Hep 19 yaşında: Ali İsmail Korkmaz'ın öldürülmesinin 12. yıl dönümü

Ali İsmail Korkmaz, Eskişehir'de Gezi Direnişi'ne destek eylemleri sırasında polis ve esnaf tarafından darp edilerek öldürüldü. 12 yıl önce, 19 yaşındaki üniversite öğrencisi Korkmaz, 38 gün boyunca komada kalarak hayatını kaybetti.
Eskişehir Anadolu Üniversitesi öğrencisi Ali İsmail Korkmaz, Gezi Direnişi sırasında polis ve esnaf tarafından darp edildi.
2 Haziran 2013'te darp edildikten sonra gittiği hastanede tedavi göremeyen Korkmaz, ilk tıbbi müdahaleyi ancak 20 saat sonra alabildi. Beyin kanaması geçirdiği anlaşılan Korkmaz, 38 gün boyunca komada kaldıktan sonra 10 Temmuz 2013'te hayatını kaybetti.
"Ali İsmail aramızdan koparılalı 12 yıl oldu"
Ali İsmail Korkmaz Vakfı, X'ten paylaştığı yıl dönümü mesajında şu ifadelere yer verdi: "Ali İsmail aramızdan koparılalı 12 yıl oldu. Ama düşleri, cesareti, gülüşü ve umudu hâlâ bizimle. Her adımda, her direnişte, her dayanışmada yaşıyor. Gezi Parkı'nda bir araya gelen milyonların ortak hayali olan adil, özgür, eşit bir ülke için mücadele etmeye devam ediyoruz. Ali İsmail'in 'düşlerinde özgür dünya'sını kurma çabası, yalnızca bir gençliğin değil, hepimizin ortak sorumluluğu. Gezi'de kaybettiklerimizi, adalet arayışımızı ve bugün hâlâ tutsak edilen Gezi tutuklularını unutmuyoruz. Ali'nin attığı o son adım, şimdi bizim yolumuzu aydınlatıyor. Gel, sen de katıl bu umuda. Yaşamdan, barıştan, dayanışmadan yana ol."
Vakıf, Ekinci Mezarlığı'nda Saat 19.00'da mezarlık anmasının; Ekinci Mahallesi Meydanı'nda ise saat 20.00'da anma konserinin yapılacağını duyurdu.
"Gezi korkuları bitmedi"
Cumhuriyet'e konuşan Ali İsmail Korkmaz'ın annesi Emel Korkmaz, şunları söyledi: "Gezi korkuları bitmedi. O Gezi'nin korkusu hâlâ geçmedi. Biz sadece Ali İsmail'i değil, Gezi'de yitirdiğimiz bütün canlarımızı yaşatmak için elimizden gelen her şeyi yapacağız."
"Unutturmayacağız"
Anne Emel Korkmaz, "Biz Ali İsmail'i sadece gözyaşı dökerek onun yasını tutarak değil, onu iyiliklerle, onun yaptığı şeylerle anıyoruz, anacağız " diyerek şöyle söyledi: "Unutmayacağız ki zaten unutmamız mümkün değil, unutturmayacağız."
Ne olmuştu?
Anadolu Üniversitesi öğrencisi 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz, 2013 yılında Eskişehir'de Gezi Direnişi sırasında polis ve sivil şahısların ortak saldırısıyla darp edildi. 2 Haziran 2013 gecesi uğradığı şiddetin ardından gittiği hastanede tedavi edilmeden yalnızca ağrı kesici verilerek geri gönderildi. Beyin kanaması geçiren Ali İsmail, tedaviye ancak 20 saat sonra alınabildi. 38 gün süren yaşam mücadelesinin ardından, 10 Temmuz 2013'te yaşamını yitirdi.
Bianet'ten alınan bilgilere göre; Ali İsmail'e gerekli müdahaleyi yapmayan Dr. Hasan Gülcü hakkında başlatılan soruşturmada "kovuşturmaya yer yok" kararı verildi. Ailenin yaptığı itiraz ise yargı tarafından reddedildi.
Olayın yaşandığı sokakta bulunan bir otele ait güvenlik kamerası görüntüleri, polis memuru Hüseyin Engin tarafından silindi. Engin hakkında açılan soruşturma ise "kişinin kendisiyle ilgili delilleri karartmasının suç oluşturmadığı" gerekçesiyle takipsizlikle sonuçlandı.
Sanıklar arasında biri polis olmak üzere 5 tutuklu, 3'ü polis olmak üzere toplam 8 kişi yer aldı. Savcı; polis Mevlüt Saldoğan için müebbet, 2 polis için beraat, bir diğer polis için ise 12 yıl, kalan sanıklar içinse 8'er yıl hapis cezası talep etti.
21 Ocak 2015'te açıklanan kararda sanıklar “kasten yaralayarak ölüme sebebiyet vermek” suçundan cezalandırıldı. İyi hal indirimiyle polis Mevlüt Saldoğan'a 10 yıl 10 ay, diğer dört sanığa ise 4 yıl 4 ay ceza verildi. Bu sanıklardan biri, cezaevinde geçirdiği süre göz önüne alınarak tahliye edildi. Üç polis sanıktan ikisi beraat etti, biri ise 10 yıl ceza alarak tutuklandı.
Ancak Yargıtay 1. Ceza Dairesi, yerel mahkemenin kararını 4 Şubat 2016'da usul yönünden bozdu. Yeniden görülen davada aynı cezalar tekrar verildi. Yine bazı tutuklu sanıklar, tutukluluk süreleri göz önüne alınarak tahliye edildi.
Dosya yeniden Yargıtay'a taşındı. 22 Aralık 2016 tarihli kararında Yargıtay; Mevlüt Saldoğan'a verilen 10 yıl 10 ay, Yalçın Akbulut'a verilen 10 yıl ve üç sanığa verilen 6 yıl 8'er aylık hapis cezalarını onadı.
Öte yandan, Hüseyin Engin'in beraat kararı ve Ebubekir Harlar hakkında verilen 3 yıl 4 aylık ceza bozuldu. Yeniden yapılan yargılamada Hüseyin Engin'e 7 ay 15 gün hapis cezası verilerek hükmün açıklanması geri bırakıldı. Ebubekir Harlar ise 6 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldı.
***
İki kanal ve iki profesör -Ercan Uygur-
İktidarın yandaşı, hatta aleti olan bir TV kanalından yapılan yayın, bugünkü teknolojik ortamda müdahaleler ve çarpıtmalar yapar. Hiçbir şekilde tarafsız olamaz. Bu konuda muhalefet çok dikkatli olmalıdır.

Zincir marketlerden birinin Ankara’daki küçük bir şubesindeyim. Orta yaşlı bir erkek, belli bir markanın sızma zeytinyağını soruyor. Kasadaki görevli; “Biz o markayı satmıyoruz efendim. Başka marka ile anlaşmamız var, ondan verelim” diyor. Bunun üzerine orta yaşlı erkek çok kızıyor.
“Neden diğer marka yok? Zeytinyağı bulunamıyor dedirtmek için mi?” Küçük şubenin görevlileri çok şaşırıyorlar. Ses çıkaramıyorlar. Çaresiz birbirlerine ve benim gibi diğer müşterilere bakıyorlar. Belli ki adam iktidar yanlısı. Bu olayı büyütebilir. Gerginlik gözle görülür, elle tutulur hale geliyor.
Bunun üzerine raflarda görüp bulamadığım bir yerli çikolata markasını sormuyorum. Bana da “biz o markayı satmıyoruz efendim” diyebilirler ve şubedeki gerginlik ve terör havası daha da ağırlaşabilir. Şu ağır ortamdan çıkıp gideyim diye düşünürken adam yanıma yaklaşıyor:
- “Enflasyonu azdıran bunlar oldu. Masum değiller. Niye her markayı satmıyorlar? Şimdi bir de zeytinine, zeytinyağına sahip çık modası var. Fırsat kolluyorlar. Zeytinyağı yok diyerek hükümeti zor duruma düşürmek istiyorlar.” Bu konuya bulaşmak istemezdim ama, şöyle dedim:
- “Markalarla anlaşma yapıyorlar. Hükümete yönelik bir niyetleri olduğunu sanmam. Bu bir pazarlama yöntemi. Dünyanın her yerinde var.” Bu sırada marketin önüne çıkmış durumdayız.
Suçlu iki kanal
- “Yok, yok. İki kanal var ya, bunlar bu tür konuları hükümet aleyhine kullanıyorlar. Bu iki kanalın aynı anda kapatılması gerekir.” İki kanal ne demek? Anladım ki Halk TV ve Sözcü TV’yi kastediyor.
Bu konuşmalar yaklaşık altı hafta önce oldu. Rusya-Kazan’dan yeni dönmüştüm. Aklıma hemen demokraside ve otokraside Türkiye-Rusya karşılaştırması geldi.
Haftalar sonra Halk ve Sözcü TV’ler RTÜK tarafından aynı anda kapatılacak haberleri geldi. Bu konuşmaları daha önce yazmalıydım. Ancak, bir tereddüdüm oldu; belki zaten çok bilinen bir konuydu ve benim haberim yoktu. Asıl önemlisi, bir ameliyat geçirdim. Yazmak bugüne kaldı.
Market sohbetinin devamı şöyle geldi.
- “Dediğiniz kanalları kapatmak bizim haber alma özgürlüğümüzü kısıtlamaz mı? Onlar yasalara uyuyor, hatta otosansür uyguluyorlar, buna karşılık zaten sık sık ceza alıyorlar. Ben yalnızca iktidarı destekleyen kanalları izlemek zorunda mıyım? Burası Rusya mı?”
- ”Sen anlamıyorsun. Liberal gibi konuşuyorsun. Öncelik hükümetimizindir. Amerika’da da böyledir. ABD’yi izliyorsan anlamış olmalısın. Sen ne iş yapıyorsun?” Soruyu ben soracaktım, o sordu.
- “Emekli öğretim üyesiyim. Arada çalışmalar yapıp, yazılar yazıyorum. Siz ne iş yapıyorsunuz?” Tam anlayamadım, ama sanki “belli zaten” veya “biliyorum zaten” gibi bir söz etti. Dikkat ederseniz, ben siz diye hitap ediyordum, o ise sen diyordu.
- “Ben de Amerika’da profesör öğretim üyesiyim. Orada da siyaseti, Trump hareketini yakından izlerim. Türkiye’ye sıkça gelir giderim.” Belli oluyor diyecektim, demedim. AKP ile ilişkiniz hangi düzeyde diyecektim onu da demedim. Çünkü birkaç başka sorum daha vardı.
- “Bu iki kanalın neden ikisi birden kapatılmalı? Demokraside muhalefetin sesi de duyulur, değil mi? Zaten Ekrem İmamoğlu ve diğer CHP’li belediye başkanları yargılanmadan hapisteler.”
- “Bazı önemli konular var ve gündeme gelecekler. Hem iç politikada, hem dış politikada. Bunları doğru ve çatlak sesler olmadan anlatmak gerekir. Halbuki bu iki kanal çatlak sesler çıkarırlar. İmamoğlu ve diğer belediye başkanları ise çalmışlar, yolsuzluk yapmışlar işte. Onlar zaten bizim için ayrıntıdır. Bir süre sonra gündem içinde geçim derdiyle unutulup giderler.”
- “Hangi önemli konular? PKK ve Öcalan konuları mı? İmamoğlu ve diğer seçilmiş başkanların yargılaması bile yapılmadı, yargısız infaz değil mi söyledikleriniz? Halk, İmamoğlu’nu ve diğerlerini unutup gider diyorsunuz. Ama halk onlara oy verdi, önemli farklarla kazandılar.”
Bu noktada iki konu aklıma geliyor.
1) Sovyetler Birliği 1991 sonunda dağılırken, Boris Yeltsin Rusya’nın yeni seçilmiş başkanı, Mikhail Gorbachev ise Soveytler Birliği başkanı idi. 1996 ortasında yeni adıyla Rusya Federasyonu’nda ilk başkanlık seçimi yapılacaktı ve Yeltsin yine aday oldu.
Yeltsin başarısızdı; 1996 başında anketlerde aldığı oy oranı yüzde 8 dolayında idi. Ancak bu oran, ABD’li “iletişim uzmanları”nın yoğun çabası ile ve akla gelen her türlü usülsüzlük ile seçimin ilk turunda yüzde 35’e kadar çıkarıldı. Bu seçimlere katılan Gorbachev’in oyu ise yüzde 0,5 oldu.
Seçimin ikinci turunda Yeltsin’in oyu yüzde 54.4’e yükseldi. Bu turda Komünist Partisi adayı G. Zyuganov’un oyu yüzde 40,7’de kaldı. Yüzde 5’e yakın oy geçersiz sayıldı. Yeltsin’in oyunun yükselmesinde ABD’nin ve ABD’li uzmanların yönlendirdiği TV’lerin büyük katkısı oldu.
Tüm TV kanalları ekonomik ve siyasi bunalım yaşayan Rusya’da “istikrarın adayı” olarak Yelstsin’i destekledi. Diğer adaylara ayırdıkları süre, Gorbachev’in deyimiyle “çok ayıp” düzeyinde kaldı.
Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan ve iktidar, Halk ve Sözcü TV’leri karartarak, TV’lerin kendisine övgü ve oy katkısı yapmasını istiyor. ABD’nin ve ABD’li uzmanların yönlendirmesiyle tüm TV’ler, aynen Yeltsin için yaptıkları gibi, giderek düşen AKP oylarını diriltmeye çalışacaklar anlaşılan.
2) Halk ve Sözcü TV’leri karartıp, İmamoğlu’nun ve diğerlerinin yargılanma sürecini iyice çarpıtarak vermek isterler. Geçmişte bu çarpıtmalar oldu, daha fazlası olabilir.
Bu satırları yazarken, MHP lideri Devlet Bahçeli'nin, "İBB'ye yönelik yargılamalar TRT'de yayımlansın" önerisini gördüm. Sanki önceden haberleri yokmuş gibi, Adalet Bakanı ve diğer yetkililer “Olabilir, görüş birliği sağlanırsa neden olmasın” diyorlar.
Ben yazayım; marketteki profesörümüzün ima ettiği gibi, burada büyük bir tuzak var. İktidarın yandaşı, hatta aleti olan bir TV kanalından yapılan yayın, bu teknolojik ortamda müdahaleler ve çarpıtmalar yapar. Hiçbir şekilde tarafsız olamaz. Bu konuda muhalefet çok dikkatli olmalıdır.
Market sohbeti şöyle sürdü:
- “Dediğiniz kanalları kapatmak bizim haber alma özgürlüğümüzü kısıtlamaz mı? Onlar yasalara uyuyor, hatta otosansür uyguluyorlar, buna karşılık zaten sık sık ceza alıyorlar. Ben yalnızca iktidarı destekleyen kanalları izlemek zorunda mıyım? Burası Rusya mı?”
Demokrasi, özgürlük ve haber alma hürriyeti gibi konulardan hiç etkilenmedi. Yanıt bile vermedi. Ancak Rusya deyince biraz irkildi. Bunun üzerine şöyle dedim;
- “Başta demokrasi ve insan hakları olmak üzere her konuda Rusya’dan bile geriye gittik. Bunu ülkenize ve insanlarına niye yapıyorsunuz? Ayrıca partinizden Atatürk’e sürekli hakaret ediliyor”.
AKP’yi savunmaya devam etti; artık partisi olarak kabul ediyordu. Şöyle konuştu;
- “Atatürk gerilerde kaldı. Bizim yolumuz başka. AKP’deki bazı densizler yersiz ve zamansız çıkışlar yapıyorlar. Partiye zarar da veriyorlar. Kontrol edilemiyorlar.”
- “Yani Atatürk’e ve de Cumhuriyet’e hakaret etmenin yeri ve zamanı var, henüz o aşamaya gelmedik mi demek istiyorsunuz? Türkiye’yi ABD kaynaklı projelerle çökerteceğiz mi diyorsunuz?”
Böyle deyince kızdı. Konuşmanın sonuna geldiğimizi ikimiz de anlamıştık. Kendisine adını bile sormadım, o da bana sormadı. Belki de biliyordu. Kötü bakışlarla birbirimizden ayrıldık.
Diğer profesör
Diğer profesörün adını daha önce duymadım, bilmiyordum. Benim eksikliğim. Ancak rahmetli eşi Ergun Özbudun’u tanıyordum. Bu profesörümüz, Serap Yazıcı Özbudun, Gelecek Partisinin aday göstermesi ile CHP listesinden milletvekili seçilmiş. Sonra da AKP’ye geçivermiş. Şöyle diyor:
“Ben herhangi bir siyasetçi değilim. Ben bir anayasa hukuku profesörüyüm. Akademisyenken ne savunduysam siyasetçiyken de onu savundum. Savunduğum görüşler demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarının korunmasına ilişkindir.”
Gelecek Partisi'ndeyken de bunları savundum, seçim kampanyasında da ve bugün AKP milletvekili olarak da aynı görüşleri savunuyorum.”
Şu soru akla geliyor. Türkiye’de demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları konularında sürekli ihlaller oluyor. Türkiye uluslararası değerlendirmelerde son 10 yıldır ve özellkle son 4 aydır sürekli geri gidiyor. Bu konuda soru bari olsun sordunuz mu?
Serap Yazıcı Özbudun (solda), Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan
Prof. Yazıcı Özbudun şöyle sürdürüyor;
"Her zaman parlamentarizmi başkanlık sistemine karşı savundum. ... Görüşlerimin arkasındayım bu görüşlerimi değiştirmedim. AKP'ye geçmiş olmakla parlamentarizme ilişkin görüşlerim değişmedi. Bu bir itham konusu olamaz.”
“Benim AKP'ye geçmemin başka gerekçeleri var. Dünyanın içinden geçmekte olduğu konjonktürde uluslararası ilişkilerin ne denli önem taşıdığını ve bu çerçevede Trump'ın başkan seçilmesiyle beraber içinde yaşadığımız coğrafyanın, dengelerin önem kazanmasıdır.
“Bu süreçte cumhurbaşkanlığı makamında uzun yıllardır tecrübe kazanmış Tayyip Erdoğan'ın o makamda yer almasının daha doğru olacağına kanaat getirdim.”
Bu sözlerde şöyle bir yaman çelişki var: bir yandan başkanlık sistemine karşı parlamenterizmi savundum ve savunuyorum diyor. Diğer yanda Tayyip Erdoğan'ın o makamda yer almasının daha doğru olacağına kanaat getirdim diyor. Belki de sonsuza kadar.
Böyle olmuyor ki. Ayrıca, Gelecek partisi “Yazıcı Özbudun bizi aldattı” diyor.
Kaynaklar
T24 “AKPli Serap Yazıcı Özbudun’dan CHP’ye Tepki (8 Temmuz 2025)
/././
Zekânın üç hali; doğal, yapay ve geri -Mine Söğüt-
Patronun çıldırdığı ve halkın aklını kaybettiği bir ülkede sizce yaşananların hangisi doğal, hangisi yapay ve hangisi geri bir zekânın becerisi?

Zekâ Arapça bir kelime. Anlamı, parıltı. Türkçesi anlamak eyleminin kökünden üretilen ve günlük dilde pek kullanılmayan anlak.
Zekâ ya da anlak sadece öğrenmekle alakalı bir kelime değil. Beynin öğrendiğinden yararlanma yeteneğine işaret ediyor. Düşünerek yeni durumlara uyum sağlanabildiği, yeni çözüm yolları aranabildiği ve bulunabildiği zaman zekâdan bahsedilebiliyor.
Yani biz insanın sahip olduğu farklı yetenekleri birbirine uyumlu bir şekilde kullanabilme ve yeni yeteneklere dönüştürebilme becerisine zekâ diyoruz. Bunu yapamadığı durumlarda ortaya çıkanını geri zekâ, bunun insan beyni yerine bilgisayar beyniyle yapıldığı durumlarda ortaya çıkanınıysa yapay zekâ olarak tanımlıyoruz.
Yapay zekânın ileri ya da geri olması tabii ki mümkün.
Çünkü insan aklıyla tanzim edilen bir altyapı üzerine inşa ediliyor ve niyete göre zekânın her halini içinde barındırabiliyor. Üstüne üstlük dünyayı yerinden sarsan şovlarıyla korkunç savaşlardan, politik karmaşalardan, iklim krizinden, yoksulluk sorunundan yani akla gelebilecek tüm acil meselelerden rol çalarak gündemin hep en başına tünemeyi başarıyor.
Hem bütün dünyada hem de bizim, kapılarını hızla dışarıya kapatan ve kabuslardan örülmüş bir kozaya dönüşen şu korkunç dünyamızda.
* * *
Her güne yeni bir felaket haberiyle uyanıyoruz.
Seçilmiş belediye başkanları makamlarından tek tek alınıp ardı ardına hapse atılıyor.
Askerler, derinliklerinde metan gazı birikmiş bir mağaranın içine donanımsız bir şekilde sokulup öldürülüyor.
Neyle suçlandığı belli olmayan bir sanatçı menajeri ısrarla tutuklu yargılanıyor.
Bağımsız Gezi eylemleri organize bir suç kılıfına sokulmaya çalışılıyor.
Hasta mahkumların hayati tehlikeleri sorumsuzca göz ardı ediliyor.
Anayasa Mahkemesi’nin sanıklar lehine verdiği kararlar görmezden geliniyor.
Osman Kavala’nın, Selahattin Demirtaş’ın ya da Can Atalay’ın tahliyesini gündeme getiren yok.
Özgür Özel tutuklanmakla, CHP kapatılmakla tehdit ediliyor.
Hukuken aklanması muhtemel bir karikatür hedef gösterilip mizahçılara karabasan yaşatılıyor.
İktidarın hoşuna gitmeyecek cümle kuran herkes evi basılarak gözaltına alınıyor.
Muhalif gazeteciler birer birer içeri tıkılıyor.
Muhalif televizyon kanallarının ekranı karartılıyor.
Bu kaosun sonunda bir seçim olabilecek mi, bir gün bu ülkede yeniden halk sandığa gidebilecek mi, giderse de o seçim ortamı güvenilir olabilecek mi… kimse emin değil.
İşte bu alev toplarıyla dolu gündemin ortasına aynı anda iki yeni haber düşüyor.
Biri ekibiyle birlikte kameranın karşısına geçen Öcalan’ın gözlerini kısarak kendi yazdığı uzlaşma metnini prompterdan tutuk tutuk okuduğu ve silahları bırakmaktan bahsettiği görüntüsü…
Diğeri de X’in yapay zekâsı Grok’un yeni yazılımıyla birlikte, kendisine sorulan siyasi ve sivil sorulara lafı gediğine koyan, küfürlü ve iktidara muhalif çılgın cevaplar vermesi…
Ve nihayetinde koca ülkenin içinden çıkamadığı tartışmalara bir kez daha hararetle girmesi.
Öcalan bir bebek katili mi, yoksa saygıdeğer bir siyasi önder mi?
Ülke bölünecek mi yoksa demokratikleşecek mi?
AKP, MHP ve DEM koalisyonu Türkiye’yi uçuruma mı sürükleyecek, uçurumun kenarından mı döndürecek?
Ülkeye gerçekten barış mı gelecek yoksa bu sürecin sonunda yeni savaşların eşiğine mi gelinecek?
Bundan sonra Türk mü denilecek Türkiyeli mi denilecek?
Demokratik ve laik hukuk devletinin başına yoksa çok fena şeyler mi gelecek?
Ve bu arada yapay zekânın başı “halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmekten” ve “Cumhurbaşkanı’na hakaretten” ilk kez bu ülkede mi belaya girecek?
* * *
Patronun çıldırdığı ve halkın aklını kaybettiği bir ülkede sizce tüm bu olan bitenlerden hangisi doğal, hangisi yapay ve hangisi geri bir zekânın becerisi?
/././
200 TL’lik banknotun evrimi -Binhan Elif Yılmaz-
Bir üst kupürlü banknota geçilmesini gerektiren nedenler çoktan oluştu. Ama sürekli olarak kupür arttırarak da her şeyin düzeleceği iddia edilemez.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, Türkiye'de para basma ve ihraç yetkisine sahip tek bankadır. Banka, farklı emisyon gruplarında ve farklı tertiplerde banknot ihracı gerçekleştirir. 2009 yılının başından günümüze hâlâ en büyük kupürlü banknotumuz 200 TL.
Bu banknotlar dolaşıma girdiği o ilk günlerde, ömrünün bu kadar uzun olacağını, diğer banknotları neredeyse dolaşımdan iteceğini, özellikle son üç-dört yılda o kadar hızlı değer kaybedeceğini sanırım kimse tahmin edemezdi.
2009 yılında 200 TL’lik banknotla yaklaşık 70 litre benzin alınıyordu, bugün 4 litre bile alınamıyor. Ortalama sarfiyatı olan bir otomobil ile 200 TL benzin alarak 1200-1300 km yol kat edilebiliyordu, bugün ise 200 TL’lik benzin aldığınızda deponun ışığı sönmüyor bile. “Ben hep 50 TL’lik alıyorum” diyenler şimdi ne yapıyorlar acaba?
Elimizdeki en büyük kupürlü paranın satın alma gücünün nasıl azaldığını görmek için enflasyondaki ve kurdaki değişime bakalım. 200 TL'lik banknotlar 2009'un ilk gününde tedavüle çıktığında küresel krizin etkisiyle ekonomimiz yüzde 4,7 oranında küçülmüştü, enflasyon oranı yüzde 6,5'di ve Dolar/TL 1,52 idi. İzleyen yıllarda 2009-2017 yılları arası ortalama enflasyon oranı yüzde 6 olarak gerçekleşirken, 2017 Dolar/TL ortalaması 3,64 oldu. Bu süreçte 200 TL'likler en büyük kupürlü banknot olmaya devam etti.
2018 sonrası ekonomide biriken riskler sonucu enflasyon çift haneleri gördü. İlki 2018 yılının ikinci yarısında olmak üzere, ardından yeni ekonomi modeli denemesinde defaten ve genel seçim sonrası günlerde de kur atakları oldu. Haziran 2023’te Dolar/TL 24'e dayandı. Bugün Dolar/TL 40 TL’yı aşmakta ve en büyük kupürlü ve alım gücü ilk çıktığı yılla kıyaslanmayacak düzeyde erimiş olan banknot, yine 200 TL.
İlk 200 TL'lik banknotların basıldığı günden bugüne aradan geçen 16,5 yılda TL, Dolar karşısında inanılmaz değer kaybetti. Enflasyon Ekim 2022’de yüzde 85,5’u, Mayıs 2024’te yüzde 75,5’i gördü.
Sonuçta her bir banknot düzeyinde alım gücü erirken, piyasada dolaşan 200 TL’lik banknot sayısı giderek yükseldi. Şimdi süreci Grafik 1’den adet bazında inceleyelim:
200 TL’nin banknotun adet bazında yaygınlaşması ilk başlarda yavaştı. Örneğin ilk tedavüle çıktığında 8,5 milyon adet basıldı. 2016 yılında sayısı 150 milyonu geçti. Dolayısıyla yedi yıl içinde 200 TL’lik banknot sayısı 18 kat artmış oldu. 2019’dan itibaren basımı çok hızlandı, 2022 itibariyle ise keskin bir şekilde yükseldi. Şubat 2023’te dolaşımdaki 200 TL’lik banknotlar 1 milyarı aşarken günümüzde 3,5 milyar adete ulaşmış durumda.
Bu arada 100 TL’lik banknotlar 2013–2021 arasında çok yaygın olmasına rağmen enflasyona yenilmeye başladı. 2022’den sonra varlığı yavaş yavaş azaldı. 2023 Haziran ayında dolaşımda aynı sayıda 100 ve 200 TL’lik banknot vardı (1,5 milyar adet) ama günümüzde 200 TL'nin çok gerisinde kalmış durumda.
Grafik 1:
Grafik 1’deki görünümün ve yorumlardaki rakamların önemli bir özelliği var: Dolaşımdaki 100, 50, 20 ve 10 TL gibi banknotlar, artık enflasyon karşısında erirken ihtiyaçları karşılamada yetersiz kalıyor ve basılmamaya başlıyor, sonuçta 200 TL’lik banknotların sayısı da giderek artıyor.
Yıllara göre dolaşımdaki banknotların toplam değeri içinde 200, 100 ve diğer banknotların paylarını da Grafik 2’den görebilirsiniz. En büyük kupürlü banknot olan 200 TL’nin (pasta payı mavi olan) tedavüldeki payı son beş yılda büyük hızla artıyor ve hızla yaygınlaşıyor.
Grafik 2:
Toplam dolaşımdaki paranın 2009’da sadece yüzde 15,8’i 200 TL'lik banknottu. Yaklaşık on yıl sonra dolaşımdaki payı yüzde 30’u aştı. Ancak ne olduysa son üç-dört yılda oldu (yukarıda nedenlerini anlattım). Özellikle 2020 sonrasında dramatik bir artış ortaya çıktı. Bu da enflasyonun etkisini yansıtan güçlü bir işaret.
Artık günümüzde dolaşımdaki banknotların toplam tutarının yüzde 85,3’ünü 200 TL’lik banknotlar oluşturuyor. Diğer bir söyleyişle, tedavüldeki banknotların toplam değeri günümüzde 806 milyar TL ve bu tutarın 687,5 milyar TL’lik kısmı 200 TL’lik banknot.
Diğer yandan paranın basım maliyeti var. Kâğıt paranın basım maliyetini minimumda tutmak için en büyük kupürlü banknot basılıyor. Sonuçta giderek 200 TL’likler daha çok basılıyor, çünkü 200 ile 10 TL’nin basım maliyeti hemen hemen aynı.
Daha büyük kupürlü, örneğin 500 ve 1.000 TL’lik banknotun dolaşıma girmesi bir ekonomik gereklilik. Yine de siyasi karar alıcılar bunu riskli görüyorlar büyük olasılıkla. Çünkü sürekli olarak “dezenflasyon süreci” söylemi gündemde tutuluyor. Yeni büyük kupürlü banknot basımı, karar alıcılar nezdinde bu söylemle çelişir ve enflasyonun varlığı ve yıpratıcılığının görünür olmasına neden olur diye bu konuda adım atılmıyor olabilir.
Daha yüksek kupürlü banknot basılmasının önündeki bir başka faktörün psikolojik olma olasılığı yüksek. Bugün en düşük emekli maaşı 16.881 TL. Bir emekli bankadan maaşını çektiğinde 84 adet 200 TL’lik bir para demetini eline alacak, hatta say say bitiremeyecek. Eğer 500 TL’lik banknot çıkarsa eline daha az, 33 adet banknottan oluşan ve daha ince bir para demeti geçecek. Bu da psikolojik olarak maaşının enflasyon karşısında erimiş olduğunu göstermiş olacak (ki zaten erimiş durumda). Ama hâlâ 200 ve 100’lükler kullanılarak oluşturulan para demeti göz dolduracağı için sanki satın alma gücü daha yüksekmiş algısı devam edecek.
Alım gücünün düşüşü ve fiyatların artışıyla birlikte hepimiz daha da fazla dolaşımdaki büyük banknotu taşıyoruz, operasyonel ve saklama maliyetleri sadece bireyler değil, finansal kurumlar nezdinde de artarak devam ediyor. Bir üst kupürlü banknota geçilmesini gerektiren nedenler çoktan oluştu. Ama sürekli olarak kupür arttırarak da her şeyin düzeleceği iddia edilemez. Asıl olan artık enflasyonu, riskleri, siyasi tansiyonu düşürmek ve ekonomiyi istikrara kavuşturmak.
/././
Japonya hukuk devrimi yapmış, Türkiye ise Batı’dan yasalar almış, asla hukuk devrimi yapmamıştır (I) -Sami Selçuk-
Türkiye, köklü bir yanılgı içindedir: Dogmatik hukuk düzeniyle, yani yasalarla hukuk bilimini, hukuk dogmatiğini birbirine karıştırmaktadır. Dolayısıyla hukuk bilimini, hukuk dogmatiğini öğrenmeden Batının dogmatik hukukunu, yani yasalarını uygulamaya kalkışmış ve bu yüzden de hukuk uygulaması yozlaşmıştır.

Berolt Brecht’in “Hakikati Yazmanın Beş Zorluğu” adlı yazısında, ‘yalanı ve bilgisizliği’ alt etmek ve ‘hakikati yazmak’ isteyen kişinin, en azından beş zorluğu yenmesi gerektiğini belirtir: Ona göre bu zorluklar şunlardır: Hakikati yazmak için gerekli ‘yüreklilik’, hakikati bilecek ölçüde ‘sezgisel akıl’, hakikati kullanılabilir kılacak ‘sanat’, hakikati kullanabilecekleri ‘seçme yargısına’ ve hakikati, onu kullanacaklar arasında ‘yayma becerisine’ sahip olmaktır.” (Kula, Onura Bilge, Bertolt Brecht: “Hakikati Yazmanın Beş Zorluğu”, edebiyathaber.net (14 Mayıs 2025).
Benim böyle bir iddiam yok.
Ancak sanırım bu nitelikler arasında yalnızca birincisine, yani yürekliliğe yeterince sahibim. O kadar. Öbür nitelikleri ise sağduyulu okurlara bırakıyorum. Çünkü eleştirel ve önyargısız her hukukçu, inanıyorum ki, bana hak verecektir.
Şimdi gelelim konumuza
Batı hukukunu alarak hukukta devrim yapan ülke, bildiğimce, yalnızca Japonya’dır.
1868’de on altı yaşındaki imparator Mutsuhito’yla (1852-1912) birlikte Japonya’da Meiji Yenileşme / İyileşme (Restauration) dönemi başlamış, ülkenin yeni bir anayasayla yönetilmesi, parlamentonun açılması düşüncesi benimsenmiştir.
Gerçekten bizden neredeyse yüz yıl sonra Batı hukukunu alan Japonlar, bizler gibi yapmamışlar; Batı yasalarını, sözgelimi, Fransız Yurttaşlar Yasası’nı (Medeni Yasa) almadan önce, Fransa’dan dönemin ünlü bilim insanlarını getirterek, ilkin geleceğin hukukçularını yetiştirmişler; bu bilim insanları, fakültelerde hukukun temel kavram ve ilkelerinin içerik ve sınırlarını Japon öğrencilere öğretmişlerdir.
Japonlar, bunlarla da yetinmemişler, hukukun bir kavramlar ve terimler bilimi olduğu bilinciyle Japoncada olmayan bazı kavramları olduğu gibi kendi dillerine almışlar, bu kavramları yazıya dökmekte alfabeleri yetersiz kalınca da, alfabelerine harf bile eklemişlerdir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Bozkurt, Gülnihal, Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, Ankara, 1996. Ayrıca bkz. La réception du droit français au Japon, Revue internationale de droit comparée, Yosiyuki Noda, 1963, volume 15, numéro 3, 544-547; Selçuk, Sami, Kendini Tüketen Hukukun Dramı, Bir Doğululaşma Serüveni, Ankara, 2015).
Bilindiği gibi, bizden neredeyse altmış yıl sonra Batı yasalarını alan ve 6 Ağustos 1945 tarihinde pilot Paul Tibbets’ın Hiroşima’ya attığı atom bombasıyla sarsılan Japonya, günümüzde çağcıl hukukun uygulamasında örnek olarak gösterilen çok başarılı ülkelerin başında gelmektedir. Zira Japonya, “Tarihçi Hukuk Okulu”n kurucusu olan ve görüşleriyle Almanya’da yasalaştırma (codification) etkinliğini yarım yüzyıl geciktirdiği belirtilen Friederich Carl von Savigny’nin (1779-1861) düşüncelerini kanımca çok iyi anlayıp sindiren ülkelerin başında gelmektedir. Zira Savigny’ye göre, hukuk, bir ulusun, halkın ana dili gibi, “halk ruhu”ndan (Volkgeist) doğmaktadır; halkın doğasıyla, yapısıyla, karakteriyle ilişki ve sürekli gelişme, oluşma ve bütünleşme içindedir. Dolayısıyla yasaların işlevi, bu ruhtan doğan hukuku çok iyi belirlemekten ve sadece bununla yetinmekten ibarettir. Kısaca nasıl bir dil başka bir ulus için geçerli değilse, hukuk da öyledir. Bu nedenlerle bir ulusun hukukunun ürünü olan yasaları bir başka ülkenin alması (réception) çok yanlıştır.
Böylelikle Aydınlanma yüzyılını yaşamaya başlayan Japonlar, o dönemde bile hukuk dilinin ve kavramlarının önemini çok iyi anlamışlar, bu hukuku, dili ve kavramlarıyla birlikte, kısaca kökten sürme bir hukuk, deyiş yerindeyse salt, saf, dal hukuk olarak almışlar, bu yüzden de Batı hukukunu büyük bir başarıyla uygulamaya başlamışlar, bir bakıma Savigny’nin görüşlerini bile çürütmüşlerdir.
Bilimin ve aklın öncülüğünde hukuk devrimini gerçekleştiren, her açıdan gelişip 1905’te Tsuşima savaşında Rus donanmasını bile yenerek büyük bir zafer kazanan, bu yüzden de yıllar sonra Cevahirla Nehru’ya Batı karşısında Doğu’nun duyduğu aşağılık duygusunun bu zaferle birlikte yenildiğini söyleten, kısaca yaşamda en doğru yol gösterici olan bilimin ışığında gerçekleştirilen Japonya çağcıllaşmasında yaşananlar, başkalarınca saygı duyulan çağcıl demokratik bir toplumun yaşama yeteneğinin ancak kadınlar ile erkeklerin, gençler ile yaşlıların eğitim ve öğretim düzeyine bağlı olduğunu (ayrıntılı bilgi için bkz. Maalouf, Amin, [Ali Berktay], Labirent, Batı ve Hasımları [özgün adı: Le labyrinthe des égarés – L’Occident et ses adversaires], s. 20, 24 - 61), bu arada elbette hukukumuzda yaşadığımız olumsuzlukların nedenlerini ve bunları aşmanın yollarını da, herkese, özellikle de Maalouf’un diliyle “şaşırmışların labirenti”nde yaşayanlara göstermektedir.
Afrika ülkeleri ise, sömüren ve bağımlı oldukları devletin öğrettiği kendi alfabesiyle ve diliyle, kurduğu üniversitesi ve uyguladığı yargılamayla hukuku, alfabesi ve uygulamasıyla birlikte Batı’dan öğrenmişler; bağımsızlıklarını kazandıktan, sömüren devlet gittikten sonra da, elbette sömüren devletin hukukunu, sömüren devlet gibi uygulamayı sürdürmüşlerdir.
Bütün bunların sonucu açıktır ve bellidir: Bugün bu konuya kullanış bilimi (iş bilimi, ergonomi) açısından yaklaşıldığı zaman Batı hukuku, Batı yargılama süreci hukuku, özellikle de Batı “duruşma hukuku” –ki doğrusu “tartışma hukuku”dur- ile Japon ve Afrika ülkeleri hukuku, Japon ve Afrika ülkeleri yargılama süreci hukuku, Japon ve Afrika ülkeleri duruşma (tartışma) hukuku arasında, Batı yasaları değil, en geniş anlamda hukuk alındığı ya da uygulandığı için, bırakınız çatışmayı, uygulamada tam bir örtüşme bulunmaktadır.
Ülkemizde ise, aynı sorunlara aynı açıdan, yani hukuk bilimi açısından yaklaşıldığı, bakıldığı zaman, Batı hukuku, Batı yargılama süreci hukuku, özellikle de Batı duruşma (tartışma) hukuku ile Tük hukuku, Türk yargılama süreci hukuku, Türk duruşma (tartışma) hukuku arasında, bırakınız örtüşmeyi, uygulamada büyük çatışmalar yaşanmaktadır.
Çünkü biz Türkler, sürekli bağımsız devletler kurduk; dolayısıyla hiç sömürülmedik.
Bu olgu elbette güzel. Güzel, ama Batı hukukunun bir bilim, uygulamasının da bu bilimin ışığında yürütüldüğünün ayrımına da hiçbir zaman varamamışızdır.
Gerçekten Batı hukukunun dallarını, diliyle, kavramlarıyla birlikte ilkin öğrenip özümseyecek, yani hukuk dogmatiğini alacak yerde, bunun tam tersini yapmış, ilkin dogmatik hukuku, yani Parlamentolarca kotarılan yasaları almış, dolayısıyla bu yasalarda geçen dili, kavramları da çoğu zaman yanlış algılamışızdır.
Tam bu noktada çok çarpıcı bir güldürüyü dile getirmek isterim.
Evet. Araştırmadan, yeterince bilmeden sonuçlar çıkarmanın, yargılarda bulunmanın ülkemizde en çarpıcı örneklerden birisi şudur: 1926 / 765 sayılı Eski TC Yasası’nın 188/3, 455, 459’uncu; 6123 sayılı Yasa ile değiştirilmeden önce 480 ve 482’nci maddelerinde geçen “birkaç kimse;” 193/2’nci maddesinde geçen “birçok kimseler” sözcükleri, 1889 tarihli Kaynak Yasa’da (md. 154, ayrıca 155/son, 157/2, 371, 375, 393 ve 395) “bir(den çok kişi” (più persone) olarak kaleme alınmıştı.
1930 tarihli İtalyan Ceza Yasası (md. 339/1, 662, 589, 590, 594/son, 595/1) da aynı doğrultudaydı.
Durum böyle iken bir çeviri olan TCY’de bir hukuk terimi, dolayısıyla asla bir hukuk kavramı, terimi olmayan bu sözcükler, değişik çevirmenlerce “birden çok,” “birkaç” ve “birçok” olarak çevrilmiş, yani bunlar tutarlı biçimde tek bir örnek olarak çevrilmemişti. Bu ise, elbette şaşılacak bir durum değil, kişiden kişiye değişebilen çevirilerde her zaman görülebilen, yaşanılabilen bir çeviriden ibaretti.
Ancak bu konuda benim ülkemde yaşananlar, çok şaşırtıcı, hatta dehşet vericiydi.
Gerçekten bu çeviri üzerine bir hukuk terimi olmayan söz konusu sözcükler, Kaynak Yasa’ya başvurularak anlamlandırılacak ve düzeltici yorum ile ele alınarak sonuca ulaşılacak yerde, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun (YCGK) 19.3.1949 tarih ve 4/84-82 sayılı kararında “birkaç” üç, “birçok” ise üçten çok olarak tanımlanmış; daha sonraki kararlarla, içtihatlarla da bu anlamlandırmalar yerleşiklik, süreklilik kazanmıştı.
Evet, elbette çok şaşırtıcıydı, bu yaklaşım.
İvecen davranmayın. Şimdi daha çok şaşıracaksınız. Çünkü bu noktada da kalınmamış, bir hukuk terimi olmadığı halde Yargıtay’ın ulaştığı bu yadırganası, hatta saçma görüş, 1953 / 6123 sayılı Yasa değişikliğinde TCY’nin yoklukta hakaret ve sövme suçlarını tanımlayan 480 ve 482’nci maddelerinde Yargıtay’ın bu kararına dayanılarak “birkaç kimseyle ihtilat eder” sözleri, “ikiden ziyade kimseyle ihtilat eder” biçiminde değiştirilerek yasalaştırılmıştı.
Ancak ben, ayraç içinde belirteyim ki, bunlara hiç şaşırmamışımdır. Çünkü az düşünen insanlar toplumlarında doğaldır, bu tür saçmalıklar. Üstelik mantıksal düşünmenin değil, kendinden öncekileri öykünmenin (taklit) öne çıktığı toplumlarda ise, bu yadırganası yanlışlıklar çok bulaşıcıdır da.
Gerçekten bu kaba yanlışlık, sıradan bir çevirinin bile çok ötesine geçmiş, bu noktada kalmamış, 2004 tarihinde benimsenen son Yasa’nın, yani 2004 / 5237 sayılı yeni TCY’nin 125’inci maddesine de yine “en az üç kişiyle ihtilat” biçiminde geçmiştir.
Çok, ama çok üzücüdür, bu. Ancak bu gülünç yaklaşıma sıradan bir yanlışlık diyerek göz yummak elbette çok güçtür. Çünkü üzerinde düşünülmeden yapılan sıradan bir sözcük çevirisinin bir hukuk terimine ve kavramına dönüşmesi, elbette sadece kaba saba bir yanlışlık, yalnızca bir güldürü değil, bunun da çok ötesinde bağışlanamaz bir dram, bir ağlatıdır da.
Yoklukta (gıyap) hakaret suçunu yargılayan bir yargıcın, yaşını başını almış iki tanığın, sanığın suçu işlediğine ilişkin tanıklıklarının ardından, tarafların anlamadıkları Osmanlı Türkçesiyle “ihtilat unsuru” oluşmadığı gerekçesiyle bir sanığı aklaması karşısında yakınanın neler düşündüğünü, hatta kurguladığını lütfen bir düşünün!
Yeri gelmişken ayraç içinde belirtmek gerekir ki, 2004 / 5237 sayılı son Türk Ceza Yasası, ne yazık ki, yadırganası biçimde dil yanlışlarıyla doludur (Selçuk, Sami, Doğru Dil ile Türk Ceza Yasası, Birinci Kitap, Genel Hükümler, Ankara, 2023).
Yukarıdaki bilgi yanlışı, bu örneklerden sadece biridir.
O kadar.
Ana dilini iyi bilmeyenler ise, elbette ne bilim yapabilir ne de yasa.
Bu çok önemli kavramlardan biri de hiç kuşkusuz “duruşma”, bütün Batı dünyasındaki doğru deyişle, yerinde terimle “TARTIŞMA”dır (débat, dibatimento).
Nitekim ben, ne zaman bu terim, kavram ve uygulanışı ile karşılaşsam, yargılama etkinliğinin bu en önemli aşamasını böylesine yozlaştırmış, hukuk devrimi adı altında acaba yabancı yasaları almakla yetinmiş bir başka ülke var mı diye sormuşumdur.
Sorumun yanıtı ise bugüne değin şu olmuştur: Yok.
Tanzimat’tan, özellikle de Cumhuriyet’ten bu yana hukukta yaşadığımız yargılama çilelerinin, bunalımlarının nedeni büyük ölçüde işte bu yanılgıdır: Hukuk devrimi diye, hukuk bilimini almadan başka bir ülkenin yasasını almak!?
Nitekim aslında yaşadığımız bu yargılama, özellikle de duruşma yozlaşması gerçeği; yabancı özel ve tüzel kişiler ile Türk özel ve tüzel kişiler arasında yapılan sözleşmelerle de yazılı olarak itiraf ve kabul edilmekte, yani belgeye dökülerek açık itiraf ve kabul edilmekte, sözleşmeci taraflar arasında çıkması olası uyuşmazlıklarda Londra, Viyana, Paris vb. yabancı ülke mahkemelerinin yetkili olacakları insanlarımızca, Türkiye’mizce bile benimsenip belgelenmektedir.
Türkiye, Türk mahkemelerini, yargıçlarını küçük düşüren, çok da utandıran bu tür koşulları bilimin ışığında çok iyi düşünmek ve değerlendirmek zorundadır, efendiler, ey Türk hukukçuları!.
Bu arada Türk hukukçusu da, hukukun sağlıklı olarak nasıl öğrenileceğini ve uygulamaya nasıl yansıtılıp yaşanılacağını ortaya koyan Japon örneğini çok iyi anlamalı; hukuku yorumlar ve uygularken Türkiye’nin Batı hukukunu bilimsel kavramlarla kökten sürme değil, bu hukukun ürünü olan ve, deyiş yerindeyse, eyyama göre değişen yasalarla, yani daldan sürme, bilim dışı, tarih dışı, zaman dışı, skolastik, dogmatik ve şematik soyutlamalarla, yabancılaşmayla, hukuk ile yasayı birbirine karıştıran, sıradan ve bulamaç kılıcı, ayaküstü geliştirilen “kötü bilinç’le (mauvaise conscience), asıl olan hukuku bilimsel boyutundan soyutlayarak aldığını, Hegel’in belirttiği gibi, Minerva’nın baykuşunun ancak gün batınca uyandığını asla unutmamalıdır.
Zira sağlıklı bir hukuk devrimi yapabilmek için, hukukçunun yasalarını aldığı ülkelerin dünyasını yaşaması, yasaları çevirmekle yetinmeyip, o dilin kavramlarıyla düşünmeye başlaması vazgeçilemez bir zorunluluktur.
Tersi durumda, yani bu zorunluluğun yerine getirilmemesi durumunda Türk hukuku ve uygulaması, “şaşırmışların labirenti”nde, açmazında yaşamayı, insanlarını da süründürmeyi sürdürüp duracaktır.
Oyunlar kuramı ile diferansiyel geometri alanında köklü değişiklikler yapmış olan ve 1994’te Nobel Ekonomi Ödülünü kazanan Amerikalı dâhi matematikçi John Forbes Nash (1928-2015), Türkiye’ye geldiğinde çok önemli bir uyarıda bulunmuştur: “İyi matematik bilmeyen toplumlarda adalet (hukuk) yoktur.”
Çok doğru.
Lütfen bu belirlemeyi hiçbir zaman unutmayalım.
Ben, kendi çapıma, bütün bunları gözetmeye çabalayarak, her şeyden önce hukuk fakültelerinde mantık ile simgesel matematik (matematiksel mantık) derslerinin; özellikle de ilkin kendi ilgi alanım olan geniş anlamda “suç hukuku dogmatiği”nin, daha sonra da yazılı “dogmatik suç hukuku”nun okutulmasını önermekteyim. Nasıl yetkin bir dille yazmak ve konuşmak isteyen bir insan, önce o dilin gramerini iyi bilmek zorunda ise, iyi bir hukukçu da dogmatik hukuku, yani yasaları iyi uygulamak istiyorsa, ilkin hukuk dogmatiğini, yani gramerini iyi bilmek ve özümsemek zorundadır.
Unutulmamalıdır ki, yasaları, yani dogmatik hukuku bilim üretmez. Gereksinmelere göre yalnızca yasa yapıcılar, yani yasama organları, meclisler üretir. Hukukçulardan oluşmayan yasa yapıcının ürettiği dogmatik hukuk ise, her zaman hukuk dogmatiğine, hukuk bilimine elbette uymaz, uymayabilir. Zira Carl Schmitt’in, Hobbes’a yollama yaparak vurguladığı gibi, “yasayı yapan; doğru olan değil, güçtür” (auctoritas non veritas facit legem).
Bu yüzden “sağ gözü sol göze muhtaç eyleme”yen bir hukukun kendi diliyle, kirlerinden arınmış kavramlarıyla, terimleriyle, yöntemleriyle doğru algılanıp yorumlanması bilimin işidir. Uygulamacılar, yargıçlar, savcılar, avukatlar, kısaca hukuk uygulayıcıları, eğer dogmatik hukuku, hukuk dogmatiği, bilimi doğrultusunda uygulayabilirlerse, her şeye karşın, ancak işte o zaman olması gereken düzgülerle özünde bir değerler düzeni kurmayı amaçlayan ve “ne yapmam gerekir?” sorusunun yanıtlayabilen sağlıklı bir hukuk düzenine ulaşılabilecek ve insan da, böylelikle zorlayıcı bir kurala değil, kendi mutluluğu için öngörülmüş doğru ve geçerli bir kurala, daha doğrusu bizzat kendisine uymuş olacaktır. (Benzer görüş için bkz. Aral, Vecdi, s. Toplum ve Adaletli Yaşam, İstanbul, 1983, s. 96).
Özetle, efendiler, övünmeyi bırakıp, itiraf ve kabul edelim, sonra da ne yapacağımıza karar verelim, artık: Türkiye, köklü bir yanılgı içindedir: Dogmatik hukuk düzeniyle, yani yasalarla hukuk bilimini, hukuk dogmatiğini birbirine karıştırmaktadır. Dolayısıyla hukuk bilimini, hukuk dogmatiğini öğrenmeden Batının dogmatik hukukunu, yani yasalarını uygulamaya kalkışmış ve bu yüzden de hukuk uygulaması yozlaşmıştır.
Zamanaşımıyla düşürülen Sivas katliamı ve davası, amiraller olayları ve benzeri davalar, yargılama etkinliğinin, özellikle de duruşma (tartışma) aşamasının ne denli yozlaştıklarının birer belgesidir, aslında.
Bunları hiç unutmayalım.
Arkası sürecek... /././
Haram faizin stopajlı vergisi…-Murat Batı-
9 Temmuz 2025 günü yayımlanan Resmi Gazete’de yer alan 10041 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile vadesi 6 aya kadar olan mevduatlara ilişkin stopaj oranı yüzde 15'ten yüzde 17,5'e; vadesi 1 yıla kadar olan mevduatlara ilişkin stopaj oranları ise yüzde 12'den yüzde 15'e yükseltildi.
Gerçek kişilerin elde ettikleri gelirler üzerinden gelir vergisi alınır; ev alım-satımından, kira gelirinden, avukatlık, doktorluk gibi serbest meslek kazançlarından, devlet tahvili ve hazine bonosu faizlerinden, kur korumalı mevduatlardan, mevduat faiz gelirlerinden ve daha birçok gelirden.
Elde edilen gelir genel olarak mükellef tarafından vergi idaresine beyan edilerek ödenir; örneğin kira geliri elde eden Nesrin Hanım’ın kendisi, kira gelirini yıllık gelir vergisi beyannamesiyle beyan eder ve öder.
Ancak bazı durumlarda geliri elde eden değil de başkası (vergi sorumlusu) vergisini kaynağında keser yani kişiye geliri vermeden önce vergisini keser -ki buna tevkifat ya da stopaj da denilir- ve yine bu kişi tarafından vergi idaresine beyan edilir ve ödenir.
Mevduat faizlerinden elde edilen gelirlerden vergi alma stopaj yöntemiyle yapılır. Örneğin X Bankası vadeli mevduat hesabındaki parasından dolayı 10 bin lira faiz elde eden Mehmet Bey’e bu para verilmeden önce X Bankası tarafından belli oranda -vadeye göre yüzde 10, 12 ya da 15- vergi kesilir vergi dairesine yine aynı banka tarafından beyan edilip ödenirdi.
Ancak 9 Temmuz 2025 gece yarısı yayımlanan Resmi Gazete’de yer alan 10041 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile vadesi 6 aya kadar olan mevduatlara ilişkin stopaj oranı yüzde 15'ten yüzde 17,5'e; vadesi 1 yıla kadar olan mevduatlara ilişkin stopaj oranları ise yüzde 12'den yüzde 15'e yükseltildi.
Oranlar hep böyle miydi?
Mevduat faizlerine uygulanan stopaj oranları vadesine bakılmaksızın hep yüzde 15 idi. 2012’li yıllarda Maliye Bakanı Mehmet Şimşek idi ve her konuşmasında mevduat faizlerinden yapılan yüzde 15’lik vergi kesintisi ile ücretlerden yapılan vergi kesintisini karşılaştırıp adaletsizliği vurguluyordu. Bunun düzeltilmesi gerektiğini de sık sık vurgulayan Şimşek, özellikle ülke vergi sistemimizin Robin Hood Vergi Sistemi olduğunu bunu daha da adil hale getireceğini belirtip duruyordu.
Ücretlerden alınan gelir vergisinin mevduat faizlerinden alınanlara kıyasla daha yüksek olduğunu belirttiği yine bir gün -tarih 1 Ocak 2013- yayımlanan Resmi Gazete’deki 2012/4116 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla mevduat faizlerinden alınan gelir vergisi stopaj oranları vadeye göre şekillendirildi;
Vadesine bakılmaksızın yüzde 15 olan stopajlar vadeye göre düşürülmüş ve şöyle olmuştu;
6 aya kadar (6 ay dâhil) yüzde 15
1 yıla kadar (1 yıl dâhil) vadeli hesaplarda yüzde 12
1 yıl üzeri hesaplarda yüzde 10 olarak uygulanacaktı.
Böylece vadesi 1 yılı aşan TL mevduat hesaplarına yüzde 15 değil yüzde 10 stopaj uygulanacaktı. Şimşek, Robin Hood felsefesini yanlış anlamıştı sanıyorum.
Bu oran yapısı uzunca bir süre böyle devam etti. Pandemi gelip kapıya dayanana kadar elbette. Üstelik döviz krizi de baş verince yeni bir düzenleme yapılması gerekti.
30 Eylül 2020 tarihli 3032 sayılı Cumhurbaşkanı Kararıyla stopaj oranları bu kez
6 aya kadar (6 ay dâhil) yüzde 5
1 yıla kadar (1 yıl dâhil) vadeli hesaplarda yüzde 3
1 yıl üzeri hesaplarda yüzde 0 olarak değiştirildi.
Bunun uygulanma süresi birçok Cumhurbaşkanı kararıyla defalarca uzatılıp durdu.
Ve 1 Mayıs 2024 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 8434 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile TL mevduat hesaplarından elde edilen faiz gelirlerine uygulanacak stopaj oranları
6 aya kadar (6 ay dâhil) yüzde 5’ten yüzde 7,5’e
1 yıla kadar (1 yıl dâhil) vadeli hesaplarda yüzde 3’ten yüzde ’5’e
1 yıl üzeri hesaplarda yüzde 0’dan yüzde 2,5’e yükseltildi.
Bunun da 31 Temmuz 2024’e kadar geçerli olacağı belirtildi. Sürenin bitiminde yani 1 Ağustos 2024 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 8775 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile TL mevduat faizlerine aynı stopaj oranının uygulanacağı ama bunun da 31 Ekim 2024’e kadar uygulanacağı belirtildi. Bu Cumhurbaşkanı Kararı ile KKM’ye de stopaj getirilerek bir dönemin daha sonuna gelindiğinin de sinyali verilmiş oldu.
1 Kasım 2024 tarihli 9075 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile TL mevduatlarına uygulanacak gelir vergisi stopaj oranları
6 aya kadar (6 ay dâhil) yüzde 7,5’ten yüzde 10’a
1 yıla kadar (1 yıl dâhil) vadeli hesaplarda yüzde 5’ten yüzde ’7,5’e
1 yıl üzeri hesaplarda yüzde 2.5’ten yüzde 5’e yükseltildi. Bunun da 31 Ocak 2025’e kadar geçerli olacağı belirtildi.
Ve 1 Şubat 2025 tarihli Resmi Gazete’de yer alan 9487 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile TL mevduatlarına uygulanacak gelir vergisi stopaj oranları
6 aya kadar (6 ay dâhil) yüzde 10’dan yüzde 15’e
1 yıla kadar (1 yıl dâhil) vadeli hesaplarda yüzde 7,5’ten yüzde ’12’ye
1 yıl üzeri hesaplarda yüzde 5’ten yüzde 10’a yükseltildi.
Bunun da 30 Nisan 2025’e kadar geçerli olacağı belirtildi. Ancak 30 Nisan 2025 tarihinde yeni düzenleme es geçildi yani yeni bir değişiklik yapılmadı.
Ve 9 Temmuz 2025 günü yayımlanan Resmi Gazete’de yer alan 10041 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile vadesi 6 aya kadar olan mevduatlara ilişkin stopaj oranı yüzde 15'ten yüzde 17,5'e; vadesi 1 yıla kadar olan mevduatlara ilişkin stopaj oranları ise yüzde 12'den yüzde 15'e yükseltildi.
/././
CRINK: Başkaldıranların mihveri -Ahmet Çelik Kurtoğlu-
D. Trump Çin’in, ondan önce Japonya’nın, Kore’nin, ABD’den teknoloji çaldığı iddiasıyla uluslararası ticareti alt üst ediyor. Bundan zarar gören ABD’li tüketici, üretici olduğu kadar, ticaret kanallarını değiştirmek zorunda kalan ihracatçı ülke üreticileridir.

İkiz Kuleler, Nato genişlemesi, Şangay Beşlisi
The Axis of Upheaval, New York’ta ikiz kuleleri hedef alan saldırı akabinde Başkan Bush’ın Müslüman ülkelerle ilişkilendirdiği ve “kem, kötü” sıfatlandırdığı eyleme atfen bu kez Çin, Rusya, İran, Kuzey Kore’nin (baş harfleri CRINK), kapitalist batı dünyasına karşılık olarak meydana getirdiği bir düzenleme.
CRINK yanında Şangay İşbirliği Örgütü, orta Asya ülkelerinin işbirliği ihtiyacını karşılamak üzere kurulan, diğer kuruluşları örnek alan ama örgüt yapısı, hedefleri onlar kadar iddialı olmayan bir girişim. Birleşmiş Milletler II Dünya Savaşının ardından, ülkelerin anlaşmazlıklarını savaşmadan, görüşerek çözmelerini hedefleyen bir girişimdi.
Avrupa Birliği fikrinin arkasında bunu andıran ve başta Almanya ile Fransa olmak üzere, Avrupa ülkelerinin ABD’ne karşılık, ekonomik başarının önde gelen hedef olduğu bir düzenleme vardı. Elbette AB kadar iddialı olmamakla birlikte Türkiye 1990’lı yılların başında T.Özal’ın liderliği ile jeopolitik öneme sahip olan Karadeniz bölgesi Ekonomik İşbirliği Bildirisi doğdu. Bu da aslında Şangay İşbirliği veya BRICS düzenlemesinden farklı değildi. Kuruluşu izleyen yıllarda genel sekreteri olduğum KEİB, bildiriye taraf olan ülkeleri, aynı dönemde faaliyete geçen EBRD, Avrupa Yeniden İmar ve Kalkınma Bankası’nın özel sektörün yatırım finansmanında destek olmasını sağladı.
KEİB ülkeleri arasındaki ticarette ortak para birimi kullanılması
2012 Temmuz ayında son şeklini alan kurucu metnin hazırlanması ticaretin ortak para birimi ile yapılması arzusunu da vurgulamıştı. DEİK Direktörü olarak katıldığım bu toplantıda belirttiğim gibi, bu ülkeler arasında yapılabilecek ticaretin hacmi, ortak para birimi uygulamasının gerektirdiği sınıra ulaşamayacağı için bu düşünce gerçekleşmedi.[1] Bu konuda atılabilen bir ileri adım, Yunanistan ve Bulgaristan’ın itirazlarına karşın, KEİB Kalkınma Bankası’ın Selanik merkezli olarak kurulması oldu. Banka Türkiye’nin atadığı bir genel müdür tarafından yönetildi. [2]
Neredeydin H. Kissinger?
Ukrayna’yı NATO ile ilişkilendirmek, bilineni Putin’in gözüne sokmak demektir ve bunun başlangıcı 1980 yıllara, Zbig Brzezinski etkisindeki Carter dönemine, ardından önce Bill sonra Hillary Clinton dönemine gider.
Marshall yardımına karşılık BRI
W. Churchill’in Zorlamasıyla II Dünya Savaşına Katılan ve Hitler Almanya'sının savaşı kaybetmesinde önemli rol oynayan ABD, Marshall yardımı mekanizmasıyla ABD endüstrisinin Avrupa’nın ayağa kalkmasında etkili olmasında önemli rol oynamıştır. Bu konuyu kısaca hatırlarken üç uluslararası stratejinin uzmanının siyaset yapma tarzının sonuçlarına değineceğim. Bu üç isim H. Kissinger, Deng Xiao Ping ve Zbig Brzezisnki’dir.
ABD Brzezinski ile kaba kuvvet gösterisindeyken, sevgili anneannem Fahriye Hanım'ın ifadesiyle, “yecişle mecüş”ün (Çinlilerin) yönettiği ve aslında binlerce yıl geriye giden Çin yönetim felsefesini yansıtan BRI-Köprü ve yol politikası dünyayı ustalıkla örüyor. Öyle bir ustalık ki, II. Dünya Savaşı'nın ardından ABD’nin vazgeçilmez uyuşturucu “dolar cinsinden para”yı Marshall yardımı kisvesi altında hedef ülkelere sokması stratejisine rakip oluyor. Biri Polonya, diğeri Alman Yahudisi olan Z. Brzezinski ile H.Kissinger, küresel politikada farklı sonuçlara yol açan hareketleri getirmiştir.
Henry Kissinger uluslararası sorunların, gerginliklerin, konuşarak halledilmesi için çalışırdı. Nitekim keskin bir antikomünist olan R. Nixon ile Çin’in tarihi Lideri Mao Zedong’un’ bir araya gelmesini, diyalog oluşturmalarını sağlamıştır. Kissinger’den beş yaş daha küçük olan Z. Brzesinzki’nin dünyaya hediyesi ise “komünizm”in yayılması tehdidine karşı İslam’ı örgütlemek, Pakistan, Afganistan’dan başlayarak kuzeyde Türkiye’yi güneyde, kuzey Afrika ülkelerinden doğu Akdeniz’e kadar bölgeyi içine alan yeşil hilal olmuştur. Yeşil hilal içinde kalan ülkeler yıllardır kendilerini savaşmaktan, ihtilallerden, müdahalelerden kurtaramamaktadır.
Fare ve kedinin rengi
Burada Çin ve BRI girişimine döneceğim. Çin çok yakın geçmişte en yoksul ülkeler arasındaydı. Cüce Deng’in (Deng xiaoPing, 1978-89) komünist partisi genel sekreteri olmasıyla ülkenin üretim olanakları, Çin’linin çalışma becerisi hareket geçmiş, Deng’in “ kedinin kırmızı veya siyah renkli olması önemli değildir, yeter ki fareyi yakalasın” felsefesi o günlerde 1.3 milyar kişi civarında olan nüfusu harekete geçirmiştir. Bugün Çin Sanayi üretimi, GSMH ölçüleriyle ABD ile rekabet etmektedir. Xi Jinping Çin Komünist partisini, o da Çin ekonomisini yönetmektedir.
Dünyada düzen değişiyor
Üstelik alıştığımız siyasi kavramlar, terminoloji bağlamında değil!
Çin’in, Kore’nin Vietnam’ın başarısı D.Trump’ın ABD düşmanı olarak tanımladığı ihracat ile sınırlı değildir. Çin yıllarca ABD’den teknoloji transfer etmiş, çalmış, ama aynı zamanda binlerce genç Çin’liyi üniversite eğitimi için batıya, özellikle ABD’ne göndermiştir. Xi Jingpin şu sözü sık sık tekrarlıyor, “dünya tarihte görülmemiş dönüşümlerden geçiyor.” Önemli bir karşılaştırma yapalım, Brzezinski’nin akıl hocalığı dini, yani İslam’ı, komünizmin karşısına getirirken, Deng, Çin diplomasisini BRI gibi, ekonomik altyapı ağırlıklı yardım mekanizmalarıyla yayıyor.
MAGA yanılgısının sakladığı bilim ve teknoloji gerçeği
Küreselleşme yanlış algılanıyor. Üretimin tedarik stratejisiyle geliştiğini, ticaretin buna paralel olarak “dikey ağlar” şeklinde evrildiğini yazılarımda tekrarlıyorum. Teknolojik gelişme ve yeni iş modelleri üzerinden işbirliğinin evrilmesi, bu süreci destekleyen ana etkendir. D. Trump Çin’in, ondan önce Japonya’nın, Kore’nin, ABD’den teknoloji çaldığı iddiasıyla uluslararası ticareti alt üst ediyor. Bundan zarar gören ABD’li tüketici, üretici olduğu kadar, ticaret kanallarını değiştirmek zorunda kalan ihracatçı ülke üreticileridir. Teknoloji hırsızlığı iddiasının yersizliğini göstermek üzere Nature dergisinin yayınladığı bazı bilgilere yer vereceğim.
Bugün dünyada ARGE çalışması ve teknoloji eğitimi bakımından dünya bilimsel araştırmaları en yakından izleyen ve dünya kamuoyuna duyuran Nature dergisine göre 2016 yılında Çin Bilimler Akademisi birinci sıradaydı, ama Amerikan ve Avrupa araştırma kurumları ilk onda yer alıyordu; Harvard ikinci, Stanford ve MIT beş ve altıncı sıradaydı. Üç ve dört numarada yer alanlar Fransız Ulusal Araştırma Merkezi (CNRS), Alman Max Planck Derneğiydi. Alman Helmholtz Araştırma Merkezleri Derneği, üç ve dört, Oxford ve Cambridge 9 ve 10’uncu sırada yer alıyordu.
Yıllar geçtikçe sıralama değişti. 2020’de Pekin’deki Tsinghua Universitesi ilk ona girdi. CNRS ile Max Planck yerini korudu.2025’te Harvard ikinci, Max Planck dokuzuncu sırada, ilk 8 kurum Çin’den geliyor. ARGE harcamaları reel anlamda yılda yüzde 9 artıyor. Satın alma gücündeki farklılıkları yansıtan uyarlamalardan sonra Çin, Amerikan ve AB’den kurumlarından fazla ARGE ve yüksek eğitim harcaması yapmaktadır. Bu olurken Çin dışındaki araştırmacılar, “deniz kaplumbağaları”, geri dönmektedir.
Bunun sonucu Çinli araştırmacıların yayınladıkları araştırma sonuçlarıyla da birinci sırada yer almalarıdır. Yapay zekâ alanında son gelişmelerin Çin’de olması boşuna değildir. Ülke yalnız bilgisayar, yazılım, yapay zekâ alanında değil, kimya, mühendislik, malzeme bilimi alanlarında da dünya lideridir.
Yazıyı ülkemizin durumuna değinmeden bitirmem elbette düşünülemez. Ülkenin durumu herhangi bir yorum gerektirmiyor. Siyasi tablo çırılçıplak ortada. Ondan daha vahim olan, orta yaşı geçmiş olanları bir kenara bırakın, gençler ve onların eğitimidir. Eğitim almış olan, bir süre sabrettikten sonra ekmeğini Avrupa ülkelerinde arıyor. Belki söylenmesi gereken, hali vakti yerinde olan anne babaların, çocukların üniversite eğitimi için Amerikan, İngiliz, Hollanda okulları yanında yukarıda bazılarının adını andığım Çin okullarını da değerlendirmeleridir.
Gençler arasında liseden sonra iş, eğitim, sosyal deneyim kazanmak üzere bir “gap year” uygulaması yaygınlaşıyor. Bu gap year neden Çin’de olmasın?”
Çin’den (yecüşle mecüşten) çekineceğimize, Küçük Amerika olmak yanında, Çin’den neler öğrenebileceğimizi düşünmemiz gerekmez mi? Bu gelişmelerden sonra, “ama Çin komünist” türü bir karşı görüş olacağını sanmıyorum. “Önemli olan kedinin rengi değil, fareyi yakalaması” sözünü hatırlatmıştım.
Bir yazımda İstanbul havaalanında karşılaştığım, ODTÜ Gaziantep kampüsünde üniversite eğitimin tamamladıktan sonra Çin’de Suzhou’da ilkokul öğretmenliği yaparak sürdürdüğü yaşamdan ne denli memnun olduğunu anlatan gençten söz etmiştim. Bir seyahat sırasında Suzhou’da konaklamış, ne kadar güzel bir yer olduğunu görmüştük.
Üniversite eğitimini başarıyla tamamladıktan sonra öğretmen olarak atanmayı beklerken sürekli hüsranla karşılaşan gençlerimizin bu öneriyi değerlendireceklerini düşünüyorum. Doktorlarını, mühendislerini Avrupa ülkelerine kaptıran, hatta "giderlerse gitsinler" diyerek kendi başarısızlıklarını dillendirenler bu durumda ne der, bilemem. Belki benimsedikleri, “kültür Doğu'dadır felsefesi” nedeniyle bu öneri cazip bile gelebilir.
[2] Yunanistan Türkiye’nin uluslararası planda yaptığı tüm hamlelere veto koyar. Türkiye ne yapmıştır? Yunanistan 1974’te NATO’dan ayrılmış, 1980 ‘de AB ne üye olduktan sonra NATO’ya geri dönmüştür. Bu süreçte dönemin Türk hükümeti (12 Eylül 1980 Hükümeti), Yunanistan’ın bu talebine veto koyma hakkını kullanmayarak çok önemli bir fırsatı kaçırmıştır. Artık Türkiye’nin AB üyeliği önünde kendi hukuk, insan hakları eksikleri, kusurları yönetiminin vetosu vardır. Diplomaside hata biri kere yapılır, yıllarca bedeli ödenir.
/././
Sosyal sorumluluk şahane, sendikal faaliyet şeytani!-Candan Yıldız-
Çiçek üretimi yapan Queen Seracılık’ta sendikal faaliyet yürüten altı kadın, farklı gerekçelerle işten çıkarıldı.

Bir Danimarka firması olan, çiçek üretiminde markalaşmış bir şirket olan Queen Türkiye, sosyal sorumluluk gereği Serebral Palsili çocuklara destek olurken, çocuğuna ekmek götürmeye çalışan kadın işçilere neden benzer sorumluluk duymaz ki?
Queen Seracılık, sendikalaşma faaliyetlerinin öncüsü altı kadını işten çıkardı. Yaklaşık bir haftadır, İzmir-Dikili’deki iş yerinin önünde, güneşin alnında nöbet tutuyor bu altı kadın…
Bir tür sendikal faaliyetlere alerjinin yüksek olduğu İzmir Büyükşehir Belediyesi’ni mi rol model aldılar bilinmez ama yangınların kavurduğu İzmir’de hayat cehennem bazıları için…
Sendikal faaliyetlerin işten çıkarma gerekçesi yapılamayacağını biliyoruz. Bu nedenle bu altı kadın farklı gerekçelerle işten çıkarılmış. Mesela kod 46: İşçinin, işverenin güvenini kötüye kullanmak, hırsızlık yapmak, işverenin meslek sırlarını ortaya atmak gibi doğruluk ve bağlılığa uymayan davranışlarda bulunması…
İşten çıkarmayı SGK’dan gelen mesajla öğrenmiş kadınlar. Hatta “işten çıkarılma kodum üç gün sonra değişti” diyen de var.
Şimdi o kadınlara kulak verelim. Onlar anlatsınlar DİSK’e bağlı Birleşik Tarım Orman İşçileri Sendikası (BTO-SEN) bünyesinde örgütlenme sürecini ve sonrasını.
“Kafasına sıkarız diye haber gönderdiler”
Sibel Kavram, 8 yıldır Queen Seracılık’ta sevkiyat bölümünde çalışıyordu. Sendikal örgütlenmeyi başlatan kadınlardan biri. İşyeri temsilcisi.
“Erkeklerin ücretleri düşük bulduğu için genelde kadınların çalıştığı bir işyeri burası. Burada baskı ve mobbing vardı. Biz de şartlarımız düzelsin diye sendikal örgütlenmeye gittik. Ben 8 yılın sonunda asgari ücretin biraz üstünde ücret alıyorum. Yılda iki kez bayram ikramiyesi dışında bir hakkımız yok. Örgütlenmeye gittikten sonra tehdit aldım. Şirketin personel servisi işini yapan firmanın patronu ve şoförü bana haber gönderdi, sendikadan çekilsin kafasına sıkarız diye… Tehditle ilgili suç duyuşunda bulundum, dilekçemi verdim ama savcılık beni dinlemedi bile. Karşı tarafın şahitlerini dinledi ve kovuşturmaya yer olmadığına karar verdi. Aksine beni tehdit eden servis şoförü ile eve gidip gelmek zorunda kaldım.
“Seraların sıcaklığı 55-60 derece”
Yasemin Sarı, o da 7 yıl 1 aydır şirketin birçok bölümünde çalışmış. Nerede ona ihtiyaç varsa orada olmuş. Yeri gelmiş dikim/kırım işi yapmış yeri gelmiş yerleri süpürmüş. Sendikanın yedek işyeri temsilcisi, ilk işten çıkarılan da o.
“İlk yıllarda iş buldum diye ümit dolu enerji dolu işime gidip geliyordum. 6 yıl boyunca aynı ücreti aldım. Sendikalaştıktan sonra bu yıl yüzde 15 zam aldım. Uzun çalışma saatleri oluyordu. Zoraki mesai yazıyorlardı. İtiraz ettiğimde tutanak tutmakla tehdit ediyorlardı. İşveren yakın olan işçiler rahat işlerde çalışırken, bizler ağır işlere sürülüyorduk. Sendikal çalışmalara başladık yaklaşık bir yıl önce. Seraların sıcaklığı 55-60 derece. Yaptığım iş ağırdı. Bir gün amirimiz olan mühendis kadından bölüm değişikliği talep ettim. Bana “aptal, mal, geri zekalılar” gibi hakaretlerde bulundu. İlk ben çıkarıldım. Allah korkusu olan hiç kimse 7 yıl boyunca işimi eksik yaptığımı söyleyemez. DİSK üyesi kalmaması için her şeyi yapıyorlar. Sonuna kadar gideceğiz. İşe geri alınmak ve haklarımızı almak istiyoruz.”
“Bize karşı başka bir sendikayı devreye soktular”
Meltem Karabıyık, o da paketleme bölümünde çalışıyor. 7 yıldır çalıştığı işyerinde kendilerine saygı duyulmadığı için sendikalaşmaya gidiyorlar.
“Amirlerimiz sürekli bağırıyordu, küçümseyici tavırlar sergiliyorlardı. Sendikal faaliyetlerimizi ilk başta gizli yürüttük. Üç ayda yetki almayı başardık. Yemekhanede sandık kurduk ve baş temsilci seçildim. Yetkiyi aldıktan sonra itiraz etti işveren. Yerel mahkeme bizi haklı buldu. İşveren buna da itiraz etti ve istinafa taşıdı. Bu esnada toplu iş görüşmeleri başladı. 30 maddede anlaşıldı. Islak imzalar atıldı. Konu ücretlere zamda tıkandı. Sadece bayram ikramiyesine 6 bin zam teklif ettiler. Görüşmeler kesildi. İşveren başka bir sendikayı araya soktu. Gerginlik yarattı çalışanlar arasında. Bu arada istinaf kararı bozdu. İşverene güven geldi. Diğer sendikaya üye olanlara bayram ikramiyesini daha fazla verdi. Bizi de bu arada işten çıkardılar. Anayasal hakkımızı kullandık. Yetkiyi aldık ve buna saygı duymalılar.”
Yöneticiler, idari birim çalışanları dahil 350 kişinin çalıştığı Queen Seracılık’ta diğer çalışanlar da tedirgin.
Anlatılanlar, iddialar bizzat Çalışma Bakanlığı’nın da konusu. Zira Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan nisan ayında şöyle konuşmuştu:
“Sendikal örgütlenme, bu noktada vazgeçilmez bir yere sahiptir. Bu süreçte sendikalar, çalışanların haklarını savunmak, onları temsil etmek ve güçlendirmek için kritik bir görevi yerine getirmektedir.”
Sabah 9’da işe gelir gibi her gün işyeri önündeki çadıra gelen altı kadın, hak nöbetini tutmaya devam ediyor. Sendikalı olmayı, sendikal faaliyetleri kriminalize etmenin suç olduğunu bilerek seslerini duyurmaya çalışıyor.
/././
Ayşe Barım’ın çiğnenen onuru -Tuğçe Tatari-
Ayşe Barım yargılanırken çok az sayıda oyuncu, çok az sayıda film ve dizi yapımcısı, az sayıda gazeteci vardı. Koca bir sektör korkmuş, sinmiş ve Barım’ı terk etmiş görünüyor. Oysa hâlâ anlayamadılar; yalnız bıraktıkları her hikâyenin sonunda kendileri de yalnızlaşıyor!.. İnsan, Ayşe Barım’ın, tutamadığı gözyaşlarıyla yaptığı savunmaya tanıklık ederken hakikaten utanıyor…

25 yıllık meslek hayatımda birçok duruşma izledim.
Çoğu, devletin karanlık yüzü ile temas eden, temas ettiği yapıyı da gayet iyi tanıyan insanlara ilişkin davalardı.
Hâliyle politik davaların politik muhatapları olur.
Bu defa farklı, Ayşe Barım politik bir insan olmadığı gibi, politik hassasiyetlerin de farkında değil.
Başına bir şekilde bir iş gelmiş, nedeni de hâlâ tam anlaşılamadı bence!
Kimi diyor ki, “Sektörde büyük dilimi o yiyordu, üzerine çöktüler…”
Kimi diyor ki; “Ekrem İmamoğlu’ndan önce Ayşe Barım’ı aldılar ki oyuncular, şov dünyası korksun ve ses çıkartamasın…” “AK Partili bir yapımcıya kötü davrandığı için” bile bunun başına geldiğine inanlar var.
Sonuçta Ayşe Barım işinde çok başarılı, müşterilerini (oyuncular) fazlasıyla memnun eden bir menajer.
Burada hemen dış sesler devreye giriyor, “Katı bir insanmış” diyorlar.
Sözüm ona, “birçok ayağını kaydırmış…” Burada da devreye ben girmek istiyorum ve “Bize ne bunlardan” deme gereği hissediyorum.
Konumuz bu değil ki!
Konumuz sadece Ayşe Barım’ın dev bir hukuksuzlukla, dev bir suçlamayla karşı karşıya olması.
Tıpkı tüm politik davalarda olduğu gibi!
Aniden önce sosyal medyada başlayan bir linç sürecinin finalinde Gezi dosyasına eklenmiş.
Birileri istemiş, birileri de yapmış.
Olaya bak!
Ha diyeceksiniz ki, Gezi dosyası tamamen kurmaca değil mi zaten!
İşte ben de diyorum ki; dosya zaten -bir ara yerel mahkeme de beraat ve tahliye kararları vermişti- bomboştu, işin Ayşe Barım kısmı o boşluğun da ötesinde.
Ayrıca kadın ağır hasta, kalbi ve beyninde ciddi sorunları var. Acilen tahliyesi gerekiyor.
Üstüne basa basa ve tekrar söylüyorum; konunun Ayşe Barım’ın iyi veya kötü, şöyle ya da böyle bir insan olmasıyla ilgilisi yok.
Türkiye’de devletle hiç temas etmemiş, ederse neler yaşayacağından da bîhaber biri…
İnsan savunmasını dinlerken, gözyaşlarını tutamadığına tanıklık ederken hakikaten utanıyor.
Herkes politik olmak zorunda, herkes asgari bir politik söylemi tutturmak zorunda mı? Misal, sözüm ona “iyi biri değil” iddiasıyla nitelenen birinin hakkı yenebilir mi?
Türkiye komuoyunu anlamak da güç…
Ayşe Barım’ı genç bir muhabirken tanıdım, hep en iyi oyuncuları elinde tutan sert mizaçlı biriydi. İşi de buydu gerçi; oyuncularının menfaatini gazeteciler karşısında en yüksekte tutan biri… Çok başarılıdır işinde diyorum ya, tamamen gerçeği yansıtıyor bu ifade.
Ama gelin görün ki Ayşe Barım yargılanırken çok az sayıda ve sadece kendisiyle çalışan oyuncu, çok az sayıda film ve dizi yapımcısı, az sayıda gazeteci vardı.
Bir davet verse eminim en az beş-on katı katılım sağlardı.
Koca bir sektör korkmuş, sinmiş ve Ayşe Barım’ı terk etmiş görünüyor.
Oysa hâlâ anlayamadılar; yalnız bıraktıkları her hikâyenin sonunda kendileri de benzer bir şekilde bu sistemin, bu iktidarın, bu düzenin hedefi olabilir ve yapayalnız kalabilirler.
/././
T-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder