TKP: Herkes konuşacak Cumhuriyetçiler susacak, öyle mi!
"Herkes Konuşacak Cumhuriyetçiler Susacak, Öyle Mi!" başlıklı bir açıklama yayımlayan TKP, "çözüm" adı verilen sürecin ABD, İngiltere ve İsrail’in bölge planlarına uyumlu olduğuna dikkat çekti, Cumhuriyetten imparatorluğa geçişin tartışıldığını vurguladı.
Türkiye Komünist Partisi (TKP), "Herkes Konuşacak Cumhuriyetçiler Susacak, Öyle Mi!" başlıklı bir açıklama yayımladı.
Bu düzenin Cumhuriyeti kemirdiğine, tarikatları başımıza bu düzenin yeniden bela ettiğine, eşitsizlik ve yoksulluğa bu düzenin neden olduğuna, Türkiye’yi NATO ve ABD hegemonyasına bu düzenin soktuğuna işaret eden TKP, "çözüm" denilen sürecin bu tabloyla uyumlu olduğunun altını çizdi.
"Her şeyin üzerinde ve diğer sorunlardan ayrı bir Kürt sorunu yoktur. TKP yıllardır bunu söylüyor. TKP, Kürt sorununun ülkenin temel sorunlarıyla birlikte ele alınması gerektiği düşüncesinde" denilen açıklamada, her şeyin üstündeki temel tek sorunun kapitalist sömürü düzeni olduğu vurgulandı.
"Bize dayatılan bu sürecin ABD, İngiltere ve İsrail’in bölge planlarına uyumlu olduğunu, sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiğini, siyaseti ve kamusal alanı bütünüyle laiklikten uzak bir anlayışa teslim etme niyetiyle geliştirildiğini düşünüyoruz" denildi.
TKP'nin açıklamasının tamamı şöyle:
"Herkes Konuşacak Cumhuriyetçiler Susacak, Öyle Mi!
Abdülhamit özlemle anılıyor, Vahdettin övülüyor.
Saidi Nursi ve Şeyh Said halk kahramanı ilan ediliyor.
Cumhuriyetten İmparatorluğa geçiş tartışılıyor, Barrack denen bir adam Osmanlı’nın erdemleri konusunda referans gösteriliyor.
Ümmetçi çözümler en yetkili ağızdan dillendiriliyor. Din temelli kardeşlikten söz ediliyor.
Suriye’de 'Amerikalıların ve İngilizlerin adamı' Şara başa getiriliyor. İsrail memnun, Ankara’dakiler memnun, Suriye Demokratik Güçleri lideri Mazlum Abdi de memnun.
Bütün bunlar olurken grevler yasaklanıyor, ücretler yerlerde sürünüyor, eşitsizlikler derinleşiyor, yoksulluk kural haline geliyor. Küçük bir azınlık yine memnun!
Yıllar boyunca PKK ve bir kısım 'sol' 'Kürt sorunu çözülürse bu ülkenin bütün sorunları çözülür' diyordu. Bir süredir iktidar da aynısını söylüyor. 'Kürt sorunu' demiyor belki ama adı hâlâ konamayan bir süreç her şeyin anahtarı haline geldi.
'Bu sorunu çözelim demokrasi gelecek.'
'Bu sorunu çözelim ekonomi düzelecek.'
'Bu sorunu çözelim emperyalizm çuvallayacak.'
'Bu sorunu çözelim İsrail açığa düşecek.'
Dahası da var.
'Bu sorunu çözelim, Türk-Kürt-Arap birliği kurulacak.'
'Bu sorunu çözelim Türk dünyası şahlanacak.'
Bu nasıl bir yaygaradır!
Her şeyin üzerinde ve diğer sorunlardan ayrı bir Kürt sorunu yoktur. TKP yıllardır bunu söylüyor. TKP, Kürt sorununun ülkenin temel sorunlarıyla birlikte ele alınması gerektiği düşüncesinde.
Bu ülkede her şeyin üstünde temel tek bir sorun vardır: Kapitalist sömürü düzeni.
Cumhuriyeti bu düzen kemirmiş, tarikatları başımıza bu düzen yeniden bela etmiş, eşitsizlik ve yoksulluğa bu düzen neden olmuş, Türkiye’yi NATO ve ABD hegemonyasına bu düzen sokmuştur.
Kürt sorunu bu tablonun içinde değerlendirilmelidir.
Şu anda 'çözüm' diye karşımıza çıkarılan süreç bu tabloyla uyumludur. Cumhuriyetle hesaplaşan, holdingler ve tarikatlar düzeni ile uyumlu, ABD ve İsrail’in bölgesel planlarıyla örtüşen bir süreçle karşı karşıyayız.
Daha önce sayısız kez olduğu gibi, bu sürece itirazı olanları bastırmak için her yolu deniyorlar.
AB’ye üyelik başvurusu yapıldığında böyle oldu, Ergenekon operasyonunda böyle oldu, Anayasa Referandumu’nda böyle oldu, önceki 'çözüm süreci'nde böyle oldu.
Hiç susmadık. Yine susmayız.
Bize dayatılan bu sürecin ABD, İngiltere ve İsrail’in bölge planlarına uyumlu olduğunu, sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiğini, siyaseti ve kamusal alanı bütünüyle laiklikten uzak bir anlayışa teslim etme niyetiyle geliştirildiğini düşünüyoruz.
'Sol'culuk adına, Osmanlıcılık adına ya da 'yerli ve millilik' demagojisi adına yazıp çizilenlerin bu içeriğin üzerinden atlaması yeterince açıklayıcıdır.
Partimizin inisiyatifi ile hazırlanan ve sonrasında çok geniş bir kesime yayılan 'Ülkemizin Uçuruma Yuvarlanmasına İzin Vermeyeceğiz' açıklamasının yarattığı etki, toplumda sürece ilişkin soru işaretlerinin yaygınlığını göstermektedir. Siyaset dünyası, kamuya mal olmuş bir açıklamaya kısa sürede ve kendi iradeleriyle destek beyan edenlere sıfat aramakla oyalanmak yerine, sürece ilişkin gündeme getirilen soruları ve itirazlara konu olan maddi gerçekleri tartışmakla değerlendirmelidir.
TKP ortaya çok güçlü ve açık bir program koymaktadır. Türkiye’yi bağımsız ve egemen, herkesin kardeşçe ve eşitlik içinde yaşadığı bir ülke haline getirmek, refaha ve barışa ulaşmak, laikliği tesis etmek, Cumhuriyet fikrini ayağa kaldırmak mümkündür. İnsanın insanı sömürmediği, holding ve tarikatların yerine emekçi halkın iradesinin egemen olduğu düzenin adı sosyalizmdir."
***
Dinci despotizme meşruiyet kazandırmak -Oğuz Oyan-
CHP yönetimi, iktidar projesinin peşinde sürükleniyor. Meclis’teki Komisyon’a katılmanın anlamı bu. Üstelik bu proje aynı zamanda emperyalizmin projesi.
CHP yönetimi, iktidar projesinin peşinde sürükleniyor. Meclis’teki Komisyon’a katılmanın anlamı bu. Üstelik bu proje aynı zamanda emperyalizmin projesi. Bu nedenle bu yazının başlığı, “Dinci despotizme ve emperyalist projeye meşruiyet kazandırmak” da olabilirdi.
Sözümüzü sakınmayalım, çünkü bedeli çok büyük bir oyunun parçası olmanın vebali var. O nedenle uyarı görevimizi yapmakta duraksamayalım.
Komisyon’a katılmak, sonradan oradan çıkılsa da, iktidara yeni bir meşruiyet alanı açmak anlamına geliyor. Bu, “normalleşme” süreciyle yerel seçim mağlubu iktidarı “normal” bir siyaset düzlemine çekmek naifliğini aşan bir anlama sahip. Orada da siyaseten ve hukuken meşruiyetini çoktan yitirmiş bir iktidara kucak açarak ona yeni bir oyun alanı hazırlamak gibi büyük bir yanlış vardı. Ama şimdiki durum çok daha vahim. Bunu belki FETÖ darbe girişimi sonrası iktidarın siyasi sorumluluğunu teşhir ederek onu mahkum etmek yerine “Yenikapı Ruhu”na teslim olmaya benzetebiliriz. Ama aslında şimdiki durumda onu dahi aşan sonuçları olabilecek bir büyük tuzağa girilmektedir.
Bundan önceki yazımızda (“Komisyona Niçin Katılmamalı?”, soL Haber, 22 Temmuz 2025), bu sürecin niçin bir parçası olmamak gerektiğini nedenleriyle açıklamaya çalışmış, bunun gerektirdiği cesaret ve özgüvene sahip olunmasının önemini vurgulamıştık. Sol cenahtan hatta CHP içinden dahi buna benzer uyarıları yapan çok sayıda yazar oldu. Buna karşılık CHP Genel Başkanının bu uyarılara olan tepkisi, Komisyon’a katılmayı reddedenleri “korkaklık ve özgüvensizlikle” suçlamak oldu. Alınganlık ve yanıtın ölçüsüzlüğü de gösteriyor ki, demek zayıf olunan nokta tam da burası.
İktidarın her türlü hukuksuzluğu kullanarak tam saha baskıyla CHP’yi köşeye sıkıştırmaya çalıştığı bir dönemde, iktidarın oyun planına dahil olmak nasıl bir strateji olabilir acaba? Anlamaya çalışalım. “Meclis komisyonu fikri bizimdi, o zaman iktidara kaptırmayalım”: Bunun bir anlamı yok çünkü pişmiş aşa tuz katmaktan öte katkınız olmayacak. Ama daha fazlası var, aşağıda değinilecek. “Nitelikli çoğunluk” talebi de CHP yönetiminin, Komisyon'a katılınmasına Parti tabanından ve genel muhalif kamuoyundan gelen tepkileri biraz azaltmaya dönük nafile bir çabadan öteye geçmiyor. “Kürt siyasi hareketini ve Kürt seçmeni karşımıza almayalım” yaklaşımı ise muhtemelen CHP yönetiminin en temel kaygısı olmalı. Ama bunun da siyasi oportünitesi zayıf. Çünkü CHP’nin temsil ettiği Cumhuriyetçi Kürt seçmenin, Lozan ve Cumhuriyeti hedef alan hareketlerin başı çektiği bir projeye hiç itiraz etmeyeceği hatalı varsayımını içeriyor. Kaldı ki, bu projeye itiraz edecek genel Cumhuriyetçi seçmenin desteğinin yitirilmesi hesabının da doğru yapılması gerekiyor.
CHP’nin Kürt sorununun TBMM’de bir komisyon kurularak masaya yatırılması önerisi, 2011’e kadar gidiyor. O zaman AKP iktidarının kapalı kapılar ardında sürdürdüğü ve 2015’e kadar da devam edecek bir “açılım” süreci işliyordu. CHP bunun yerine daha şeffaf, daha katılımcı ve daha kalıcı bir süreci öneriyordu. 2013’te bir CHP Parti Meclisi grubunun başkanı olarak yaptığımız Güneydoğu-Doğu Anadolu turunda, bu Meclis Komisyonu düşüncesini paylaştığımızda bölgedeki radikal Kürt siyasetçiler/meslek odaları temsilcileri bu öneriyi yürüyen açılım sürecini sabote etmek olarak görüyorlardı. Aslında o dönemde bugünkü koşullardan ciddi farklılıklar vardı: Mesele henüz bugünkü gibi uluslararası bir boyut kazanmamıştı, ABD emperyalizminin Suriye’deki varlığı pek zayıftı, İsrail sahnede pek yoktu, Baas iktidarı yerindeydi, Rusya ve İran’ın alan hakimiyeti vardı, Suriye’de YPG-PYD-SDG zarflarıyla anılan emperyalizm ve Siyonizm himayesinde bir PKK devletçiği henüz oluşmamıştı. Dahası, Türkiye’de siyasal İslamcıların 2017 Anayasa darbesi ve bu anayasanın 2018’de çeşitli uygulama kanunları ve kararnameleriyle yürürlüğe girmesi ve dinci despotizmin tüm kurumları yeniden biçimlendirmesi süreci henüz yaşanmamıştı. Dolayısıyla, o günkü koşullar ile bugünküler arasında sanki hiçbir şey değişmemiş gibi “Komisyon bizim fikrimizdi” ısrarı, siyasi amatörlükten öte bir şeydir. Buna bir sonraki alt başlıkta dönmemiz gerekecek.
Peki CHP’nin Komisyon’a üye vermesinde, başta İmamoğlu olmak üzere belediye başkanlarının iktidar tarafından rehin alınmasının etkisi acaba nedir? Bir başka soru da eklenebilir: Önümüzdeki Cumhurbaşkanı seçimleri bakımından Kürt siyasetinin CHP’nin (ve belki de 2023’te olduğu gibi muhalefetin ortak) adayını desteklemesine atfedilen değer nedir? Hala böyle bir olasılık üzerinden hesaplar yapılabilmekte midir? Bu sorular bağlamında son soru da şu olabilir: İmamoğlu’nun, CHP’nin Meclis Komisyonuna katılmasındaki ağırlığı veya payı nedir? (İmamoğlu’nun son açıklamaları, Komisyona çok umut bağladığını göstermektedir). CHP yönetimi Komisyon'a katılmasa, iki başlı bir görüntü verme tehlikesi mi olurdu?
Tekrar ana konuya dönersek, Cumhuriyetin kurucu partisinin, Cumhuriyetin temeli olan Lozan Anlaşması’na dinamit koyma, ülkeyi parçalama, toplumu etnik-mezhep temelli bir bölünmeye sürükleme potansiyeli olan bir emperyalist projede ne işi var? “Bu niyetler ortaya çıkarsa Komisyon'un derhal terkedileceği” savunması boşunadır, çünkü bu niyetler başından beri gündemdedir. Kaldı ki, iktidarın niyetlerinin çoğu söylem düzeyinde kalmamakta, fiziki devlet şiddeti biçiminde sergilenmektedir. Komisyon'a katılmak bütün bunları “normalleştirmek” riskini içinde barındırmaktadır. “Komisyon'a hele bir katılalım da demokratik talepleri orada dile getirelim” tavrı, yani önce katılalım sonra koşulları sıralayalım tavrı, Fransız deyişiyle “arabayı atın önüne koymak” gibi tersine bir işlemdir. Peşinen ilkeli bir tavır sergilemek yerine sonradan kural dayatmak “oyun bozucu” olarak damgalanmaktan başka sonuç vermez.
Siyasi liberalizm egemen olunca…
CHP’nin temel meselesi, ekonomik liberalizmin ötesinde, 2010 sonrasında siyasi liberalizme sürüklenmesindedir. Neoliberal ekonomik politikalara angaje olmak ile siyasi liberalizmin girdabına girmek oldukça farklı süreçlerdir. İkisi birbirini besleyebilir elbette, ama birincisinin varlığı ikincisini kaçınılmaz kılmayabilir veya sisteme aynı oranda bir teslimiyete hemen götürmeyebilir. Başka deyişle, CHP Cumhuriyetçi damarını korumak konusunda pekala daha inatçı olabilir ve siyasi liberalizmden kurtulmak için çaba gösterebilirdi. Ama göstermedi.
CHP’nin Nisan 2008’de yapılan 32. Olağan Kurultayı'na CHP’nin MYK ve PM’sinden istifa etmiş muhalif bir sima olarak katılmış ve CHP’yi sola çekme çabamızı sürdürdüğümüz o günlerde Kurultay’da delegelere 24 sayfalık bir broşür dağıtmıştık. “CHP’de Liberal Kuşatmaya Geçit Yok” alt başlığını taşıyan bu metinden şu cümleleri cımbızlayalım (s. 9): “CHP’yi Kemalist bağımsızlıkçı köklerinden kopararak Avrupa tarzı bir sosyal demokrat parti yapmak demek, CHP’yi Türkiye için bir umut olmaktan çıkarmak değil miydi? İşte şimdi teslim alınmak istenen CHP’nin bu bağımsızlıkçı ruhudur; liberal piyasa ekonomisine ve küreselleşme tarzına karşı hala kısmen eleştirel bir tutum alabilen refleksleridir. Bu nedenle bu Kurultay’da değilse bile Yerel Seçimleri izleyecek olan bir sonrakinde CHP’nin teslim alınması planları yürürlüktedir. Liberalizmin hem siyasal hem de ekonomik yüzü gündemdedir: Siyasal liberalizm bağlamında bir yandan CHP’nin savunduğu laiklik ilkesinin yumuşatılarak içinin boşaltılması (…) öbür yandan etnik milliyetçi hareketin ayrılıkçı kanadıyla diyaloga itilmesi hesapları yapılmaktadır”.
Metinde ifade edilen bir sonraki Kurultay (33. Olağan Kurultay) Mayıs 2010’da yapılacaktır; ama bu Kurultay’a birkaç hafta kala yapılan bir FETÖ-AKP (ve iç/dış güçlerin ortak) operasyonuyla CHP genel başkanının devrildiği yeni bir süreç çalıştırılacaktır. Yeni dönem artık “laiklik tehlike altında değildir” ve “özgürlükçü laikliği savunuyoruz” dönemidir; 10 Aralık liberal hareketinin CHP yönetimine monte edildiği zamanlardır. CHP yeni genel başkanının bir gazete ile yaptığı söyleşide “devletçilik güçlü sosyal devlet demektir” tarifi (veya tahrifatı) üzerinden sermayeye mesaj yolladığı yeni açılım günleridir. CHP’nin laiklik ve devletçilik gibi en güçlü savunması gereken temel ilkeleri konusundaki mahcubiyeti ve bunlardan geri çekilmesi gerçi daha eskilere gider ama, 2010 sonrası yeni bir kırılma anıdır. Bu bakımdan 2023 Kurultayında genel başkan ve yönetim değişikliğinin siyasal liberalizme yönelişte bir tersine kırılma yaratmadığını da saptamak durumundayız. Komisyona katılmak, hatta Komisyona önerilen CHP üyelerinin bir bölümünün tercih nedeni de 2010 çizgisinin uzantısındadır.
Adalet üzerine…-Nevzat Evrim Önal-
Adaleti ancak bu düzeni yıkıp, kimsenin yoksul ya da zengin olmadığı, eşitliğe dayalı yeni bir toplum kurarak, yani hep beraber kurtularak sağlayabiliriz.
Adalet salt soyut, ilişkisel bir olgu değil aynı zamanda çok güçlü ve köklü bir duygudur. Öyle köklüdür ki, sadece insana özgü değildir ve insanın yakın akrabası olan primatlarda da gözlenir.
Bunu ispatlayan, Frans de Waal ve Sarah Brosnan tarafından yapılan çok ilginç bir dizi deney var. Bu deneylerde aynı türden iki maymun yan yana kafeslere konuyor ve bunlara, karşılığında ödül olarak yiyecek aldıkları basit bir görev yaptırılıyor. Deneyin bir noktasında, maymunlardan birine ödül olarak daha sevdikleri bir yiyecek (salatalık yerine üzüm) veriliyor, diğer maymuna ise aynı ödül verilmeye devam ediliyor ve davranışları gözleniyor.
Bilişsel açıdan görece az gelişmiş, kuyruklu kapuçin maymunlarında, salatalık almaya devam eden maymun ödülü deneyi yapan bilim insanının kafasına atıyor ve isyan ediyor. Aynı deney hayvanlar alemindeki en yakın akrabamız olan şempanzelerle yapıldığında ise, üzüm alan şempanze diğer şempanze de üzüm alana kadar kendi üzümünü yemeyi reddediyor.
İnanılır gibi görünmeyebilir, ya da bireyci liberal safsatalara fazla ikna olduysanız inanmak da istemeyebilirsiniz, ama deneylerin sunumunu şu Ted Talks videosundan izleyebilir ve okuyabilirsiniz.
Görüldüğü üzere adalet, insanın uygarlaşma sürecinde düşünerek geliştirdiği felsefi bir kavramın çok ötesinde, evrimsel köklere sahip. Hatta uygarlaşma sürecimiz adaleti değil, adaletsizliği doğurdu. Henüz bir uygarlığa sahip değilken ve küçük kabileler halinde hayatta kalmaya çalışıyorken birbirimize adil davranmak zorundaydık. Ama uygarlık geliştikçe bir noktada insanın insanı sömürdüğü toplumsal yapılar kuruldu ve sistemik bir adaletsizlik yerleşik hale geldi.
Dolayısıyla adalet çok karmaşık ve bugün kullanıldığı biçimiyle çelişkilerle yüklü bir kavram. Bu çelişkiler, insanların adalet duygusunu sürekli baskılıyor, aşındırıyor ve çarpıtıyor.
Gelin, inceleyelim…
***
İnsan adalet duygusuyla doğar ve içinde yaşadığımız toplumsal düzenin adil olmadığını yaşayarak öğrenir. Yani sadece fiziksel değil duygusal anlamda da düşe kalka büyür ve hayatın adaletsizliğine maruz kaldığı ölçüde, adalet duygusu örselenir. Hemen her yetişkin insanın çocukluk anılarında, bizzat maruz kalınan ya da başkalarının maruz kalmasına şahit olunan adaletsizliklerin açtığı duygusal yaralar bulunur. Biraz düşünürseniz siz de mutlaka kendinizinkileri hatırlarsınız.
Ne var ki, nasıl sürekli aynı yerimizden yaralanırsak bir süre sonra vücudumuzun o bölgesi hissizleşir ya da nasır tutarsa, aynı şey adalet duygumuza da olur. Hayatın, bilhassa da maddi yaşantının her hücresine işlemiş olan adaletsizliğe sürekli duygusal tepkiler vererek yaşayamayacağımız için onun varlığını kanıksar; salt kendimizi (ve genelde sevdiklerimizi) adaletsizlikten korumaya ve kurtarmaya çalışırız.
Ve tuzağa düşeriz.
Çünkü adaletsizlik, aynı maddi zenginlik gibi, toplumun olağan işleyişinden üreyen ve bireyler arasında eşitsiz biçimde paylaşılan bir olgudur. Bu olgu karşısında liberalizmin bir başka safsatası olan “herkes kendi kapısının önünü süpürse…” argümanı kifayetsizdir. Bireyler kendi paylarına düşen sistemik adaletsizlikten ancak onu başkalarının sırtına yükleyerek kurtulabilirler.
Baba filmlerini düşünün. Üç filmde de başroldeki mafya babasını gözümüzde meşrulaştıran (hatta yücelten) şey, onun ailesini Amerikan toplumunda İtalyan göçmenlere yönelen adaletsizlikten korumak için suça bulaşmış bir “kader kurbanı” olmasıdır. Tüm senaryo bunun üzerine kurulur: Baba her nasılsa sürekli mağdurdur; haksızlığa uğrar, aldatılır, kendisinin ve ailesinin canına kast edilir. O da sevdiklerini bu kötülüklerden korumak için kötülere adil ve meşru bir şiddet uygular. Kimse de çıkıp “yahu, bu adam suç işleyerek, tehditle, şantajla, kaçakçılıkla, cinayet işleyerek para kazanıyor” demez.
İtalyan göçmenlere yönelik bahis konusu adaletsizlik, alabildiğine gerçektir. Don Corleone ise maruz kaldığı adaletsizliği ortadan kaldırmamakta, onu başkalarının sırtına yıkmaktadır. Tabii filmlerde işin bu kısmı kadrajın dışındadır.
Ne var ki hayatta, “kadrajın dışı” yoktur. Tüm insanlık tek bir büyük toplumdur ve herkes, herkesle bağlıdır.
***
Uzun uzun açmayacağım ama konunun değinmezsek eksik kalacak bir boyutu daha var.
Adaletsizliğin başkalarına yüklenmesi ne bireysel ne de yakın çevreyle sınırlı bir eylemdir. İçinde yaşadığımız kapitalist sistemin doğasında olan adaletsizlik, aynı zamanda uluslararası bir meseledir. Örneğin bugün Türkiye’deki hukuksuzluklara ve yoksulluğa bakıp ülkemizi Avrupa ülkeleriyle karşılaştırabilir; İngiltere, Hollanda, Belçika gibi ülkelerdeki hukukun üstünlüğüne ve yurttaşların refah seviyesine imrenebiliriz. Oysa bakışımızı gözümüzün önünde olanla sınırlı sığlıktan kurtardığımızda, bu ülkelerde hukukun (görece) üstünlüğünü de mümkün kılan büyük zenginlik ve refahın kaynağının bu ülkelerin sömürgeci geçmişleri ve bilhassa geçmişte sömürgeleştirdikleri ülkeler üzerinde bugün halen sahip oldukları emperyalist tahakküm olduğunu görürüz.
Bundan iki yüz yıl önce, dünyanın ilk sanayi ülkesi İngiltere’de işçi sınıfı sefalet içinde, izbe barakalarda yarı aç yarı tok yaşıyordu. Bu sefalet beraberinde korkunç bir toplumsal çürüme getirmiş, Majestelerinin devleti de çareyi “Serserilik Yasası” (Vagrancy Act) diye bir yasa çıkartmakta bulmuştu. Nezih orta sınıfın alkışlarla karşıladığı bu yasa geçim ve barınma olanaklarına sahip olmayan herkesi suçlu olarak tanımlıyordu.1
Evet, yanlış okumadınız, sefaletin sebebi olan sistem, sefaleti suç ilan etmişti.
Bu yasa, kimi değişikliklerle bugün halen yürürlükte; ama artık İngiltere’de böyle bir yasanın varlığına eskisi gibi ihtiyaç duyulmuyor. Çünkü aradan geçen zamanda İngiliz emperyalizmi başta yoksulluk olmak üzere pek çok çelişkisini büyük ölçüde sömürgelerine ihraç etti. Şimdi yarattıkları “uygarlık adası”nda oturuyor ve utanmadan eski sömürgeleri Hindistan’daki yoksullara bireysel nitelik ve çabalarıyla kendilerini kurtarabilecekleri masalı anlatan film çekip Oscar ödülü topluyorlar.
***
Bu dünyada adaletsizliğin bin bir yüzü ama tek özü var. Adaletsizliğin özü eşitsizlik. Dünyada adalet olabilmesi için, önce herkesin hukuk önünde falan değil, maddi yaşam koşulları açısından eşit olması gerekiyor. Bugün böyle bir durum yok, hukuk kudretli olanın iradesinden başka bir şey değil ve hep birlikte adaletsizlik bataklığında debeleniyoruz.
Kapitalistler sermaye istifledikçe eşitsizlik artıyor, zenginlik ve adaletsizlik birlikte birikiyor. Bu adaletsizlik birikimi, cerahat gibi toplumun çeşitli yerlerinde apselerde toplanıyor. Örneğin hayatın olağan akışında tüm ömrünü yoksul yaşayıp sonunda yoksul öleceğini genç yaşta kavrayan pek çok insan, “alem böyleyse…” diyor ve yolunu bulmak için tarikatlara ya da çetelere katılıyor. Kendi özgür iradesiyle bu kararı alanlardan çok daha fazlası “abiler” tarafından ikna ediliyor. Devlet ise yoksulların devrimci olmasındansa bu gayrimeşru ve kontrol edilebilir örgütlere katılmasına çanak tutuyor ya da en azından göz yumuyor.
Ve sonunda çürüme tüm toplumu sarınca, çeteci çocuklar sokak ortasında bir çocuğu bıçaklayıp katledince, bir tarikat yurdunda onlarca çocuğa tecavüz edilince, iş kazasında yaralanan kimsesiz bir göçmen işçi patronu tarafından canlı canlı yakılınca, hayatının baharında bir kadın onu malı gibi gören ve boşanmayı kabul etmeyen eski kocası tarafından onlarca kişinin gözü önünde yere yatırılıp ensesinden vurulunca, aklımıza en fazla olayın failinin yakasına yapışmak, daha çok ise bu ülkeden çekip gitmek geliyor.
Üzgünüm, ama o kadar kolay değil. Bu korkunç olayların her birinin haysiyetsiz failini hep beraber linç edip parçalasak da dünyada adaletsizlik azalmaz. Çünkü adaletsizlik bireylerin bireylere yaptığı bir şey değil. Bireyler sadece kendi paylarına düşen adaletsizliği başkalarına yıkmaya çalışıyor.
Evet, bunu bilhassa en şerefsiz, alçak insanlar yapıyor. Ama, farkında mısınız, sayıları her geçen gün artıyor.
Cezasızlıktan mı sanıyorsunuz? Hayır. Herkesin sadece kendi kurtuluşunu aradığı bir dünyada adaletsizlik azalmaz, artar. Bugün de adaletsizlik büyük bir hızla artıyor. Adaletsizlik arttıkça, başkalarının pahasına onun yükünden kaçmak isteyen bencillerin de sayısı ve yaptıkları alçaklıkların şiddeti artıyor.
İçinde yaşadığımız toplumsal düzen eşitsizlik ve adaletsizlik üzerine kurulu. Bu düzen, en temel insani duygularımıza aykırı. Ama bu düzende bireysel kurtuluş ancak başkalarının zararına, bencilce olabilir. Adaleti ise ancak bu düzeni yıkıp, kimsenin yoksul ya da zengin olmadığı, eşitliğe dayalı yeni bir toplum kurarak, yani hep beraber kurtularak sağlayabiliriz.
1https://www.legislation.gov.uk/ukpga/Geo4/5/83
/././
Tanımak ya da tanımamak, bütün mesele bu mu?-Engin Solakoğlu-
Kanada, B. Britanya, Fransa ve Almanya’daki sermaye düzeni gördükleri vahşet karşısında içinde yaşadıkları sisteme inancı sarsılan halkları bir süre daha oyalamayı denemiş olacaklar.
Çok uzun yıllardır aklını Kıbrıs’la bozmuş olanlar kategorisinde bulunduğum için diplomaside tanımadan söz edilince aklıma o Doğu Akdeniz adası gelir. Oysa dünya büyük, çeşitli ve tanınma, tanımama ikileminde kalan bir çok ülke barındırıyor.
Doğu Avrupa’da Transdinyester, Kafkasya’da Abhazya, Doğu Afrika’da Somaliland diye uzayıp gidiyor liste.
Bir de kısmen tanınanlar var. Akla ilk gelen Kosova, BM üyesi 193 ülkeden 116’sı tanımış Kosova’yı. Bugünkü yazının konusunu teşkil eden Filistin Devleti’ni tanıyan ülke sayısı ise 147. Dünyadaki devletlerin dörtte üçü Filistin Devleti’ni tanımış bir şekilde.
O halde neden şimdi Filistin Devleti’nin tanınması uluslararası gündeme yeniden taşındı? Birincisi dünya adil bir gezegen değil ve tanıma konusunda nitelik niceliğin önünde geliyor. Dünya siyaseti ve ekonomisinde önde gelen ülkeler bir tür aristokrasi oluşturdukları için “cemiyete kabul” bunlar onay vermeden tam anlamıyla gerçekleşmiyor. En azından bu devletler öyle sanıyorlar.
Fransa’dan başlayalım. II. Dünya Savaşı sonrası kurulan dördüncü ve beşinci Fransa Cumhuriyeti’nin dış politikasını şekillendiren isimlerin başında “savaş kahramanı” De Gaulle gelir. De Gaulle’ün gelgitlerle de olsa 20 yıla yakın süre damgasını vurduğu Fransa, özellikle de Süveyş bozgunundan sonra, Ortadoğu’da Arap ülkeleri ile İsrail arasında bir denge tutturmaya gayret eder.
Kısa bir tarih anımsatması yapalım. Süveyş bozgunu dediğim, Fransa ve B. Britanya’nın Süveyş Kanalı’nın devletleştiren Mısırlı lider Nasır’a karşı İsrail’le birlikte gerçekleştirdikleri askeri saldırı harekâtıdır. Askeri anlamda başarılı sayılabilecek harekât, ABD ve Sovyetler Birliği’nin karşı çıkmaları üzerine siyasi bir bozguna dönüşmüş, Fransız ve İngilizler “geldikleri gibi” evlerine dönmüşlerdir. Süveyş bozgunu bir anlamda dünyanın artık iki kutuplu olduğunun resmen ilanıdır.
Her ne ise, konumuz bu değil. Fransa o tarihten sonra Arap ülkeleriyle siyasi, askeri ve ticari ilişkilerini belirli bir seviyede götürmeye çalışmış, bu bağlamda Filistin meselesinde de en azından görünüşte orta yolcu bir çizgi benimsemiştir.
Oslo süreci, FKÖ liderliğinin satın alınması, Arap rejimlerinin de Filistin konusuna iyiden iyiye yabancılaşmaları, bu iki yüzlü tutuma karşı duran Arap devletlerinin ise tesadüfen demokratik olmadıklarının keşfedilmeleri üzerine “demokrasiyi aşırı seven” emperyalist cephe tarafından yıkılmaları, bütün bunlara karşı duracak bir SSCB’nin ortadan kalkması gibi gelişmeler bir süre sonra Fransa’nın bu orta yolcu politikasını deyim yerindeyse gereksiz hale getirmiştir.
Bir başka ilginç rastlantı Fransa’nın sağcılaştıkça, sosyal devlet kazanımlarını tükettikçe ve finansallaştıkça daha da İsrail yanlısı hale gelmesi ve Filistin halkının acılarına iyice duyarsızlaşmasıdır.
Bir zamanlar telaffuz edilmesi dahi ayıp sayılan aşırı sağcı tez ve söylemlerin zamanla merkez siyasete hâkim olduğu Fransa’da yabancı düşmanlığı yükselir, özellikle Türkler ve diğer yoksul halkların “çifte vatandaşlığı” sorgulanırken İsrail’in bundan muaf tutulması, Fransa’daki Yahudi gençlerinin İsrail’de ve işgal topraklarında askerlik yapmalarının yadırganmaması, Yahudi çatı örgütü olma iddiasındaki CRIF’in iç ve dış siyaseti belirler hale gelmesi de aynı sürecin ürünüdür.
İşe o Fransa, bırakın Filistinlileri, Fransız emekçilerine ve yoksullarına dahi herhangi bir empati beslemeyen bankacı kalfası Macron’un Fransası, geçen hafta “Gazze’de devam eden insani drama tepki olarak” Filistin Devleti’ni tanıyacağını ilan etti. Fransa’yı, belirli koşul ve kayıtlarla da olsa Ortadoğu’da yüz yıldır dökülen her damla kanın baş sorumlusu B. Britanya, İsrail’in yürüttüğü soykırımın baş destekçisi Almanya ve Kanada da takip etti.
Şimdi bu satırları yazarken fark ettim ama Kanada gibi jeopolitik sahnede nadiren başrolde gördüğümüz bir ülkeden üst üste iki haftadır bahsediyorum. Hatırlayanlar olacaktır, geçen hafta da Kanada’dan madencilik ve çevrenin korunması bağlamında ortaya koyduğu iki yüzlü tutum vesilesiyle söz etmiştim. O sebeple yine Kanada’dan devam edelim.
Kanada’nın Filistin Devleti’ni resmen tanıyacağını -Fransa gibi- Eylül ayındaki BM Genel Kurulu’nda ilan edeceğini duyurması sonrasında küçük çaplı bir skandal patlak verdi. Fazla çaktırmamakla birlikte standart silahların yanında silah yapımında kullanılan belirli parçaların üretiminde (optik sistemler vs.) uzmanlaşmış bir ülke olan Kanada’nın İsrail’e bu alandaki ihracatını aralıksız sürdürdüğü ortaya çıktı. Oysa Başbakan Carney Nisan ayında İsrail’e silah ambargosu uygulandığını söylemiş, sonradan bunun bir kısıtlama olduğunu belirterek hafif çark etmişti. Kanada Dışişleri Bakanı Joly ise 2024 yılının Eylül ayında İsrail’e silah ihracatı konusunda yeni lisans verilmeyeceğini, gönderilen silahların ise “sözleşme gereği Gazze’de kullanılamayacağını” ileri sürmüştü.
Bu tabloya bakınca kendilerini hâlâ dünya “aristokrasi”nin bir parçası sayan bu devletlerin Filistin Devleti’ni, "ama"lı, "fakat"lı, koşullu da olsa tanıyacaklarını açıklamalarının sebebi ne olabilir diye sormadan edemiyor insan.
Bu devletlerin tamamının sermaye tarafından yönetildiğine kuşku yok. Bununla birlikte gelişkin sermaye düzenlerinin varlıklarını sürdürebilmek için belirli bir seviyede rıza üretme zorunlulukları ortadan kalkmış değil. Düzen bunu genellikle çoğunluğunu kontrol ettiği medyayı kullanarak yapıyor. Böylelikle “kullarının” neye inanacaklarını, hangi politikayı destekleyeceklerini belirlemeye çalışıyor. İsrail ve Filistin konusunda da durum farklı değil. “İsrail’in birtakım fanatiklere karşı kendisini savunma hakkı bulunduğu” propagandası yıllardır dört bir yandan pompalanıyor.
Yalnız İsrail’in freni patladı ve bütün denetim, kısıtlama ve çarpıtma mekanizmalarına karşın Filistin’de bütün bileşenleriyle uygulanan soykırımın bilgisi ve görüntüleri kamuoylarına ulaştı. Hakkını verelim bu sonuçta, yukarıda saydığımız ülkelerde yaşayan ilerici ve insanlığını yitirmeyi reddeden Yahudi birey ve örgütlerin payı çok büyük. Bunca yıl dünyaya “adalet ve medeniyet” saçma görevi üstlendikleri masalıyla büyütülen halklar bu yüzden hükümetlerine baskıyı arttırdılar ve “rıza üretimi mekanizması” teklemeye başladı.
İşte Paris’ten Ottawa’ya uzanan “Filistin Devleti’ni tanıyacağız” teranesinin çıkış noktası burası.
Sebebe dair görüşüm bu. Peki bu yeni siyasal tutumun olası sonuçlarına dair ne söyleyebiliriz?
Hep yaptığımı yapıp baştan söyleyeyim: Bu dört devletin ve benzerlerinin Filistin Devleti'ni tanımaları Gazze’de, Batı Şeria’da, Doğu Kudüs’te veya bölge ülkelerinde yaşayan milyonlarca Filistinlinin kaderini zerre kadar değiştirmeyecek. Kanada, B. Britanya, Fransa ve Almanya’daki sermaye düzeni gördükleri vahşet karşısında içinde yaşadıkları sisteme inancı sarsılan halkları bir süre daha oyalamayı denemiş olacaklar.
Filistin cephesine dönelim.
Helânın yolunu bulabilecek zekâ ve beceri düzeyindeki herkes biliyor ki, Mahmut Abbas’ın Filistin Devleti ne Filistin halkını, ne de Filistin’in bağımsızlık davasını temsil ediyor. Abbas’ın çöktüğü ve İsrail işbirlikçisi çakma bir yapı haline getirdiği o devleti tanıyan ülke sayısının 147’den örnekse 187’ye çıkması İsrail/ABD ortaklığının soykırım ve Ortadoğu’yu emperyalizmin gül bahçesine dönüştürme siyasetinde milimetre fark yaratmayacak. Filistinliler yok edilmeye, Filistin’i savunanlar saldırıya uğramaya devam edecek.
Bu konuda da “Canım barış olsun, silahlar sussun da...” diye sızlanacak olan malum tayfa Washington ve Tel Aviv’in bahçe kapısının dışında önlerine atılacak artıkları beklemeye devam edebilir.
İnsanlıktan, sömürüsüz bir dünyadan yana olanlar, alabildiğine yapay ve riyakâr “barış”’ senaryolarının hayata geçmesine izin vermemek için direnmeyi sürdürecekler.
/././
Süt az: Suç ineğin değil (I)
Çözüm, sütün litresine daha fazla ödeme yapmak değildir; asıl göz ardı edilen kilit meseleler, hayvanların üremesi ve sürünün kalitesini güvence altına almak için genetiği iyi hayvanların üretimi gibi konulardır.
Kaynak ve girdi eksikliği, denetimsizlik, ödemelerin yapılmaması, sahipsizlik, nakit yokluğu… Bunlar, sabah erken kalkıp inek sağmak zorunda olanların sıkça dile getirdiği sorunlar.
Camagüey’in dokuz belediyesinde çocuklar daha az süt içmeye alışmak zorunda kaldı ya da aileleri sütü başka yollarla –çoğu zaman aslında sanayiye gitmesi gereken yolla– temin etmeye çalışıp, karşılarına çıkan değişken fiyatlardan sütü satın almak durumunda kaldı. Çünkü toplanan süt miktarı, ancak günde yarım litre ya da iki günde bir litre vermeye yetiyor.

Ne var ki, acı olan şu: Yapılan hesaplamalara göre bu eğilim tersine dönmezse, gelecek yıl Camagüey'deki hiçbir belediye - Fidel tarafından tasarlanan süt havzası bölgeleri de dahil olmak üzere- tam bir litre süt dağıtımını sağlamayacak. Üstelik hikaye burada bitmiyor; azalma bu hızla devam ederse, üç yıl içinde eyaletteki çocuklar ancak üç günde bir kez süte ulaşabilecekler.
Süt Toplama Direktörü René Mola Valera, Granma gazetesine verdiği demeçte, tıbbi diyetler ve hamile kadınlar için gerekli süt teslimatlarını da karşılamak için günlük 90 bin litre süt toplanması gerektiğini açıkladı ve şöyle ekledi: “Bu nedenle, Camagüey'de birkaç yıldır tıbbi diyetler için gerekli süt teslimi yapılamıyor. Çocuklar içinse günlük 50 bin litreye ihtiyaç var, ancak bazen bu miktarda süt bile toplanamıyor."
Peki bunun sebebi ne? Küba'da en yüksek süt üretimine sahip Camagüey eyaletinde 9 bin 321 üretici kayıtlı ve bunların 7 bin 299'u, 210 üretim merkezine bağlı sözleşmeli üretici. Camagüey Süt Ürünleri Şirketi'nin Süt Toplama Müdürlüğü tarafından paylaşılan verilere göre, bu sözleşmeli üreticilerin 2,62’ü, yani yüzde 36'sı yükümlülüklerini yerine getirmedi. Bu da 516 bin 646 litre sütün alıcı noktalarına ulaşamamasına sebep oldu.
Santa Cruz, Minas ve Nuevitas gibi belediyelerde, sözleşmeli üreticilerin yarısından fazlası taahhüt ettikleri süt miktarını teslim etmiyor. Teslimat hacminin büyük kısmının yoğunlaştığı Najasa, Jimaguayú, Guáimaro, Sibanicú, Camagüey ve Vertientes gibi belediyelerde ise ortalama olarak üreticilerin yüzde 30’undan fazlası yükümlülüklerini yerine getirmiyor.
Bu araştırmada, 2025 yılına kadar bir bardak süt bile teslim etmemiş olan 993 üreticinin bulunduğu tespit edildi. Bu da 296 bin 473 litrelik sütün sanayiye, çocuklara, hastalara ya da genel olarak halka ulaşamadığı anlamına geliyor.

Kaynak ve girdi eksikliği, denetimsizlik, sorumluluğunu kimsenin üstlenmediği ödemeler, nakit sıkıntısı, sabah erken kalkıp ineği sağmak, ona bakmak ve bazen de söz verilen miktarı teslim etmek için neredeyse sihir yapmaya mecbur olmak tekrar tekrar dile getirilen sorunlardan bazıları. Hatta bunlar, karşılaşılan sorunların en hafif olanları. Ne yazık ki, bu gerçekliği değiştirmek için çaba göstermeyen ve taahhütlerini yerine getirmemeyi tercih edenler de var. Sonuçta ne olacak ki!?
Bu haberi hazırlarken Granma gazetesi, Camagüey’de süt teslimatlarının önemli ölçüde azalmasının nedenlerini araştırmak üzere bazı üreticiler ve üretim merkezi yöneticileriyle görüştü. Camagüey, bir zamanlar yılda 90 milyon litre süt toplayan bir eyaletti.
Nuevitas'taki Niceto Pérez üretim biriminden üretici Omar Carrasco Palomino, çiftçi olarak karşılaştığı ciddi zorlukları şöyle anlattı:
"Geçen yıl, bu bölgede yaşanan şiddetli kuraklık nedeniyle iyi geçmedi. Kuraklık çok ciddi boyutlardaydı ve hayvanlar yeterli suya ulaşamadı. Suyu bulmak zorundaydık ve hayvanlar tamamen bizim vereceğimiz suya bağımlıydılar; ama bu da yakıt eksikliği nedeniyle çok zordu.
Ödemelerin yapılmaması bizi gerçekten rahatsız ediyor; bazen elimizde geçimimizi sağlayacak bir şeyimiz olmuyor, oysa bu bizim yaşam biçimimiz. Modernleşmeyle bir sorunumuz yok; ancak kartla ödeme bizim için mümkün değil. Köylülerin bankaya gitmeye zamanı olmuyor, gitse bile bazen elektrik kesiliyor, sinyal olmuyor ya da bankada para bulunmuyor. Bu durumda boşuna yolculuk yapmış oluyorsunuz; hem zamanınızı hem de iş gününüzü kaybediyorsunuz ve işçilerinize ödeme yapacak para olmadan dönüyorsunuz. Köylü nakit paraya ihtiyaç duyar.
İşimiz için gerekli olan malzemeler, örneğin törpü, eldiven, pala, tel ve zımba yok denecek kadar az ve çok zor bulunur. Ülkenin içinde bulunduğu durumun farkındayız. Bir adım öne çıkmamız istendiğinde her zaman buna hazırız, ama bu malzemeler olmadan üretim oldukça zor. Gelma'nın dükkanı -en azından bu bölgede- kapalı, hiçbir şey bulunmuyor.”
Carrasco sözlerine şöyle devam etti:
“Bu kooperatif önceden milyonerdi, öyle ki iki milyon litreye kadar süt ürettiği oldu, ama yaşanan sorunlarla birlikte çöküş yaşandı. Bu durumdan rahatsız olan birçok iyi üreticinin, mallarını satıp üretimi bırakmak zorunda kaldığını biliyorum. Oysa ülke için hayati önem taşıyan süt üretiminin büyük bir kısmını biz karşılıyoruz.”
Najasa Belediyesi Rolando Mejías Espinosa Kredi ve Hizmet Kooperatifi Başkan Yardımcısı Eliecer Viamontes Manso'ya göre, birçok şey insan faktörüne ve insanın işi ne kadar ciddiye aldığına bağlı. Manso, "Biz belediye merkezinden 15 kilometre uzaktayız ve tüm zorluklara rağmen sekiz yıldır görevimizi yerine getiriyoruz. Gelen az miktardaki yakıtı en çok fayda sağlayacak kişilere veriyoruz” dedi.
"Hedefe ulaşmanın anahtarı, üreticiyle birlikte çalışmak; teslim edilen süt miktarını ve üretime göre yapılan sözleşmeleri günlük olarak takip etmektir. Bu yapılmazsa sonuç alınamaz. Planlar uygulanabilir ama kontrol edilmeden başarı sağlanamaz” diye ekledi.
Najasa'daki Kredi ve Hizmet Kooperatifi Felipe Basulto'nun Başkanı ve yaklaşık 600 hektarlık arazide çalışan 204 üreticiyi temsil eden Manuel Aguilar Gutiérrez ise şu ifadeleri kullandı: “Birçok üretici, ineklerin kilosunu ve ne kadar süt verebileceklerini öğrenmek için aylık kontroller yapmıyor. Bunun yanı sıra ödemelerde de sorunlar yaşanıyor. Oysa üreticilerin geçimini sağlaması gerekiyor; çünkü bakmakla yükümlü oldukları aileleri var.”
Gutiérrez, köy peyniri üreticilerinin iyi bir şekilde organize edilebilmesi gerektiğini ekleyerek "Sadece dört peynir üreticim var; çünkü üreticiler uzaktalar ve yollar kötü durumda. Ama bence herkesin sütünü Lácteo'ya teslim etmesi için çaba göstermesi gerekiyor” dedi.
Suç ineğin değil
Bu dolambaçlı yolda kaybedilen her litre süt; bir çocuğun süt içememesi, hastanede yatan bir hastanın ihtiyacını karşılayamaması, yüzlerce çocuğun sütlü atıştırmalıklardan mahrum kalması ve tıbbi diyet uygulayan birçok Kübalının süt bulamaması anlamına geliyor. Bu durum, hepimizi ilgilendirmeli ve hepimizi derinden üzmelidir.

Süt teslimatı
Bu grafikte bulunan en son veriye kadar, 2025 yılı boyunca bir bardak bile süt teslim etmeyen 993 üretici var, bu da endüstriye ulaşmayan 296 bin 473 litre süt anlamına geliyor.
Jimaguayú ve Najasa gibi bölgeler ise, Nisan 2025’de planlanan teslimatı sırasıyla yüzde 111 ve yüzde 102 oranında aştılar. Yine de 2024 yılına göre 15 bin ve 69 bin litre daha az teslimat yapmış oldular.

Belediye hedefleri
Şirketin Süt Toplama Müdürlüğü tarafından sunulan bilgilere göre, 2 bin 623 üretici hedefini yerine getirmedi, bu da sözleşmeli üreticilerin yüzde 36'sını oluşturuyor ve 516 bin 646 litre sütün alıcılara ulaşmadığı anlamına geliyor.
Camagüey ve Küba'nın rakamlarını biraz kurtaran, ülkenin süt üretiminde belirleyici olan bu ilde, her türlü kısıtlama ve hayvancılığı gerçekten etkileyen zorluklara rağmen, diğerleriyle aynı koşullarda planlarını aşan bir grup çiftçidir.
Sonuç: Çözüm, sütün litresine daha fazla ödeme yapmak değildir; asıl göz ardı edilen kilit meseleler, hayvanların üremesi ve sürünün kalitesini güvence altına almak için genetiği iyi hayvanların üretimi gibi konulardır.
Rakamlar korkutuyor, peki ya sözleşme?
Bu sorunlara yanıt aramak üzere Granma gazetesi olarak Camagüey Süt Ürünleri Şirketi ve İl Tarım Delegasyonu’na başvurduk. Ortaya çıkan veriler gerçekten endişe verici ve çoğu zaman yeterince dikkate alınmayan bir uyarı niteliği taşıyor.
Bu sorunlara yanıt aramak üzere Granma gazetesi olarak Camagüey Süt Ürünleri Şirketi ve İl Tarım Delegasyonu’na başvurduk. Ortaya çıkan veriler gerçekten endişe verici ve çoğu zaman yeterince dikkate alınmayan bir uyarı niteliği taşıyor.
Süt işleme fabrikası yöneticileri ile üretim üsleri arasında imzalanan bu sözleşmenin ön formu, inek ve düve sayısına göre aylık olarak teslim edilmesi gereken süt miktarını içeriyor. Bu miktar ay sonunda karşılıklı olarak mutabakata bağlanıyor; teslimatlar yerine getirildiği ya da aşıldığı takdirde, belirlenen kriterlere göre ödeme yapılıyor. Bu yöntem, üreticilerle doğrudan sözleşme yapılan iki yılın ardından, kontrolün zayıfladığı bir dönemde benimsendi.
Ancak bazı üretim üsleri, üreticilerinin gerçek durumunu -doğum oranlarını, gebe inek sayılarını- bilmeden Lácteo şirketiyle körü körüne sözleşme yapıyor. Bu da gerçek koşulların göz ardı edilmesine ve dolayısıyla sözleşme ihlallerine neden oluyor.
Buna ek olarak, Üçgen Tarım İşletmesi 3'e ait Kooperatif Üretim Birliklerinden olan Batalla de Jimaguayú gibi faturaların zamanında kesilmediği üretim merkezleri de bulunuyor. Ocak, Şubat faturalarını 8 Nisan'da kestiler ve bu gecikmenin kendi sorumlulukları olduğunu üreticilere açıklamamaları durumu daha da karmaşık hale getirdi.
Süt Toplama Direktörü René Mola Valera, hedeflerin aşıldığı bazı belediyelerde hâlâ süt rezervi bulunduğunu, ancak genel olarak geçen yılki hedefin altında kalındığını vurguladı: "Jimaguayú ve Najasa gibi bölgeler, Nisan ayında teslimat planlarını sırasıyla yüzde 111 ve yüzde 102 oranında aştılar; ancak 2024'e göre 15 bin ve 69 bin litre daha az süt teslimatı yaptılar. Ancak bununla yetinemeyiz, çünkü şu anda Najasa bile yarım litre süt teslim edenler arasında yer alıyor. O halde şu soruyu sormak gerekiyor: Geçen yıla göre çok daha az süt teslim etmelerine rağmen hedeflerini nasıl aşmış olabilirler?”
Valera ödeme konusundaki sıkıntılara değinerek “Ödeme için 30 gün süremiz var, ancak bazı belediyelerde bu sürede ödeme yapmakta zorlanıyoruz. Bunun için büyük bir çaba sarf ediliyor. Bugün sektörün ödemesi gereken toplam kredi miktarı 900 milyon peso. Bu rakam, son enerji krizine kadar 600 milyondu. Kriz sırasında binlerce litre süt kaybettik. Ayrıca eritici tuz eksikliği nedeniyle peynir üretimi aksadı ve ödemeler 20 gün gecikti. Bu nedenle bankadan 300 milyon peso daha kredi talep etmek zorunda kaldık. Bu durum maaşları, kârın dağıtılmasını ve kurumun genel mali durumunu olumsuz etkiliyor” diye açıkladı.
Yazar: Jorge Enrique Jerez Belisario
Çeviri: Didem Kul
Tarih: 8 Haziran 2025
Kaynak: Granma
/././
İsrail basını: Netanyahu işgali genişletmek, ordu Gazze'den çekilmek istiyor
Mayıs ayında Gazze'ye yönelik başlatılan "Gideon'un Savaş Arabaları" isimli operasyonda hedeflere ulaşılamaması İsrail'de tartışmaları alevlendiriyor. Hükümet ile ordu arasında Gazze’den çekilme ve savaşın sonlandırılmasına yönelik derin fikir ayrılıkları yaşanıyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/israil-basini-netanyahu-isgali-genisletmek-ordu-gazzeden-cekilmek-istiyor-400351)
Sahte diploma skandalı: Çete hakkında ne biliyoruz, nerelere sızdılar ve neler yaptılar?
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı iddianame ışığında e-Devlet sistemine sahte diploma yükleyebilen bir çete deşifre oldu. Türkiye, "sahte diploma skandalı"nı konuşuyor.
Ankara Ulus’taki bir konakta, uzaktan eğitim işi yapan TUZEM Akademi adı altında faaliyet gösteren çetenin başında daha önce de sınavlarda usulsüzlük davalarında yargılanmış Düzce’den bir doktora öğrencisi var.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının iddianamesine göre sahteciliği Zeynep Karacan, Ziya Kadiroğlu, Mıhyeddin Yakışır ve "Alex" lakaplı Gökay Celal Gülen organize etti.
Mağdurlar arasında Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) Başkanı, Başkan Yardımcısı ve YÖK Eğitim Öğretim Daire Başkanı en dikkat çekenlerden. Bu üç ismin e-imzalarını ele geçiren çete e-Devlet'e sızmayı başarmış. Parasını verene üniversite diploması, ehliyet, hosteslik sertifakası dağıtmış, tapu kayıtlarına kadar ulaşmış.
Çete, üniversite ve kamu kurumlarındaki yetkililerin elektronik imzalarını sahte şekilde üreterek sistemlere girdi.
Şüphelilerin ZATR ve TÜRKTRUST gibi elektronik sertifika sağlayıcıları üzerinden aldığı e-imzaların çoğunda “yüz yüze kimlik tespiti yapılmıştır” onayı bulunduğu belirlendi. Soruşturma, kamu kurumlarına yönelik organize dijital sızmaları ortaya çıkardı.
Şu ana kadar hazırlanan iki iddianamede 135 şüpheli var. 400 sahte diploma iddiasıysa henüz kesinleşmedi.
Sahte diploma üretilmesi, öğrenciliği dondurulan kişilerin pasif durumdaki öğrencilik kaydının aktif yapılması, ön lisans diploması üretilmesi, öğrenci belgesi üretilmesi, not yükseltilmesi gibi yüzlerce işlem var. Öyle ki ehliyet sınavında başarısız olan ve bu yola başvuranlar bile var.
Çete, resmi sertifika sağlayıcı firmalarla işbirliği yaparak yetkililerin e-imzalarını kopyaladı, sahte belgeleri sisteme yükledi. Belgelerin fiyatlarının 250 bin TL ile 2,5 milyon TL arasında değiştiği, bazı ödemelerin kripto para ile yapıldığı kaydediliyor.
Diplomaların iptali ve sahte belge sahiplerinin görev durumlarıyla ilgili inceleme sürüyor.
Yürütülen ikinci soruşturmada 65 kişi hakkında hazırlanan iddianame sunuldu. Şüpheliler arasında BTK yöneticileri, YÖK bürokratları, üniversite personelleri ve siyasetçiler bulunuyor.
Sanıklar; resmi belgede sahtecilik, bilişim sistemine girme, kişisel verileri hukuka aykırı elde etme, ÖSYM Kanunu’na muhalefet, nitelikli dolandırıcılık ve suç örgütü kurma gibi suçlardan Ankara 23. Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargılanacak.
Listeler yayınlandı: Sisteme yerleştirilen sahte mezunlar kim?
Habertürk, isimlere ilişkin belli isim listeleri yayınladı.
İddianameye göre; Anadolu, Yıldız Teknik, Çanakkale 18 Mart, İnönü, Mersin, Uludağ, Atatürk, Erciyes, Ağrı İbrahim Çeçen üniversiteleri ile BTK, YÖK dahil toplam 14 kurumun yöneticileri adına sahte e-imzalar üretildi.
İddianamede ismi dikkat çekenlerden biri Abdülhamit Kayıhan Osmanoğlu, II. Abdülhamid’in dördüncü kuşak torunu. Soruşturma kapsamında İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden aldığı lisans diplomasının iptal edildiği iddia edildi.
Listedeki isimlere ilişkin pek çok paylaşım yapılırken sosyal medyada Buruç Özbey isimli kullanıcı, sahte diploma olaylarında adının geçtiğini belirtti. Özbey okulla ilişiği kesildikten sonra kendi okul numarasıyla başka birinin mezun edildiğini fark etti.
Özetle Özbey, 7 senesi dolduğu için okulla ilişiği kesildiğini ancak okul bilgileri üzerinde değişiklik yapılarak Hakan Tekin isimli bir şahsa kendi okul numarasıyla diploma çıkarıldığını anlatıyor. e-Devlet üzerinden durumu fark eden Özbey, "e-Devlet üzerinden okulla ilgili transkriptimde Hakan Tekin ismi başka bir okul numarasıyla fakat benim T.C. kimlik numaram ve doğum tarihimle birlikte duruyor" dedi. Dava dosyalarında Hakan Tekin isminin yerine kendi isminin yer almasına tepki gösteren Özbey, "2022 yılı Temmuz ayındaki aftan, 2022 yılı Eylül ayında ilişiğim kesildi diye yararlanamadım. Kaç yıldır öğrenci affını bekleyip kalan birkaç dersimi verip mezun olma hayallerimi bu şahıslar bu çete elimden almışken, bir de adımızı her yerde paylaşıp karalıyorlar" ifadelerini kullandı.
Üniversite patronu MHP Milletvekili Levent Uysal'ın diploması da mı sahte?
Nişantaşı Eğitim Vakfı kurucusu olan MHP Mersin Milletvekili Levent Uysal’ın da sahte diploma alanlar arasında olduğu ortaya çıktı.
Gazeteci Fatih Ergin, sosyal medya hesabından Levent Uysal’la ilgili şu iddiayı öne sürdü:
“Sahte diplomalı MHP milletvekili! Sahte diplomalılar arasında, daha önce İsviçre'den alacağı 45 milyon Euro’luk kredi için sahte Vakıfbank teminat mektubunu kreditöre verdiğini ortaya çıkardığım MHP Mersin Milletvekili Levent Uysal da var... Diploması iptal edilecek mi?"
Levent Uysal’dan konuya ilişkin şimdiye kadar herhangi bir açıklama gelmedi.
MHP'li Uysal, aynı zamanda Nişantaşı Eğitim Vakfı (NEV) ve İstanbul Nişantaşı Üniversitesi kurucusu. Eğer iddialar doğruysa, sahte diploması olan biri, diploma veren bir kurumun kurucusu oldu.
2012'deki TÜRKTRUST ara sertifika skandalını hatırlattı
2012 yılında yine Türktrust elektronik sertifika güvenliği konusunda bir sorun yaşamıştı.
2012 sonunda TÜRKTRUST tarafından üretilen iki adet ara sertifika (intermediate CA certificate) ile ilgili olarak Ağustos 2011’den beri süren bir sorun ortaya çıkmıştı. Bunlardan biri, Google’a aitmiş gibi sahte bir SSL sertifikası üretmek için kullanıldı. Zaten olayı da Google ortaya çıkardı.
Google Chrome tarayıcısı, bu sahte sertifikayı HTTPS üzerinden Gmail trafiğini izlemeye çalışan bir saldırıyı tespit etti. Durumun fark edilmesi üzerine Google ve Mozilla gibi büyük tarayıcı şirketleri harekete geçti. Çünkü bu durum, "Ortadaki Adam Saldırısına (Man in The Middle)" müsade ediyor ve e-Devlet, internet bankacılığı ve e-imza trafiğini sahte olarak yönlendirebiliyordu.
Google, Mozilla ve Microsoft gibi firmalar TÜRKTRUST kök sertifikasını geçici olarak engelledi. Chrome ve Firefox, yeni güvenlik güncellemeleriyle TÜRKTRUST’a ait şüpheli sertifikaları bloke etti. Uluslararası elektronik güven zincirinde Türkiye’ye duyulan güven ve düzenleyici kurumun (BTK) denetimi sorgulandı.
Olay, Türkiye’nin elektronik sertifika altyapısına duyulan güveni sarstı ve BTK’nın denetim eksikliği eleştirildi.
T24 yazarı Füsun Sarp Nebil, bu olay ile bugünkü e-imza skandalının, Türkiye’de dijital kimlik ve kamu anahtar altyapısının (PKI) denetimsizlik ve kurum içi kötüye kullanıma açık olduğuna işaret eden bir yazı kaleme aldı. Sertifika güvenliği, erişim denetimi ve log izleme sistemlerinin güçlendirilmesi gerektiği hatırlatıyor ve “5070 sayılı elektronik imza kanunu çerçevesinde, elektronik sertifika hizmet sağlayıcılarına yani e-imza veren kurumlara yetkiyi BTK verir. Denetlemesi gereken kurum da BTK'dır” diyor.
Veri güvenliği yok
Başta e-Devlet olmak üzere kamuya ait platformlardan veri çalındığını her fırsatta yalanlayan iktidar, geçtiğimiz aylarda çalınan verileri satılırken yakalamıştı. Son 1 yılda bilinen 3 veri sızıntısı tespit edildi. Ancak belgeler ve örneklerle kanıtlanan bu sızıntıların hepsi devlet tarafından yalanlandı.
Bu süreçte siber güvenlik alanında iktidar eliyle kurulan kurumlara bir yenisi eklendi. Bu defa "müstakil" olduğu vurgulanarak, Cumhurbaşkanı kararıyla ''Siber Güvenlik Başkanlığı'' kuruldu. Yeni kurum için gerekli kanuni altyapı daha sonra oluşturuldu.
Geçtiğimiz gün Meclis'ten geçen Siber Güvenlik Kanunu, bu yeni kuruma ve dolayısıyla devlete başı sonu belirsiz, geniş yetkiler tanıyor. Başkanlık, "yürüttükleri denetim faaliyetleriyle sınırlı" olarak elektronik ortamdaki verinin, belgelerin, elektronik altyapının, cihaz, sistem, yazılım ve donanımlarının incelenmesi, bunlardan kopya, dijital suret veya örnek alınması, konuyla ilgili yazılı veya sözlü açıklama istenmesi, gerekli tutanakların düzenlenmesi, tesislerin ve işletiminin incelenmesi konularında yetkili olacak.
Kanun, halkın haber alma hakkı ile gazetecilik faaliyetlerine de büyük bir darbe vurulmasına zemin yaratıyor. Yetki alanı sınırsız, denetimi belirsiz bırakılmak istenen Siber Güvenlik Başkanlığı, veri sızıntılarını haberleştirenleri "algı oluşturduğu" gerekçesiyle tutuklatabilecek. Veri sızıntısı yaşandığını duyuranlar, devlet aksini iddia ediyorsa, 2 yıldan 5 yıla kadar hapisle cezalandırılabilecekler.
Devletin dijital güvenlik kalkanındaki büyük sorun
Devletin veri güvenliği konusundaki skandalları bol. Vatandaşın verilerinin çalınması daha önce devletin reddettiği ama ortaya çıkan bir gerçekti. Fakat bu sefer ortaya çıktı ki sadece vatandaşın değil bizzat MİT’in de verileri çalınmış.
Geçtiğimiz hafta T24’ten Tolga Şardan’ın yazısıyla öğrendik ki kişisel verilerin usulsüz ele geçirilmesiyle ilgili bir davada müşteki MİT'miş.
Ankara Adliyesi'nde kişisel verilerin usulsüz ele geçirilmesiyle ilgili devam eden yargılamanın iddianamesine göre müşteki MİT. MİT personeline ait detaylı bilgilerin ele geçirildiği, MİT lojmanlarına ait bilgilerin Privex’e eklenerek kullanıldığı tespit edilmiş. MİT’in dışında çok sayıda bakanlığın, üniversitenin ve devlet kurumlarının da dosyada mağdur olduğu öğrenildi.
Yine sahte diploma skandalında da BTK Başkanı'nın e-imzasının kopyalandığı öğrenildi.
Devletin dijital güvenliği sağlamada yaşadığı sorun ufak tefek değil, ciddiyetle ele alınarak önlem alınması gereken bir sorun.
***
19 Mart protestolarına katılan öğrenci yurttan atıldı: ‘Anayasal hakkımı kullandım’
Trakya Üniversitesi öğrencisi, 19 Mart protestolarına katıldığı gerekçe gösterilerek yurttan atıldı. Öğrenci "Suç teşkil eden bir şey yapmadım. Anayasal hakkımı kullanmam kriminalize edilemez" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/19-mart-protestolarina-katilan-ogrenci-yurttan-atildi-anayasal-hakkimi-kullandim-400343)
MİT akademisinin İsrail-İran savaşından çıkardığı 'ders': 'Tahran'ı en az ABD kadar tehdit olarak görüyoruz'
Milli İstihbarat Akademisi'nin İran-İsrail savaşına dair hazırladığı raporun büyük bir bölümü, İsrail'in "üstün savaş kapasitesine" ayrıldı. Rapora göre, Türkiye'nin buradan çıkarması gereken "dersler" ise şöyle: "İsrail tehdidine karşı NATO-İsrail safında olmak, İran tehdidine önlemler almak."
"12 Gün Savaşı ve Türkiye İçin Dersler" başlığıyla yayımlanan rapor, iktidarın çatışmada kimin safında durduğuna dair çok net veriler sunuyor.
12 gün boyunca tüm dünyanın izlediği ve Türkiye'yi coğrafi olarak yakından ilgilendiren bu olaya dair raporun her detayın kritik olarak ele alınması, tüm tarafların faaliyetlerinin incelikle işlenmesi, "ülke için çıkarılacak derslere" dair tüm parametrelerin ortaya konulması beklenir.
Ne var ki, MİA'nın yayımladığı rapor, bir durum analizinden ziyade adeta bir İsrail propagandasına benziyor. İsrail'in savaş sistemlerinin öve öve bitirilemediği raporda, İran'ın bu süreçteki askeri faaliyetlerine dair neredeyse hiçbir detay yok.
Raporda, Türkiye için çıkarılacak "dersler" de ibretlik. Savaştan utangaç bir şekilde İran'ı sorumlu tutmaya varacak şekilde hazırlanan raporun önemli bölümlerinde Türkiye'nin ABD ve İsrail'in safında durması gerektiğini açıkça savunan argümanlar var. Üstelik bu argümanlar, Türkiye'nin güvenliği açısından İsrail'in bir tehlike olarak görülmesi üzerinden ortaya atılıyor.
İsrail'in savaş aygıtlarına övgü üzerine övgü
Raporun ilk bölümü, İsrail'in savaşta İran'a karşı gösterdiği üstünlüğünü adeta güzelleme üzerine kurulu.
İsrail'in savaş boyunca kullandığı tüm savaş sistemlerinin ve hava unsurlarının görsellerinin paylaşıldığı ilk bölümde, İran'ın savaş kapasitesine dair neredeyse hiçbir detay bulunmuyor. Küçük bir bölümde, İran'ın balistik füzelerinin İsrail'e isabet ettiği bilgisinin paylaşıldığı raporda, İsrail'in silahlarının İran'da nasıl etkili olduğu paragraf paragraf işlenmiş.
İran'ın silah sistemine ilişkin paylaşılan tek görsel ise, İsrail'in etkisiz hale getirdiğinin vurgulandığı Sevom Hordad Hava Savunma Sistemi.
Raporda İsrail'in savaş kabiliyetinin "etkin", "üstün", "hassas" ve "çok eksenli" gibi ifadelerle yüceltildiği görülürken, İran'a dair geçen cümlelerde "kısıtlı kapasite", "yetersiz kalmak" gibi tanımlamalar dikkat çekiyor.
12 gün süren savaşta İsrail İran karşısında hava üstünlüğü kurmuş olmasına rağmen, İran, balistik füzeleriyle İsrail'in çok önemli kurumlarını vurmuştu. İki ülkenin de ekonomik olarak aylarca sürdürmesi zor görünen çatışma, bi tarafın askeri üstünlüğüyle değil, ABD'nin müdahalesiyle sonlandırılmıştı.
Raporun kaynakçası: İsrail ve Batı basını
Raporun son bölümündeki Kaynakça ve Notlar bölümü ayrıca dikkat çekici.
Raporu hazırlayanların, burada yalnızca İsrail ve Batı kaynaklarından yararlandığı, İran ve müttefik ülkelerden hiçbir kaynağın kullanılmadığı görülüyor.
Kaynakçada, yalnızca bilimsel makaleler değil, Gazze'deki katliamların başlamasından bu yana İsrail'e açıkça destek veren ve bölgedeki tüm savaşlarda İsrail propagandası yürüten Batılı haber ajansları yer alıyor: Reuters, Euronews, BBC... Hatta bir kaynak doğrudan İsrailli haber sitesi Times of Israel'den alınmış.
Kaynak gösterilen makale ve haberlerin hepsinin İngilizce olması da dikkat çekiyor.
Raporun çıkardığı ilk 'ders': 'İran keşke dikkat etseydi'
Raporun son bölümünde, 12 günlük savaşta "çıkarılması gereken dersler" sıralanıyor.
Bu bölümde raporun vardığı sonuç, tamamen İsrail saldırganlığıyla başlayan savaşta sorumlunun İran olduğu. Raporun ilgili bölümünde şu ifadeler yer alıyor:
“Eş zamanlı olarak küresel ilişkilerin önemli maddelerinden birine dönüşen İran’ın nükleer faaliyetleriyle ilgili olarak da müzakere zemininin önemini kaybetmesi; küresel ve bölgesel dinamiklerin örtüşmesine, daha net bir ifadeyle ABD ve İsrail’in İran’a karşı askerî saldırı konusunda aynı noktaya gelmesine neden olmuştur. Dolayısıyla İran’ın, nüanslara dikkat etmeyerek nükleer programının yarattığı tehdit konusunda İsrail ve ABD yönetimlerini aynı noktada birleştirmesinin kendisi açısından son derece acı sonuçları olmuştur.”
Raporda, İsrail'in de resmi olarak beyan etmediği nükleer silahlara sahip olduğu ve savaştaki esas derdinin bölgede hakimiyetini artırması olduğu es geçiliyor. Ayrıca, İran'ın uranyum zenginleştirme sürecinde nükleer silah geliştirdiğine dair bir verinin hala bulunmadığını hatırlatmak gerek.
İkinci 'ders': 'İsrail'i kızdırmayalım, yalnız kalmayalım, NATO'yla ilişkileri onarmaya devam edelim'
Raporun "dersler" bölümünde, ayrıca "İsrail tehlikesine karşı yalnız kalmamanın önemine" değiniliyor. Çözüm olarak ise NATO'yla geleneksel ittifakın devamına işaret ediliyor.
Bununla ilgili raporda şunlar kaydediliyor:
"Uluslararası düzlemde devletler arası güç kullanımının ve sivil kayıpların normalleştiği bir ortamda, geleneksel ittifaklar kesin ve tam bir koruma sağlamasa da İran örneği, tarafsız kalmaya çalışan ülkelerin bir anlamıyla 'sahipsiz' kaldığını ve daha kolay hedef alındığını göstermektedir. Bu doğrultuda Türkiye’nin, Suriye iç savaşıyla eş zamanlı olarak yıpranan geleneksel ittifak ilişkilerini onarmaya yönelik son dönemde attığı adımlar daha da anlam kazanmaktadır. Türkiye’nin son yıllarda ABD ile ilişkilerini iyileştirmesi, NATO ile ilişkilere de yansımıştır ve bu sürecin sürdürülmesinde fayda mülahaza edilmektedir."
Yani raporda bir bakıma, "İsrail bize tehdit olmasın diye İsrail'in safında yer almalıyız" mesajı veriliyor.
Üçüncü 'ders': 'ABD ve İsrail kadar biz de tetikte olmalıyız'
Raporun savaştan çıkardığı ikinci 'ders' ise, savaşın ardından Türkiye'nin önceliğinin 'İran tehdidi' olması gerektiği.
Raporda, "Türkiye bu aşamada İran’ın nükleer faaliyetlerinden, geniş füze ve SİHA envanterinden ve bölgesel milis şebekesinden en az İsrail ve ABD kadar tehdit hissetmektedir. Ancak Türkiye ve İran arasında olası bir gerginlik oluşması hâlinde, Tahran’ın yeteneklerini Ankara aleyhine seferber etmeyeceğinin garantisi yoktur" ifadeleri yer aldı.
"Irak eksenli" krizlerde sorunların İran destekli milisler kaynaklı olduğu ima edilen raporda, "Bu gruplar zaman zaman Irak’taki Türk üslerine yönelik taciz saldırılarında bulunmuştur. Dolayısıyla İran’ın bölgedeki devlet dışı silahlı aktörler üzerindeki etkisinin kısıtlanacağı ancak iç istikrarını koruyacağı ve son yıllarda iyice yıpranmış olan ekonomisini raya koyabileceği bir anlaşma; Ankara açısından en olumlu senaryo olarak değerlendirilebilir" denildi.
İran'ın bölgesel konumunun gözden geçirmesinin olumlandığı raporda, "iyi örnek model" olarak, ABD işgali sonrası Irak, cihatçıların yönetime geldiği Suriye ve İsrail'le ilişkilerini derinleştiren Azerbaycan örnek gösterildi.
İran destekli milislerin Irak'taki olası faaliyetlerinin bir karışıklık yaratabileceği savunulan raporda, "İran yanlısı milis grupların ülkedeki ABD üslerine yönelik saldırıları ise Irak içinde yapısal değişikliklerin kapısını açabilir. Türkiye, Kalkınma Yolu gibi uzun vadeli stratejik projelerde ortağı olan Irak’ın bu gerginlikten en az şekilde etkilenmesi için hem Bağdat hem de Erbil ile irtibatını sıkılaştırmalı, Irak’ın bir çatışma alanına dönmemesi için gerekli desteği vermelidir" denildi.(https://mia.edu.tr/uploads/f/01082025_1.pdf)
***
Bayraktar’ın 'Next Sosyal'i aslında bir 'sahte bayrak' operasyonu mu?-Yiğit Günay-
Tamam, yeni platform yerli veya milli değil. Ama mesele de bundan ibaret değil. Bayraktar’ın çıkışını, son Milli İstihbarat Akademisi raporuyla birlikte ele almak gerekiyor.
Son birkaç haftadır devlet, küresel tekellerin elindeki sosyal medya ağlarında İsrail etkisini kavramak üzere çalışma yürütüyor. Milli İstihbarat Akademisi’nin son raporu, meselenin vahametinin devlet içinde birilerinin kafasına dank ettiğine işaret ediyor.
Selçuk Bayraktar’ın ortaya attığı Next Sosyal isimli sosyal medya platformu projesi, işte bu panik karşısında verilen bir yanıt.
Fakat, devletin panik yaşadığı birçok başlıkta verdiği yanıtlarla aynı marazları taşıyor: Hazırlıksızlık, kavrayışsızlık, süslü laflara rağmen altı boşluk, uzun vadeli plansızlık, göz boyamacılık… Özetle, kocaman bir beceriksizlik.
Devletin İsrail soruşturması
İran ve İsrail arasındaki 12 Gün Savaşı, Türkiye devleti cephesinde de değerlendirme konusu oldu. Bizzat Erdoğan, füze sistemlerinin geliştirilmesi ihtiyacını dile getirmişti. Ancak arayış bunun ötesinde.
Son haftalarda devletin bu cephede kavramaya çalıştığı başlıklardan biri, küresel sosyal medya platformları üzerinde ve içindeki İsrail etkisi.
soL’un edindiği bilgiye göre bu başlıkta yalnızca devlet kaynakları değil, devlete bitişik hale getirilen ve sık sık kadro devşirilen kimi sivil toplum örgütleri de görevlendirilmiş durumda.
Türkiye’nin bu savaş sonrası ortaya çıkan ilgisinin, epey geç kalınmış bir adım olduğu söylenebilir. Görünüşe göre Türkiye’nin ilgisini tetikleyen, 12 Gün Savaşı sırasında İsrail’in İran’a karşı WhatsApp verilerini kullandığına dair -teyit edilmemiş ve halen teknik izaha muhtaç- haberler oldu.
Zira Milli İstihbarat Teşkilatı’nın 2025 Ağustos ayının başında yayımladığı “12 Gün Savaşı ve Türkiye için Dersler” raporunda da internet tabanlı sivil uygulamaların savaş günlerinde İsrail tarafından yoğun olarak kullanıldığı belirtiliyor ve “bu durum, İran’ın WhatsApp gibi bazı uygulamaların telefonlardan silinmesi çağrısı yapmasına neden olmuştur” deniliyor.
'Çetin’e ne oldu?
Devletin konuya ilgisi şaşırtıcı değil. Google ve Meta’nın en büyük tekeller olduğu sektördeki İsrail nüfuzu, yıllardır uluslararası basına sıklıkla konu oluyor. Bu iki ABD merkezli tekel bir yana… Geçen hafta, bir dönem ABD hükümetiyle gerilen TikTok, “nefret söylemiyle mücadele” etmek için kurduğu birimin başına, İsrail ordusuna eğitim veren bir kişiyi atadı. Hemen her hafta, bir diğer sosyal medya platformundaki İsrail etkisine dair haberler çıkıyor.
Öte yandan, devletin konuya ilgisi yeni de değil. Geçen yıl soL’da “yerli-milli mesajlaşma uygulaması” olarak tanıtılan ve Dışişleri Bakanlığı personeline tavsiye edilen Chat-In isimli uygulamanın MİT tarafından geliştirildiği yönündeki işaretleri haberleştirmiş1 ve girişimin anlamlı niyetiyle tezat oluşturan bir beceriksizlikle malul olduğuna işaret etmiştik.
Aradan geçen zamanda Chat-In’i geliştiren, kimliği meçhul “Kale İleri Teknoloji” firması, yerli-milli WhatsApp iddiasından geri bastığı, istihbarat ve elektronik harp eğitimlerine ağırlık verdiği görünüyor.
Ama bir yıl sonra, bu kez kimliği belli bir diğer şirket, Baykar ve Selçuk Bayraktar, “yerli-milli Twitter” iddiasını ortaya attı.
Atıf yerine füze koydular
Temmuz ayının sonunda şaşaalı bir tanıtım kampanyasıyla kamuoyunun geniş kesimlerinin gündemine giren Next Sosyal, daha duyurulur duyurulmaz en temel iddiasında gol yedi: “Yerli-milli” diye pazarlanan platform, aslında Mastodon altyapısı üzerinde kurulmuş bir versiyondu.
Yani, Almanya merkezli, açık kaynak kodlu Mastodon’un zaten tüm dünyayı teşvik ettiği üzere kodu kullanılıp “Next Sosyal” etiketi yapıştırılmıştı. Platformun yerliliği, “beğen” butonu olarak kalp yerine füze ikonu konulmasından ibaret görünüyordu.
Aslına bakılırsa, bu gizli bir bilgi de değildi. Selçuk Bayraktar, Next Sosyal’in kuruluş hazırlıkları döneminde Mastodon altyapısından faydalandıklarını duyurmuştu.
Yine de, bir hinlikle, ve “yerli-millilik” vurgusuna halel getirmemek adına, platformun Türkçe sitesinde Mastodon atfına yer verilmemişti.
Fakat esas skandal, bizzat Mastodon’un, ironik şekilde Twitter platformunda Selçuk Bayraktar’ı alıntılayarak “Selam, lütfen bizimle özel mesajla iletişime geçin” yazmasıyla ortaya çıktı.
Mastodon’un İletişim Başkanı Andy Piper, T24’ten Eray Özer’e yaptığı açıklamada, sorunun, Mastodon zaten herkese açık olmasına rağmen, Next Sosyal’in Mastodon kodlarını kullanıp bu durumu gizlemeye çalışması olduğunu teyit etti. Niye X’te herkese açık bir mesajla Bayraktar’a yazdıkları konusunda da “üç hafta boyunca iletişime geçmeye çalıştık ama nafile” dedi.
Böylece Next Sosyal’in “yerli-milli” kimliğinin füze şeklindeki beğen ikonundan ibaret olmadığı, bir de köylü kurnazlığı eklendiği ortaya çıkmış oldu.
1 Ağustos günü Anadolu Ajansı’nın servis ettiği “NEXT Sosyal mobil uygulamalarının kaynak kodları yayınlandı” haberi, bu ayıbı telafi etmeye yönelik geç kalınmış bir çırpınışı yansıttı. İki cümleden ibaret haberde “NEXT Sosyal mobil uygulamalarının (Android-iOS-Web) kaynak kodlarının ‘GNU AGPLv3’ lisansı altında yayınlandığı bildirilen paylaşımda, ‘Mastodon altyapısını kullanılarak geliştirildiğimiz platformumuza katkıda bulunmak isteyen herkesi davet ediyoruz’ ifadelerine yer verildi” denildi.
‘Adamlar fişi çekebiliyor’
Bu tabloya bakıldığında özellikle muhalif kamuoyunda verilen genel tepki, “zaten beceremeyecekleri”, “yerli-milli denilenlerin hep dışarıdan alınma olduğu” minvalinde oldu.
Hem Türkiye devletinin hem de kapitalizminin kapasitesini küçümseyen bu yaklaşımın yanlış olduğu, Baykar dahil Türk şirketlerinin son yıllardaki yayılmalarına yakından bakıldığında ortaya çıkıyor. Mesele, bir kapasite meselesi değil.
Next Sosyal girişiminin esas düşündürmesi gereken nokta, yazının en başında değindiğimiz, devletin içindeki panikte ve buna verilen tepkide düğümleniyor.
Mastodon’la yaşanan ufak çaplı skandalın ardından platformu pazarlama kampanyası kapsamında CNNTürk’e çıkan Selçuk Bayraktar, platformu kurmalarında dönüm noktasının ne olduğu sorusuna, dolaylı olarak, “İsrail etkisi” yanıtı verdi:
“İsmail Haniye için LinkedIn’de bir taziye mesajı yayınladığım için hesabımı komple kapattılar. Benim için dönüm noktası, ‘Tanrı’nın emri’ olduğu söylenen soykırımla başladı. Alternatif bir mecra sunmadığınız takdirde, ne kadar şikayet ederseniz edin asla çözüm olmuyor. Aynen yabancı İHA’yı kullanmak gibi. Adamlar istediği zaman fişi çekebiliyordu.”
“Yerli-milli” platform için, küresel sosyal medya üzerindeki İsrail etkisi bizzat deneyimlendikten sonra adım atılmıştı.
Bu husus bizi en başa, devletin İsrail karşısındaki çabalarına geri götürüyor.
Bayraktar’ın üç yılı
Selçuk Bayraktar, Hamas liderine taziye mesajının sansürlenmesine tepki olarak “yerli-milli sosyal medya platformu” kurma işine girişti. Emek vermeden, pek kafa yormadan, kolay yoldan yurtdışından aldıkları altyapıyı cilalayıp piyasa sürdü. Ama sonuçta tetikleyen, kendi ifadesiyle, İsrail’in etkisi olmuştu.
Peki, aradan geçen zamanda, dünyanın önemli silah şirketlerinden birinin patronu olan Bayraktar’ın İsrail’e karşı tutumu nasıl gelişti?
2023… O yıl, AKP hükümetinin bir kez daha ABD’nin dış politika çizgisine yanaşmaya karar verdiği bir dönemeçti. Birkaç yıla yayılan “gerekirse Avrasya’ya yüzümüzü döneriz” çıkışlarının ardından 2023’te yeniden ABD çizgisine yakından angaje olmaya karar verilmişti.
Bu dönemecin sembolik fotoğraflarından biri, Ağustos 2023’te düzenlenen ortak Doğu Akdeniz tatbikatında Selçuk Bayraktar’ın, ABD’nin USS Mount Whitney gemisinin güvertesinde verdiği pozdu.

O gemi, Altıncı Filo’nun komuta gemisiydi. Daha “yerli-milli” şeklindeki, giderek trajikomik hal alan söylem ortada yokken, Türkiye’nin yurtseverlerinin, devrimcilerinin ülkeye sokmadığı, askerlerini denize döktüğü filo.
Bayraktar, Türkiye’nin ABD çizgisiyle yeniden uyum sağlaması için şahsen uğraşıyordu.
2024… İsrail Gazze’de vahşice katliam yürütüyor. Temmuz ayında Haniye öldürülmüş, Selçuk Bayraktar’ın taziye mesajı sansürlenmiş…
Haniye cinayetinden iki ay sonra, Baykar, Azerbaycan’da silah fuarına katılıyordu. Azerbaycan, zaten İsrail’le on yıllara yayılan derin ilişkilere sahipti ve Türkiye’yle İsrail arasında arabuluculuk yapıyordu. Fuar da İsrailli silah şirketleriyle birlikte düzenlenmişti. Baykar fuarda poz veriyor, konu Türkiye’de eleştiri konusu olunca Haluk Bayraktar “Bu gelişmeden ancak gurur duyulabilir. Sosyal medyada bize karşı yürütülen 'false flag' (sahte bayrak) operasyonlarına alışığız” diye yanıt veriyordu.
2025… Haziran ayında, yani Next Sosyal duyurulmadan bir ay önce Baykar, İsrail ordusunun tedarikçilerinden İtalyan Leonardo şirketiyle ortak oluyordu.
Kısacası, Baykar’ın “İsrail tehdidi” karşısındaki tavrı, ABD-İsrail ittifakına daha da fazla yanaşmak oldu.
12 günden çıkarılan ders
Milli İstihbarat Teşkilatı’nın “12 Gün Savaşı dersleri” raporu, tam olarak Bayraktar ailesinin tavrını tekrar ediyor. Devlet kamuoyunun gözlerinden uzak şekilde İsrail’in etkisini araştırıp hazırlanmaya çalışırken, yanıtı, İsrail’e daha da yanaşmakta arıyor.
45 sayfalık raporun2 büyük kısmı teknik verilerin derlenmesi. Fakat rapor dikkatle okunduğunda, İsrail’e karşı acz, korku ve hayranlık duyguları beslendiği anlaşılıyor.
İsrail’in üstünlüğünün uzun uzun anlatıldığı raporda savaşın gerekçesi olarak ABD ve İsrail’in kışkırtmaları değil “İran’ın nükleer anlaşmaya uymaması” gösteriliyor.
Dahası, teknik analizin ardından rapor, siyasi olarak, açık açık ABD-NATO-İsrail çizgisine yanaşılmasını öneriyor: “Türkiye’nin son yıllarda ABD ile ilişkilerini iyileştirmesi, NATO ile ilişkilere de yansımıştır ve bu sürecin sürdürülmesinde fayda mülahaza edilmektedir.”
Raporun en yakıcı bölümündeyse, Türkiye’nin, en az İsrail ve ABD kadar İran karşıtı olması gerektiği dile getiriliyor: “Türkiye bu aşamada İran’ın nükleer faaliyetlerinden, geniş füze ve SİHA envanterinden ve bölgesel milis şebekesinden en az İsrail ve ABD kadar tehdit hissetmektedir. Ancak Türkiye ve İran arasında olası bir gerginlik oluşması hâlinde, Tahran’ın yeteneklerini Ankara aleyhine seferber etmeyeceğinin garantisi yoktur.”
Sahte Filistin bayrağı
Dolayısıyla, Next Sosyal’e bakıldığında “yerli veya milli değil ki, bak, başkasından almışsınız”dan, “zaten bunlar samimi değil, her şeyleri takiye”den ibaret tepkiler, konunun esasını ıskalıyor.
Türkiye de, bölge de, herkesin bir şekilde hamle yaptığı fakat kimsenin uzun vadeli planının tutacağından emin olmadığı bir dönemden geçiyor.
Devlet, en azından devletin içindeki kimi kadrolar, İsrail tehdidini gerçekten hissediyor.
Ancak iktidar bloğu, tehditten kurtulmanın yolunu tehdidin kaynağı olan odaklarla işbirliği yapmakta arıyor.
Kamuoyu nezdinde İsrail’e karşı ara sıra yapılan çıkışlar, giderek, Haluk Bayraktar’ın deyişiyle bir “sahte bayrak” hüviyeti kazanmış durumda.
Kendi şirketi İsrail’le ilişkilerini geliştirirken Selçuk Bayraktar, “İsrail tehdidi nedeniyle” sosyal medya platformu kurduğunu açıklarken bir sahte bayrak dalgalandırıyor.
Açık istihbarat raporunda İsrail, ABD ve NATO’yla birlikte İran’a karşı savaş çizgisini benimseyen devlet, siyasi iktidarın ağzından “terörsüz Türkiye” sürecinin dahi kökeninde İsrail tehdidinin yattığını duyuruyor, Filistin’le hamasi dayanışma mesajları paylaşırken bir sahte bayrak dalgalandırıyor.
Peki Bayraktar’ın Haniye’ye taziye mesajı sansürlendiği için kurduğu sosyal medya platformunda bu eleştiriler dile getirilebilir mi?
Bayraktar’ın, hiçbir yorum olmaksızın sadece Erdoğan’ın damadı olduğunun yazıldığı ajans haberlerine dahi dava açmayı huy haline getirmesine bakılırsa, pek mümkün gözükmüyor.
1https://haber.sol.org.tr/haber/yerli-milli-mesajlasma-uygulamasi-chat-kim-nasil-guvenecek-393684
2https://mia.edu.tr/uploads/f/12-gn-savasi-ve-trkiye-iin-dersler_1.pdf?v=1754026418
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder