlendi. Bilgi vermek üzere de rahmetli Genelkurmay Başkanı Semih Sancar'la, o sırada Özel Harp Dairesi Başkanı olduğunu öğrendiğim General Kemal Yamak ve bir-iki subay katıldı.”
Halbuki Kemal Yamak “Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” isimli kitabında bu yapılanmanın hiç de öyle gizli saklı değil, bayağı NATO bünyesinde kurulan ve bilinen bir şey olduğunu açık açık anlatacaktı. Hatta sadece MHP değil bütün partilerden, CHP’den de isimler var diyecekti:
“Özel Harp Dairesi’ne üye olan milletvekillerinin isimlerini bilmem. Onlar gençliklerinde örgüte alınıyor, sonra milletvekili oluyorlar. Bu da onların seçilmelerindeki isabeti gösteriyor. Kimliklerini bilmiyorum, ama sonradan milletvekili olduklarını kesin biliyorum. Zaten onların isimlerini kimse bilmez, belki örgüte alan ilk kişi bilebilir. Çünkü hepsinin kod adı var. Çalışırken biz onları kod adları ile çağırırdık. Bir de sadece CHP’de değil, tüm partilerde var.”2
Kemal Yamak kuyruğu dik tuttuğunu ispatlamak, arınıp arındırmak, ve belki de bir tür kendi kendine terapi için yazmış olabilir anılarını. NATO’culuk, kendi halkına kurşun sıkmak, eğer psikopat değilseniz, geçmişinize dair böyle bir hesap kitabı zorunlu kılıyor olmalı. Bilemeyiz… Öte yandan, NATO’da kimin borusunun öttüğünü de söylemek durumunda kalıyor:
“Özel Harp Dairesi’nin Amerika Birleşik Devletleri özel yardım fonundan her yıl alınan ve hesabı resmi bütçeye karıştırılmadan, ayrı bir muhasebede tutulan 1 milyon dolarla ilgili, yıllık görüşme zamanı gelmişti. Amerikalı geldi. Mutat konuşma ve pazarlıklar başladı. Biz ihtiyacımız olan silah ve teknik malzemeyi istiyor, o bize, ihtiyacımız olmayanı, ellerinde olanı vermeye çalışıyordu. Münakaşa uzadı, anlaşamıyorduk. Israrımız karşısında bir ara sertleşti ve ‘Para bizim değil mi? Ne istersek onu veririz. Önerdiklerimizin dışında bir şey veremeyiz’ dedi. Bunu duyar duymaz, ‘O zaman hem paranız, hem de vereceğiniz malzeme sizde kalsın’ dedim. Ayağa kalkıp ‘Toplantı bitmiştir’ diyerek görüşmeyi bitirdim. Sonucu Genelkurmay Başkanlığı’na arz etmek ve bu ihtiyacın örtülü ödenekten karşılanarak Amerikan yardımından vazgeçilmesini teklif etmek kararına vardık.”
Türkiye’deki NATO’cular uyuşturucunun zehrini alan ve ondan vazgeçemeyen müptezeller gibi kaynak arayıp bulmayı bir huy haline getirdiler. NATO’cu akademisyenler için bu ilişki “prestijli kürsüler”, medyadakiler içinse “masum fonlar” biçimindeydi. Herkesin tuttuğu silah farklıydı, ama aynı seri numarayla atış yapıyorlar, aynı sınıf için çalışıyorlardı.
70’lerin ikinci yarısında Bülent Ecevit bir alternatif olma özelliğini kaybettiğinde, yükselen solu bitirmenin ve TÜSİAD’ın tepesindeki patronları işçilerden kurtarmanın başka bir alternatifi de kalmayacaktı. Türkiye’yi ABD ve İngiltere’nin dünyaya reçete ettiği ekonomik programla buluşturmak, özelleştirmeleri iple çeken Türkiye sermaye sınıfını tatmin etmek için büyük engel işçi sınıfının siyasetteki varlığıydı. NATO’nun terör örgütünde iş başa düşmüştü.
1977 1 Mayıs’ı, 1978 Çorum ve Sivas’ı, 1980 Maraş’ı halkın direncini kırmak, enerji kaynaklarını kurutmak ve nihayetinde 12 Eylül’de memleketle olan duygusal bağını da koparıp atmak için yapıldı.
Abdi İpekçi, Bedrettin Cömert, Kemal Türkler, Doğan Öz ve sayısız diğer cinayeti de aynı terör şebekesi gerçekleştirdi. NATO’nun Türkiye’deki gizli ordusu(!) afişe olmasın, aydınından fabrika işçisine ve köylüsüne ne direnç varsa yok edilsin diye…
Demek ki NATO’ya üye olmak bırakın Türkiye’nin güvenliği sağlamayı, Türkiye’yi sonu gelmeyen iç ve dış tehlikelere açık hale getirmişti.
Türkiye’de kurulan üsleri, o üslerden kalkan uçakların Sovyetler Birliği üzerinde, Ortadoğu’da ve başka yerlerde neler yaptığını, Türkiye’yi nasıl bir savaş alanına çevirdiğine değinmiyoruz bile…
NATO babamız, döver de dinler de!
NATO zirvesinde NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, ABD Başkanı Donald Trump için söyledi: “Trump babamız”.
Sonrasında Trump'a NATO müttefiklerini “çocukları” olarak mı gördüğü sorusu sorulduğunda şu yanıtı vermişti:
"Hayır, Rutte beni seviyor. Bence beni seviyor. Eğer sevmezse size haber veririm. Geri dönerim ve onu sert şekilde eleştiririm, tamam mı? Ama bunu gerçekten sevgiyle söyledi.”
Herhalde emperyal otoriteyi daha iyi tarif eden başka bir “psikanalitik” örnek olamazdı… Çünkü gerçekten de NATO’nun işleyiş mekanizması tam olarak buydu. NATO’da kararlar “oy vererek” alınmıyordu. Söz gelimi Avrupa ülkeleri savunma harcaması yapmak istemediği durumda “baba” müdahale ediyor, tehdit ediyor ve savaş çıkarıyor, nihayetinde tuhaf bir sevgi-zor ilişkisiyle karar hasıl oluyordu.
Kasetler, mali ilişkiler, şantaj ve suikastler… Günün sonunda ihtiyaç olunan 1 milyonun baba elinden senin cebine girmesi gerekiyordu…
Wikileaks ve Cablegate belgelerinde sayısız örneği var. ABD’nin Türkiye’de MGK toplantılarını, Fransa’da Almanya’da İngiltere’de ve diğer ülkelerde devletin en tepesindeki isimlerin telefonlarını, yazışmalarını nasıl dinlediğinin sayısız belgesi var.
Almanya’nın Kuzey Akım boru hattının ABD şefliğinde nasıl el birliğiyle havaya uçurulduğunu, 15 Temmuz 2016’da İncirlikten havalanan uçaklara ait resmi araştırma raporlarını, NATO aparatı Fethullahçılarla Türkiye’nin altının üstüne getirildiğini ne çabuk unutuyoruz.
Bütün bunlar hiç de bir NATO ülkesinin diğer NATO ülkesine yapacağı şeylere benzemiyor oysa ki…
Üstelik NATO’nun “askeri kanadından çıkmak” da yetmiyor bütün bunlara engel olabilmek için. NATO’nun da ülkeden defolup gitmesi gerekiyor. Fransa’nın NATO’nun 1966’da askeri kanadından çıktığını ancak bunun “içerideki NATO”yu tasfiye etmek anlamına gelemediğini görmek için tarihe dönüp ders çıkarmak gerekiyor.3
NATO geçmişte eski Nazileri en önemli pozisyonlara yerleştirdi. Uluslararası uyuşturucu trafiğinin, kiralık katil şebekesinin yönetimini organize etti. Hatta bir kere şebekeye dahil olunduğunda Papa’yı vurmak üzere yurtdışı görevine çıkmak bile mümkündü.
Türkiye ve NATO: kim kimden çıkmalı?
NATO’da ancak büyük ağabeyin sözünün geçtiğini öğrenebilmek için Türkiye’nin dairenin çemberinde yeniden ve yeniden tur atması ve başa dönmesi gerekiyordu.
Nasıl 50’li yıllarda İngiltere’nin isteğine çekinceyle bakıldığında “Türkiye’deki NATO”nun yetenekleri çekinceleri gidermenin bir enstrümanı olduysa, yakın geçmişte Irak’ta, Yugoslavya’da ve Suriye’de gerçekleşenler de çok farklı değildi.
Türkiye devletinde 90’ların başında ABD ve İsrail’in çizdiği sınırı aşmak isteyenler suikastle ortadan kaldırılırken, ABD’nin Irak saldırganlığına rezervle yaklaşanlar Çuval Olayı’yla terbiye edilip, AKP ve Fethullahçıların işbirliğiyle davalara ve hapishanelere sürülürken ABD’nin elindeki asıl güç, zorbalığından çok işte hâlâ NATO’dan çıkmayı aklından bile geçiremeyen, öyle ya da böyle NATO’ya yaranmanın bir yolunu bulabilen bir toplamın varlığıydı.
Neticede, Türk Silahlı Kuvvetleri Yugoslavya’nın bombalanmasına F-16’larını yolladı. Irak’ın işgal edilmesi, Suriye’nin çökertilmesi, İran’ın kuşatılması için üslerini seferber etti, ordusunu emperyalist planların hizmetine sundu. Çünkü NATO üyesi olmak bunu gerektiriyordu. Ama kağıt üstünde, ama işin raconu bunu gerektirdiği için…
Öncesi bir yana, geçtiğimiz on yılda Türkiye’nin iç siyaseti seçimleriyle, açılımları ve çözüm süreçleriyle ama sonuçta dünyadaki yeriyle birlikte yeniden tasarlanırken NATO’nun terör şebekesi cinayetlere, suikastlere ve hatta darbe girişimlerine devam etti. Her adımda “içeriden” birilerinin bilgi sızdırdığı, sabote ettiği, “düşmana çalıştığı” örnekler ortaya çıkıyordu.
Şimdiyse İran’a bakıp burun kıvıranlar için kötü haber. Yolun sonuna geliniyor. Kıbrıs’ta, Ege’de, Karadeniz’de ve Kafkasya’da sular ısınırken Anadolu’da da ısınmasının önünde bir engel yok. Bu fasit daireden çıkış yok.
Ama, Türkiye NATO’dan çıkmalı, bunun için NATO Türkiye’den…
Türkiye’nin başına gelen her kötülükte NATO’culuğun bıraktığı izler görünüyor. NATO bir düzen demek. Mafyasıyla, zenginiyle, siyasetçisi ve askeriyle bütün, kirli bir düzen…
Bütün bunların karşısına ancak direnci yüksek bir halkla çıkılabilir. Bunun için de öncelikle a’dan z’ye NATO’ya dair ne varsa sorgulanmaya başlanmalı ve bu direncin önüne geçen ne varsa tek tek yıkılmalıdır.
1https://www.indyturk.com/node/549271/türki̇yeden-sesler/6-7-eylül-de-bir-özel-harp-işiydi-ve-muhteşem-bir-örgütlenmeydi-öyle
2https://www.hurriyet.com.tr/gundem/nato-gladio-istedi-reddettik-3731742
3Daniele Ganser, NATO’nun Gizli Orduları
/././
West End ile Vauxhall’ın farkı -Engin Solakoğlu-
Bu hafta Süleymaniye’de izleyeceğiniz gösteri, Londra’da yaratılmış, açıkçası tutarlılık ve sürdürülebilirlik bakımından bir hayli zaafa sahip bir kurgudur.
Güzel sanatların yedi dalından biri olarak kabul edilen Tiyatro’nun tarihi insanlık kadar eskidir. Yine de bugün bildiğimiz tiyatronun başlangıcı antik Yunan’a dayandırılır. O çizgiden gidersek 2500 yıllık bir sanattan söz ettiğimiz söylenebilir. Diğer taraftan birçok konuda olduğu gibi bu alanda da “Batı odaklı” bir çarpıtma yaşandığı neredeyse kesin gibidir. Zira arkeolojik bulgulara göre Sanskrit tiyatrosu antik Yunan’dan neredeyse bin yıl öncesine tarihlenmektedir. Neyse, biz o tartışmayı konunun uzmanlarına bırakıp yazıya devam edelim.
Tiyatro hayatı anlatır. Hayat gibi güldürür ve üzer. Kimi zaman her ikisini de yapar. Unuttuklarımızı anımsattığı gibi, bildiklerimizi unutturduğu da olur.
Bizim kültürümüzde de tiyatro olmuştur hep. Sonuçta Çin topraklarından Balkanlar’a kadar taşıdığımız bir gölge tiyatromuz var. Metne dayanmayan tuluatımız var. Çağdaş tiyatromuz, anıt eser gibi tiyatrocularımız var. Başka bir deyişle tiyatro ülkemizde kökleşmiş, ciddiye alınması gereken bir sanattır.
Hal böyleyken, tiyatroyu küçümsemediğimiz durumlar da yok değildir. Dilimize yapışmış bir deyim ilk bakışta bu anlayışı yansıtır. Gerçekliğini, sahiciliğini sorguladığımız bir olaya “tiyatro” deyip geçeriz. Tiyatro sanatına gönül verenler haklı olarak bundan alınırlar. Oysa deyimin içerdiği küçük de olsa bir gerçeklik mevcuttur. Tiyatro hayatı anlatır, hayata benzer ama hayatın kendisi değildir. Tuluat dahi olsa kurgu barındırır. Hazırlık ister, dekor ister. O anlamda bakar, küçümseme niyeti taşımadan kullanırsak o deyimde bir hikmet vardır.
Tiyatronun çok önemli olduğu, daha doğrusu kurumsallaştığı, bir sektör haline geldiği ülkeler denince akla ilk gelen örnekler İngiltere, Fransa, ABD’dir. Paris, Londra ve New York en çok tiyatro oyununun sergilendiği kentler olarak biliniyor.
New York, Broadway’de sahnelenen, kimileri yıllarca kesintisiz oynayan müzikalleriyle öne çıkar.
Fransa’da “Comédie-Française”in saygınlığı o kadar büyüktür ki, o kuruma kabul edilen sanatçıların isimlerinin önüne ardına CF’ye dahil olduklarını gösteren bir ifade mutlaka konulur.
Fransa’ya benzer şekilde Britanya’da da tiyatroculuk itibarlı bir meslektir. Yüz milyonlarca dolarlık filmlerde rol alan bir çok Britanyalı oyuncu her fırsatta tiyatro sahnesine çıkmayı ihmal etmez. Bunların varlığı sosyal devlet anlayışını çoktan terk etmiş Britanya’da tiyatroların “gişe yapmasını”, ayakta kalmasını, salt tiyatrodan geçinen emekçilerin de başlarını suyun üzerinde tutabilmelerini sağlar. Bu aktörlerin yer aldıkları oyunların biletleri aylar öncesinden tükenir ve karaborsaya düşer. Biletler karaborsada gerçek değerlerinin 10 katına kadar satılabilir. Bu tiyatrolar genelde Londra’nın West End semtinde bulunur. West End bir sınai kompleks gibi çalışır. Tiyatro doldukça, çevredeki oteller, lokantalar ve diğer mağazalar da daha çok “iş yapar”. Sinema/tiyatro yıldızlarının rol aldıkları yapımların ilk gösterimlerinin olduğu günler, West End’e çıkan sokaklarda satılan şişe suyunun fiyatı bile artar.
Britanya ve tiyatro deyince Shakespeare’i anmadan geçmek olmaz. İster bir kişi olsun ister birçok kalemin altında toplandığı çatıya verilen isim, Shakespeare’in yapıtları salt Britanya’da değil, bütün dünyada tiyatro sanatının önemli bir bölümünü oluşturur. Dünyanın neredeyse her ülkesinde bir oyuncunun veya tiyatro yönetmeninin kariyerinde Shakespeare oynamak ya da uyarlamak bir tür başarı ölçütü kabul edilir.
Büyük Britanya’nın dünyada oyun kurma tekelini eline alması ile Shakespeare’in ortaya çıkışı arasındaki ilişki incelenmeye değer açıkçası. Şurası gerçektir ki, Londra oyun kurar, o oyunları, tıpkı Shakespeare’in yapıtları gibi bütün dünyada oynayacak aktörler bulunur. Yalnız arada ciddi bir fark da vardır. West End’in aksine Londra’nın Vauxhall semtinde kurgulanan oyunlarda rol alanlar nadiren iflah olurlar. Vauxhall, bir kumarhanenin kasası gibi, çoğu zaman kazanır. Oyuncular ise ya ortada kalır ya da ortadan kaybolurlar.
***
Türkiye yine soluk kesici bir hafta geçirdi. Gerici bir güruh Leman dergisine saldırtıldı. Baskı rejimini protesto için diplomasını yırtan bir genç şafak operasyonuyla gözaltına alındı. Doğalgaza zam yapılarak yurttaşların bu sıcak yaz günlerinde gelecek kara kışın soğuğunu şimdiden hissetmeleri sağlandı. Ormanlarımız yine sermaye tarafından yakıldı. Antalya’da bir aslan sırtından para kazanan patronlar tarafından kapatıldığı kafesinden kaçtıktan sonra “başarıyla” katledildi. Kimi sıkıcı ve sıradan ülkelerin ancak bir yılda yaşayacağı ölçekte bir siyasi operasyon birkaç güne sığdırıldı. Siyasetçiler, akademisyenler, karikatüristler, gazeteciler sudan gerekçelerle içeri tıkıldılar. İktidarın borusunu öttürmeyen televizyon kanallarının şimdilik geçici bir süre için kapatılmasına dair karakuşî kararlar açıklandı.
Önümüzdeki haftanın daha sakin geçeceğinin garantisi de yok elbette.
Gelen haberlere bakılırsa, Akepe-Mehape idaresinin başlattığı “süreç” 10-12 Temmuz tarihleri arasında yeni bir aşamaya girecek. PKK’lı bir grup militan Türkiye’den davet edilen çok sayıda resmi ve kuruluş temsilcisi ile ve değişik ülkelerden basın mensuplarının katılacağı bir törenle silahlarını imha edecekler.
Bu sürecin bütününe dair görüşlerimi bundan dokuz ay kadar önce yazdığım için çok uzatmadan özetlemeye çalışacağım.
“Terörsüz Türkiye” sloganı veya Türkiye’nin en önemli ve derin sorunlarından biri olan Kürt sorunun çözümü ile bu sembolik olduğu açıklanan tören arasında nasıl bir bağ olduğu sorusu orta yerde duruyor. Geçen hafta yapılanlarla bu soruya yanıt arayanlarının sayısının ve sesinin kısılmasının amaçlandığı çok açık. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği geride kalırken 90 milyonluk Türkiye’ye deli gömleği giydirmenin mümkün olmadığı da öyle.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin askeri rejimler de dahil en ağır baskılarının yaşandığı döneminden bir barış ve çözüm çıkacağı, bu baskıların faillerinin “demokratik Anayasa” yapacaklarına inanmamız bekleniyor.
Tiyatro bir sanattır. İzler, beğenir veya beğenmezsiniz. Yalnız izlediğinizi gerçek sanırsanız, filmlerde kötü adam rollerini başarıyla oynadığı için büyük sanatçı Erol Taş’ın Sultanahmet’teki kahvehanesine her gün taşa tutanlardan bir farkınız kalmaz.
Bu hafta Süleymaniye’de izleyeceğiniz gösteri, Londra’da yaratılmış, açıkçası tutarlılık ve sürdürülebilirlik bakımından bir hayli zaafa sahip bir kurgudur. İzleyip beğenecekler, sizin de beğenmeniz gerektiğini söyleyecekler elbette çıkacaktır.
Beğenmeyin. Kurgunun değil gerçeğin yanında örgütlenin.
/././
'Şeytan Marka Giyer!': Rahmi Koç çekimlerin yapıldığı evi rekor fiyata satın aldı
Ünlü Hollywood filmi “Şeytan Marka Giyer”in çekildiği New York’taki lüks konutun Türkiye’nin en büyük sömürücülerinden Koç'un patronu Rahmi Koç’a satıldığı ortaya çıktı.
Türkiye'nin en büyük sermaye grubu Koç’un 94 yaşındaki patronu Rahmi Koç, ABD’nin New York kentinde Manhattan bölgesinde bulunan 1100 metrekarelik lüks konutu 26,5 milyon dolara satın aldı.
Konut ‘Şeytan Marka Giyer’ adlı Hollywood filmindeki “acımasız moda patronu Miranda” karakterinin lüks evi olarak kullanılmıştı.
2006 yılında vizyona giren ve başrollerinde Meryl Streep ile Anne Hathaway'in yer aldığı orijinal adıyla 'Devil Wears Prada' filminin çekildiği bu ikonik lüks konut, geçtiğimiz günlerde 26,5 milyon dolara (1 milyar 57 milyon Türk Lirası) satıldı.

Uzun süre alıcısı açıklanmayan konutun yeni sahibinin Rahmi Koç olduğu ortaya çıktı. Koç’un söz konusu evi satın almak için gizli bir süreç yürüttüğü ve satın alma işlemini kurulan şirketler aracılığıyla gerçekleştirdiği belirtiliyor.
Yaklaşık 1,1 milyar TL'ye satılan bu lüks konutun 5 katta 20 odasının bulunduğu, ayrıca evin en üst katında mini bir basketbol sahasının da bulunduğu belirtilirken, ev toplamda 1100 metrekareyi aşan bir büyüklükte.

4 bin yıllık asgari ücrete denk geliyor
Türkiye’de milyonlarca işçi, emekçi ve emekli açlık sınırı altında yaşamaya mahkum edillirken son olarak Temmuz ayında 22 bin 100 lira olan asgari ücrete ara zamma “yatırımcıların” karşı çıktığı, iktidarın da ara zammı pas geçeceği haberleri basına yansımıştı.
Rahmi Koç’un satın alarak “koleksiyonuna kattığı” ev için ödediği 26,5 milyon dolar, kabaca bir hesapla Türkiye’de bugün bir asgari ücretlinin 4 bin yıllık maaşının toplamına denk geliyor.
***
‘Aşk, komünisttir’-Atilla Özsever-
Ünlü Fransız düşünür ve yazar Alain Badiou, aşkı, “yaşamın yeniden icat edilmesi” olarak tanımlıyor. Ardından da “Aşk, komünisttir” diye ekliyor. Badiou, acaba ne demek istiyor?
Fransız düşünür, felsefeci ve yazar Alain Badiou, 1937 Rabat (Fas) doğumlu. Paris Üniversitesi’nde Felsefe Fakültesi’nin kurucusudur. Akademik kariyerinin yanı sıra politik kişiliği ile de tanınıyor. Badiou, uzun bir süre Fransız Genç Komünistler Birliği’nin önde gelen üyelerindendi.
Alain Badiou, “Siyasetin Böyle Sabahları da Olabilir” isimli kitabında, dünya nüfusunun yüzde 10’unun küresel zenginliğin yüzde 86’sına sahip olduğunu belirtiyor. Ve devam ediyor: “Yüzde 50’nin ise hiçbir şeyi yoktur. Geri kalan yüzde 40 nüfus ise, küresel zenginliğin sadece yüzde 14’üne sahiptir” diyor.
Badiou, yüzde 40’lık bölümün “orta sınıf” olduğunu belirttikten bu kesimin mevcut statüsünü kaybetme korkusuyla kapitalizmin egemenliğini kabul eder bir konumda olduğunu söylüyor. Komünist Badiou, kapitalist oligarşinin tahakkümünden kurtulmak için orta sınıfın (küçük burjuvazinin) proletaryanın yanına çekilmesi için çaba harcanması gerektiğini vurguluyor.
Bu tatil gününde Alain Badiou’nun siyaset bilimi ile ilgili görüşlerini burada kesip onun önem verdiği diğer bir konuya geçmek istiyoruz: AŞK…
'Aşk, inatçı bir serüvendir'
Alain Badiou, “Aşkı yeniden icat etmeli” tümcesini “aykırı şair” Arthur Rimbaud’dan alır. Fransız edebiyatçı Rimbaud (1854-1891) dine, ahlaka ve her türlü disipline başkaldıran bir şairdi. Rimbaud, 1871 Paris Komünü saflarına da katılmış bir kişiydi.
Badiou, Rimbaud’un sözünü “Aşk, yaşamın yeniden icat edilmesidir” şeklinde ifade eder. Bu sözü yine onun ifadeleriyle açmaya çalışalım. “Aşkı inatçı bir serüven” olarak tanımlayan Badiou, görüşünü şöyle dillendiriyor:
“Karşımıza çıkan ilk engelde, ilk ciddi görüş ayrılığında, ilk sıkıntılarda vazgeçmek, aşkın bozulmuş bir halini yansıtır. Gerçek aşk, uzamın, dünyanın ve zamanın yarattığı engelleri kalıcı biçimde, kimi zaman acı çekerek alt eden aşktır”.
Aşkta süre sorununun da önemli olduğuna değinen Badiou, “Süre sözcüğünden temel olarak aşkın her zaman sürdüğü, sevgililerin birbirlerini hep ya da sonsuza dek sevdikleri anlamı çıkarılmamalı. Asıl aşkın yaşamda farklı bir sürme yolu bulduğu anlaşılmalı” diyor.
Felsefecimiz bu anlamda; “Aşk yaşamın yeniden icat edilmesidir” yorumunu yapıyor.
'Sıfır risk' yok!
Alain Badiou, aşkın risksiz bir sürece sahip olmadığını belirterek “Nasıl ki ‘sıfır ölüm’lü savaş olamayacağına göre ‘sıfır risk’li aşk da olamaz” demeğe getiriyor. Aslında Türk sinema ve tiyatro sanatçısı, yazar Füsun Erbulak’ın da “Aşkta güvence, risktir” şeklinde bir sözü vardır.
Alain Badiou’nun bu düşünceleri ve sözlerini “Aşka Övgü” (Tellekt yayınları, 2023, 6. Basım) kitabından alıyoruz. Yazar, aşkta rastlantının, karşılaşmanın da önemine değinir. Rastlantıyla sürenin başladığını ifade eden Badiou, başlangıçta ilan edilen aşkın, yaşanılan “sınavlar” sonrasında da yeniden ilan edilebilmesine vurgu yapar.
Aşkta “savaşların” olabildiğini ifade eden yazarımızın bu konudaki görüşü de şöyledir:
“Aşk, şiddetli kavgalar, gerçek acılar, aşılabilen ya da aşılamayan ayrılıklar içerir. Öznel yaşamın en acılı deneyimlerinden biridir; bunu kabul etmek gerekir… aşk kendi ölçeğinde devrimci siyasetten çok da barışçı değildir…
Aşkın ayrıca kendisine özgü bir uyuşmazlık ve şiddet düzeni vardır. Ama fark şunda yatar: Siyasette düşman sorunuyla karşı karşıyayızdır, aşktaysa dram sorunuyla…”
Olanaksızlığın aşılması
Aynı zamanda bir tiyatro yazarı olan Badiou, tiyatral metinlerden de alıntılar yapar. Yine oralardan bir alıntı yapalım:
“Aşk tam anlamıyla bir olasılık değil, daha çok olanaksızlık olarak görülebilecek bir şeyin aşılmasıdır. Var olmaya hakkı olmayan, size bir olasılık olarak verilmeyen ama var olan bir şey…
Aşkınızın güvenliği için olasılıkları inceleyecekmişsiniz de aralarından en iyisini seçecekmişsiniz gibi. Ama yaşamda işler böyle yürümez. Masallardaki gibi talipliler sıra, sıra dizilmez önünüze. Aşkın başlangıcı bir olanaksızlığın aşılmasıdır”.
Aşkın kapitalizme uygun düşmediğini belirten Badiou, sevginin temelinde çıkar gütmenin olmadığını vurgular. Yazar, aşkın hiçbir yasaya uymadığını belirterek “Aşk yasası diye bir şey yoktur… Aşk düşüncesi aynı zamanda her türlü düzene, kanun düzeninde güce karşı oluşan bir düşüncedir” der.
'Aşk, komünisttir'
Alain Badiou, felsefi ve politik anlamda komünisttir, peki kendisi aşkı bu çerçevede nasıl tanımlıyor dersiniz?
“Benim gibi bir aşkın gerçek konusunun bireylerin tatmin olması değil, çiftin oluşması olduğunu kabul ederseniz, bu anlamda aşk komünisttir. İşte size bir olası aşk tanımı daha: En küçük komünizm!”
Badiou’da rastlantının önemine değinmiştik, o bu süreci daha sonra şöyle ifade ediyor:
“Elbette, mucizevi karşılaşma anı aşkın sonsuzluğunu vaat eder. Ama ben daha az mucizevi, daha çok emek isteyen bir sonsuzluk anlayışını, nokta, nokta inatla oluşturulan zamansal sonsuzluğu, ikilinin deneyimini ileri sürmek istiyorum…
Emek isteyen sözü, burada olumlu anlamda anlaşılmalı. Bir aşk çalışması vardır, yalnızca mucize değil. Habire uğraşmak, uyanık olmak, hem kendiyle hem de ötekiyle birleşmek gerekir. Düşünmek, hareket etmek, değiştirmek gerekir. O halde, evet, emeğin içkin ödülü mutluluk olur”.
Ayrılığı karşı bir mücadele
Alain Badiou, kitabında aşk ve ayrılık konusuna da değinir. Ve şöyle der: “Ayrılık sorunu aşkta o kadar önemlidir ki, aşkı nerdeyse ayrılığa karşı başarıya ulaşmış bir mücadele diye tanımlayabiliriz.”
Badiou, daha sonra kendi yaşamından da şu örneği verir:
“Herkes şunu bilir ki, özellikle tek taraflı olarak bir aşkın sona erdiğine karar verilmesi yıkıma yol açar, öne sürülen gerekçeler ne kadar sağlam olursa olsun.
Yaşamımda bir kez bir sevgilimi terk ettim. İlk aşkımdı, derken yavaş, yavaş onu terk etmenin ne kadar büyük bir hata olduğunu anladım ve o ilk sevgilime sonra, çok sonra geri döndüm – sevdiğim kadının ölümü yaklaşmıştı – ama geri döndüğümde hiçbir şeyle karşılaştırılmayacak bir yoğunluk ve ihtiyaç hissediyordum.
Sonrasında bir daha asla vazgeçmedim. Birçok acıklı, yürek paralayıcı olay, belirsizlik yaşandı ama bir daha hiçbir sevgilimi terk etmedim. Sevdiğim kadınlardan söz ediyorum elbette, her zaman gerçekten böyle oldu…
‘Seni her zaman seveceğim’ sözü aslında rastlantıyı sonsuzlukta sabitler. Bir anlamda, her aşk sonsuz olduğunu ilan eder; sonrasında bütün sorun, o sonsuzluğu zamana katabilmektir. Çünkü özünde aşk budur işte”…
/././
İran'ın nükleer program müzakerelerine sızan İngiliz casus: BM'nin ajansına girdi, İsrail lehine çalıştı
İngiliz istihbarat örgütü MI6'in kötü şöhretli ajanının, BM'nin atom ajansına girerek uzun yıllar boyunca İran'ın nükleer program müzakerelerinde İsrail lehine çalıştığı ortaya çıktı. İran kısa bir süre önce ajansla ilişiğini kesmişti.
İngiliz istihbarat örgütü MI6'e bağlı bir ajanın Londra adına Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'na (UAEA) sızdığı ortaya çıktı.
The Grayzone sitesinde yayımlanan bir yazıya göre, kötü şöhretli bir İngiliz MI6 ajanı olan Nicholas Langman, Batı'nın İran'a karşı ekonomik savaşını tasarlamada kendisine yardım ettiğini iddia eden deneyimli bir istihbarat görevlisi.
Langman'ın kimliği ilk olarak, İngiliz istihbaratının Prenses Diana'nın ölümünde rol oynadığı yönündeki suçlamaları saptırmadaki rolüne ilişkin gazetecilik hesaplarında ortaya çıktı. Daha sonra Yunan yetkililer tarafından Atina'daki Pakistanlı göçmenlerin kaçırılması ve işkence görmesini denetlemekle suçlandı.
Her iki durumda da, İngiliz yetkililer basının onun adını yayınlamasını yasaklayan sansür emirleri çıkardı. Ancak böyle bir yükümlülüğü olmayan Yunan medyası, Langman'ın Atina'daki İngiltere büyükelçiliği içerisine alınmış MI6 unsurlarından biri olduğunu doğruladı.
Bir İngiliz istihbarat aracı olan Torchlight'ın faaliyetlerini ayrıntılarıyla anlatan bir dizi sızdırılmış belgede, İngiliz ajanın özgeçmişi bulundu. Uzun süredir MI6 görevlisi olan bu kişinin biyografisi, "nükleer, kimyasal ve biyolojik silah teknolojisinin yayılmasını tespit etmek ve engellemek için yenilikçi teknik araçlar ve yaptırımlar da dahil olmak üzere büyük, kurumlar arası ekiplere liderlik ettiğini" ortaya koyuyor.
Özel olarak, MI6 ajanı "... [UAEA] ve Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü'ne (OPCW) destek ve üst düzey uluslararası ortaklıklar yoluyla kitle imha silahlarının yayılmasını önlemek için çalıştığını" öne sürüyor.
Langman'ın özgeçmişi, 2010 ve 2012 yılları arasında "hükümet genelinde ve üst düzey ABD, Avrupa, Orta ve Uzak Doğu meslektaşlarıyla strateji için son derece etkili ve karşılıklı destekleyici ilişkiler kurarak" İran'a yönelik yaptırım rejiminin düzenlenmesinde önemli bir rol oynadığını belirtiyor. Biyografisinde, katkılarının "İran nükleer ve yaptırımlar anlaşması sürecinde büyük diplomatik başarı sağladığı" için övünüyor.
Langman'ın UAEA üzerinde uyguladığını iddia ettiği etki, uluslararası nükleer düzenleme kuruluşunun egemenliğini baltalamak için Batı ve İsrail ile işbirliği yaptığı yönündeki İran iddialarına ağırlık katıyor. İran hükümeti, UAEA'nın en önemli nükleer bilim insanlarının kimliklerini İsrail istihbaratına verdiğini, suikastlara olanak sağladığını ve bu Haziran ayındaki askeri saldırıları sırasında bombaladıkları nükleer tesisler hakkında ABD ve İsrail'e kritik istihbarat sağladığını iddia ediyordu.
12 Haziran'da Genel Sekreteri Rafael Grossi'nin yönetimi altında UAEA, İran'ı Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması'nı ihlal etmekle suçlamak için şüpheli geçmiş iddiaları hortlatan açıkça siyasallaştırılmış bir rapor yayınlamıştı. Ertesi gün, İsrail ülkeye saldırmış ve dokuz nükleer bilim insanının yanı sıra çok sayıda üst düzey askeri yetkili ve yüzlerce sivili öldürmüştü.
İran'ın eski Stratejik İşler Başkan Yardımcısı Cevad Zarif, o zamandan beri UAEA'dan Grossi'nin görevden alınmasını talep etmiş ve onu "ülkedeki masumların katledilmesine yardım etmekle" suçlamıştı. 28 Haziran'da, İran hükümeti müfettişlerinin ülkeye girmesine izin vermeyerek UAEA ile bağlarını koparmıştı.
İranlı yetkililer Langman gibi karanlık bir figürün UAEA işlerine dahil olduğundan habersiz olsalar da, sözde "çok taraflı" kurumun Batılı bir istihbarat ajansı tarafından tehlikeye atılmış olması Tahran için pek de şaşırtıcı değil.
Langman'ın adı İngiltere'de sansür emri altına alındı
2016 yılında Langman, kurgusal İngiliz casus James Bond'a verilen aynı unvan olan "St Michael ve St George Nişanı'nın Yoldaşı" olarak adlandırıldı. O noktada, gizli ajan iki ayrı olayda MI6 gözüyle kamuoyunda "hor görülmüş" bir durumdaydı.
İlk olarak, 2001'de gazeteci Stephen Dorril, Langman'ın 31 Ağustos 1997'de Prenses Diana'nın şehirde geçirdiği ölümcül araba kazasından haftalar önce Paris'e geldiğini ve daha sonra İngiliz istihbaratının onun ölümünden sorumlu olduğuna dair yaygın kamuoyu spekülasyonlarını saptırmak için "bilgi operasyonları" yürütmekle suçlandığını açıkladı.
Langman, daha sonra, 2005'te, Yunan yetkililer tarafından Atina'da 28 Pakistanlının kaçırılması ve işkence görmesinde suç ortaklığı yapmakla resmen suçlandı. Hepsi göçmen işçi olan Pakistanlıların, Temmuz 2005'te Londra'da gerçekleşen 7/7 bombalamalarını gerçekleştirmekle suçlanan kişilerle temasları olduğundan şüpheleniliyordu.
Ağızlarına silahlar dayayarak vahşice dövülen ve tehdit edilen kurbanlar, "sorgulayıcılarının İngiliz olduğuna ikna olmuşlardı". Yunan medyası Langman'ı göçmenlerin işkencesini denetleyen MI6 ajanı olarak adlandırdığında, İngiliz haber kuruluşları genel olarak hükümetin resmi sansür emrine uydu ve skandalı bildirirken kimliğini gizli tuttu.
Londra, göçmenlere işkence yapılmasında İngilizlerin herhangi bir rolü olduğunu şiddetle reddetti. O zamanki Dışişleri Bakanı Jack Straw bu suçlamayı "tamamen saçmalık" olarak niteledi. Ocak 2006'da Londra, MI6 görevlilerinin Pakistanlıların işkencesi sırasında orada bulunduğunu kabul etti, ancak yetkililer görevlilerin tutuklamalarda, sorgulamalarda veya tacizde aktif bir rol oynamadıklarında ısrar ettiler.
Atina'dan çekildikten sonra Langman, İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nın İran Departmanı'nın başına geçmek üzere Londra'ya geri döndü. Bu değişim, onun MI6 için önemini vurguluyor ve İngiliz hükümetinin acımasız kanıt toplama yöntemleri konusunda hiçbir çekincesi olmadığını gösteriyor.
İngiltere Dışişleri Bakanlığı, MI6 ile yakın bir şekilde işbirliği yapıyor. MI6 ajanlarını bakanlığı tıpkı CIA'nın ABD Dışişleri Bakanlığı diplomatik görevlendirmelerinde yaptığı gibi bir örtü olarak kullanıyor.
'İran'a maksimum baskı' stratejisiyle Batı'nın itibarını aldı
Langman, 2006-2008 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı'nın İran Departmanı'na liderlik ederken, İran hükümetinin "nükleer programı" hakkında "anlayış geliştirmeyi" amaçlayan bir ekibi denetledi.
Bu "anlayışın" tam olarak neleri içerdiği belirsiz. Ancak belge, Langman'ın daha sonra "programı geciktirmek ve İran'ı müzakereye zorlamak" için "Avrupa, ABD ve Ortadoğu ajansları" arasında bu değerlendirmeye "güven" yarattığını açıkça ortaya koyuyor. "Ortadoğu ajansları" ifadesi, MI6'nın İsrail'in Mossad istihbarat servisiyle işbirliği yaptığını güçlü bir şekilde ima ediyordu.
Nisan 2006'da Tahran, yetkililerin askeri amaçlarla bunu yapma niyetini reddetmesine rağmen, ilk kez uranyumu başarılı bir şekilde zenginleştirdiğini duyurmuştu. Bu gelişme Langman'ın müdahalesini tetiklemiş olabilir.
İran, nükleer silah sahibi olma hırsı beslediği yönündeki her türlü iddiayı reddetti. Tahran'ın bu reddi, Kasım 2007 tarihli bir ABD Ulusal İstihbarat Tahmini tarafından doğrulandı ve Tahran'ın 2003 sonbaharında nükleer silahlarla ilgili tüm araştırmaları durdurduğuna dair "yüksek güven" ifade edildi. Bu değerlendirme birkaç yıl boyunca değişmedi. Bu fikrin Binyamin Netanyhau'nun İran'ın nükleer silah geliştirmenin eşiğinde olduğuna dair sürekli açıklamalarına rağmen Mossad tarafından da paylaşıldığı bildirildi.
UAEA'ya destek çalışmaları İran'a yaptırım saldırılarıyla örtüşüyor
Uluslararası hükümetlerin İran'a yönelik tutumları 2010 ile 2012 arasında aniden değişti. Bu dönemde Batılı devletler ve hükümetler arası kurumlar ülkeye karşı bir dizi sert cezalandırıcı tedbir başlattı. İsrail ise İran'ın nükleer bilim insanlarına karşı ölümcül gizli operasyonlarını artırdı.
Bu dönem, Langman'ın İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nın Nükleer Silahların Yayılmasıyla Mücadele Merkezi'ndeki görev süresiyle tam olarak örtüşüyordu. Biyografisi, bu pozisyonunu UAEA ve diğer BM'ye bağlı kuruluşları İran'a karşı küresel bir düşmanlık kampanyası başlatmak için etkilemek amacıyla kullandığını ima ediyor.
Haziran 2010'da BM Güvenlik Konseyi, İran Devrim Muhafızları Kolordusu'nun varlıklarını donduran ve denizaşırı finans kuruluşlarının Tahran'da ofis açmasını yasaklayan 1929 sayılı Kararı kabul etti. Bir ay sonra Obama yönetimi Kapsamlı İran Yaptırımları, Hesap Verebilirlik ve Yatırımdan Çekilme Yasası'nı kabul etti. Bu, Washington'ın vekaletini yürüten ülkelerin, BM ve ABD tarafından uygulananlardan daha katı önlemler uyguladığı küresel bir taklit yaptırım zincirini başlattı.
Mart 2012'de AB, İran bankalarını SWIFT uluslararası bankacılık ağından oybirliğiyle çıkarmaya karar verdi. O Ekim ayında blok, bugüne kadarki en sert yaptırımları uygulayarak ticaret, finansal hizmetler, enerji ve teknolojiyi kısıtladı ve Avrupalı şirketler tarafından İran şirketlerine sigorta sağlanmasını yasakladı.
BBC yaptırımlarla ilgili haberlerinde, Avrupalı yetkililerin Tahran'ın nükleer silah geliştirmeye çalıştığından şüphelendiklerini ancak somut kanıtlardan yoksun olduklarını kabul etti. Ve perde arkasında, MI6 ajanı Langman, İran'a yönelik iddiaları meşrulaştırmaya yardımcı olduğu için itibar talep ediyordu.
Nükleer anlaşma, savaşın temellerini atıyordu
Batı liderliğindeki kampanyanın İran'ı 2010-2012 yılları arasında sözde nükleer silah programı nedeniyle tecrit etmesinin ardından, Obama yönetimi Temmuz 2015'te Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA) olarak bilinen bir anlaşma müzakere etti. JCPOA'nın şartları uyarınca, İran yaptırımların hafifletilmesi karşılığında nükleer araştırma faaliyetlerini sınırlamayı kabul etti. Sonraki yıllarda, UAEA'ya Tahran'ın nükleer komplekslerine neredeyse sınırsız erişim hakkı verildi. Bu, görünüşte tesislerin nükleer silah geliştirmek için kullanılmamasını sağlamak içindi.
Bu süreç boyunca, UAEA müfettişleri gözetleme kamerası fotoğrafları, ölçüm verileri ve belgeler de dahil olmak üzere siteler hakkında büyük miktarda bilgi topladı. İran hükümeti o zamandan bu yana ajansı nükleer bilim insanlarının son derece gizli profillerini İsrail'e sağlamakla suçluyordu. İsrail'e hakkında bilginin sızdırıldığı kişiler arasında, ilk olarak İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu tarafından 2019'da yapılan tehditkar bir PowerPoint sunumunda kamuoyuna açıklanan İran'ın nükleer programının "vaftiz babası" Muhsin Fikrizade de yer alıyordu. Ertesi yıl, Mossad, Fikrizade'yi uzaktan kumandalı bir makineli tüfekle gün ışığında öldürmüştü.
Bu Haziran ayında sızdırılan dahili UAEA belgeleri, ajansın Genel Sekreteri Rafael Grossi'nin İsrailli yetkililerle daha önce bilinenden çok daha yakın bir ilişki içinde olduğunu ve mevcut pozisyonunu güvence altına almak için Tel Aviv ile olan yakın bağlarını kullandığını gösteriyordu.
Fox News'in savaş çığırtkanı sunucusu Martha MacCallum ile 24 Haziran'da yaptığı bir röportajda Grossi, "900 pound potansiyel olarak zenginleştirilmiş uranyumun İsfahan yakınlarındaki antik bir alana götürüldüğü" iddiasını reddetmedi. Bunun yerine UAEA müdürü, "Bu materyalin nerede olduğuna dair hiçbir bilgimiz yok" dedi.
Grossi, Batı ve İsrail desteğiyle UAEA'nın zirvesine çıkmadan çok önce, ajansın biyografisinde Batı'nın İran'a yönelik ekonomik saldırısını tasarlama sorumluluğunu üstlenen bir İngiliz istihbarat ajanı tarafından nüfuz edildiği anlaşılıyor.
***
Diyanet seçiminde müdahale iddiası: 'Erbaş'tan çarşaf liste müdahalesi'
Eylül 2025’te görev süresi sona erecek Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın, Din İşleri Yüksek Kurulu seçimine müdahale ettiği iddia edildi. Seçici Kurul’a, Ali Erbaş’ın çarşaf listesinin dayatıldığı ileri sürüldü.(https://haber.sol.org.tr/haber/diyanet-seciminde-mudahale-iddiasi-erbastan-carsaf-liste-mudahalesi-399592)
***
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder