Seçmeni ikna edemiyorsan, seçileni teslim al -Berkant Gültekin-
Futbolda transfer dönemine denk gelen yaz aylarında genelde kulüplerin transfer ajandaları gündem olur. Ancak bu yaz bir değişiklik var. Siyasetteki transferler ve transfer söylentileri, futbol kulüplerinin transferlerinden daha çok konuşuluyor.
AKP, 2023 genel seçimlerinden bu yana farklı partilerden 11 vekili kadrosuna kattı. Hezimete uğradığı geçen yılki yerel seçimlerinin ardından ise toplam 56 belediye başkanını yönettikleri belediyelerle birlikte kendi himayesine geçirdi.
Son olarak uzun yıllardır CHP’de siyaset yapan Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu da tahammülü zor tavırlar ve açıklamalar eşliğinde AKP’ye katıldı. Yakın siyasi tarihte buna denk bir rezaleti bulmak güç. Çerçioğlu adını kapkara harflerle tarihe yazdırarak şimdiden unutulmayacak bir miras bıraktı.
Hakkında dosyalar hazırlandığı söylenen Çerçioğlu’nun AKP’ye katılmasından birkaç gün sonra, Aydın’a kapalı olan musluklar da açıldı. İller Bankası, Aydın BB.’ye 860 milyon liralık finansman sağladı. Böylece teslimiyetin ödülü, herkesin gözüne sokulurcasına verilmiş oldu. Tabii Çerçioğlu yargısal bir zırh da kuşandı. Artık tepeden topuğa gerçek bir dokunulmaza dönüştü.
AKP Türkiye’si tam bir fırsatlar ülkesi! Aziz İhsan Aktaş’a ihale verdiği için hapse girme riskiyle karşı karşıya kalan bir belediye başkanı, “akıllı” davranırsa yüz milyonlarca liralık bir ödeneği kapabiliyor. Devletin gözünde “olağan şüpheli” iken bir anda “muteber başkan”a evrilebiliyor.
Muhalefet saflarındaki tüm belediye başkanlarına verilmek istenen mesaj tam olarak bu: “Sizi namuslu olmak, kanuna-kitaba uymak, yolsuzluk yapmamak kurtarmaz, biat etmek kurtarır.” Rejim bu yolla, sandıkta kaybettiğinin bir bölümünü, devletin ekonomik ve yargısal tüm olanaklarını kullanarak himayesi altına almak üzere bir süreç yürütüyor.
Havuç-sopa dinamiğine dayalı bu süreç, maskeleme gereği duyulmadan, kasıtlı olarak ayan beyan yapılıyor. Çünkü her muhatabın, şüpheye düşmeyecek şekilde verilmek istenen mesajı alması isteniyor. Baş eğmeyen baş veriyor, baş eğen rahat ediyor. Düzenin işleyiş sistematiği tam olarak böyle. Çerçioğlu gibiler baş eğip rahat etti, baş vermeyenler 6 metrekarede yatıyor.
Erdoğan’ın iktidarını korumak için bu tür yollara sapmaktan başka şansı kalmamıştı. İktidarın toplumdan rıza alma olanakları tükenince, siyasi elitler üzerinden oyun kurgulanmaya başlandı. Seçmenin ikna edilemediği ve yakın vadede de edilemeyeceği gerçeğinden yola çıkılarak, seçmenin seçtiğini teslim almanın tek geçerli yöntem olduğuna kanaat getirildi.
Bu plan aynı zamanda muhalefetin 19 Mart operasyonu sonrası kazandığı ivmeyi de kırmayı amaçlıyor. Kirli transferler, toplumsal rüzgârı arkasına alan CHP’ye rejimin verdiği bir yanıt olarak okunabilir. Esasında ilk tasarı bu değildi. İmamoğlu’nun tutuklanmasından sonra CHP’nin kaosa sürükleneceği ve Özgür Özel’in liderliğinin sarsılacağı düşünülüyordu fakat sonuç tam tersi oldu.
19 Mart’tan sonra halkın büyüyen tepkisine sahip çıkan ve etkin muhalefet performansıyla birlikte iç konsolidasyonunu sağlamayı başaran CHP, rejimin ciddi rahatsızlık duyduğu bir anamuhalefete dönüştü. Operasyonlar, tehditler ve şantajlarla kabaran dalga durdurulamayıp CHP istenilen çizgiye çekilemeyince, bu kez şu an sahnelenmekte olan ikinci plan devreye alındı.
İktidar, muhalefet sathında bir güvensizlik ortamı oluşturmak için propaganda makinesini de tam kapasite çalıştırıyor. Hemen her gün birçok CHP’li belediye başkanı hakkında AKP’ye geçeceğine dönük söylentiler yayılıyor. Bunların küçük bir kısmı gerçek de olabilir ancak yapılmak istenen, suyu bulandırarak muhalefeti içeriden dinamitlemek.
Kuşkusuz bir diğer hedef de siyasetin son dönemde kazandığı içeriği değiştirmek. Siyasetin toplumsallaşması ve kitlesel memnuniyetsizliğin meydanlarda somutlaşması, iktidar açısından endişe verici bir ülke gerçekliğine işaret ediyor. Rejimin istediği, politikadan tamamen yalıtılmış bir toplumsal yaşam.
Motive olmuş bir toplumsal tabanı siyasetten soğutmanın en kısa yolu, siyasal alanı mümkün olduğunca kirletmek, dört bir yana çamur bulaştırmaktır. Şimdi de bundan farklı bir şey yapılmıyor. Halkın siyasetten midesinin bulanması ve evine çekilmesi isteniyor. Zira Türkiye’de AKP iktidarının devam etmesi, yurttaşın olan bitene duyarsızlaşıp ülkenin geleceğinden umudu kesmesine bağlı.
İktidarın tüm bu güç gösterisi, ortada büyük bir siyasal zayıflık olduğu gerçeğini gizlemesin. Ayakta durabilmek için rakibinin sepetindeki çürük elmaları kendi sepetine koymaya çalışan bir zihniyetin çırpınışlarıdır izlediğimiz. Parıltılı sahneleri kırık kolonlar taşıyor. Kimi peşine takarsa taksın, karşısındaki irade dik ve bütün durduğu müddetçe bu düzenin varlığını geleceğe taşıyabilme şansı hâlâ en düşük ihtimaldir.
/././
Patates -Güldem Atabay-
Çiftçi kesimi yüksek maliyet, yetersiz satış fiyatları ve kredi borç yükü arasında sıkıştı. Sorun yeni değil. Çözüm üretilmeyip gündemde kaldığı her gün katlanarak derinleşiyor. Haziran 2025 itibarıyla tarım sektörünün nakit kredileri bir yılda %47 artışla 1,05 trilyon liraya vardı. 2020 yılında imalat sanayisine verilen kredilerin %16’sına denk gelen tarım sektörü nakit kredileri bugün %22’sine ulaştı. Anlamı, çiftçinin verimi artıracak tarım teknolojilerine yatırım yapmak yerine borçla üretim yaptığı, borçla borç kapattığı sürdürülemez bir kısır döngünün içinde olması.
Tüketicinin gıda derdi ayrı bir konu. Gıda enflasyonu- eriyen reel ücret baskısı altında temel gıda ürünlerine dahi ulaşamaz halde. Açlık sınırının 26,413 lira, yoksulluk sınırının 86,036 lira, asgari ücretinse 22, 104 lira olduğu güzel ülkemizde, Türkiye gıda enflasyonunda OECD şampiyonu, dünyanın en yüksek gıda enflasyona sahip dördüncü ülkesi. Gıda enflasyonu, gıdaya ulaşılabilirlik yanında gıdanın kalitesi sorunu da tedirgin edici. Kuraklık, iklim değişikliği, yapay zeka, yeşil enerjiye geçiş gibi her ülkenin ortak sorunlarını hadi şimdilik konu etmeyelim.
Bu zor şartlarla boğuşan tarım sektöründen bu hafta gelen bir haber ibretlik.
Yozgat’ın Aydıncık ilçesinde, maliyetinin altında bile satamadığı bir römork patatesi (150 çuval, yaklaşık 1 ton) üreticinin sorunlarına dikkati çekmek için köy meydanına döken ve bedava dağıtan çiftçi Sadık Erdoğan hakkında Ticaret Bakanlığı soruşturma başlattı. Erdoğan çocukluktan çiftçi ama aynı zamanda CHP Aydıncık İlçe Başkanı. Hal böyle olunca, Ticaret Bakan Yardımcısı Mahmut Gürcan herhalde isminin yüksek yerlerde dikkat çekmesini istemiş olacak ki, muhalefet destekçisi çiftçiye "piyasa dengesini ve serbest rekabeti bozma" ile "piyasada darlık yaratma" iddialarından 17,2 milyon liraya varacak idari para cezası uygulayacaklarını açıkladı. Hızını alamayıp "halkı kin ve düşmanlığa tahrik" ile "Cumhurbaşkanına hakaret" suçlarından çiftçi Erdoğan hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını ilan etti.
Gürcan’ı geçelim. Patates ve çiftçi Erdoğan’ın anlattığı gerçeklere bakalım.
Türkiye’de patates 1,5 milyon dekar alanda üretiliyor. 1999 ile 2025 arasında nüfusun kabaca 30 milyon artmasına rağmen patatesin yıllık üretimi 5,5-6,5 milyon tonda. Bu üretimin yüzde 13’ü Niğde’de, kalanı ağırlıklı olarak Afyon, Konya, İzmir, Nevşehir, Kayseri, olmak üzere 71 ile dağılıyor. Dünyada patates üretiminde 14. sırada ve 37,4 ton/ha ile 35 ton/ha olan AB ortalamasının üstünde verime sahip. Kişi başına tüketim senede 52 kilo ve yıllık üretiminin %0,5’ini de Irak, Suriye, Gürcistan gibi ülkelere ihraç ediyor.
Buraya kadar sayılar harika da o zaman neden patates üreticisinin malı tarlada kalıyor? Sene başından bu yana sadece patates üreticisi değil, domates, antep fıstığı, bezelye, soğan, buğday, arpa, kavun, karpuz, kayısı üreticileri de birçok eylemde sokaklara döküldü. Ne istiyor çiftçi, neyi alamıyor devletten?
Hepsinin ortak hikayesi girdi maliyetlerinin artışına ve ürettikleri ürünlerin enflasyon karşısındaki değer kaybına dayanamayacak noktaya gelmelerinde saklı.
Patates üretiminde değişken masrafların payı % 80 civarında. Yani tohum, gübre, ilaç, elektrik, su. Gübre, ilaç hatta patatesin tohumu bile ithal; fiyatı dövizle oynuyor. Sulama için ödediği elektrik faturaları dövize bağlı. Borcunu ödeyemezse şalter iniyor. Su kesilirse senede en az 10 kez su isteyen patates tarlada kuruyor.
Patates ilk Nisan’da Çukurova’da başlıyor, hemen tüketiliyor. Yaz sonu Niğde’nin patatesi devreye giriyor, kışlık olanı ise Ekim-Kasım’da sökülüp bahara kadar depolarda bekliyor. Ama çoğu öyle modern depolarda değil. Örneğin Türkiye’nin en çok patates üreten ili Niğde’de tek lisanslı depoculuk şirketi 2022’de kuruldu ve 2024 sonunda faaliyete başladı.
Patates yola çıktıktan sonra köyden şehre, halden markete, üç-beş el değiştiriyor. Her el biraz daha kâr koyuyor. Üretici kazanamıyor, tüketici ucuz alamıyor. Çiftçi diliyle “tüccar, simsar” gayet güzel kazanırken işin yükünü sırtlayan da patatesi sofraya koyan da kaybediyor. Bugün Türkiye genelinde ortalama olarak üretici, yetiştirdiği patatesi kilogram başına tarlada yaklaşık 9 TL’ye satıyor, market fiyatı olarak da tüketicinin karşısına 17-18 lira arasından çıkıyor. Düz üretim maliyeti çiftçi için kilogram başına yaklaşık 10 lira.
Tarımda yaşanan planlama sorununu çözmek, Türkiye’yi iklim kriziyle birlikte değişmesi gerek ürün desenine hazırlamak için bir siyasi iktidar 25 senede tarım için bir master plan yapmaz mı? Türkiye’de en son genel tarım sayımı 2001’de yapıldı. Bakan’a göre TÜİK’le Eylül 2024’te imzalanan “Genel Tarım Sayımı” protokolüne göre, tarım sayımı 2026’da. İnşallah.
Tarım ve Orman Bakanlığının Strateji Geliştirme Başkanlığı’nın “geliştirdiği” stratejiye göre arz fazlalığı olan dönemlerde patatesin kamu kurum ve kuruluşlarda tüketiminin artırılması talimatı devreye girecek. Bu çözüme de maşallah diyebiliriz herhalde. Master plan yoksa bu “strateji” var.
Patates bu ülkenin en mütevazı yiyeceği. Ama onun hikâyesi aslında memleketin tarım hikâyesi. Üreten de yiyen de mutsuz. Artan üretim maliyetleri (gübre, mazot, tohum), düşük satış fiyatları, yüksek borç yükü ve yetersiz hedefsiz devlet destekleri ile plansız üretim. Çözüm elbette var. Devlet elini taşın altına koyar, TMO devreye farklı şekilde girer, planlı üretim yapılır, çiftçi örgütlenir, o örgütler farklı çalıştırılır. Asgari olarak bunlar yapılmadıkça çiftçinin çilesi bitmez.
Evet, “tarımda Avrupa’da birinciyiz”. Verimli geniş topraklar, dört mevsimin varlığı, çiftçinin üretime sadakati sayesinde Türkiye’de tarımsal üretimin yüksek olması ülkemizin “fıtratında var.” Ancak fıtratın bu kadar gamsızlıkla sömürüldüğü başka ülke örneği çok az.
Yozgatlı çiftçilerin mitinginde, “Turp ile şalgam ile ülke yönetilmez” diyerek hafızamıza kazınan çiftçi Abdullah Ceylan’ı da anmadan geçmeyelim.
/././
Erbaş’ın skandal dolu sekiz yılı -Mustafa Bildircin-
BirGün, VIP hac, lüks otel toplantıları ve Audi A8 tartışmalarıyla geride kalan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın sekiz yılına mercek tuttu. Görev süresinin dolmasına 29 gün kalan Erbaş’tan geriye skandallarla dolu 8 yıl kaldı.
Diyanet İşleri Başkanlığı’na 17 Eylül 2017 tarihinde atanan Ali Erbaş, görevindeki ikinci döneminin sonuna geldi. BirGün, Erbaş’ın sekiz yıllık görevi sürecindeki tartışmalı uygulamalarını inceledi.
Diyanet İşleri Başkanı Erbaş’ın Başkanlıktaki sekiz yılı VIP hac, Audi A8, lüks otel toplantıları ve Atatürk’ün yok sayıldığı resmi bayram tartışmaları ile geçildi. Erbaş’ın Başkanlığı döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı’na duyulan güven, yüzde 2’ye kadar geriledi. Başkanlığa yönelik hemen her eleştiri karşısında sessiz kalan Erbaş, binlerce yurttaş ve çok sayıda gazeteci hakkında suç duyurularında bulundu.
Erbaş’ın Eylül 2017 itibarıyla tartışmalı uygulamalarından bazıları şöyle sıralandı:
• “İki milyon hacı adayı hacca gitmek için sıra bekliyor” dedi, eşini ve akrabalarını defalarca kurasız hacca götürdü.
• “Korkumuzdan yeni araba alamıyoruz” dedi, Audi A8 alarak makam aracı sayısını altıya çıkardı.
• Damadının İsrail destekçisi bir firmanın bölge sorumlusu olduğunu ortaya koyan haberlere tek kelime açıklama getirmedi.
• Şartları tutarak Beykoz’u tercih eden 50 müftü varken Beykoz’a, gerekli şartlara sahip olmayan damadının atanmasına onay verdi.
• “Namaz kılan insan kötülük yapamaz” dedi, kurslarda ve tarikat yurtlarında yaşanan istismar olaylarına tek kelime etmedi.
• 2015 yılında Yenişafak Gazetesi’nde yazdığı yazıları, Diyanet İşleri Başkanı olunca devlet bütçesinden kitap olarak bastırdı.
∗∗∗
KAYINBİRADERE KIYAK
• ‘‘Müslüman, kamu hakkına riayet etmelidir’’ dedi, kayınbiraderi Başer'i kendisine Müşavir atayıp bir gün bile işe gelmeden emekli olmasını sağladı.
• "Müslüman, devlet malını gözü gibi korur" dedi, 15 milyon TL’den fazla kamu zararına yol açan Hadislerle İslam isimli eserdeki basım hatasını ‘görmedi’.
• Kendisine 1 adet VIP Mercedes minibüs, 2 adet Audi, başkan yardımcılarına 6 adet Passat, birim amirlerine de 10 adet Skoda Super B ve 1 adet TOGG aldı.
/././
TÜGVA’cı suç makinesi -İsmail Arı-
TÜGVA’nın eski koordinatörü Sadettin Ceyhan’ın dolandırıcılık ve karşılıksız çek suçundan ceza aldığı, hırsızlıktan ise yargılandığı ortaya çıktı. Ceyhan’ın birçok dosyası da aynı savcı tarafından takipsizlik verilerek kapatıldı.
AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın yönetiminde olduğu Türkiye Gençlik Vakfı’nın (TÜGVA) eski yöneticisinin tartışma yaratacak yargı dosyalarına BirGün ulaştı.
TÜGVA’nın eski Kahramanmaraş İdari İşler Koordinatörü Avukat Sadettin Ceyhan, 30 Ekim 2023 tarihinde bir daireyi iki farklı kişiye sattı. E.A. isimli yurttaş, 2022’nin Mart ayında 150 bin TL para ödeyip sözleşme imzaladıklarını ancak Sadettin Ceyhan’ın yönettiği Ecem Teknoloji şirketinin tapuyu vermediğini ve daireyi bir başkasına sattığını belirtti. İfadesi alınan Ceyhan daireyi başkasına sattığını kabul etti. 23 Mayıs 2025 Ceyhan’da dolandırıcılık suçundan 2 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
KARŞILIKSIZ ÇEK SUÇU
Bir dönem Gelecek Partisi’nin Etik Kurulu üyesi de olan Ceyhan’ın 9 Eylül 2024 tarihinde de karşılıksız çek suçunu işlediği belirtildi. 750 bin TL’lik karşılıksız çek verdiği ifade edilen Petro Asıa Akaryakıt Anonim Şirketi’nin yetkilisi Ceyhan, 23 Ocak 2025’te 740 bin 730 TL adli para cezasına çarptırıldı. Ceyhan karara itiraz etse de Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 25 Haziran 2025 tarihinde Ceyhan’ın cezasını kesin olarak onadı. Verilen cezanın hukuka uygun olduğu ifade edildi.
HIRSIZLIKTAN YARGILANIYOR
Öte yandan Ceyhan hırsızlık suçundan da yargılanıyor. Kahramanmaraş Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı iddianamede Ceyhan’ın, 18 Temmuz 2023 tarihinde hırsızlık yaptığı iddia edildi. Maraş’ta R.T. isimli iş insanıyla kafede görüşen Ceyhan’ın, R.T. tuvalete gittiğinde masadaki cüzdanında bulunan çeki çaldığı belirtildi. İfadesi alınan Ceyhan, iş insanının cüzdanındaki çeki yanlışlıkla aldığını söyledi. Savcılık Ceyhan’ın hırsızlık suçunu işlediği dair dava açılması için yeterli şüphe olduğunu belirterek iddianame hazırladı.
Ceyhan davanın 10 Nisan 2025’te Kahramanmaraş 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen ilk duruşmasına katılmadı. Mahkeme, Ceyhan’ın 11 Eylül 2025’teki duruşmaya zorla getirilmesine karar verdi.
KAPATILAN DOSYALARI
Sadettin Ceyhan’ın birçok dosyası da Cumhuriyet Savcısı İ.Ö.’nün Kahramanmaraş Adliyesi’nde görev yaptığı dönemde kapatıldı. Ceyhan’ın 5 Aralık 2023’te “Özel belgede sahtecilik” sahtecilik suçunu işlediği iddia edildi. Ancak savcı İ.Ö. 21 Ocak 2025’te “Sahtecilik suçunun oluşmadığı” gerekçesiyle, "kovuşturmaya yer yoktur" kararı vererek dosyayı kapattı.
Ceyhan hakkındaki “Sahte dekontlar üreterek özel belgede sahtecilik suçunu” işlediği iddiasının yer aldığı dosya da yine aynı savcı tarafından “Kovuşturmaya yer yok” kararı verilerek 23 Ocak 2025’te kapatıldı.
Sadettin Ceyhan naylon fatura düzenlediği iddiasıyla da savcılığa şikâyet edildi. Diğer dosyaları da kapatan savcı İ.Ö. bu dosya için de kovuşturma yer olmadığına dair karar verdi.
/././
Deprem, dayanışma ve kimlik -Şükrü Aslan-
Deprem ve kimlik ilişkisi, geçtiğimiz yıllarda tanıklık ettiğimiz gibi, ırkçı bir dil ve söylem nedeniyle genellikle olumsuz algılara konu olmuştur. Çağrıştırdığı bu imgeler bir tür ‘kimlikfobi’ ile birleşince vicdani-ahlaki sınırları da zorlamıştır. O kadar ki depremde hayatını kaybedenlerin ‘kimlikleri’, bazı toplumsal kesimlerde belli belirsiz bir sevinç haline bile yol açmıştır. Bu siyasal manzara ne yazık ki ‘kimlik siyaseti yapmamayı’ tavsiye eden ve hatta mecburi hale getirenlerin, gerçekte çok katı şekilde yaptıkları kimlik siyasetinin bıraktığı bir olumsuz mirastır.
Esasen kimlik, daha çok modernleşme sürecinde bir tür kaçınılamaz bir politik imge olarak inşa edilmiştir. Benedict Anderson’un ifadesiyle ‘herkesin bir ağzı ve iki kulağı olduğu gibi, neredeyse bir de ulusu olması gerektiği’ fikri ‘kollektif düşünce’ haline getirilmiştir. Bu tuhaf durum, hem devletler tarafından belli kimliklerin bir araya toplanması ya da tasfiye edilmesini mümkün kılacak araçların inşa edilmesini, hem de ilgili kimliklerden insanların bir araya gelmelerini, dayanışma içinde olmalarını teşvik etmiştir. Bu da kimliksel çatışmalara yol açtığı gibi, kimlik içi tutunmalara da zemin teşkil etmiştir.
Bu demektir ki ‘kimlik’ her zaman ve koşulda olumsuz imgelerle birlikte anılamaz. Böyle olduğu gibi bambaşka işlevleri de vardır ki kimlik içi tutunma stratejileri pek çok kritik durumda ama özellikle felaket durumlarında olumlu bir işlev görebilir ve görmüştür. Başka bir deyişle bu durum, kendi sesinden çığlıklara daha fazla duyarlı olmayı da teşvik ve inşa etmiştir. Nitekim şiddeti büyük-küçük hemen her depremde bunun yansımalarını görmek mümkündür. O kadar ki kendi sesinden yardım çığlıkları çoğu kez sınırların ötesinde de karşılık bulmuştur.
∗∗∗
Kızılay’ın son derece detaylı raporunun verilerini paylaştığım 1939 büyük Erzincan depreminin ilgi çekici deneyimlerinden birisi de tam olarak bu ‘kimlik tutunmaları’na işaret etmektedir. Sınırların ötesinde, Balkanlardaki Müslüman topluluklar, Erzincan depreminde kendi sesinden çığlıklara, olanakları ölçüsünde yanıt vermişlerdi. Kendisi de Balkan göçmeni bir ailenin mensubu olan Cengizhan Işılay’ın arşivindeki belgelere göre, 1940’da henüz Sırp Krallığı tarafından yönetilen Makedonya’nın Müslüman köylerinde, Erzincan’da felaketten çıkabilenler için, mütevazı bir maddi dayanışma girişimi başlamıştı. Depremi izleyen aylar içinde Müslümanların yaşadığı köylerde toplanan yardım, Erzincan’a iletilmek üzere Üsküp Konsolosluğuna teslim edilmişti.
31 Aralık 1940 tarihli özenle-ayrıntılı hazırlanmış belgelerin birinde "Reisicumhurumuza Manastır Kanatlar Cemaati Müslüman halkının Türkiye Cumhuriyeti topraklarında vukubulan zelzele felaketzedelerine verdikleri iane miktarı 1850 dinar olduğu tasdik edilir” diye yazılmıştı. Belgede köylülerin isimleri, yardım miktarları ve komisyon üyelerinin imzaları da yer almıştı. Bu belgelerde ayrıca Trnovca ve Dervenik köyleri, Manastır (Bitola) Nuhadel, Murgaz, Obednik, Suhodol cemaatleri ve Lera ve Kazan köylerinde toplanan yardım paraları da ayrıntılı olarak yer almıştı.
∗∗∗
Bu dönem, politik doğasına uygun olarak tam manasıyla bir kimlikler çağıydı. Hemen her yerde kimlikler kuruluyor ya da kimliklere kıyılıyordu. Nitekim Erzincan’ın çığlıklarına destek olmaya çalışan Makedonya’lı Müslümanlar, aynı günlerde Alman Nazi askerlerinin Yahudileri ve Çingeneleri kitlesel olarak ölüme götürdüklerine de çok kez tanıklık etmişlerdi.
Devletler bütün bu sürecin ve kimlik olgusunun kurucu aktörleriydi. Bu yüzden kıyım deneyimlerinde olduğu gibi kimlik içi tutunmalarda da tüm pratiklerin kayıtları özenle tutulmuş ve farklı kurumlarda arşivlenmişti. Bu durum doğal felaketlere maruz kalan kesimlere yapılan yardımlar için de geçerliydi. Büyük-küçük her bağış titiz biçimde kaydedilmiş ve ilgili tüm kurumlarda belgeleri saklanmıştı. O siyasal iklim ve düzenli kayıt tutma geleneği içinde “Deprem paraları nerede” gibi bir sorunun cevapsız kalması düşünülemezdi. Şimdi ise cevabını bulmak şöyle dursun, bu soruyu sormak bile büyük bir mesele oldu.
/././
Okul servis araçlarıyla ilgili değişiklikler Resmi Gazete'de
Resmi Gazete'de yayımlanan "Okul Servis Araçları Yönetmeliğindeki Değişiklik" ile gerçek ve tüzel kişiler, birlikte taşıma hizmeti yapabilecek. Ayrıca, yönetmelikteki "okul" tanımına "resmi ve özel" ibaresi eklenerek, düzenlemenin özel okullar için de geçerli olduğuna yer verildi.(https://www.birgun.net/haber/okul-servis-araclariyla-ilgili-degisiklikler-resmi-gazete-de-646822)
***
BİRGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder