Şimşek’in 'övünç' tablosu: İşsizlik yüzde 79, yoksulluk sınırı yüzde 239, dolar cinsinden faiz yüzde 174 arttı -Duygu Ayber Gültekin-
Hükümet, dezenflasyon bahanesiyle haziranda zamları erteledi. Bu yolla ücretlere yapılan enflasyon farkı aşağı çekildi, reel ücretler geriledi. Ama bu hamle ters tepti ve temmuz enflasyonunu artırdı.
Hükümet, enflasyonu düşürme (dezenflasyon) amacıyla haziran ayında zamları erteledi. Bu yolla ücret ve maaşlara yapılan enflasyon farkı aşağı çekildi ve reel ücretler geriledi. Ancak haziranda ücret ve maaş zamlarını kısıtlama hamlesi, bu kez ters tepti ve temmuz enflasyonunu artırdı.
AKP iktidarının Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek eliyle sürdürdüğü kemer sıkma programı kapsamında başta doğal gaz olmak üzere çok sayıda kalemde yapılan zamlar, ücret ve maaşlara verilen altı aylık enflasyon farkı zammından ‘kaçmak’ üzere temmuz ayına ertelendi. Örneğin, BOTAŞ doğal gaz zammını haziran ayından temmuza erteledi. 2 temmuzda doğal gaz satış fiyatlarında sanayi tüketicileri için ortalama yüzde 7,86, konut tüketicileri için ise ortalama yüzde 24,6 oranında artışa gidildi. Temmuzda fiyatı en çok artan ürün doğal gaz oldu. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, tüketici fiyatları bazında temmuzda en yüksek fiyat artışı yüzde 26,41 ile doğal gaz olarak belirlendi.
Temmuzda en çok fiyatı artan ürünler bizzat devlet tarafından yönlendirilen fiyatlar kaleminde gerçekleşti. Temmuzda fiyatı en çok artış gösteren diğer ürünler arasında, yüzde 13,91 ile bira, yüzde 11,24 ile alkollü içecekler (rakı, viski, votka vb.), yüzde 7,28 ile sağlık sigortası ve yüzde 6,71 ile kişisel ulaştırma araçlarının yakıt ve yağları (benzin, motorin, motor yağı) yer aldı.
Böylece enflasyonu düşürmek için girişilen “ücretleri baskılama” hamlesi enflasyonu artırdı.
TÜİK verilerine göre temmuzda aylık enflasyon yüzde 2,06 ile haziran ayına göre hızlanma kaydetti. Aynı dönemde yıllık enflasyon ise yüzde 33.52 oldu.
Yıllık bazda en yüksek artış ise yüzde 75,54 ile eğitimde kaydedildi. Eğitim grubunun ardından yüzde 62,01 ile konut, yüzde 37,49 ile sağlık geldi.
Endekste kapsanan 143 temel başlıktan temmuz ayı itibarıyla 18 temel başlığın endeksinde düşüş gerçekleşirken, beş temel başlığın endeksinde değişim olmadı. 120 temel başlığın endeksinde ise artış gerçekleşti.
Yurt içi üretici fiyat endeksi (Yİ-ÜFE), temmuzda yıllık bazda madencilik ve taş ocakçılığında yüzde 28,3, imalatta yüzde 24,02, elektrik, gaz üretimi ve dağıtımında yüzde 22,1 ve su temininde yüzde 55,74 artış gösterdi.
Üretimde fiyat artışı sürdü
TÜİK verilerine göre Yİ-ÜFE, temmuzda bir önceki aya kıyasla yüzde 1,73, geçen yılın aralık ayına göre yüzde 17,7, geçen yılın aynı ayına göre yüzde 24,19 ve 12 aylık ortalamalara göre yüzde 27,07 yükseldi.
Sanayinin dört sektörünün yıllık değişimleri incelendiğinde, madencilik ve taş ocakçılığında yüzde 28,3, imalatta yüzde 24,02, elektrik, gaz üretimi ve dağıtımında yüzde 22,1 ve su temininde yüzde 55,74 artış gerçekleşti.
Ana sanayi gruplarının yıllık değişimlerine bakıldığında, ara mallarında yüzde 21,91, dayanıklı tüketim mallarında yüzde 31,35, dayanıksız tüketim mallarında yüzde 26,4, enerjide yüzde 20,82 ve sermaye mallarında yüzde 28,34 yükseliş kaydedildi.
Sanayinin dört sektörünün aylık değişimlerinde ise madencilik ve taş ocakçılığında yüzde 3,67, imalatta yüzde 1,6, elektrik, gaz üretimi ve dağıtımında yüzde 2,21 ve su temininde yüzde 1,82 artış görüldü.
Ana sanayi gruplarının aylık değişimlerine bakıldığında, ara malında yüzde 1,68, dayanıklı tüketim mallarında yüzde 2,31, dayanıksız tüketim mallarında yüzde 0,54, enerjide yüzde 3,43 ve sermaye mallarında yüzde 2,53 artış kaydedildi.
Şimşek memnun ama tablo kötü
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, sosyal medya hesabından enflasyon verisini değerlendirdi. Şimşek, “Enflasyon 44 ayın en düşük seviyesinde. Enflasyondaki düşüş, öngörülebilirliği artırarak yurt içi finansal koşulların ve yatırım ortamının daha da iyileşmesine katkı sağlayacaktır” dedi. Aynı dönemde işsizlik, dolar bazında ödenen faiz, açlık ve yoksulluk sınırı uçtu. Resmi enflasyon oranı ise tüm bunlara rağmen kasım 2022’ye göre 12,2 puan daha fazla.
TÜİK’e göre yıllık enflasyon 44 ayın en düşük seviyesine gerilerken kasım 2022’de (44 ay önce) işsiz sayısı 7.5 milyondu. Kasım 2022’den temmuz 2025’e dek işsiz sayısı yüzde 78,8, Hazine tarafından ödenen faiz dolar bazında yüzde 173 arttı. Kasım 2022-temmuz 2025 kümülatif enflasyon yüzde 186,6 olurken, Türk-İş açlık ve yoksulluk sınırı yüzde 239 arttı.
***
Zincir market çalışanı ağır çalışma koşullarına isyan etti: 24 yaşındayım, bacaklarımda varisler çıktı.
Ağır çalışma koşullarına tepki gösteren bir market çalışanı, "Saatlerce ayakta duruyoruz. Bir sandalye vermek bu kadar mı zor? Daha 24 yaşındayım, bacaklarımda varisler çıktı" dedi.
Ağır koşullarda çalıştıklarına ilişkin sosyal medyada yayılan videolarla gündeme gelen zincir market çalışanları, düşük ücretler ve insan onuruna aykırı muamelelerle mücadele ettiklerini belirtiyor. Market çalışanı S.A, "Saatlerce ayakta duruyoruz. Bir sandalye vermek bu kadar mı zor? ‘Oturmaya ne gerek var?’ diyorlar. Günün sonunda işten çıkmayı düşünüyorum ama başka bir iş olmadığı aklıma geldiği için elimden bir şey gelmiyor. Artık tükenmişlik sendromunu son zamanlarda çok yaşıyorum. Daha 24 yaşındayım, bacaklarımda varisler çıktı" dedi.
Zincir market çalışanlarının, ağır çalışma koşullarına ilişkin görüntüler sosyal medyada hızla yayılıyor. Oturmaları yasak olduğu için yorgunluktan yere yığılan, ürün taşırken zor durumlarla karşılaşan market çalışanları sosyal medyanın gündeminde. Sayıları yüz binleri geçen zincir marketlerde düşük ücretlerle, uzun çalışma saatlerinde görev yapan market çalışanları, yaşadıkları zorlukları anlattı.
Bu marketlerden birinde 2 yıla yakın süredir çalışan 24 yaşındaki S.A, grafik tasarımı mezunu olduğunu ancak alanında iş bulamadığı için markette işe girdiğini söyledi.
S.A, "İnsanı aslında ayakta durmak yoruyor. Saatlerce ayakta duruyoruz. Bir sandalye vermek bu kadar mı zor? ‘Oturmaya ne gerek var?’ diyorlar. Haftanın 3-4 günü sevkiyat geliyor. Ürünlerin hepsini tek tek yerleştirmek zorunda kalıyoruz. Yeri geliyor oturup dinlenme, yemek yeme imkanımız bile olmuyor. İnsan gücünün üstünde bir güç istiyorlar bizden. Yeri geliyor, artık müşterilerimiz bize yardım ediyor" dedi.
“Ürünler satılmadığı zaman bize kovulma korkusunu veriyorlar”
"Dinlendiğimiz zaman artık benim bacaklarım uyuşmuş bir şekilde oluyor. Artık tükeniyoruz. Bazen can dayanmıyor" diyen S.A, günün sonunda çok mutsuz hissetiğini dile getirdi. S.A, şöyle konuştu:
"Ürünler satılmadığı zaman bize kovulma korkusunu veriyorlar. Bunu her gün her gün yaşadığınızı düşünün. Sosyal yaşamım kalmadı. Bütün zamanım markette geçiyor. Bitik bir şekilde marketten çıkıyoruz. Yeri geliyor, ürünler hakkında müşteriler ile konuşmamız bile müdürler tarafından sorun ediliyor. Günün sonunda işten çıkmayı düşünüyorum ama başka bir iş olmadığı aklıma geldiği için elimden bir şey gelmiyor. Artık tükenmişlik sendromunu son zamanlarda çok yaşıyorum. Daha 24 yaşındayım, bacaklarımda varisler çıkmış durumda."
"Emek sömürüsünde market zincirleri birinci sırada"
Mağaza ve Market İşçileri Sendikasından Saliha Bahadırlı’ya göre ise zincir market işçilerin yaşadıkları sorunlar yeni değil. Sendikanın kuruluş amacının, market işçilerin yaşadıkları sorunları daha görünür hale getirip çözüm önerileri yaratmak olduğunu hatırlatan Bahadırlı, emek sömürüsünde market zincirlerinin birinci sırada yer aldığını söyledi.
“Market işçileri 1 saat yerine 45 dakika molaya zorlanıyor”
Bahadırlı, market çalışanlarının ağır malzemeleri tek başına taşıdığını, kasayla ilgilendiğini, reyonları düzenlediğini, sürekli ürün etiketi değiştirdiklerini belirtti. Zincir market çalışanlarının “robot gibi” çalışmaya mecbur bırakıldığını ifade eden Bahadırlı, çalışanların sadece yöneticileri tarafından değil, kimi zaman da müşteriler tarafından zorbalandığını kaydetti. İşçilerin bir saatlik mola haklarını kullanmada da sorunlar yaşadığını belirten Bahadırlı, yeterli sayıda eleman bulunmaması nedeniyle işçilerin 1 saat yerine, 45 dakika molaya zorlandığını söyledi. Bahadırlı, “İnsanları böyle bir kısır döngüye hapsettiler. Bu böyle bir girdap halinde dönüyor, dönüyor ve bütün genç insanları, bütün çalışanları böyle içine çekip alıyor” dedi.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının zincir market çalışanlarının yaşadığı sorunların çözümüne ilişkin geçtiğimiz yıllarda bir rapor hazırlandığını hatırlatan Bahadırlı, o raporda yer alan sorunların halihazırda devam ettiğini söyledi.
Raporda yer alan çözüm önerilerinin hayata geçirilmesinde yetersiz kalındığını belirten Bahadırlı, “Bakanlığa buradan söylemek istediğimiz, marketlerin daha sıkı denetlenmesi ve caydırıcı cezalar uygulanması. Yani bu üç büyük zincir, hadi beş olsun, kaç olursa olsun, bunlardan elde edilen kâr, sermaye tabii ki ülke için önemli. Onların sahiplerinin canını sıkmak istemiyorlar ama altta kalan, bugün 40 binin üzerinde, sadece bir tane zincir markette çalışan var. Ve her gün bu market yeni bir şube açıyor. Milyonlarca insan burada çalışıyor, emek veriyor. Bu emekçilerin derdine kim derman olacak?” diye konuştu.
***
Oğuzcan hücrede ölüme terk edildi, ‘kalabilir’ diyen doktor beraat etti -Eylem Nazlıer-
Epilepsi hastası ve zihinsel engelli Oğuzcan Gürbüzer, cezaevinde verilen ceza nedeniyle koyulduğu hücrede nöbet geçirerek öldü. Gürbüzer için “Hücrede kalabilir” raporu veren doktor beraat etti.
İstanbul – Samsun T Tipi Kapalı Cezaevi’nde tek başına konulduğu hücrede epilepsi nöbeti geçirdikten sonra hayatını kaybeden zihinsel engelli Oğuzcan Gürbüzer’in ölümüyle ilgili yürütülen yargılamada cezaevi doktoru hakkında açılan dava sonuçlandı. Mahkeme, “görevi kötüye kullanma” suçlamasıyla yargılanan doktor hakkında beraat kararı verdi. Gürbüzer’in ailesi karara itiraz ediyor. Bilgi almak için aradığımız cezaevi yönetimi ise ‘güvenlik gerekçesiyle yanıt veremeyeceklerini’ söyledi.
Yüzde 93 engelli raporu var, zekâ yaşı 6
1995’te dünyaya gelen Oğuzcan Gürbüzer, yüzde 93 zihinsel engelliydi. Her ne kadar resmi raporlarda yer almasa da ailesine göre kleptomaniydi; özellikle bisiklet çalma alışkanlığı vardı. Ancak yaptıklarının ne anlama geldiğini bilmiyordu. Samsun Eğitim ve Araştırma Hastanesi Özürlü Sağlık Kurulu tarafından verilen sağlık raporunda; epilepsi, sağ hemiparezi, konuşma bozukluğu, burun ve damak deformitesi tanıları yer aldı. Aynı raporda, zekâ yaşının 6 olarak saptandığı açıkça belirtildi.
Cezai ehliyeti olmamasına rağmen tutuklandı
Gürbüzer hakkında açılan davaların çoğu, zihinsel engeli nedeniyle farkında olmadan gerçekleştirdiği eylemlerden kaynaklanıyordu. Baba Haluk Gürbüzer, özellikle bisiklet çalma alışkanlığı nedeniyle hakkında birçok suç duyurusu yapıldığını ifade etti: “Oğlum doğuştan epilepsi hastasıydı. Yüzde 95 engelli, 6 yaş zekasına sahip, IQ ise 40. 7 yaşında vücudunda çürüme başladı, burnu kesilmek zorunda kaldı. Aidiyet duygusu olmadığından başkasının eşyasını kendisinin sanıp almaktadır. Oğlum doğruyu yanlışı bilmiyordu. Samsun’daki herkes onu tanırdı” diyen Gürbüzer, oğlunun suçun anlam ve sonuçlarını algılayamayacak durumda olduğunu vurguladı.
‘Cezaevinde kalamaz’ raporu vardı, bozuldu
Ailenin aktardığına göre Oğuzcan için daha önce “cezaevinde kalamaz” raporu düzenlendi. Ancak bu rapor ilerleyen süreçte iptal edildi. Oğuzcan cezaevine konuldu. Haluk Gürbüzer, tutukluluk sürecinde defalarca dilekçe vererek yetkilileri uyardıklarını ifade etti: “Savcılığa dilekçe yazdım. ‘Bu çocuk ölecek’ dedim. Burnundan nefes alamıyor. Epilepsi nöbeti geçirdiğinde başında biri olması gerekiyor. Ama kimse dinlemedi. Onu hücreye koyarak ölüme terk ettiler. Bu kararın altında imzası olan herkesten şikayetçiyim. Gardiyanlardan hekime kadar, sorumlular yargılanmalı.”
‘Cezai ehliyeti yoktur’ kararları verildi
Oğuzcan Gürbüzer’in Avukatı Ümit Kulaksız, Oğuzcan’ın geçmişte işlediği benzer eylemler nedeniyle hakkında açılan davalarda mahkemelerin “cezai ehliyeti yoktur” diyerek ceza verilmesine yer olmadığı yönünde kararlar verdiğini aktardı. Samsun 2. Asliye Ceza Mahkemesi, ceza verilemeyeceğini karara bağladı. Ancak zaman içinde bu kararlar değişmeye başladı. Mahkemeler bu kararı dikkate almadı ve Oğuzcan’a çeşitli hırsızlık davaları sonucu hapis cezaları verdi. Cezaların infazı 2020 yılında başladı. Samsun İnfaz Hakimliği, hapis cezalarını içtima ederek birleştirdi.
Aralık 2020’de cezaevine giren Oğuzcan’a 2021’de 1 günlük hücre cezası verildi. Epilepsi hastası ve yüzde 93 engelli olan Oğuzcan, aynı gün hayatını kaybetti. Oğuzcan Gürbüzer’in cezaevi sürecindeki en çarpıcı gelişme, ölümüne yol açan disiplin cezası oldu. Kulaksız, cezaevine girdikten kısa süre sonra, Oğuzcan’ın duvara kalemle yazı yazdığı gerekçesiyle disiplin cezası aldığını, bunun üzerine bir günlük hücre cezası verildiğini belirtiyor. Ancak bu cezanın uygulanabilmesi için cezaevi doktorunun onayı gerektiğini söyleyen Avukat Kulaksız, “Cezaevi doktoru, Oğuzcan’ın hücrede kalabileceği yönünde bir rapor verdi. Hücreye konulduğu gecenin sabahında, Oğuzcan ölü bulundu. Ölüm sebebi epilepsi nöbeti geçirmesi ve dilini yutmasıydı. Yanında biri olsaydı, çok basit bir müdahaleyle hayatta kalabilirdi. Ama hücrede yalnızdı” dedi.
Adli Tıp: Epilepsi hastaları yalnız bırakılmaz
Oğuzcan’ın ölümünün ardından Samsun Valiliği, cezaevi doktoru hakkında soruşturma izni vermedi. Avukat Kulaksız, bu kararı Ankara İdare Mahkemesi’ne taşıdı. Bu süreçte Adli Tıp Kurumu 8. İhtisas Kurulu’ndan alınan rapor, olayın seyrini değiştirdi. Adli Tıp Kurumu tarafından hazırlanan raporda, Gürbüzer’in nazal yolu yetmezliği, yarık damak deformitesi, psikiyatrik hastalık tanısı ve epilepsi (sara) hastalığı bulunduğu açıkça kaydedildi. Rapora göre, bu rahatsızlıklara bağlı olarak düzenli ilaç kullandığı da dosyada yer aldı.
Samsun İlkadım Cezaevi Aile Hekimliği tarafından hazırlanan yazıda, Oğuzcan Gürbüzer için “Bir gün hücre cezası almasında mani yoktur, varsa kronik hastalıkları için düzenli olarak takibi uygundur” ifadelerine yer verildiğine dikkat çeken Adli Tıp Kurumu’nun raporunda şunlar yer aldı: “Nazal yolu yetmezliği, yarık damak deformitesi, psikiyatrik hastalığı ve epilepsi (sara) hastalığı olan bir kişinin tek başına hücreye konulması uygun değildir. Bu kararın verilmesi hatalıdır. Hatalı eylem ile ölüm arasında illiyet bağı bulunduğu kanaatine varılmıştır. Ancak kişinin tek başına hücrede değil de koğuşta nöbet geçirmesi durumunda da ölümün önlenmesinin kesin olmadığı değerlendirilmiştir.”
Bu raporla birlikte, doktor hakkında soruşturma açıldı. Ancak yargılama sonucunda, mahkeme doktorun “ölümle illiyet bağı kurulamadığı” gerekçesiyle beraatına karar verdi. Avukat Kulaksız, bu kararı istinafa taşıyacaklarını ifade etti: “Ölümüyle illiyet bağı bulunmasa bile yine de yaşanan büyük bir ihmaldir.”
"Cezaevine dahi girmemesi gerekiyordu"
Oğuzcan’ın zekâ yaşı 6 olan bir birey olarak cezaevinde bulunmasının hukuki boyutunu da değerlendiren Av. Kulaksız, “30 yıl civarında ceza aldı. Bu süreçte biz infazın ertelenmesi için başvurduk. Ama bu süreçte çok ağır ihlaller yaşandı. 27 gün sonra da Oğuzcan’ı kaybettik.” Avukat Kulaksız, cezaevi doktorunun “epilepsi hastalığından haberdar değildim” şeklindeki savunmasını hatırlatarak şunları söyledi: “Kendisi Oğuzcan’a epilepsi teşhisiyle ilaç yazmış. Yani bu hastalıktan habersiz olması mümkün değil. Cezaevi yönetiminin de doktorun da bu bilgiden habersiz olması imkansız.”
"10 saat boyunca hücre kontrol edilmemiş"
Maktul hakkında kesin epilepsi tanısı konulmadığını ileri süren doktor, ölüm günü maktule akşam verilmesi gereken ilacın eksik bırakıldığını savundu, “Otopsi raporunda sadece Lamictal’e rastlandı. Depakin 48 saattir alınmamıştı” dedi. Doktor, ayrıca cezaevi personelinin 10 saat boyunca hücreleri kontrol etmediğine dair kamera kayıtlarının olduğunu belirtti. Mahkeme dosyasına giren ifadelere göre, infaz koruma memurları ise doktorun savunmasına itiraz etti, Gürbüzer’in epilepsi hastası olduğunun herkes tarafından bilindiğini söyledi.
***
Trabzon'da çay üreticileri, ÇAYKUR'un uyguladığı kota ve kontenjan uygulamalarını protesto etti
Trabzon’da çay üreticileri, ÇAYKUR'un çay alım politikalarını protesto etti. Bir üretici, "Devlet ayrı, özel sektör ayrı öldürdü çayı. Haziran ayında verdiğimiz çayın parasını hâlâ alamadık" dedi.
Trabzon’un Hayrat ilçesinde çay üreticileri, ÇAYKUR'un uyguladığı çay alım politikalarını protesto etti. Bir çay üreticisi, "Çay öldü. Devlet ayrı, özel sektör ayrı öldürdü çayı. Haziran ayında verdiğimiz çayın parasını hâlâ alamadık" derken başka bir üretici, "Çay üreticileri mutlaka örgütlenmeli, sendikalaşmalı" dedi.
Trabzon’un Hayrat ilçesinde çay üreticileri, ÇAYKUR'un uyguladığı çay alıp politikalarını kitlesel bir basın açıklamasıyla protesto etti. Hayrat Belediyesi önünde toplanan çay üreticileri, ÇAYKUR’un çay alımlarında kota ve kontenjan uygulaması nedeniyle çaylarını düşük fiyata özel sektör firmalarına satmak zorunda kaldıklarını belirtti. Basın açıklamasını okuyan Muhtar Turan Hacibektaşoğlu, şunları söyledi:
“Doğu Karadeniz bölgesinde 791 bin hektar alanda yaklaşık 205 bin üretici çay tarımı yapıyor. Bilindiği gibi bölgemizde temel geçim kaynağı çaydır. On binlerce üretici yağmurda, çamurda, yakıcı güneşin altında çay hasadı yapıyor. Yaşlısı, genci, kadını, erkeği çay bahçesinde alın teri döküyor. Çay parasından çocuk okutacağız, karnımızı doyuracağız, yakacak, tarım, ilaç gibi ihtiyaçlarımızı karşılayacağız. Bu ekonomik şartlar altında nefes alabilmek için çay hasadına ümit bağlamış durumdayız. Kanayan yaramız olan Hayrat’ta uygulanan 'ÇAYKUR araba üstü pilot bölge' uygulaması artık kaldırılmalıdır. Bu uygulama vatandaşa eziyetten başka bir şey değildir, biz bu uygulamayı kabul etmiyoruz."
"Fiyatları özel sektör belirleyemez"
Çay fabrikalarının dışarıdan çay almasına karşı olduklarını ifade eden Hacibektaşoğlu, "Kesinlikle karşıyız. ÇAYKUR’un hantallığı sona ermeli, kapasitesi artırılmalı. Devletin açıkladığı fiyat bir taban fiyat değildir. Bu yüzden özel sektör dilediği gibi çay fiyatı belirliyor. Taban fiyat uygulamasına geçilmelidir. Devlet bu fiyatın altında özel sektörün çay almasına izin vermemelidir. Ayrıca bir çay kanunu çıkarılmalı. Üretici, özel sektöre sekiz on ay vadeli çay veriyor ama o para enflasyonda eriyor. Bu düzene son verilmeli. Çay bizim, toprak bizim. Fiyatları özel sektör belirleyemez, buna izin vermemeliyiz. Halk olarak sesimizi yükseltmeliyiz" diye konuştu.
“Halk isyan halinde”
Vatandaşın isyan halinde olduğunu belirten çay üreticisi Ali Cebiroğlu, “Artık, kral çıplak! Vatandaş isyan halinde, ama derdimizi anlatamıyoruz. Gerçekten böyle. Biz müstahsiliz, mağduruz. Ama bu insanlar kırgın, kızgın, dargın. Lütfen ilgililer artık bir çare bulsun. Özel sektör maliyetin altında çay alıyor, bile bile yapıyor bunu. 16 liraya kadar düşmüş özel sektör. Bu resmen kul hakkıdır" dedi.
“Bizi resmen özel sektörün kucağına ittiler"
Hasan Yıldırım ise “Ben şu anda 20 ton çaydan zarar ettim. Bu da yaklaşık 130 bin TL. Bu zarar bana özel sektör eliyle değil, sistemin çökmesi nedeniyle oldu. ÇAYKUR fabrikalarına kapasite eklenmeli. Her fabrika sadece 20 tonluk kapasite artırsaydı bu durum yaşanmazdı. Ama bizi resmen özel sektörün kucağına ittiler. Milletvekillerimiz sadece Mecliste parmak kaldırıyorlar. Rize’nin ve Trabzon’un vekilleri ne yapıyor bilmiyorum. Bu halk onları bunun için seçti. Ama vekil halktan kopmuş durumda. Bugün 19 liraya gübre alıp, 16 liraya çay sattığında nasıl geçineceğiz? Gerçekten çok kötü durumdayız. Param gitti, emeğim boşa gitti" diye konuştu.
“Birlik olursak sesimiz daha gür çıkar”
Çay üreticisinin örgütlenme zamanının geldiğini vurgulayan Behrem Yıldız, “Karadeniz’in her yerinde aynı sıkıntı yaşanıyor. Ocak vade, mart vade… Özel sektör firmaları anlaşarak üreticiyi ÇAYKUR’a mahkum ediyor. Üretici çaresiz, kıpırdayamıyor. En sonunda tekrar fiyatları aşağı çekerek manipülasyon yapıyorlar. Şimdi üreticinin örgütlenme zamanı. Çay üreticileri mutlaka örgütlenmeli, sendikalaşmalı” dedi.
Fazlı Özkanca, “İnsanlar sabah saat 10-11 gibi ambarda bekliyor. Kamyon gelecek diye umutla bekliyorlar. 17 sene önce, 1 ton çayla 5 ton gübre alınıyordu. Çaydan herkes ev alıyordu, araba alıyordu, traktör alıyordu. Ama artık olmuyor. Görüyorsunuz" diye konuştu.
Üretici Cemal Demirci, “Daha çay hasadı bitmeden sıkıntı çıkıyor. Hayrat’ta eylem vardı az önce. Çayımı götürdüm, ‘Hemşehrim 16 lira’ dediler. Aynen geri çevirdim çayı. Yazıklar olsun dedim size. Neyin hesabını yapıyorsunuz siz? Sorumlular görevini yapsın lütfen. Ayıptır bu” dedi.
“Bunlar halka düşman”
Özel sektöre ezdirildiklerini ifade eden Süleyman İhtiyaroğlu, “Görüyorsunuz işte. Ambar kapıları çay dolu. Satamıyoruz. Özellere ezdiriyorlar bu milleti. Zaten kontenjan her yıl düşürülüyor. Yeni fabrika ekledik diyorlar ama yine de kontenjan düşüyor. Bu millete eziyet çektirmek istiyorlar. Bunlar halka düşman. Halkçı hiçbir yöneticileri yok. Hep kendileri rahat etsin, zenginlerin önü açılsın. Başka hiçbir dertleri yok” ifadelerini kullandı.
Bir başka çay üreticisi, “Çay öldü. Devlet ayrı, özel sektör ayrı öldürdü çayı. Üreticiyi mahvettiler. Haziran ayında verdiğimiz çayın parasını hâlâ alamadık. Mayıs sonunda, haziran başında ödenecekmiş. 19 liraya sattım" dedi.
Sattığı çayın parasını gelecek yıl alacağını belirten başka bir çay üreticisi kadın, “Çaycıyı mahvettiler. Bir ton çay vereceğim devlete, üç güne alabileceği çayı bana süründürerek aldırıyorlar. ‘İki günde al’ de ‘Üçüncü gün getir’ de ama böyle süründürme bizi” diye konuştu.
***
PTT'de esnaf kuryeliği reddeden 325 işçi işten atıldı -Volkan Pekal-
PTT'de çalışan 325 dağıtım işçisi, kendilerine dayatılan esnaf kurye modelini kabul etmedikleri gerekçesiyle 1 Ağustos'ta işten çıkarıldı.
Adana – Posta ve Telgraf Teşkilatı (PTT AŞ) Başmüdürlüğünde, Kırtur Turizm adlı taşeron firma bünyesinde çalışan dağıtım işçileri, kendilerine dayatılan esnaf kurye modelini kabul etmedikleri için 1 Ağustos 2025 tarihinde topluca işten çıkarıldı. Karadeniz, İç Anadolu ve Adana’da 4 bin 500 işçi çalıştıran Kırtur şirketi, Adana’nın Seyhan ve Yüreğir ilçelerinin dağıtımını üstlenen 325 işçiyi işsiz bıraktı.
Ana yüklenici konumundaki Kırtur, kısa bir süre önce işçileri, Newnet adlı başka bir firmaya geçirdi. Şirket daha sonra işçilere, bu firmada “bağımsız çalışan” olarak, yani esnaf kurye statüsünde devam etmelerini dayattı. Firmaları değiştirilen işçiler, Kırtur bünyesinde yıllarca çalışmalarına rağmen birikmiş tazminatlarını alabilmek için dava açmak zorunda bırakıldıklarını ifade ediyor.
Esnaf kurye modeli dayatmasıyla patronların İş Yasası kapsamındaki tüm yükümlülüklerden kurtularak, tüm maliyet ve riski kendilerinin sırtına yüklemek istediğini belirten işçiler, “Ya esnaf kurye olarak devam edeceksiniz ya da iş akdiniz sonlandırılacak, tazminat da alamayacaksınız” şeklinde tehdit edildiklerini söylüyor.
Giderler işçiye, kâr patronlara
Yeni modelde işçilerin sigortası yapılmayacak, araç, yakıt, ceza, bakım ve ekipman giderleri de tamamen işçilere ait olacak. Kendi araçlarını temin etmeleri istenen işçiler, ikinci el bir aracın dahi 500 bin TL olduğunu, aylık araç maliyetinin ise 50 bin TL’yi bulduğunu ifade ediyor.
İşçilerin her biri, günlük ortalama 130 kargo dağıtmak zorunda. Parça başı sistemle çalışan işçilere gönderi başına yalnızca 26 TL + KDV, yani 31 TL ödeniyor. Aynı gönderi, firmaya 48 TL’ye faturalandırılıyor. Şirketler, arada hiçbir üretim veya hizmet sağlamadan 17 TL kâr elde ediyor. Üstelik vergi yükümlülüğü olmadan.
Kölelik sistemi dayatılıyor
11 yıllık bir dağıtım işçisi, “Günlük 80-90 gönderiyi dört mahallede dağıtıyorum. Kargoyu zamanında teslim edemezsek, ceza bize kesiliyor. Mesai ücreti artık yok. Akşam kaçta bitirirsek o zaman çıkıyoruz” diyor. İşçiler, minimum giderleri karşılayabilmek için ayda dağıtmaları gereken kargo sayısının bin 600 olduğunu belirtiyor. Bu da ayda yaklaşık 3 bin 500 kilometrelik sürüş anlamına geliyor.
İşçiler, şirketin, 45 kişilik dağıtım kadrosunu 40’a düşürmeye çalıştığını ifade ediyor. Bir işçinin ortalama tazminat alacağının 550 bin TL’yi bulduğunu ifade eden işçiler, esnaf kurye statüsünün, işçileri sendikal haklardan da mahrum bıraktığına dikkat çekiyor.
"Gönderi güvenliği ne olacak?"
İşçiler, bu modelin yalnızca kendilerini değil, yurttaşları da mağdur edeceğini söylüyor: “Kargoları artık kim taşıyacak? Güvenlik ne olacak? Şirketin sorumlusu ‘Adamlarımdan başkasına iş vermem’ diyor. Akrabalarını yerleştiriyorlar.”
İşçiler, PTT gibi kamu hizmeti yürüten bir kurumun, taşeronun taşeronu eliyle esnaf kurye sistemine geçmesinin, emekçilerin tüm haklarını gasbederken kamusal hizmetin niteliğini de tartışmalı hale getirdiğine dikkat çekiyor. PTT işçileri, “Biz ticaret değil, kamu hizmeti yapıyoruz. Yaşamak ve çalışmak istiyoruz; borç içinde ölmek değil” diyor.
Meyhane 'yasakları'nın yıl dönümünde: Alkol, devlet ve 'asayiş'-Seçkin Gürsel-
IV. Murat’ın içki yasaklarına dair birçok rivayet var: İsyancılar, yangın, asayiş... Bunlardan hangisi doğru olursa olsun, sivrilen nokta resmi tarih anlatısında IV. Murat’a yapılan özel vurgu oluyor.
Genç Osman’ın kardeşi IV. Murat, Osmanlı padişahları arasında içki ve tütün tüketimine uyguladığı yasaklar ile nam salmıştır. Öyle ki günümüzde dahi lise sıralarında “Bağdat Fatihi” sultanın tahta çıkışından sonra yaşanan en önemli gelişmeler aktarılırken içki ve tütün yasakları başta geliyor. Alınan kararların sebeplerine gelince söylenen çeşitli grupların içki içip isyan başlattığı, devlet otoritesine karşı geldiği ve asayişi bozduğu yönünde. Elbette bu olayların doğruluğunu tartışacak değiliz, zira IV. Murat’ın yeniçeriler tarafından dehşet verici biçimde öldürülen II. Osman’ın kardeşi olduğuna yapılan vurgu boşuna değil. Abisinin başına gelenlerden kısa süre sonra tahta çıkan sultan, çocuk yaşta olması nedeniyle ilk yıllarında Kösem Sultan’ın gölgesi altında padişahlık ve halifelik makamını tutmuştur (1). Dolayısıyla tanık olduğu olayların sultanı hükümdarlığı döneminde ‘sert ve güçlü’ bir padişah gibi davranmaya ittiğini varsaymak yanlış olmaz. IV. Murat’ın kişisel tecrübelerine ek olarak, yasakların en önemli sebeplerinden birinin 17. yüzyılın ortalarında meydana gelen büyük İstanbul yangını olduğu söylenir. İmparatorluğun başkentinde bozulan asayişi sağlamak ve yangın sonrası meydana gelebilecek ayaklanmalara karşı bir tedbir olarak şehirde bulunan ve halihazırda denetim altında işletilen meyhaneler ile son yüzyılda epey popüler hale gelmiş kahvehaneler yıktırılır (2). IV. Murat’ın tahta çıkmasından önce yazan Gelibolulu Mustafa Ali, kahvehanelerin nasıl farklı sınıflardan insanların iletişime geçtiği ve toplumun düzenine bir ‘tehdit’ oluşturduğunu anlatmıştır (3).
Değinmekle yetindiğimiz anlatılardan sonra akıllara çok gelmeyen fakat önemli bir soru sorulmalı. “Kuruluş dönemi padişahları” olarak adlandırılan, Osman Bey ile başlayıp Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü ile son bulan zaman aralığı sonrası resmi tarihte IV. Murat’a yapılan vurgunun sebebi nedir? Geçmişte Osmanlı tarihçilerinin “duraklama ve gerileme” dönemi biçiminde tanımladığı 16. yüzyıl sonrasında tahta çıkmış Osmanlı padişahlarına verilen önem nispeten düşüktür. Burada şaşırtıcı bir durum yok, zira toprak genişlemesinin yavaşlaması ve taht kavgaları, bir padişahın uzun süreli hüküm sürmesinin önüne geçmiştir ve bu koşullar yalnızca 27 yaşındayken vefat eden IV. Murat’ı da kapsamaktadır. Sultanın günümüzdeki şanı, onun modern devletin bakış açısına uygun anlatılara yol açmasıdır. Resmi tarih anlatısında Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme sürecine girmesi ile merkezi otoritenin zayıflaması arasında bir bağ kurulur. Gerçekte modernite öncesi bir devlet için merkezi otorite günümüzdekinden çok daha farklı bir anlam ifade etse de güçlü sultan imajı çizen IV. Murat egemen tarih anlatısı için emsal bir figür. Sultan başkentte asayişi sağlamış; isyana sebebiyet verecek, devlet otoritesine karşı gelen gruplara ağır cezalar vermiş ve bu doğrultuda içki ve tütün kullanımına yasaklar getirmiştir. Paralel olarak resmi anlatı, içki tüketen kişileri bir nevi ‘kıyamete sebep vermekle’, ‘yangınlar çıkarmakla’ suçlar ve devlet otoritesinin böyle durumlarda ne kadar önemli olduğuna vurgu yapmaktadır.
Burada IV. Murat gibi bir figürün parlatılması, bugünün devlet anlayışının kendi meşruiyetini ve geçmişten devralma girişimlerinin bir parçasıdır. İçki yasağı ve sert disiplin uygulamalarının gereklilik gibi gösterilmesi; modern dönemde toplumsal düzeni sağlamak bahanesiyle hak ve özgürlükleri sınırlayan iktidarın politikalarıyla paralellik gösterir. Böylece tarih, modern devletin kendi uygulamalarına ideolojik zemin kazandırmak için kullandığı bir araç hâline dönüşmüştür.
Yola çıktıkları noktalar farklı olsa da bugün içkiden alınan yüksek vergilerle, içki satışı olan mekanların görünürlüğünün kısıtlanmasıyla hükümet benzer bir sonuç almak istiyor. Kafalarındaki ulus tanımına ait olmayan ve devlet otoritesine karşı gelebilecek kitleleri dışlamak ve ötekileştirmek. Önümüzde Osmanlı İmparatorluğuna öykünen bir iktidar var ve burada resmi tarihi hem dışarıda hem de içeride bir silahlaştırmaya devam etmekten sakınmayacaklar. Türkiye’de solun, kendini ilerlemenin yanında konumlandıran bizlerin görevi, uzun süredir yeterli dikkati vermediğimiz Osmanlı tarihine yüzümüzü dönmek ve iktidarın dayatmaya çalıştığı tarih anlatısının karşısına çıkmak ve yenilerini koymaktır.
Kaynakça:
İnalcık, H. (2012). Şehzâdeler: Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-II Tagayyür ve Fesâd (1603-1656): Bozuluş ve Kargaşa Dönemi. In Devlet-i Aliyye. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Mustafa Âli. (2004). Tables of Delicacies Concerning the Rules of Social Gatherings. Harvard Üniversitesi, Yakındoğu Dilleri ve Medeniyetleri Bölümü.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı (2009). Osmanlı Tarihi, Cilt 3, TTK Yayınları, s. 192
/././
Soykırım gazetesi New York Times -Aras Coşkuntuncel
Ruanda’nın RTLM radyosu 1994’te Tutsilere karşı girişilen ve tarihsel olarak Almanya, Belçika, Fransa, ABD’nin direkt sorumlu olduğu soykırımın simgelerinden biri sayılır. Birçok kişinin “soykırım radyosu” diye andığı Radio Television Libre des Mille Collines soykırımı kışkırtmak ve yönlendirmekte kullanılan güçlü bir araç haline gelmişti.(1) Gazze soykırımının simge medyası da New York Times.
Haberleri, haber dili, araştırmaları ve köşe yazılarına kadar İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırımı inkar eden ve İsrail’in eylemlerini meşru ve haklı göstermeye çalışan gazete en son Gazze’de açlıktan ölen çocuklarla ilgili büyük bir haberinin önemli kısımlarını bebeklerden birinin “Daha önceden bir sağlık sorunu olduğu” gerekçesiyle geri çekti. Tüm kemikleri buruşuk derisinden fırlamış, altında da İsrail’in uyguladığı ambargo yüzünden bez niyetine çöp poşeti giydirilmiş 18 aylık bir bebeğin “daha önceden sağlık sorunları” varmış. Böylece İsrail yüzünden açlıktan ölüyor anlatısı boşa düşüyormuş. Bebeğin, ailesinin ve benzer durumdaki ailelerin acısını ve İsrail’in yürüttüğü açlık politikasını bu şekilde önemsizleştirmeye çalışan, İsrail’in “Gazze’de açlık yok” yalanına su taşıyan bu düzeltme ve geri adım, bebeğin bütün sağlık sorunlarının anne ve bebeğin İsrail’in uyguladığı gıda ve yardım ablukası yüzünden yetersiz beslenme sonucu geliştiğini göz ardı ediyor tabii ki. ABD’de ana akım medyanın yayınları büyük oranda İsrail yanlısı ve Filistinlilere karşı ön yargılı; New York Times bu taraflı ve ön yargılı yayınların da Amerikan ana akım medyasının de simge ismi. Sokaklar da bunu biliyor; son iki yılda gazete soykırım karşıtı protestolardan nasibini almış, eylemciler gazete binasının önünde eylemler düzenlemiş, hatta giriş katını işgal etmişlerdi.
İsrail ile direkt bağlar
Geçtiğimiz yıl öğrendik ki İsrail’in Gazze’ye saldırıları başladığından beri New York Times kendi haberlerinde “soykırım”, “etnik temizlik” gibi kelimeleri ve “işgal altındaki topraklar” ifadesini yasaklamış ve muhabir ve editörlerinden “Filistin” ve “mülteci kampları” kelimelerini elden geldiğince kullanmamalarını istemiş. Birçok kurum ve kişinin İsrail’in yaptıklarını haklı göstermek için referans verdiği haberlerden biri de New York Times’ın 7 Ekim’de neler olduğu üzerine araştırması. Haberin ve araştırmanın merkezindeki yazarlardan biri gazetecilik deneyimi olmayan eski bir İsrail’in Hava Kuvvetleri İstihbaratı Çalışanı, Anat Schwartz isimli bir film yapımcısıydı.
İki yılda onlarca uzmanın, Birleşmiş Milletlerin çeşitli kuruluşlarının, Uluslararası Af Örgütünün, İsrail merkezli B’Tselem ve ABD merkezli İnsan Hakları İzleme Örgütü dahil onlarca kuruluşun kanıtlarıyla olan bitenin soykırım olduğunu raporlamalarına rağmen daha iki hafta önce New York Times’ın ünlü köşe yazarlarından biri “Hayır, İsrail Gazze’de soykırım yapmıyor” başlığı atıp uzun uzun saçmalıyordu. Soykırım demek için yeterli kişi ölmemiş bu yazara göre.
The Electronic Intifada, Mondoweiss, The Intercept gibi çeşitli basın kuruluşlarından ve bağımsız çalışan bir grup gazeteci ve yazar 18 Temmuz’da New York Times’ın gazeteci, editör ve yöneticilerinden 20 kişinin İsrail ile olan direkt bağlarını ortaya koyan bir rapor yayımladı. Örneğin New York Times’ın şu anki Kudüs Temsilcisi Natan Odenheimer dört yıl boyunca İsrail ordusunda özel kuvvetlerde, bir komando birliğinde görev yapmış. Kudüs’ten İsrail-Filistin yazan bir diğer Muhabir Isabel Kershner’in iki oğlu İsrail ordusunda asker. Köşe yazarlarından Bret Stephens aynı zamanda siyonist lobi grubu Maimonides Fonu çalışanı. Bir diğer Yazar David Brook ve Araştırmacı, Çevirmen, Muhabir Myra Noveck’in çocukları İsrail ordusunda asker olarak görev yapmış. Dış haberlerde “Arap Dünyası Baş Editörü” Marjorie Olster hayatı boyunca çeşitli siyonist lobi ve örgütlerde çalışmış. Liste uzayıp gidiyor. Bu raporun ilk cümlesi ile bitireceğim: “New York Times, Gazze’deki soykırımın suç ortağıdır; Amerikan emperyalizminin sözcüsü olarak hizmet etmekte ve dış politika meselelerinde seçkinlerin fikir birliğini şekillendirmektedir.”
(1) RTLM’nin kurucusu ve sahibi Felcien Kabuga, Birlesmis Milletler Guvenlik Konseyinin kurduğu Ruanda Uluslarası Ceza Mahkemesi tarafindan 1997 yılında soykırımla suçlanmış ve 2020’de de yakalanip tutuklanmıştı. Soykırım sırasında RTLM Tutsilerden hamam böceği diye bahsediyor, Tutsi karşıtı bir tarih anlatısı propaganda ediyor hatta duşman diye yaftaladığı insanlarin nerelerde yaşadıklarına dair bilgiler veriyordu.
İşçiler yoksullaştı, ‘milli güvenlik’ sağlandı -Arif Koşar-
600 bin kamu işçisini kapsayan kamu çerçeve protokolü imzalandı.
İmzadan iki gün önce Türkiye Maden-İş Sendikasının örgütlü olduğu Eti Maden iş yerlerinde greve çıkılacaktı ki, AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan “milli güvenliği bozucu nitelikte” olduğu gerekçesiyle grevi 60 gün süreyle erteledi.
Neden 60 gün?
Müşküle düşen milli güvenlik 60 gün sonra toparlanabilecek miydi?
Tabii ki alakası yok. Yasada 60 gün erteleme hakkı verilmiş. Gerekirse bir daha ertelenir. Ama zaten gerekmez, çünkü erteleme fiilen yasak anlamına gelir.
Grevin nedeni işçilerin enflasyon karşısında düşen alım gücünü koruma çabası…
Grev, milli güvenliği tehdit ediyorsa, grevi yasaklamaktan daha demokratik bir yol da var: İşçilerin taleplerini karşılamak.
Böylece “milli güvenlik tehdidi” ortadan kalkar.
Ancak sorun başka türlü çözüldü.
Türk-İş ve Hak-İş ile hükümet anlaşmaya vardı ve milli güvenlik yeniden tesis edilmiş oldu.
Sendikaların 27 Şubat 2025’te sunduğu ortak teklifte 2025 yılı talep edilen net ücret artışı yaklaşık yüzde 115’e denk düşüyordu. İmzalanan anlaşmada, vergi dilimleri de dikkate alındığında yıllık net ücret artışı yüzde 29.*
Hükümet çevrelerinde 2025 yıl sonu için dile getirilen resmi enflasyon beklentisi ise yüzde 30’lar civarında.
Tabii resmi enflasyon rakamlarına güvenen yok. Mahkeme kararına rağmen TÜİK, enflasyon sepeti bileşimini açıklamış değil.
Daha rasyonel bir değerlendirmeyle 2025 yılı gerçek enflasyonunun en az yüzde 40’larda olacağı öngörülebilir.
Ayrıca enflasyon oranları farklı sınıf, tabaka ve gelir grupları için farklılaşmaktadır. Örneğin ücret geliri ile yaşayan emekçilerin bütçesinde gıda, kira ve ulaşım giderleri büyük bir yer tutmaktadır ve bu nedenle emekçilerin fiili enflasyonu zenginlerin enflasyonundan ve ortalama enflasyondan daha yüksektir.
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda kamu çerçeve protokolü ile işçilerin ücretlerinin düşürüldüğü görülebilir.
Nasıl mı? Nominal ücretleri arttırmak suretiyle…
Nominal artış oranı enflasyonun altında kaldığı için işçilerin ücretleri ve alım gücü reel olarak düştü. Ayrıca, işçiler zam farkını aylar sonra alabileceği için zammın kendisi bile enflasyon karşısında eridi.
Elbette bu bir çelişki değil. Ücret baskılaması ve halkı yoksullaştırmaya dayanan Şimşek programının temel bir unsuru. Asgari ücrete neden ara zam yapılmadıysa, kamu işçilerine de aynı nedenle düşük ücret dayatıldı.
Velhasıl, işçilere düşük ücret, yasak ve yoksulluk dayatma; dış yatırımcıya yüksek faiz getirisi, büyük tekellere kolay kazanç ve kamu kaynaklarının aktarımı suretiyle milli güvenlik tesis edilmiş oldu.
Peki, grev yasağı ile aynı gün Elâzığ’daki maden ocağında meydana gelen göçükte hayatını kaybeden 45 yaşındaki Hasan Coşkun neden milli güvenlik kapsamına giremedi?
Dört çocuk babası Hasan Coşkun yeterince milli değil miydi?
11 yıl önce Soma’da, yani milli sınırlar içerisinde, “iş güvenliği” önlemlerini almamakta ısrarcı olup, böylece daha fazla kâr edip 301 işçinin ölümüne neden olan işletme sahip ve yöneticileri neden milli güvenlik sorunu olamadı?
301 işçiyi ölüme gönderenlerden bir teki bile bugün cezaevinde değil… İşçilerin Avukatı Can Atalay ise hapiste.
Bu ‘milli güvenlik’, maden işçilerinin greve çıkmasını yasaklıyor ama öldürülmesini serbest bırakıyor.
Öncesi bir yana Soma’dan beri, her yıl 50 ila 150 madenci, bir ölüm kanunu varmış gibi alınmayan önlemler nedeniyle yaşamını yitiriyor. Milli güvenlik zerre zarar görmüyor.
Her gün ölüm riskiyle çalışan işçilerin insanca yaşayacak ücret talebi ise milli güvenliği tehdit ediyor.
Kimin milli güvenliği?
Bu ülkenin millisini de, güvenliğini de sermayenin çıkarlarına, programına, kârına endeksleyenlerin emekçilere vadettiği sadece ölüm ve yoksullaşma.
Görülen o ki, emekçiler kendi güvenliklerini ancak kendileri sağlayabilirler.
* Prof. Dr. Aziz Çelik’in hesaplaması.
/././
Halkların Balkan inadı bir tutarsa, sermayenin vay haline!-Cihan Tuğal-
Çok uluslu ama çoğunlukla Batı menşeili şirketler, doğayı hallaç pamuğuna çevirdi. Bosna bunun en korkunç örneklerinden. Medeni Batı, “yeşil enerji”sini, Bosna’nın lityum ve diğer madeni zenginliklerine çökerek tedarik ediyor.
Avrupa Birliği (AB) kurumları, “resmi Avrupa” sınırları içinde bir sürü zehirli uygulamayı yasaklamış. Bu kurumları boyunduruğunda tutan sermaye, zehri – Avrupa’nın göbeğinde olmasına rağmen – Avrupalı sayılmayan Bosna’ya taşımış. Tabii ki “çevreci” AB’nin önderliğinde. Bosna’nın o birbirinden güzel nehirleri teker teker kurutuluyor, etraflarındaki köyler kimyasala boğuluyor.
Balkanlar genelde halkların birbirini boğazlamasıyla bilinen bir bölgedir. Sonu gelmeyen etnik bölünmeler, daha Bosna’daki soykırım yaşanmadan uzun yıllar önce sözlüğe “Balkanlaşma” ibaresini kazandırmıştı.
Halklar, Tito döneminin geçici barışından sonra o meşhur “inat”larına sarılıp birbirlerini katletmeye devam ettiler.
İnat, Osmanlı Türkçesine Arapçadan geçen bir sözcük. Osmanlı aracılığıyla Sırpça, Arnavutça, Bulgarca, Yunanca gibi dillere yayılmış. Kuzeybatı dillerindeki en yakın karşılıkları, bizim mıntıkamızdaki (Balkanlar, Ortadoğu, Akdeniz) şiddetli hisler için hafif kalır.
Mesela, İngilizceye genel olarak “stubbornness,” “resilience” ya da “spite” olarak çevriliyor. “Defiance” olarak çeviren de var. Bunların hepsi doğru ama herhangi birinin gündelik dildeki zenginliği tam karşıladığı söylenemez.
Coğrafi ve kültürel olarak da çeşitlilik arz ediyor anlamı. Arapça’da dini çağrışımları kuvvetli örneğin. “Gerçeklerin” farkında olmasına rağmen ihtida etmeyen kişinin küfrünü tarif etmek için kullanılmış sık sık. Balkanlar’da ise sonuçları ne olursa olsun burnunun dikine gitme, güç odaklarına meydan okuma, kendine zarar verecek davranışlarda ısrarcı olma ve benzeri anlamlarda kullanılıyor. Modern Türkçedeki manasına yakın yani ama bir parça daha politik…
Bugün ise Balkan inadı, Bosna köylülerinin elinde sermayeye karşı bir silaha dönüşmekte.
Boşnak belleğinde, inat sözcüğünün direnişçi tonları zaten mevcut. Örneğin… Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Saraybosna merkezini baştan düzenlerken, yaşlı bir adamın evine göz dikmiş. İnatçı ev sahibi Benderija, koskoca imparatorluğa kafa tutmuş. Yerine belediye binası dikmelerine, ancak evinin tuğla tuğla nehrin öbür yakasına taşınması karşılığında izin vermiş. 1997’de Benderija’nın evi bir lokantaya çevrilmiş. Boşnakların tüm devletlere karşı direnişini simgeleyen “Inat Kuća” (İnat Evi) olarak.
İmparatorlukların ve halkların dününü bugününe bağlayan bu ev, korkunç bir kuşatma altında olan “bizler” için bir ilham kaynağı olmalı.
Sermaye dünyayı, doğayı yok ediyor. Herkes bu gidişi gördüğü halde, niye dur diyemiyoruz? Yığınla sebebi var ataletimizin. Ranttan az ya da çok pay kapan geniş kesimler… İlgisizlik… Medya kuruluşlarının sermayenin elinde ve devletlerin kontrolünde olması ve dikkati hep başka yere – örneğin azınlıkların ve “yabancı”ların sözde sabotajlarına – çekmeleri… Sosyal medya trollerinin, bu hedef saptırmalara çanak tutmaları… Tüm bu unsurların üstesinden gelebilen insanların örgütlü mücadele tecrübesi, zamanı, kaynağı veya enerjisi olmaması… Eninde sonunda harekete geçenlerin devlet baskısıyla ve muhalefetin hazırsızlığıyla yüz yüze gelip, yılması… Liste daha da uzatılabilir.
Herhangi bir karşı duruşu zehirleyen en ciddi etmenlerden biri, elbette etnik bölünmeler. İnsanlar her felakette sevmedikleri bir etnik grubu suçlamaya dünden hazır. Türkiye bir iç savaştan çıktı, Ortadoğu karıştıkça yenilerine hazırlanıyor. Dolayısıyla bu güvensizlik ve nefret havası kolay kolay dağılmayacak. Nefretin yöneldiği gruplar değişebilir sadece.
Fakat… Bizden çok daha korkunç tecrübeler atlatmış olan Bosna’ya bir bakın. Avrupa’nın çöplüğü olmaya hayır demeye başlamışlar yavaş yavaş. Sırplar… Soykırımdan geçirdikleri Boşnaklar… İki taraftan da çekmiş ve ikisine de çektirmiş Hırvatlar… Hepsi bir araya geliyor, daha yaralarını saramadan. Bazen bizzat silah doğrulttukları karşı evin köylüleri ile bir olup, doğanın yağmalanmasına başkaldırıyorlar.
Karşılarında sadece talancı şirketler değil, AB kurumları, “yerli ve milli” siyasetçiler ve elbette asıl düşmanın sermaye değil diğer etnik gruplar olduğunu söyleyen nefret tellalları var. Savaşlarda bacaksız, kolsuz kalmış, en yakınını kaybetmiş insanların bir anda komşularını kucaklayıp her şeyi unutması mümkün değil gerçekten de. Güç odakları bunu biliyor ve kullanıyor.
Hem dışlarındaki hem de kendi hafıza ve bedenlerindeki tüm bu engellere rağmen, köylüler nehirlerini yok etmeye yeminli sermayeye karşı ortak direnişlerini hangi kelimeyle anlatıyor, biliyor musunuz?
İnat!
Öfkemize, inadımıza yön veren güç körlük, küçük mülklerimiz ile ilgili kısır hesaplar veya nefret yerine 1) nehirlerin, denizlerin, ormanların, zeytinliklerin aşkı ve 2) var olan dünya sisteminin hepsini ve hepimizi nasıl bir arada yok ettiğinin bilinci olduğu gün, büyük mülkü yeneceğiz.
ABD ve BM, her yıl 564 bin insanı kurşun atmadan nasıl öldürüyor?-Uğur Zengin-
ABD Başkanı Woodrow Wilson 1919'da, “savaştan daha şiddetli bir şey” keşfettiklerini söylemişti. Tehdit, “Bir ulusu adeta boğulmanın, bireyin savaşma eğilimini yok etmesi gibi aklı başına getiren mutlak bir tecrit" idi. “Bu ekonomik, barışçıl, sessiz ama ölümcül çareyi uygularsanız, güç kullanmaya gerek kalmaz. Bu korkunç bir çaredir. Boykot edilen ulusun dışında tek bir cana mal olmaz, ancak modern hiçbir devletin direnemeyeceği bir baskı yaratır" diyordu.
‘Milletler Cemiyeti'nin ilk on yılında, Wilson'un tarif ettiği bu araç İngilizce’de genellikle "ekonomik silah" olarak anılırdı. Bir silah olarak nitelendirilmesi, ona ilham veren savaş zamanı abluka uygulamalarını işaret ediyordu. Birinci Paylaşım Savaşı sırasında benzeri görülmemiş bir ekonomik savaş başlatıldı. Düşmanlarına mal, enerji, gıda ve bilgi akışını kontrol etmek ve kesmek için ulusal abluka bakanlıkları ve uluslararası komiteler kurdular. Orta Avrupa ve Orta Doğu'da yüz binlerce insanın açlık ve hastalıktan ölmesine, sivil toplumun ağır şekilde sarsılmasına yol açan bu ablukanın etkisi, onu bu kadar güçlü bir silah haline getirmişti.
Bugün, Büyük Savaş'tan bir asır sonra, bu önlemler farklı ama çok daha yaygın bilinen bir isme sahip: ekonomik yaptırımlar. Dünya ekonomisinin tek taraflı yaptırımlara tabi tutulan kısmı, 1960'larda yüzde 5.4 iken, 2010-22 döneminde yüzde 24.7'ye yükseldi.
İktisatçılar Francisco Rodriguez, Silvio Rendon ve Mark Weisbrot, bugünkü adıyla Birleşmiş Milletler ve ABD tarafından dünyanın geri kalanına uygulanan ekonomik yaptırımları inceledi. 1971 ile 2021 yılları arasında 152 ülkeye ait yaşa özgü ölüm oranları ve yaptırım dönemlerini içeren bir panel veri seti kullanarak yaptırımların sağlık üzerindeki etkisini analiz edildi. Esasen ‘iktisatçıların’ pek nadir yaptığı bir iş olan bu yoksulluk çalışmasının sonuçları çarpıcı: Her yıl 564.000 insan yaptırımlar nedeniyle kurşunsuz öldü.
Bu acımasız ‘dış politika aracı’ 100 yıl önce olduğu gibi yine finans ve enerji gibi temel ekonomik sektörleri hedef alıyor. İlaç, gıda, su ve elektrik sistemleri için parçalar gibi kritik ithalat kalemlerine erişimi kısıtlıyor ve bombaların ve füzelerin gözle görülür yıkımına yol açmadan yaygın bir acıya neden oluyor.
Toplamda, 5 yaşından küçük çocukların ölümleri, 1970-2021 döneminde yaptırımların neden olduğu toplam ölümlerin yüzde 51'ine tekabül ediyordu. Çocuklar yeterli beslenemedi, çocukların kızamık, zatürre ve ishal gibi tedavi edilebilir hastalıklardan ölme olasılığını artırdı. Ülke ekonomileri çöktü. Kıtlık yaşandı. Gerçek bu, kapitalist barbarlık.
BAE, İsrail’in Filistin’e yönelik saldırıları sırasında İsrail olan ticaretini yüzde 11 artırdı. 3 milyar dolar dolar olan ticaret hacmi genişledi. Bu fotoğrafın bir yüzü. Fotoğrafın diğer yüzünü de, her yıl kurşunla ya da kurşunsuz işlenen cinayetleri, açlığı ve kıtlığı da Gazze katliamının ortasında kalan Gazzeli yazar Malak Ridwan anlatıyor:
Açlık hayaleti, Gazze'ye geri döndü; harap sokaklarında gece hırsızı gibi süzülüyor, çocukların nefesini, annelerin gücünü, babaların onurunu çalıyor. Bu, yavaş ve acımasız bir ölüm—bombaların ani gürültüsüyle değil, boş midelerin sessiz sızısıyla, günlerdir ekmek yüzü görmeyenlerin donuk bakışlarıyla geliyor.
Bu, Gazze'nin ilk kıtlığı değil. Daha geçen yıl, Ocak 2024'te, kuzeydeki insanlar şimdikinden daha hafif olmayan bir açlıkla mücadele etti. O zaman da, şimdi olduğu gibi, un, şeker, mercimek—bir zamanlar fark edilmeyecek kadar sıradan görünen temel gıdalar—erişilmez hazineler haline geldi. Aileler, azıcık erzaklarını çocuklarını hayatta tutmak için altın gibi paylaştı. O zaman bile ilaç, çok azının karşılayabildiği bir lükstü. Diyabetik olan babam, titreyen elleriyle azalan haplarını sayar, bitme korkusuyla ağrısını ölçerdi.
Şimdi açlık geri döndü, daha karanlık, daha derin. Pazarlar—eğer hâlâ pazar denebilirse—boş tezgahların mezarlığı. Bir çuval un bulan birkaç şanslı, onu bir sır gibi saklıyor, toz ve umutsuzluk tadındaki kaba ekmeklere dönüştürüyor. Artık çocuklar şeker için ağlamıyor; tadını unuttular. Onun yerine zayıf zayıf inliyorlar, karınları açlıktan şişmiş, kaburgaları incecik derilerinin altında belirgin.
Ve yine de dünya izliyor. Yine de kamyonlar durduruluyor, yardımlar gecikiyor, sınırlar tıkalı kalmaya devam ediyor. Gazze, herkesin gözü önünde açlıktan kıvranırken, güçlüler acının matematiğini tartışıyor—bir insanın hayatta kalması için kaç kalori gerekir, kaç gram pirinç bir öğün sayılır? Ama açlık sayılardan ibaret değil. Bir babanın son ekmeğini ikiye bölüp kendisi aç değilmiş gibi yapmasıdır. Bir annenin bir tutam tuzla kaynattığı suya "çorba" demesidir. Diyabetik babamın haplarını sayarken, kuşatmanın bitmesine yetecek mi diye dua etmesidir.
Gazze daha önce de açlığı tanıdı. Çok iyi tanıyor. Ama bir halk kaç kez kıtlık çekmeli ki dünya onların da insan olduğunu hatırlasın?
/././
EVRENSEL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder