T-24 "Köşebaşı + Gündem" -26 Eylül 2025-

MS hastası Tayfun Kahraman hastaneye götürüldü: "Hastalığı cezaevi koşullarında ilerliyor"

Gezi hükümlüsü Tayfun Kahraman'ın MS tedavisi nedeniyle Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ne götürüldüğü öğrenildi. Eşi Meriç Kahraman, Silivri Cezaevi görüşünde MR çekimi gerektiğini öğrenerek, "Sağlık olunca endişelenmemek elde değil" dedi.

Gezi davası kapsamında Silivri Cezaevi'nde tutulan şehir plancısı Tayfun Kahraman'ın sağlık durumu ciddiyetini koruyor. Kahraman'ın eşi Meriç Kahraman, cezaevi görüşü sırasında eşinin bir gün önce Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ne sevk edildiğini ve iki hafta içinde MR çekimi yapılması gerektiğini öğrendiğini açıkladı.

Kahraman'ın multiple skleroz (MS) hastalığına yönelik tedavisi, cezaevi koşullarına rağmen devam ederken, Meriç Kahraman kamuoyuna çağrı yaptı.

Kahraman, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, "Bugünkü görüşte Tayfun'un dün Cerrahpaşa'ya götürüldüğünü ve iki hafta içinde MR çekilmesi gerektiğini öğrendim. Sabırla beklesek de konu sağlık olunca endişelenmemek elde değil" ifadelerini kullandı.

Kahraman, "Tayfun'un MS tedavisi cezaevi koşullarında ilerliyor. AYM kararıyla adil olmadığı tescillenmiş bir yargılama ile hayatımızdan çalınan 40 ay geri gelmeyecek, biliyorum. Bu haksızlığın daha fazla sürmeyeceğini umuyoruz" dedi.

                                                         ***

Suriye'de gerilim büyüyor: Şam ve SDG sınıra takviye güçler sevk ediyor -Namık Durukan-

Şam yönetimi denetimindeki yeni Suriye ordusuna bağlı silahlı gruplar ile Kuzeydoğu Suriye’yi kontrol eden Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında Halep'in doğusunda başlayan yerel çatışmalar sürüyor. Olası büyük çatışmaya hazırlık amacıyla taraflar, sınır hatlarına ağır silah desteğinde takviye güçler sevk etmeye başladı. Şam yönetiminin özellikle Deyrizor ve Rakka bölgesindeki aşiretlerle temaslarını artırdığı söyleniyor.

Suriye Geçici Cumhurbaşkanı Ahmed el Şara ile SDG Genel Komutanı Mazlum Abdi arasında imzalanan ve 8 ana maddeden oluşan 10 Mart anlaşması bugüne kadar sahada karşılık bulmadı. SDG’nin federasyon talebine Şam’ın kapıyı kapatması sonrası görüşmeler askıya alındı. Cumhurbaşkanı Şara’nın, SDG’ye karşı askerî harekât tehdidi nedeniyle ilişkilerin gerilmesi sahada saldırı ve çatışmaları tetikledi. Şara, SDG’nin orduya entegrasyonu halinde Irak ve Türkiye’ye yönelik tehdidin de ortadan kalkacağını, Suriye’nin de bölünmesinin önleneceğini söyledi. Şara, bu konuda, “Suriye'nin istikrarı birliğine bağlıdır ve onu bölmeye yönelik her türlü girişim tehlikeli bir çatışmaya yol açacaktır. Suriye'yi bölmekten söz etmek her şeyden önce Suriye'ye ve komşularına, özellikle Türkiye ve Irak'a zarar verecektir” dedi.

Son bir hafta içinde Halep'in doğusunda yaşanan ve sivillerin de yaşamını yitirdiği çatışmalar sonrası SDG ve Şam güçleri, bölgeye karşılıklı olarak askerî takviye yaptı.

Ağır silah destekli takviyelerin çatışmaların yaşandığı Halep'in doğusundaki Deyr Hafer, Menbiç ve Tişrin Barajı bölgelerine doğru yapılması dikkati çekti.

“Tek renkli ordu”

Kuzeydoğu Suriye Yönetimi'ne bağlı Suriye Demokratik Meclisi (SMD) yetkilisi Besam İshak, sahada yaşanan gerginlik ve çatışmalardan “Şam’ın kontrolünde olmayan bazı silahlı grupları” sorumlu tuttu. Mevcut Suriye ordusunu “tek renkli bir ordu” olmakla eleştiren İshak, halkın bu orduya güvenmediğini, bazı silahlı grupların Ahmed el Şara'nın kontrolünde olmadığını, Şam'ın, SDG ile 10 Mart'ta yapılan anlaşmaya uymadığını savundu.

Bir sonraki savaşı aşiretler mi belirleyecek?

Bölgeden gelen bilgilere göre, Halep'te yaşanan gerginlik ve çatışmalara ilişkin taraflar birbirlerini suçlarken, Şam yönetimi Arap aşiretlerini kendi saflarında çatışmaya katılması için ikna etmeye çalışıyor.

Abu Dabi kaynaklı Erem News’in iddiasına göre, ABD ve Fransa'nın 10 Mart mutabakatını uygulamaya koyma yönündeki tüm çabalarına rağmen, Şam ile SDG arasında bir çatışma artık uzak bir ihtimal değil.

Bu kapsamda Şam yönetimi, SDG’nin denetimindeki bölgelerde yaşayan Arap aşiretlerini kazanmak için girişimlerini artırdı. Bir aşiret kaynağına dayandırılan haberde, yeni Suriye ordusunun tüm Suriye'yi kapsama kapasitesinin sınırlı olması nedeniyle Şam yönetimi, aşiret güçlerine ihtiyacın kaçınılmaz olduğunu düşünüyor. Bu durumun, aşiretleri hükûmetin nüfuzunu genişletmek için önemli bir araç haline getirdiğini belirten kaynak, ülkedeki önemli güvenlik boşluğunun Şam'ı aşiretleri desteklemeye ve güçlendirmeye ittiğini belirtti.

Aşiretlere devlet imkânı seferber edildi

Deyrizor aşiretlerine mensup bir kaynak, Şam'ın aşiretlerin sadakatini sağlamak için birçok aşiret mensubunu hassas ve önemli siyasî görevlere atadığını söyledi. El-Akidat aşiretinin üyesi olan Hüseyin es-Seleme'nin Suriye istihbarat şefi olarak atanması ve el-Bu Hamid kabilesinden Muhammed Yasin el-Salih'in Kültür Bakanı olarak atanması buna örnek olarak gösteriliyor. 

                                                        ***

İçişleri Bakanlığı: Vali Osman Bilgin, Sisli Vadi’nin sahiplerinden rüşvet aldı!-Tolga Şardan-

Önceki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu döneminde İçişleri Bakanlığı’ndaki görev sırasında “elinin çabukluğu” ve “işleri kolay halletmesi” sebebiyle “Jet Osman” lakabıyla tanınan Vali Osman Bilgin’le ilgili mal varlığını açıklayamadığı yönünde müfettiş raporu düzenlendi. Bu rapora göre, Vali Bilgin mal varlığındaki 98 milyon lira dolayındaki farkı müfettişlere belgeleyemedi!

İğneada’daki longoz ormanlarında Eylül 2023’te yaşanan sel felaketiyle ilgili devam eden yargı sürecinde dosyaya yeni bir belge girdi.

Sisli Vadi (Foggy Valley) adlı tesiste yaşamını yitirenlerin ailelerinin verdiği hak arama ve hukuk mücadelesinde, ruhsatsız olarak inşa edilen tesisin faaliyetine göz yumulması sürecinde dönemin Kırklareli Valisi Osman Bilgin’in, tesisin ruhsatsız inşa edilmesi ve sonrasında yine ruhsatsız faaliyet göstermesi karşılığında rüşvet aldığı iddiası gündeme geldi.

Facianın ardından başlatılan adli soruşturma sırasında tesisin sahibi Bülent Bayrak, “bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümü ve yaralanmaya sebep olma” suçundan 11 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırıldı.

Savcılık, yargılama sırasında cezası daha ağır olan “olası kasttan” karar verilmesini talep etti ancak mahkeme bilinçli taksirde ısrar etti.

Dosya Yargıtay’dan döndü, yeniden Kırklareli Adliyesi’nde görülmeye başlandı.

Bu arada tesisin sahibi Bayrak ve ekibindeki sivil sanıkların yanı sıra, ikisi vali toplam 12 kamu görevlisin kusurları bulundukları gerekçesiyle yargılanmalarını sağlamak amacıyla İçişleri Bakanlığı, önce soruşturma yaptırdı. Ardından da elde edilen veriler ışığında adli yargılamaya geçilmesinin önünü açmak için soruşturma izni verdi.

İki vali, tesisin inşa edilip faaliyete başladığı dönemdeki Kırklareli Valisi Osman Bilgin ile yerine gelen ancak yine tesisle ilgili hiçbir işlem yapmadığı belirlenen şimdiki Şırnak Valisi Birol Ekici.

Büyüteç’te daha önce duyurdum, önceki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu döneminde İçişleri Bakanlığı’ndaki görev sırasında “elinin çabukluğu” ve “işleri kolay halletmesi” sebebiyle “Jet Osman” lakabıyla tanınan Vali Bilgin’le ilgili mal varlığını açıklayamadığı yönünde müfettiş raporu düzenlendi.

Bu rapora göre, Vali Bilgin mal varlığındaki 98 milyon lira dolayındaki farkı müfettişlere belgeleyemedi!

Devam eden hukuki süreçte Vali Bilgin ile Vali Ekici, haklarındaki iddialar çerçevesinde idari konumları gereğince Yargıtay’da hâkim önüne çıkacaklar.

Ancak Yargıtay, yargılama sürecine esas olması için İçişleri Bakanlığı’ndan Vali Bilgin’le ilgili ek soruşturma izni kararı istedi.

Bakanlık, Yargıtay’ın isteğine olumlu yanıt verdi ve Bakan Ali Yerlikaya’nın imzasıyla dört sayfalık “ek soruşturma izni kararı”nı geçen haziranda gönderdi.

Halen İçişleri Bakanlığı bünyesinde Mülkiye Başmüfettişi kadrosunda görev yapan Vali Bilgin, 22 Mayıs 2018 ile 17 Mayıs 2022 tarihleri arasında dört yıla yakın Kırklareli’nde valilik yaptı.

Yargı sürecine giren ek soruşturma iznine bakıldığında “bir valinin nasıl olmaması gerektiği”nin örnekleri mevcut!

Önce Vali Bilgin’le ilgili iddialardan başlamak konuyu anlamayı kolaylaştıracak:

1-5 Ekim 2020 tarihinden itibaren, ruhsat almaksızın 19 adet bungalov yapı ve bir adet idari binanın kaçak olarak yapıldığı,

2-Bu durum bilinmesine rağmen tesisin faaliyetine devam etmesine ve yeni kaçak yapıların inşasına göz yumulduğu,

3-İmar Kanunu’na göre ve yapı tadil zaptına rağmen tesisin faaliyetine devam ettiği ve yeni kaçak yapılar inşa edildiği halde mühür bozma ile ilgili de suç duyurusunda bulunulmadığı.

Yapılan müfettiş soruşturmasına göre, dönemin Kırklareli Valisi Osman Bilgin başkanlığında 26 Nisan 2021 günü il encümeni toplantısı gerçekleştirildi. Bu toplantıda üç il encümen üyesi, Sisli Vadi’yle ilgili sorunları dile getirdi.

Üyeler, tesisin inşaatına devam edildiği ve tesisin inşaat çalışmalarıyla ilgili hiçbir yasal başvuru yapılmadığını açıkladı. Ancak Vali Bilgin, uyarıyı dikkate bile almadı.   

Ta ki yaklaşık bir yıl sonrasına kadar. İl encümen üyelerinin söz konusu eleştirilerine yanıt vermeyen Vali Bilgin, toplantıdan yaklaşık bir yıl sonra 3 Mart 2022’de hazırlanan yapı tadil zaptına kadar Sisli Vadi hakkında hiçbir yasal işlem talimatını vermedi.

Adeta gözlerini kapadı, üç maymunu oynadı.

Yine müfettiş raporuna göre Vali Bilgin, görevde olduğu süre içinde yapı tadil zaptına rağmen tesisin faaliyetine devam etmesine ve yeni kaçak yapıların inşasına göz yumdu. Ayrıca Türk Ceza Kanunu’nun mühür bozma başlıklı maddesine göre suç duyurusunda da bulunmadı.

Müfettiş raporunda şu tespite yer verdi: “(…) İl Özel İdaresi Kanunu’nun hükümlerine göre, valilerin il özel idaresinin başı ve tüzel kişiliğin temsilcisi olduğu ve encümen kararlarının uygulamanın da görevleri olduğu dikkate alındığında bu görevleri yerine getirmeyen Vali Osman Bilgin’in hukuki sorumluluğunun bulunduğu (…)”

Müfettişler, yaptıkları soruşturmada Vali Osman Bilgin’in, 98 milyon liralık açıklayamadığı mal varlığını tespit etti. Yukarıda bıraktığım linkteki Büyüteç’te Vali Bilgin’in dikkat çeken para transferlerinin detayı mevcut.

Peki, ek soruşturma kararında bakanlık ne görüş verdi: “(…) Konu bir bütün olarak değerlendirildiğinde; Eski Kırklareli Valisi Osman Bilgin’in Foggy Valley (Sisli Vadi) isimli turizm tesisinde 5 Ekim 2020 tarihinden itibaren gerçekleşen ruhsatsız yapılaşmaya ve tesisin iş yeri açma ve çalışma ruhsatı bulunmaksızın faaliyet göstermesine göz yumma karşılığında tesis sahibi Bülent Bayrak isimli şahıstan rüşvet aldığına dair yeterli emare bulunduğu (…)”

Bir kamu görevlisi için utandırıcı bir karar kuşkusuz. Gerçek, yargılama sonunda ortaya çıkacak. Ancak Sisli Vadi’de yaşananlar ortada…

Şimdi Vali Bilgin ve Vali Ekici, Yargıtay’da yargılanmaya başlanacaklar. Her iki kamu personelini valiliğe layık bulanların, şimdilerde bir kez düşünme vaktidir artık.

Fotoğrafın şifresi!

Şimdi, Sisli Vadi süreciyle ilgisi olan bir fotoğrafı önünüze koydum.

Fotoğrafın ne anlama geldiğini aktarmadan çok kısa bilgi vereyim.

Sisli Vadi faciasının yaşandığı ve adli sürecin başladığı dönemde Kırklareli Cumhuriyet Başsavcısı Hazım Aslancı’ydı. Aslancı, 2024’tek kararnameyle HSK tarafından Yargıtay Savcısı yapıldı. Hakkında, selde canlarını yitiren ailelerin, “tesisin sahibi Bülent Bayrak ile dönemin Valisi Osman Bilgin’i koruyup, delilleri kararttığı” iddiası var. Yine dosyaya bakan mahkeme başkanı ve Adalet Komisyonu Başkanı Hüseyin Gedik hakkında da benzer iddialar varken; Gedik, 2025 atamalarında Van’a Adalet Komisyonu Başkanı olarak görevlendirildi HSK tarafından!

Aslancı’nın yerine Enver Eroğlu başsavcı olarak atandı ancak bir sene görev yapabildi. 2025’te yerini Özkan Levent Taşkoparan’a bıraktı. Adalet Komisyonu Başkanlığı’na ise, hâkim Serdar Arslan getirildi. Arslan, aynı zamanda Sisli Vadi dosyasını yeniden yargılayan 2. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı.

Şimdi gelelim fotoğrafa.

Fotoğraf, önceki gün Kırklareli İl Özel İdaresi’nin önünde çekildi. Öndeki gözlüklü kişi İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Bilal Kuşoğlu. Merdivenlerden inen ise, Kırklareli Adliyesi Adalet Komisyonu başkanı Serdar Arslan.

Arslan, Kuşoğlu’nu makamında ziyaret etti ve sonrasında Kuşoğlu tarafından merdivenlere kadar uğurlandı. Fotoğraftan anlaşıldığı kadarıyla Kuşoğlu, “ağır misafiri” için talimatlar verdi.

“Bu fotoğrafta ne var?” diyecekseniz… İçişleri Bakanlığı’nın Sisli vadi faciasıyla ilgili haklarında soruşturma izni verdiği kamu görevlileri arasında Bilal Kuşoğlu da var. Bilal Kuşoğlu hakkında halen Kırklareli Adliyesi’nde adli soruşturma var ve büyük olasılıkla yargılama için iddianame hazırlanacak! Arslan aynı zamanda mağdur ailelerin haklarını aradığı davaya bakan mahkemenin de başkanı. Böyle bir süreçte, böyle bir ziyaretin anlamına okurlar karar versin!” derim.

Ve Süleyman Soylu KKTC’de: CSI Lefkoşa!

KKTC’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini izlemek amacıyla Anavatan’dan adaya giden AKP heyetinde dikkat çeken bir isim var: Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu!

Şimdilerde “emniyetten tasfiye edilen adamları vasıtasıyla mevcut İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ve ekibini MHP’ye şikâyet ettiği” iddia edilen Soylu için tam “kör istedi bir göz, Allah verdi iki göz” durumu.

İçişleri Bakanlığı’ndan alındıktan sonra özel yaşamı içinde KKTC’ye gitti mi, bilmiyorum. Ancak Ada’da kumarhane işleten ve uluslararası bahis mafyasının önde gelen isimlerinden Halil Falyalı’nın Şubat 2022’de öldürülmesinden sonra KKTC’ye “resmi ziyaret”te bulunması manidar!

Hele ki, Falyalı’nın finans müdürü ve cinayet şüphelisi Cemil Önal’ın KKTC’deki gazeteci Ayşemden Akın’a verdiği röportajdaki iddiayı hatırlayınca Soylu’nun ziyareti dikkat çekiyor haliyle.

Ayrıca bilindiği üzere KKTC’de, Türkiye merkezli konuşulan konuların başında Falyalı’ya ait olduğu iddia edilen kasetler iddiası var. Hatta KKTC Büyükelçisi Ekrem Serim’in görevden alınmasında da bu konunun bulunduğu öne sürüldü bir dönem.

Şimdi, elindeki telefona yüklediği özel programla televizyonlara çıkarak, adli kayıtların nasıl sorgulanabildiğini gösteren, istihbaratçılık oynamayı seven Soylu’nun tam arayıp da bulamadığı günlerdeyiz.

Soylu’nun aynı zamanda adadaki Türk misyonunda yer alan yakın adamlarından yerinde ve canlı bilgi almak için çaba gösterdiğini düşünmek yanlış olmaz.

KKTC’de iz peşinde Soylu, CSI Lefkoşa misali!

                                                                  /././

Birinin Selimiye Camii’ne yapılmak istenene acilen dur demesi gerekiyor!-Eray Özer-

Bir grubun ısrarlı inadı sonucu Selimiye Camii’nin kubbesindeki yüzlerce yıllık kalemişleri ve hat süslemeleri silinme tehlikesiyle karşı karşıya. Kendilerine “Selimiye Camii Tetkik ve Tahkik Heyeti” ismini veren grup, restorasyonu bitmiş kubbeyi “Sinan dönemine uygun değil” gerekçesiyle sil baştan ve kalemişlerinin büyük bölümünü silerek yapmak için onay aldı. Neredeyse onlar dışında herkes projeye karşı!


Selimiye Camii'ne yapılması planlanan proje

Selimiye Camii etrafında bir süredir devam eden tartışmayı duymuşsunuzdur.

Duymadıysanız da bu yazı vesile olsun, duyun isterim. Zira her geçen saat Selimiye’nin kubbesine geri dönülemeyecek bir müdahale olasılığını güçlendiriyor.

O Selimiye ki Mimar Sinan’ın ustalık döneminin en önemli eserlerinden biri, hatta birincisi. O Selimiye ki UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ne girmiş, yerli-yabancı turistlerin bakmaya doyamadığı bir mimari harikası…

Bu güzelim caminin şu anda karşı karşıya kaldığı tehlikeyi sırasıyla anlatacağım elbet ama bu bilimsel tartışmalara girmeden önce meseleyi kestirmeden birkaç cümleyle tarif etmek istiyorum ki, akışı takip etmeniz kolaylaşsın.

İşin özeti şu: Selimiye bir süredir restorasyondaydı. Restorasyon kapsamında caminin ana kubbesinde yer alan kalemişleri ve hatların restore edilmesi işi de Aralık 2024’te tamamlandı. Fakat bir grup “uzman”, Selimiye Camii’ndeki kubbenin Sinan dönemine uygun olmadığı ve kubbeye daha sonra yapılan restorasyonlarda barok eklemelerin yapıldığı iddiasıyla 2023’ten bu yana tavandaki işlemeleri silerek yerine neredeyse kubbenin tamamına beyaz bir sıvanın hâkim olduğu bir tezyinatı (süslemeyi) yerleştirmek istiyor.

Yani anlayacağınız, kubbedeki o cânım kalemişleri, hatlar gidecek; yerine sadece kubbenin merkezinde ve en dış halkada tezyinatın olduğu, caminin tüm ruhunu alıp götürecek bir yeni proje gelecek.

UNESCO’nun böyle bir müdahale sonrası camiyi Dünya Mirası Listesi’nden çıkarma ihtimalinin bulunması da cabası…

Özet hali bu.

Kendilerine “Selimiye Camii Tetkik ve Tahkik Heyeti” ismini veren bu grubun restorasyonda değişiklik teklifi Üst Kurul tarafından kabul edilip, Anıtlar Kurulu tarafından da onaylandığı için son dakikada birileri durdurmazsa söz konusu müdahalenin eli kulağında.

Şimdi dönelim başa…

Tam üç kez reddedildi, yine de vazgeçmediler

Selimiye Camii’nin restorasyonu 2021 yılında başlıyor. Bu proje için bir Bilim Kurulu atanıyor ve onların kontrolünde restorasyona girişiliyor. Sıra ana kubbenin restorasyonuna geldiğinde proje 19 Haziran 2023’te Edirne Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü tarafından onaylanıyor ve çalışmalar başlıyor.

Bu esnada, daha sonra “Selimiye Camii Tetkik ve Tahkik Heyeti” ismini alacak olan grup, (aralarında akademisyenler, nakkaşlar, mimarlar olduğu gibi herhangi bir uzmanlığı olmayan kişiler de var) kubbenin var olan haliyle restore edilmesinin “Mimar Sinan dönemini yansıtmadığı” argümanıyla sürece müdahale etmeye karar veriyor.

Heyette yer alan isimlerden mimar ve nakkaş Semih İrteş, 2023’ün Kasım ayında Nigarhane Dergisi’ne “Edirne Selimiye Camii Kalemişleri ve Restorasyonu Üzerine Bir Değerlendirme” başlıklı bir makale gönderiyor. Aralık ayında yayımlanan bu makalenin sonuç kısmında İrteş şöyle diyor: “Restorasyon sürecinde dönem eki adı altında bize ait olmayan nakışların uygulanması hususunda ısrar edilmemesi ve üslup birlikteliği gösteren söz konusu örnekler dikkate alınarak kubbeye özgün nakışların tatbik edilmesi, ecdadın bize miras bıraktığı bu kadim eserlerimize gereken saygıyı gösterdiğimizin bir nişanesi olacaktır.”

Grup bu esnada kendilerine “Selimiye Camii Tetkik ve Tahkik Heyeti” ismini uygun görerek bir heyete dönüşüyor ve bu heyete “resmi” bir kimlik kazandırabilmek için Fatih Sultan Mehmed Vakıf Üniversitesi’nden 29.09.2023 tarihinde bir yetkilendirme yazısı alıyor.

Daha sonra bu yazıyla 2024’ün şubat ayında Bilim Kurulu’na giderek iddialarını ve kendi projelerini sunuyor.

Proje “yeterli belge ve bilimsel veri sunulamadığı” gerekçesiyle reddediliyor.

Bu ret onları vazgeçirmiyor, aynı heyet 2024’ün mayıs ayında projelerini bu defa Koruma Bölge Kurulu’na iletiyor.

Proje aynı gerekçeyle burada da reddediliyor.

Fakat bu ret de heyeti durdurmuyor. 8 Ocak 2025’te tekrar bir rapor hazırlanıyor, yeni bir dilekçeyle başvuruluyor. Dikkatinizi çekerim, bu esnada kubbenin öngörülen onaylı restorasyonu bitmiş durumda! Bu kez biten restorasyonun onayı iptal edilmek isteniyor.

Durun daha bitmedi.

Heyet 3 Haziran 2025’te kendi projelerini Edirne Vakıflar Bölge Müdürlüğü’ne iletiyor. Orası da 11 Haziran’daki toplantıda bu projeye onay vermiyor.

Yani proje üç defa; biri Bilim Kurulu’ndan, biri Koruma Bölge Kurulu’ndan, biri de Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nden ret yiyor.

Fakat kısa süre sonra ne oluyorsa oluyor ve nihayet 29 Temmuz 2025’te Koruma Bölge Kurulu’ndan bu yeni projeye onay çıkıyor. Yani biten işe yeniden başlanacak ve kubbe fotoğraflarını gördüğünüz mevcut halinden yine görselini paylaştığımız yeni haline dönüştürülecek.

“Hırs-ı piri”ye mi dönüştü?

Konuyla ilgili görüşüne başvurduğum bir uzman, bu heyetin içinde alanlarında çok değerli insanlar yer aldığını lakin meseleyi adeta bir inatlaşmaya dönüştürdüklerini belirtilerek eski tabirlerden “hırs-ı piri” yani yaşlılık hırsı tabirini kullandı.

Ben de burada bir art niyet olmadığına, meselenin bir inatlaşmaya dönüştüğüne ve suhuletle çözüleceğine inanmak istiyorum.

Gerçi konuyla ilgili sosyal medyasından iki paylaşım yapan İlber Hoca (Ortaylı) ikinci paylaşımında “Burada da grup iş birliği kokusu geliyor” diyerek ekledi:

“Anlaşılan bu iş ya ehliyetsizce karar altına alınıyor yahut da takım kayırmasıyla.”

Gelelim meselenin “teknik” kısmına. Peki, mevcut tezyinat sahiden sonradan mı yapıldı? Evet, kubbede 16. yüzyıldan bir motif veya kalemişi kalmadığı doğru. Lakin konuya dair heyet dışında raporlar hazırlayan kişi ve kurumlar bunun Sinan döneminin kalemişi ve hatlarının korunmadığı anlamına gelmediğini söylüyor. Benim görüş aldığım uzmanlar da aynı fikirde.

Tüm zamanların en büyük hattatı kabul edilen Ahmed Şemseddin Karahisârî’nin öğrencisi Hasan Çelebi tarafından Karahisarî tekniğiyle yapılan işlerin izlerinin bugünkü işlemelerde gözlendiği bilgisi de mevcut.

Ayrıca uzmanlar zaman içinde yapılan restorasyonun tarihi kıymetine de dikkat çekiyor. Evet, cami yıldırımlar, depremler ve hatta saldırılar sonucu yaralanmış, zamanla yıpranmış ve restore edilmiş. Lakin bu işler de caminin bugünkü ruhunun, mistiğinin ortaya çıkmasına ortak olmuş. “Beş yüz yıl önce burası böyleydi, haydi şimdi ona dönüyoruz” demek bu mirası da yok saymak anlamına geliyor.

Projeye hattatlar da karşı

Bu arada projeye hattatlar da karşı çıkıyor. Aralarında çalışmalarına akademide devam eden üç profesörün de yer aldığı yüzden fazla hattat bir süre önce açıklama yaparak caminin mevcut yapısının korunması talebinde bulundu.

Çıkan tartışmalar neticesinde Anadolu Ajansı birkaç gün önce Selimiye Camii Tetkik ve Tahkik Heyeti’nin temsilcileriyle görüşerek bir haber hazırladı.

O haberde dikkatimi çeken şey 1800’lerde yapılan tezyinatta kubbeye barok eklemeler yapılmasının tekraren dile getirilmesi oldu. Barok tarzın “başka bir medeniyet anlayışına ait” olmasının heyette rahatsızlık yarattığı anlaşılıyor. Zaten heyetin başkan yardımcısı Prof. Saadettin Ökten açık açık şöyle söylüyor:  “Dolayısıyla medeniyet noktasından bakıldığında, barok bana yabancı, beni iten bir şey. Barok bir tezyinat, sizi alır götürür, nereye? Yüzeyselliğe mahkûm eder." 

Peki öyle mi sahiden?

“Barok etkisi yok çünkü barok sadece bir parça var”

Caminin mevcut restorasyonunu yapan ekip ise kubbenin barok hakimiyetinde olduğu iddiasını net şekilde reddediyor. Bu ekibin hazırladığı raporda şunlar ifade ediliyor: “Selimiye Camii Tetkik ve Tahkik Kurulu, ana kubbe tezyinatını bütünüyle barok üslup farz ederek aslında 19. asrın kontrolsüz restorasyon uygulamalarını bugüne hamletmekte, klasik tarz adı altında bir garabeti aksi kampanya yürüterek sunmaktadır. …Selimiye Camii’nin ana kubbesinin tezyinatı ve desen yapısı hiçbir şekilde barok üslupta değildir. Bu temel yanılgının öncelikle tashihi gereklidir. Caminin muhtelif alanlarında 19. yüzyıldan kalan barok ve diğer Avrupaî süslemeler zaman içinde arındırılmıştır. Bugün sadece kubbe eteğinde bir bordür halinde raspa verileri ile tescillenerek muhafaza edilmiştir. Ayrıca bu kısmın mevcudiyeti, bir dönemin tasarrufunu, tarihsel ve kültürel arkaplanını göstermesi bakımından mühimdir. …Bugün Selimiye Cami’nde bu parçadan başka bir barok alan kalmamıştır.”

Ökten AA’nın haberinde ayrıca Sultan Abdülmecid zamanında yapılan eklemeleri eleştiriyor ve padişahın Batılılaşma politikasına referansla şöyle yorumluyor: “İslam Medeniyeti noktasından bakıldığında, bu tezyinatın teşekkürlerle tarihe intikal ettirilmesi, onun yerine bizim Sinan camilerinde gördüğümüz ve üstatlarınca malum olan bir tezyinatın yapılması icap eder. Çünkü belli ki bu tezyinat, Sultan Mecid zamanındaki sıkıntılı dönemlerde ortaya çıkan bir resimdir. Sultan Mecid'in tercüme-i hali ve icraatı malumdur.”

Sultan Abdülhamid Fermanı: Kadim halini bozmayın

Saadettin Hoca’ya cevabı ise “Mecid zamanındaki sıkıntılara” karşı bugün de bazı muhafazakâr çevrelerde saygınlığı vurgulanan, hakkında diziler yapılan Sultan Abdülhamid veriyor. Selimiye Camii’nin onarımı hakkında Sultan Abdülhamid zamanında yayımlanan fermanda şöyle deniyor: “… Bunun gibi kadim eserlerin şeref ve itibarının devamı, mimarinin barındırdığı güzel sanat unsurlarının değiştirilmeden yok edilmeden muhafazasına bağlı bulunduğundan, adı geçen kubbelerin tamiri esnasında, vali paşanın da bizzat nezareti temin edilerek, kadim halini bozacak bir değişikliğe sebebiyet verilmemesi ve içinde bulunan mevcut eserlerin en güzel şekilde korunmasına imkan sağlayacak şartların teminine azami özem ve titizliğin gösterilmesi hususunda Edirne Vilayetine gerekli tebligatın yapılması için Dahaliye Nezaret-i Celalisine… emir ve ferman.” (Fermanı Edirne kent kültürü üzerine çalışmalar yapan Ender Bilar’ın yazısından aldım. Bilar’ın yazısına şuradan ulaşabilirsiniz.)

Yani Abdülhamid diyor ki, “kubbelerin kadim halini bozmayın.”

Son olarak gelelim kubbeye yapılacak müdahalenin UNESCO nezdinde ne gibi sonuçları olabileceğine…

Bu konuda Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi (ICOMOS) Türkiye Milli Komitesi 11 Haziran’da bir resmi görüş yayımladı ve onlar da kubbenin Barok etkisiyle asıl halinden uzaklaştığı tezini reddetti.

UNESCO Dünya Mirası Listesi’nden çıkarılabilir

“Ana kubbedeki mevcut kalemişi bezemelerde –kubbe eteğindeki bir kuşak dışında- 18. yüzyıl ortalarında Osmanlı mimarisinde ve süsleme sanatlarında etkisi gözlenen Batı kaynaklı Barok üslupta motiflere rastlanmamaktadır” denilen açıklamada ICOMOS Türkiye açık bir biçimde olası bir müdahalenin varlığın UNESCO nezdindeki statüsünü zora sokabileceğini şu şekilde ifade etti:

“UNESCO Dünya Miras Listesi çerçevesinde Üstün Evrensel Değer’e zarar verecek müdahaleler varlığın statüsünü riske sokabilir. Selimiye Camii ana kubbesinde korunması gerekli bir katmanın kaldırılarak varsayıma dayalı desen uygulanması bu riski doğurmaktadır.

Ayrıca ICOMOS Türkiye kubbede değişiklik önerisinin şu uluslararası sözleşmelerle doğrudan çeliştiğini belirtti: Venedik Tüzüğü, Nara Özgünlük Belgesi, Burra Tüzüğü, UNESCO Dünya Mirası Uygulama Rehberi, ICOMOS Türkiye Mimari Mirası Koruma Bildirgesi, Türkiye 660 sayılı Koruma Yüksek Kurulu İlke Kararı.

Uzun oldu, farkındayım. Lakin mesele önemli.

Umarım, bu inattan geri dönülür, heyet kamuoyunun sesini duyar ve Selimiye Camii ana kubbesi bu haliyle kalır.

                                                               /././

Demokrasinin vazgeçilemez boyutları-Sami Selçuk-

Demokrasinin özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı, eşitlikçi olması; eleştirel akla, kültür göreceliğine, halka, yansız devlete, hukukun üstünlüğüne, erkler ayrılığına dayanması; hukukun âdil ve bir barış tekniğini üstlenmiş bulunması yetmiyor, demokratik toplum düzeni için. Ayrıca demokrasinin kendisini güvenceye alması için, bu hukuku uygulayacak güce de gereksinme vardır.

demokrasi

Demokrasinin aşağıda değinilecek olan vazgeçilemez boyutları bir kez benimsenmeye görsün, ardından bütün ilkeler, kavramlar, kurumlar, ardı ardına somut yaşama kavuşacaktır.

Yansız devlet

Gerçek demokraside başkalığa katlanamayan, yandaşlarını kayıran, onlara ayrıcalıklar dağıtan, karşıtlarını “takip, tanzim ve tedip” eden, ideolojik, militan devlet yok olup gider, gitmek; bunun yerine, görüşler, inançlar karşısında yansız devlet gelir, gelmek zorundadır.

Yansız olduğu için de, böyle bir demokraside devlet, hiçbir görüşü, inancı önceden mahkûm etmeyen bir devlettir. Dahası, düşünceler karşısında yansız olduğundan, düşünce özgürlüğünü sağlayan, inançlar karşısında yansız olduğundan laik bir devlettir, devlettir, bu.

Yansız devlet, kötülüğü gören, ama demokratik ilkeleri örselemeden kötülüğü düzelten,[1] yaşamın bütün yönlerini denetlemeye kalkışmayan, Hegel’ci anlamda uyuşmazlıkların yansız hakemi olan, toplum katmanlarının birbirleri üzerinde baskı kurmasına izin vermeyen;[2] yaşamın hiçbir düşünce kalıbına sığdırılamayan zenginliğini, değişkenliğini, çeşitliliğini, önceden öngörülemezliğini benimseyip gözeten, ötekilerle berikilerin enerjilerini çatıştırmadan yarıştıran ve bunun hukuksal çerçevesini çizen, koruyucu, katalizör ve “güvenceci” (Jean-Marie Benoist) bir devlettir, bu.[3]

Özgür halk

Yansız devletin maddi dayanağı özgür halk, kurumsal dayanağı hukuktur.

Bilgilendirilmiş ve özgür yurttaşlardan, bireylerden oluşan halk, ne devlet ne de grup dayatmacılığına izin verir. Özgürlükçü demokraside halk sayısal, demokrasi dışı güçlerle sağa sola savrulan insanlar yığını değil, bağımsız, özgür, eşit öznelerden oluşan sağlıklı bir topluluktur. İktidarın tek ve gerçek sahibidir. Gerçek demokraside, kafalar kırılmaz, kafalar sayılarak değerlendirilir. Bu nedenle yönetim, iktidar, halkın rızasına dayanır. Çoğunluğun ve azınlığın karmaşık ilişkisinde, kararlarında, elbette bu iradenin payı vardır.[4] O yüzden her karara herkes saygılıdır.

Kararın ve devletin gücü de, işte bu saygıya dayanır.

Seçimden önce yere göğe sığdırılamayan halkı, daha sonra edilgin, bilinçsiz, bilgisiz gören iktidarlar, bazen kendilerinden menkul bilge çobanlıklarıyla onu gütmeye kalkışmışlardır, kalkışırlar da. Oysa oy veren bir halkın zekâsından kuşkulanmaya kimsenin hakkı yoktur.[5] Bu nedenle on dokuzuncu yüzyılın “Demokrasiye yatkın olan ya da olmayan toplumlar ayırımı artık çok gerilerde kalmıştır. Yirminci yüzyılda bir toplumun demokrasiyle yönetilebilir olup olmadığı ölçütünün yerini, bir toplumun demokrasiye ancak demokrasi sayesinde olgunlaşıp ulaşabileceği öndoğrusu (postüla) almıştır” (1998 Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Amartya Sen).[6]

Toplumsal uyanış, ekonomik gelişmeyi aşmıştır” gerekçesiyle bi­linmesinlercilikten, köreltmecilikten (obskürantizm) yana olan, halkın toyluğu varsayımına dayanan vesayetçi anlayışları, özellikle pretoryen diktatörlük dönemlerindeki saygın tutumuyla her halk yalanlamıştır. Oysa gerçek şudur: Pretoryen iktidarları iğreti, gayrimeşru gören halklar, önce onları yalnızlaştırıp kıyıya iterler (périphérisation olgusu), pretoryen iktidarın uzaklaştırdıkları toplum önderlerini ilk fırsatta siyaset sahnesine taşıyarak iktidarı onlara teslim ederler. Bu başarı, Duverger’nin “görünmeyen gerçek nöbetçi” dediği halkın her yerde sık sık yaşanan bir başarısıdır ve tarihin her döneminde de yaşanmıştır. Çünkü tarihte hiçbir halk örs olmaya katlanamamıştır. Zira her ülkede “Halk, bir ölüler kümesi değil, kendi kültürünü üretecek (doğal) kurum ve kurallara sahip bir aktörler topluluğudur.[7]

Şu nokta asla unutulmamalıdır: Demokrasilerde, insan ve halk, devlet için değil; devlet, insan ve halk içindir.[8]

Hukuk

Yansız devlet ilkesinin doğal sonuçlarından biri de, kuşkusuz hukuk ve ona biçilen işlevdir.

Demokraside hukuk, adalet ve ahlak süzgecinden, devlet de âdil hukuk süzgecinden geçer.

Böylelikle elde edilen ürün, artık hukukun üstünlüğünü benimsemiş olan “devlet”tir. Hukukun amacı, adaletsizliği önlemektir. Zira hukuk, demokrasilerde örgütlenmiş adalettir.[9] Yeter ki, yasal metinler âdil olsun. Çünkü adaletsiz hukuk, yalnızca “yanlış hukuk” değil, hukuk doğasından yoksun bir “hükümler yığını”dır (Rad­bruch), hukukta devletçiliktir; dolayısıyla ahlaka aykırıdır.

Demokraside devletin dokunduğu her şey, hukuka dönüşebilmelidir. Devlet, “çok hukuk, az devlet” formülünün de ötesinde, hukukun üstünlüğünü yaşama geçirdiği takdirde belki devleşmez, ancak gerçekten devlet olur ve meşruluk katsayısı arttığı için de çok güçlenir.

Demokratik rejimde yasaların genelliğinin yasayı yapanlar dâhil herkese ayırımsız uygulanabilirliğinin benimsenmesi,[10] gizli hukuk (droit latent) yerine açık hukuk ve saydam devletin geçmesi zorunludur. Hukukun olmadığı yerde halk “sürü” (Goyard-Fabre), insan “köle”dir (Mauchaussat).

Demokraside, hukukun iki işlevi vardır. Herkese eşit uygulanmak ve her konuyu gün ışığında tartıştıran, yarıştıran bir barış tekniği olmak.

Ve de asla yasaklayıcı olmamak.

Hukukun zorunlu ilkelerini güvenceye alan bir devlet, her şeyden önce kendi taahhütlerine uyar, uymak zorundadır. “Yasasız suç ve ceza olmaz. Yargılamasız kimse cezalandırılamaz” vb. ilkeler, aslında birer devlet taahhüdüdür.

İşte devlet, işte hukuk.

Devlet hukuka saygılı olduğu, hukuk da insanları özgürleştirdiği oranda meşrulaşır ve güç kazanır.

Sonuçta her ikisinin de işlevi, özgürlüklere açılımı, dolayısıyla iç barışı sağlamaktır.

Hukukun üstünlüğüne yaslanan bir devlette, hiç kimse hukukun ne üstündedir ne de altında, yalnızca içindedir. Hukukun karşısında herkes eşittir; her görüş, her inanç hukukun egemenliği altında birlikte yan yana özgürce yaşar, yarışır ve gelişir.

Hukukun üstünlüğü dışlanırsa, en âdil hukuk bile, keyfiliklerin oyun oynandığı bir manipülasyon alanına dönüşür. Orada artık hukukun yerini güç, özgürlüğün yerini ise uşaklık almıştır.[11]

Erkler ayrılığı

Peki, bu hukuku kim kotaracak, kim uygulayacak, uyuşmazlıkta huku­kun ne olduğunu, ne dediğini kim söyleyecektir?

Hukuku, demokrasilerde, halkın kendisi ya da onun adına temsilcileri, yani yasama erki (iktidarı, gücü) kotarıp düzenler; yürütme erki, uygular; yargılama erki ise, var olan bu hukuku yorumlar ve bu konuda son sözü söyler.[12]

İşte buna “erkler ayrılığı ilkesi” diyoruz.

Erkler ayrılığı ilkesinin kısaca ve başlıca iki nedeni vardır.

Birincisi klasiktir, Montesquieu’nündür.

Nitekim Montesquieu, şöyle demekteydi: Deneyimler, güç (iktidar) sahibinin gücünü kötüye kullanma eğiliminde olduğunu göstermektedir. Despotik iktidarlar, aslında yasalara göre değil, kendi irade ve tutkularına göre yönetirler.[13] Bunu önlemek için gücün gücü, iktidarın iktidarı, yani erkin erki durdurması gerekir (XI. kitap, 4. bölüm).

İşte böylelikle Montesquieu, Aristo ile birlikte ucun ucun söylenen, Locke’ta iki güçle sınırlanan, demokrasinin örgütlenme ve hukuk düzeninin işlemesiyle ilgili güçler, iktidarlar, yani erkler ayrılığı ilkesinin can alıcı noktasını sağlıklı biçimde yakalamıştır.

Aslında özgürlük için başka yol da yoktur ve bu yol bellidir: İktidar, güç, erk, tek elde toplanmamalıdır. Çünkü iktidar tek elde toplanırsa manipulasyon başlayacak; hukuk zorbalaşacak, zorba yasalar kotarılacaktır. Yasama ile yargılama ya da yürütme ile yargılama aynı elde toplanırsa, yasama ve yargılama, yasalar çıkararak keyfiliğe kayacak ya da yürütme zorbalaşacaktır.[14]

Üç durumda da artık ortada özgürlük yoktur.

Elbette bunun en kötüsü, üç iktidarın tek elde toplanmasıdır. İste bu durumda her şey yitirilmiş, bitmiş olur. Bunun çarpıcı örneği, Montesquieu’ye göre, üç iktidarı da elinde tutan ve korkunç bir baskı uygulayan Osmanlı Sultanıdır.

Ayrıca ordu yasamaya değil, yürütmeye bağlı olmalıdır. Yasamaya bağlı olursa askerî yönetim var demektir.[15]

Erkler, güçler ayrılığının ikinci nedencesi ise, demokrasinin çoğulcu yapısının iktidar olgusuna yansımasından kaynaklanmaktadır. Zira çoğulcu demokrasi, hiçbir iktidarın, gücün tek elde toplanmasına izin vermez, veremez. Çünkü çoğulcu demokraside her iktidar parçalan­mıştır.[16]

Şu nokta hiç, ama hiç unutulmamalıdır. Erkler, güçler ayrılığı ilkesi, günümüzde de elbette demokrasinin temelidir. Nitekim çoğu anayasalarda özenle düzenlenmiştir. Saint-Just: “Zorbalar, saltanatlarını sürdürmek için halkı bölüyorlar. Sizler özgürlüğün saltanatını sürdürmek istiyorsanız, iktidarı bölünüz” demiştir.

1789 İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirisinde de erkler ayrılığına yer vermeyen anayasaların anayasa sayılamayacakları vurgulanmıştır (md. 16).

Özetle Montesquieu’nün erkler / güçler ayrılığı ilkesinin sonuçları bellidir: Görev, yetki açısından üç erk, iktidar, birbirinden bağımsızdır. Bu bir.

Kişiler açısından birbirlerini azledemezler. Bu iki.

Maddi açıdan aralarında organik bir bağlantı yoktur ve olamaz. Bu da üç.[17]

Ne var ki, bu sonuç, itiraf edilmelidir ki, asla gerçekçi değildir. Çünkü bu üç erk, iktidar, güç, birbirlerinden asla kopuk değildir. Olamaz da. Çünkü aralarında işbirliği, dayanışma, denge ve yakınlaşma vardır. Öğretide[18] ve anayasalarda (sözgelimi, 1982 Anayasası) bu açıkça belirtilmiştir.

Kuramsal tartışmaları bir yana bırakırsak, erkler / iktidarlar ayrılığı ilkesi bugün uygulamaya dikey ve yatay olarak iki biçimde yansımış bulunmaktadır.

Birincisi, çoğulcu demokraside iktidarlar, yalnızca yataylamasına değil, dikeylemesine de çoğulcu olmak zorundadır. Böylelikle iktidarın, gücün tek merkezde toplanması önlenmekte, merkez ile yerel yönetimler iktidarı paylaşarak saydam devlete ulaşılmaktadır.[19]

İkincisi, iktidar, yataylamasına, yasama, yürütme ve yargılama erkleri olarak paylaşılmaktadır. İlk ikisinin kimileyin iç içe olması hoş görülmektedir.

Ancak üçüncü iktidarın (tiers pouvoir), yani yargılamanın güçlü olabilmesi için, ilkin bağımsız, ikinci olarak da öbürleriyle eşit olması zorunluluğu öğreti ve uygulamada sürekli vurgulanmıştır, vurgulanmaktadır.

Yargılama erkinin bağımsız olması, elbette zorunludur. Çünkü hukukta kimse kendi kendisinin yargıcı olamaz. Eğer yasa yapanlar ile uygulayanlar, kendi kendilerinin yargıcı olurlarsa orada özgürlük ve adalet değil, düpedüz çıplak güç, zorbalık egemen demektir.[20]

Unutulmamalıdır ki, hukukun en amansız düşmanı, güçtür, iktidardır. İktidarların en tehlikeli girişimi ise, salt çıplak güce dönme girişimidir.[21] Salt çıplak güce dönüşen bir iktidar, bir devlet ise, uyruklarını köle ya­par, sömürür. Böyle bir devlette yargılama erki ve yargıç, artık görünüşte vardır, gerçekte yoktur. Dolayısıyla orada halkın Tanrı’ya sığınmaktan başka çaresi kalmamış demektir.[22]

Öte yandan bağımsız yargılama, yasama ve yürütme ayrılığının da en önemli güvencesidir.[23]

Kısaca yasama, yürütme ve yargılama erklerinin, güçlerinin çalışma, yaşam, devlet içindeki konum gibi maddi ve manevi bütün alanlarda eşit olmaları zorunludur[24].

Nitekim 1982 Anayasasının başlangıcında bu eşitlik ilkesi, 140’ıncı maddesinde de eşitliğin nasıl sağlanacağı vurgulanmıştır.

Bağımsız yargılama erki

Elbette demokrasinin özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı, eşitlikçi olması; eleştirel akla, kültür göreceliğine, halka, yansız devlete, hukukun üstünlüğüne, erkler ayrılığına dayanması; hukukun âdil ve bir barış tekniğini üstlenmiş bulunması yetmiyor, demokratik toplum düzeni için.

Ayrıca demokrasinin kendisini güvenceye alması için, bu hukuku uygulayacak, hukuk adına her olayda “hukukun ne dediğini nesnel mantıkla söyleyecek” (juris-dictio) bir erke, güce de gereksinme vardır.

İşte bu erk, güç, bağımsız yargılama erkidir. Eğer hukukun uygulanması, bağımsız, özerk bir yargılama erkinin elinde değilse, artık o düzende her şey boşunadır. Zira toplumun benimsediği hukuku, bağımsız olmadığı için nesnel olarak uygulayamayan bir yargılama erki, adaletin de, demokrasinin de sadece bir düş kırıklığıdır.

O kadar.

Siyasete bulanmış ya da bulanma olasılığı bulunan, adaleti siyaset terazisinde tarttığı izlenimi uyandıran bir yargılama, ne denli duyarlı olursa olsun, yalnızca kirli adalet salgılar. Adaletteki kirliliği, “adaletsizliği temizleyebilen bir nesne ise, bugüne değin bulunamamıştır.”[25]

Bilinmelidir ki, siyasal güçle yargılama gücü arasındaki ilişkide, hangisi güçlü ise, öbürünü ister istemez kendisine dönüştürecektir. Siyasal iktidar güçlü ise, yargılama erki siyasallaşacak; yargılama erki güçlü ise, siyasal iktidarı hukukun içine çekecek, onu meşrulaştıracaktır.

Unutmayalım. Siyaset sürgit hareketlidir, boş oturmaz, sürekli kıpırdar ve de beklemez. Ancak ne zaman ki, hukuk, siyasetin rahatını bozmaya başlar, işte o anda, siyasal güç de hukuk[26] ve yargılamayla oynamaya başlar.

Unutulmamalıdır ki, yanlar üstü (super partes) üçüncü bir otorite olarak yalnızca bağımsız bir yargılama erki ve yargıç, her türlü etkiden arınmış nesnel (objektif) mantık ilkesine (il principio di ragione obbiettiva) göre, hukukun ne dediğini (potere di jus dicere: juris-­dictio), söyleyebilir.[27]

Yine unutulmamalıdır ki, yargılama erkinin, yargıcın bağımsızlığı, asla bir “kast” ayrıcalığı değildir. Yargıcın salt hukuk adına karar verirken yansızlığını sağlamak içindir; toplum, insan yararı içindir. Yargılama erkinin bağımsızlığı; yasama, yürütme, bir başka yargılama organı, kamuoyu, yargıcın kendi inanç ve görüşleri karşısında yansız olarak karar verebilmesi; “herkesin yasa önünde eşitliği” ve “yasa herkes için eşit uygulanır” kurallarının gerçekleştirilebilmesi için kesinlikle zorunludur. Zira devlet organları, sokağın sıcak mantığı, yargıcı etkileyememelidir.

Çünkü yargıç, yargılarken ve karar verirken, inançlarını, görüşlerini duruşma salonunun eşiğinde bırakan insan demektir.

Demokraside devletin bütün organlarında çalışanlar, meleklerden oluşsalar bile, devletin her işlemi hukukun, dolayısıyla yargılama erkinin süzgecinden geçecek, en azından bu yol açık olacaktır.

Özetle gerçek şudur: Yargılama erkinin gücü, demokraside çok önemlidir. Hukuk konusunda yasa koyucunun öznel iradesinden bağımsız, genişletici, geliştirici yorum yapma tekelini elinde bulundurması, verdiği kararların, bütün kişi ve kurumları bağlaması ve de değiştirilememesi, hiç kuşkusuz onun gücünün önemini kanıtlamaya yeterlidir. Çünkü yargılamanın bu işlevi, geçişsiz değil, geçişlidir. Gerçekten yaşanan somut hukuku yargıçlar keşfeder.[28]

Özetle yasaları ise bir bakıma yasama organları, gerçekte ise, yargıçlar yaparlar.[29] Dolayısıyla unutulmamalıdır ki, hakların ve özgürlüklerin bekçisi yargılama erkidir, bu erk içinde yer alan yargıçtır.

Görülüyor ki, yargılama erki, rastgele, sıradan bir görevi yerine getirmemekte, sistemi “meşrulaştıran bir kurum” işlevini de üstlenmiş bulunmaktadır.[30]

Demek, özetle yargılama erkinin işlevi de, hukuk düzenini korumaktır.

İşte bu yüzdendir ki, Kara Avrupa’sı hukuk sistemini benimseyen gelişmiş ülkelerde bile yargılama erkinin tam bağımsız kılınabilmesi için yapılması gerekenler, günümüzde bile sürekli tartışılmakta; bağımsızlığına yeni kavuşmuş ülkeler ise, gelişmiş olan ülkelerdeki bu yakınmaları da gözeterek düzenlemeler yapmaktadır.


[1] BURDEAU, Georges, Le libéralisme, Paris, 1979, s. 173.

[2] BARRY, Norman, (M. Endoğan), Komünizm Sonrası Dönemde Klasik Liberalizm, Ankara, 1977, s. 101.

[3] DUVERGER, Maurice, Le lièvre libéral et la torture européenne, Paris, 1990, s. 98 vd., 189 vd.; KEANE, John, (N. Erdoğan), Demokrasi ve Sivil Toplum, Ayrıntı, İstanbul, 1994, s. 49.

[4] BURDEAU, s. 187, 221.

[5] BASTIAT, Frédéric, (D. Russel / Y. Arslan), Hukuk, Ankara, s. 51, 52.

[6] İleten: ÇONGAR, Yasemin, Devlet Nereye Demokrasi Nereye (1), Milliyet, 02.08.1999.

[7] YAVUZ, Hakan, İslam ve Türkiye, Türkiye Günlüğü, n.29, Tem.-Ağ. 1994, s. 231.

[8] Kopenhag Belgesi, 26.09.1990.

[9] BASTIAT, s. 14, 18, 23, 58, 61.

[10] PETTIT, Philip, (A. Yılmaz), Cumhuriyetçilik, Bir Özgürlük ve Yönetim Teorisi, Ayrıntı, İstanbul, 1998, s. 231; (Bir zamanlar Amerikan Parlamentosu üyeleri, bazı vergilerden kendilerini bağışık tutmuşlardır (Pettit, s. 232); ERDOĞAN, Anayasal Demokrasi, Ankara, s. 79, 80, 182-186.

[11] PETTIT, s. 231, 233.

[12] MONTESQUIEU, Charles de S. B., Oeuvres complètes, Seuil, Paris, 1964, s. 536 (II. kitap, 1. bölüm).

[13] Ibid, s. 532. Eski Yunan düşünürü Thucydides de, her insanın iktidarını sonuna dek zorlama eğiliminde olduğunu söylemiştir.

[14] BURDEAU, s. 65; PETTIT, s. 235, 236.

[15] MONTESQUIEU, s. 586-588. İlginçtir, Kudüs yolculuğundan dönerken Chateaubriand da “Yalnızca Padişahın özgür, öbür herkesin köle (kul) olduğu bir ülkede kalamam” diyerek İstanbul’da mola verip kalmamıştır.

[16] VECA, s. 131.

[17] EISENMANN, Charles, L’ “Esprit des lois” et la séparation des pouvoirs, Mélanges R. Carré de Malberg, Paris, 1933, s. 165, 183; DE MALBERG, Carré, Contribution à la théorie générale de l’ Etat, Paris, 1922, II, s. 5, 8, 18, 20, 28, 29, 35, 36, 43, 49, 110, 121, 131, 142; TANİLLİ, s. 376, 377.

[18] EISENMANN, s. 166-179, 187-192; DUGNIT, Léon, La séparation des pouvoirs et l’assemblée nationale de 1889, Paris, 1893, s. 15-19, 47-116; BRUN, Henri/TREMBLAY, Guy, Droit Constitionnel, Québec, 1990, s. 687 va.; ÖZBUDUN, Ergun, Türk Anayasa Hukuku, Ankara, 1993, s. 144-153; TEZİÇ, Erdoğan, Anayasa Hukuku, İstanbul, 1986, s. 402-408; KAPANİ, Münci, Kamu Hürriyetleri, Ankara, 1976, s. 282; TOURAIN, s. 50; HAYEK, ileten: YAYLA, Atilla, Siyaset Teorisine Giriş, Ankara 1998, s. 113, 114; ERDOĞAN, Anayasal..., s. 107.

[19] AKTAN, Coşkun Can, Kirli Devletten Temiz Devlete, İstanbul, 1999, s. 81.

[20] Marchamont Nedham 1657’de buna değinmiştir; ileten: PETTIT, s. 236; DUGUIT, s. 15; KAPANİ, s. 283; BRUN/TREMBLAY, s. 389; CASSIN, René, Montesquieu et les droits de l’homme, La pensée politique et constitutionelle de Montesquieu, bicentenaire de l’”Esprit des lois” 1748-1948, Sirey, Paris, 1952, s. 118; TEZİÇ, s. 408, 409; ÇAĞLAR, Bakır, Politika ve Hukukta Neoliberalizm, Yeni Türkiye, n.25, s. 27.

[21] PEYREFITTE, Alain, Les chevaux du lac Ladoga. La justice entre les extrêmes, Plon, Paris, 1981, s. 524.

[22] BOUILLON, Hardy, (A.İ. Savaş), John Locke, Ankara, 1998, s. 23-29.

[23] ERDOĞAN, Anayasal..., s. 105.

[24] SEIGNOBOS, Histoire politique de l’ Europe contemporaine, Paris, 1929, I., s. 104; DE MALBERG, s. 35, 36, 49; DUGUIT, s. 16.

[25] CONNOLLY, s. 247.

[26] ÖZDEMİR, Hikmet, Yargı Denetimi Demokrasinin Ahlakıdır, Yeni Türkiye, n.17, 1997, s. 365.

[27] CORDERO, Procedura penale, Milano, 1985, s. 253; DUVERGER, Maurice, Instittutions politiques et droit constitionnel, PUF, Paris, 1975, I., s. 177; FOSCHINI, Sistema del diritto processuale penale, Milano, 1965, I., n.333, 336; FAZZALARI, Giurisprudenza volontaria (dir. proc. civ.), Enciclopedia del diritto, Milano, 1970, XIX, s. 354; FAZZALLARI, Istituzioni di diritto processuale, Padova, 1986, s. 394; BELLAVISTA, Lezioni, 1968, s. 153.

[28]          HAYEK, DWORKIN, ileten: BARRY, s. 43.

[29]          ÖKÇESİZ, Hayrettin, Hukuk Devleti ve Yargıcı, Yeni Türkiye, 1997, n17, s. 361.

[30]          VECA, s. 66.

                                                                            /././

Cenazesi yedi gün sokakta bekletilen Taybet İnan dosyasında AYM, Roboski davasındaki gibi ‘esasa’ değil, ‘şekle’ baktı -Candan Yıldız-

Anayasa Mahkemesi, Taybet İnan’ın yaşam hakkının ihlali, etkin soruşturma yükümlülüğünün ihlali bakımından yapılan başvuruyu ‘zamanında yapılmadığı’ gerekçesiyle reddetti  

Taybet İnanTaybet İnan

Roboski/Uludere davasını hatırlarsınız.

Bundan 14 yıl önce, 28 Aralık 2011 gecesi aralarında çocukların da olduğu 34 insan F-16 bombardımanıyla öldürüldü.

Emri kimin ve neden verdiğine ilişkin bütün hukuki, idari süreçler sonuçsuz kaldı. TBMM raporu da etkili olmadı.

Daha da vahimi, hak arama sürecinin önemli ayaklarından biri olan Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvurudaki eksiklik oldu. Zira AYM ‘eksik belgelerin zamanında getirilmemesi’ gerekçesiyle bireysel başvuruyu reddetmişti.

Karara o dönem üyelerden Osman Paksüt itiraz etmişti. Gerekçesinde ‘…işin esasının önemine binaen şekil şartlarının azami derecede esnek yorumlanmasının hakkaniyete daha uygun düşeceğini’ belirtmişti.

Şimdi benzer bir durum Taybet İnan davası için söz konusu.

Kürtlerin derin yaralarından ve hak ihlali hafızasının sembol isimlerden biridir Taybet İnan.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi dosyasından olayı hatırlayalım: “14 Aralık 2015 tarihinde başvuranın memleketi Silopi’de 24 saatlik sokağa çıkma yasağı uygulanmıştır. Başvuranın annesi Taybet İnan 19 Aralık 2015 tarihinde saat 19.00 civarında, komşusundan dönerken evinin dışında zırhlı araçtan açılan ateşle vurulmuştur. Kayınbiraderi Yusuf İnan başvuranın annesine yardımcı olmak amacıyla girişimde bulunmuştur ancak o da evden çıkar çıkmaz vurularak yaralanmıştır. Başvuran ve evlerinde olaylara tanık olan diğer aile üyeleri defalarca acil servisi aramışlar ancak yardım talepleri karşılanmamıştır. Başvuran ve diğer aile üyeleri acil servisi ve polis memurlarını aramaya devam etmişlerdir ve bu sırada hayatını kaybeden Taybet İnan’ın cenazesinin alınması için yardım talep etmişlerdir. Yanıt olarak, beyaz bayrak tutmaları koşuluyla cenazeyi almak için evden ayrılabilecekleri söylenmesine rağmen, kapıyı her açtıklarında bulundukları yöne doğru ateş edilmiştir. Milletvekili Aycan İrmez valiyle görüşmüş, ancak kendisine ‘güvenlik güçlerinin olay yerine gitmesinin ardından’ cenazeyi alabileceklerini söylenmiştir. Vurulma olayından birkaç gün sonra, başvuranın babası cenazeyi sokaktan almak için girişimde bulunmuştur ancak o da vurularak yaralanmıştır. Sonrasında ise aile, evlerini terk etmiş ve yakınlarının evine sığınmışlardır. Son olarak cenaze 25 Aralık 2016 tarihinde yetkililerce sokaktan alınarak hastaneye götürülmüştür. ...Herhangi bir dini tören olmaksızın Taybet İnan’ın cenazesinin yetkililerce defnedilmesi sırasında ailenin yalnızca üç üyesinin katılımına izin verilmiştir.”

Evet Taybet İnan’ın cenazesi tam 7 gün sokakta kaldı.

Sonrasında bilinen etkisiz soruşturma süreçleri. 2020 yılında soruşturmanın belli aralıklarla yeniden değerlendirilmesi, yeni delillere yönelik araştırmaların devam ettirilmesi anlamına gelen ‘daimi arama’ kararı verildi. Ama soruşturmada bir ilerleme olmadı.

Bunun üzerine avukatlar Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu 2021 yılında. AYM kararını açıkladı ve Roboski/Uludere davasındaki gibi başvuruyu ‘usulen’ kabul etmedi. Yaşam hakkının ihlali, etkin soruşturma yükümlülüğünün ihlali ile ilgili başvuruyu ‘zamanında’ başvuru yapılmadığı gerekçesiyle reddetti.

Avukatların bir ihmali var mıydı?

Dosyanın avukatı Ramazan Demir şu açıklamayı yaptı: “AYM 90’lar faili meçhul dosyalarını incelememe bahanesini son olarak bu dosya için kullandı. Taybet ananın ölümü ve sonrasında cenazesine yaşatılanlarla ilgili sürekli olarak savcılığa taleplerde bulunduk ve dosyayı hiç hareketsiz bırakmadık. Ama bu dosya açısından aynı gerekçeyi kullandı AYM. Etkili soruşturma yürütülmediğini tahmin etmiş olmanız lazımdı, o yüzden daha erken başvuru yapmalıydınız diyerek başvuru için süre aşımı kararı verdi. Etkili soruşturma yürütülmediği ne zaman anlaşılır peki? Belli değil. Dosyaya bakıldığında gelen giden evraklar olduğu ve dolayısıyla savcılığın soruşturmayı yürütmeye devam ettiği görülüyor. Ama AYM diyor ki sen savcılığın etkili soruşturma yürütüp yürütmediğini denetle, ona göre bana başvur. Ben nasıl denetleyeyim? İçtihat bu belirsizliği ile mağdur ve başvurulara çok büyük külfet yüklüyor, savcılığın işlemlerini denetleme yükümlülüğü yüklüyor. Aylarca dosyanın kendisine ulaşamadık zaten. Savcı ya yerinde yoktu, ya izinde ya da dosyayı göstermekten imtina ediyordu. Haftalarca dosyaya bir dilekçe sunamadık, savcı almadı dosyaya. En son avukat arkadaşımız Silopi’ye en yakın ilçe adliyesi olan Cizre adliyesinden havale yoluyla dilekçeyi Silopi’deki dosyaya gönderdi. Savcılık da AYM de Taybet ananın katillerini araştırmaktan ve tespit etmekten kaçındı.”

AYM ‘şekil’ olarak karar verse de şu tespitte bulunuyor:

“Emniyet Müdürlüğünün 11/4/2019 tarihli cevabi yazısı sonrasında esaslı bir işlem yapılmamış, dolayısıyla esasen bu tarih itibarıyla etkisiz bir hâl almış olan soruşturmada…”

Toplum vicdanını sınayan olaylardan biriydi Taybet İnan’ın cenazesini sokaktan alamamak. Öldürüldüğünde 68 yaşındaydı.

Taybet İnan’ın oğlu Mehmet İnan’la konuştum kararı.

Mehmet İnan şunları söyledi: “Annemin ölümünden sonraki iki yıl biz de ölmüştük. Annem hem babamız hem annemizdi. Cömertti, kapısı 7/24 herkese açıktı. Şimdi kapımız kapalı. Ben o olaydan sonra bir yıl evden çıkmadım. Her an beni de alıp götürürler yatarken çorabımı bile çıkarmadım bir yıl boyunca. Canımız gitse de geri adım atmak yok. Adalet bir gün yerine bulacak.”

Taybet İnan’ın öldürülmesini, ailesinin cenazeyi alamamasını hukuki bir tartışmaya sıkıştırmak ‘cezasızlık’ pratikleri dikkate alındığında ne kadar hakkaniyetli olur emin değilim. Ya da Osman Paksüt’ün dediği gibi “şekil şartların esnek yorumlanması” simgesel davalar için söz konusu olamaz mı? Hukuk sadece kağıt üzerindeki kanunlar mıdır?  Sorular çoğaltılabilir. Ama yine de hukukun eline gerekçe vermemek de önemli!

                                                               /././

Hukuk devletinden buyruk devletine -Mine Söğüt-

Demokrasi, kimse kendi hukukunu bir diğerine dayatamasın diye vardı. Krallıklardan padişahlıklardan cumhuriyetlere bunun için geçilmişti. Devrimler bunun için yapılmıştı. Ama artık hepsi mişli geçmiş zamanın hikâyesi

adalet

Kendi hukukunu dayatmak, bir kişi, devlet ya da kurumun, kabul görmüş evrensel hukuk kurallarını hiçe sayarak sadece kendi koyduğu ya da makul gördüğü kuralları başkasına zorla kabul ettirmesi anlamına gelir.

Kendi hukuklarını dayatanlar karşı tarafın rızasını önemsemezler.

Çeşitli güç, tehdit ya da fiili durum yaratarak kendi kurallarını uygularlar.

Uzlaşı, ortak yasa, tarafsız düzen gibi hedefleri es geçer, sadece kendi çıkarları üzerinden hareket ederler.

Kendi hukukunu dayatmak demek, hukukun üstünlüğünü ilkesini reddetmek ve onun yerine gücün üstünlüğünü kabul ettirmek demektir.

Yani güç kimdeyse buyruk hakkı da ondadır.

Bunu devletler çok sık yaparlar. Uluslararası anlaşmaları hiçe sayıp kişisel gerekçelerle başka ülkelere saldırırlar.

Bunu mafya çok sık yapar. Kendisine göre belirlediği bir adalet gereği başkalarının parasına çöker, malına konar, canını alır.

Patronlar bunu çok sık sık yaparlar. Şirket kurallarının dışına çıkıp “Ben öyle uygun gördüm” diyerek kendi bildiklerini uygularlar.

Anne babalar bunu çok sık yaparlar. Çocukların haklarını hiçe sayarak aile içinde kendi bildiklerini dayatırlar.

Ve…

Bireyin/toplumun adalet ve güvenlik duygusu yerle bir olur. Kuralın değil gücün üstünlüğü pasif, agresif, korkak, saldırgan bireylerin/toplumların oluşmasına yol açar.

Kendisini devamlı doğanın bir parçası olan hayvanlardan ayrı bir yerde tanımlamaya çalışan ve türünün aklıyla övünüp o akıl üzerine inşa ettiği fil dişi kulelerde alternatif sistemler kura yıka bir medeniyet inşasına girişen insanın güçle kurduğu sorunlu ilişki onu uzaklaşmaya niyetlendiği özüne yani güç odaklı vahşiliğine devamlı geri döndürür.

Ve erkekler kadınları öldürür. Çocuklar akranlarını zorbalar. Üstler altlarına haksızlık yapar.

Devletler milletlere eziyet eder. Savaşların sonu gelmez olur. Dünya zulmün dinmediği bir yere dönüşür.

Hukukun yerini güç aldığında ipin ucu artık öylesine kaçmıştır ki nerede hata yaptığınıza dönüp bakacak mecaliniz bile kalmamış olur. Önünüzü de göremezsiniz. Başlangıçta sınırları hukukla belirlenen iktidarın hangi noktada hukukun sınırlarını belirlemeye cüret ettiğini tespit bile edemez hale gelirsiniz.

Rejim çoktan değişmiştir ve siz bu çağda artık darbe mi kaldı diye düşünürken o darbeyi zaten yemişsinizdir. Gözle görülemediği, elle tutulamadığı, adı konulmadığı için varlığı da hissedilmiyor zannedilen bir hayalet darbenin altında ezilmişsinizdir.

Evet;

Demokrasi, kimse kendi hukukunu bir diğerine dayatamasın diye vardı. Krallıklardan padişahlıklardan cumhuriyetlere bunun için geçilmişti. Devrimler bunun için yapılmıştı.

Anayasalar bunun için yazılmıştı. Partiler bunun için kurulmuştu. Seçimlere bunun için gidilmişti. Ama artık hepsi mişli geçmiş zamanın hikâyesi.

Bugün sadece siyasetçilerin, gazetecilerin, aydınların değil oyuncu menajerliği yapanların, şarkı sözü yazanların, sahneye dilediği kıyafetlerle çıkanların, kamera karşısında şakalar yapanların da birbiri ardına gözaltına alındığı, tutuklandığı, hapis cezasıyla tehdit edildiği, yurtdışı yasağıyla rehin tutulduğu bir ülkenin vatandaşısınız ve seçilmiş muhalif politikacılarınız keskin nişancılar tarafından teker teker avlanıyor.

Tüm bunlar siz artık bir hukuk devletinde değil buyruk devletinde yaşadığınızı iyice kanıksayın diye yapılıyor.

Kanıksadığınız ve kanıksamadığınız şeylerin yerlerini değiştirmeyi deneyin.

Belki oyun oradan bozuluyordur.

                                                               /././

Bir yargıç, bir karar ve bir devlet -Ercan Uygur-

Bazı yargıç ve mahkeme kararları CHP’yi veya başka partileri hırpalama amacıyla alınmış olsa da, bu kararların asıl olarak hırpaladığı, çökerttiği devlettir. Bazen bir devlet içindeki bazı grupların aynı devlet içindeki başka grupları hırpalamak için devleti yıpratan kararlar aldıkları söylenir. Eğer Türkiye’de durum böyle ise yine çok vahim

adalet

Bundan tam 102 yıl önceydi, 1923 sonbaharı idi. Almanya’da enflasyon artık hiperenflasyon aşamasına gelmişti. Ödeme aracı olarak çoğunlukla Mark yerine büyük ödemeler için altın, küçük ödemeler için sigara gibi ürünler kullanılıyordu.

İşsizlik yaygındı, alınan bazı önlemlere karşılık üretim artmıyordu. Çünkü aynı anda enflasyonu düşürmek için sıkılaştırıcı önlemler de alınıyordu. Komşularla, özellikle Fransa ile savaş tazminatı nedeniyle ilişkiler gergindi.

Bu ortamda 1918’de başlayan Weimar Cumhuriyeti hükümetleri, ki demokrat merkez partiler oluşturuyordu, ülkeyi zorluklarla yönetmekteydi. Bunu gören diğer partiler hükümete giden yolu açmak için değişik hamleler yapıyorlardı.

Bu hamleleri en çok eski Alman İşçi Partisinden dönüşerek 1920’de kurulmuş olan Nazi Partisi (Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi) yapıyordu. Lideri A. Hitler idi. Üyelerinin önemli bölümü asker olan bu parti, silahlı gösterilerden bile çekinmiyordu.

Bir yargıç, bir karar

Nazi Partisi 8 Kasım 1923’te Bavyera eyalet Merkezi Münih’te eyalet hükümetini devirme planı yaptı. Devrilen hükümet yerine kendi hükümetini kurmayı kararlaştırdı. Açıkça Hitler önderliğinde darbe yapacaklardı. Moorhouse (2017).

Eyalet hükümetini devirdikten sonra, Münih’ten merkezi hükümetin olduğu Berlin’e, diğer şehirleri de ayaklandırarak yürüyecekler ve merkezi hükümeti de devireceklerdi.

Böylece tüm ülkenin yönetimini ele geçireceklerdi.

Uygun zaman 8 Kasım idi. Çünkü o akşam üzeri Bavyera Eyaleti Hükümet Başkanı Gustav Ritter von Kahr bir bira salonunda (Bürgerbreükeller) vatandaşlara hitap edecek ve sorularını, sorunlarını dinleyecekti. 

Plana göre, Başkan Kahr bu salonda tutuklandıktan sonra Münih’teki eyalet resmi dairelerini işgal edeceklerdi. Ancak, bu eyleme yasal bir destek de gerekir diye düşündüler. Aradılar, sordular ve bir yargıç buldular.

Bu kişi Theodor von der Pfordten’di ve Bavyera eyalet mahkemesinde yargıç idi. Kendisi ile konuştular, darbelerine bir yasal dayanak gerektiğini söylediler. Pfordten heyecanlandı, mahkemeye gitti, aşağıdaki kararı yazdı ve altına da imza attı.

“Bavyera Eyaletinin yasal hükümeti, Nazi Partisinin ve lideri Hitlerin kurduğu hükümettir.” 

Kendisine sordular: “Bu yeterli olur mu, başka imzalar gerekmez mi?” “Elbette yeterli olur. Ben eyalet mahkemesinin yargıcıyım. Sizler Berlin’e giderken başka yargıçlar da buluruz ve benzer kararlar alırlar.”

Artık Nazi kalkışmasının bir “hukuk” dayanağı vardı. Zaten ekonomik dayanağı vardı; yüksek veya hiper enflasyon ve işsizlik. Bunlarla sosyal yapı da çöküyordu.

8 Kasım akşam üzeri önde Hitler ve partinin diğer ileri gelenleri, arkada 600 kişilik silahlı SA (SturmAbteilung) gücü olmak üzere bira salonuna doğru yürüyüşe geçtiler.

Pfordten elinde kendisinin yazıp imzaladığı kararı içeren kağıdı sürekli sallıyordu.  “Eylemimizin hukuki temeli var, işte kanıtı” diyordu. Yolda silahlı SA gücünü alkışlayanlar da oldu. 

Bira salonuna vardıklarında SA gücü salonun etrafını sardı, Hitler başta olmak üzere diğer ileri gelenler salona girdiler. Hitler, birçok eylemlerini yasaklayan Başkan Kahr’ın yanına kızgınlıkla gitti, ancak gürültüden ne dediği anlaşılmadı.

Bunun üzerine tabancasını çıkarıp tavana ateş etti. Milli devrimin başladığını ve Kahr’ın tutuklanacağını söyledi. Elinde de “yasal eylem”in kanıtı olan yargıç Pfordten kararı vardı.

Kahr o geceyi Nazilerin gözaltında geçirdi. Güvenlik güçleri de gece müdahale etmedi. Ertesi gün yaklaşık iki bin kişilik Nazi topluluğu “milli devrimi” kutlarken, güvenlik güçleri müdahale etti, 15 Nazi taraftarı ve dört polis yaşamanı yitirdi.

Bunun üzerine Hitler kaçtı, kendisini kırsal bölgede sakladılar. Hitler, verilen güvencelerle iki gün sonra geri döndü, yargılandı, vatana ihanetten hapse atıldı. Ancak Hitler bu süreci hem partisinin hem kendisinin propagandası için kullandı.

24 gün süren duruşmalarda devleti ve hükümeti eleştirdi, kendi çözüm önerilerini, “milli devrim” heyecanını anlattı. Taraftarları içeride ve dışarıda hep destek verdiler. Beş yıla mahkum olan Hitler, yalnızca 9 ay içeride kaldıktan sonra serbest bırakıldı.

Hitler hapiste iken Kavgam (Mein Kampf) kitabını yazdı. Yazma sürecinde partinin önde gelenlerinden, özellikle Rudolf Hess’ten çok yardım gördü.

Yargıç kararı ve etkileri

Hitler’e ve taraftarlarına göre bu eylemle kazanılan, kaybedilenden çok daha fazla idi. Bir yargıcın kararıyla darbe girişimine yasal bir dayanak bulmuşlardı. En önemlisi de şuydu:

Hiçbir dayanağı olmayan, hiçbir tutarlı gerekçesi olmayan bir yargıç kararıyla hem eyalet devleti, hem merkezi devlet zayıflatılmıştı. Bu devlet bu hırpalanma ile daha sonraki eylemlerde daha kolay yıkılacaktı.

Bu hikayeyi bu nedenle yazdım. Hedefi ve amacı ne olursa olsun, devletin hukuk  yapısıyla uyuşmayan bir yargıç kararı, Hitler ve taraftarlarının söylediği gibi, öncelikle devleti, hukuk sistemini ve bunlara olan güveni zayıtlatır, çökertir.

Yukarıda örnek olarak aldığımız ülke Almanya. Bu ülkede yargıçları, mahkemeleri de içine alan devlet karşıtı eylemlerle sonuç Nazi iktidarı ve tüm dünya için getirdiği yıkımlar oldu. Türkiye ve başka ülkelerde de sonuç farklı olmaz.

Bazı yargıç ve mahkeme kararları CHP’yi veya başka partileri hırpalama amacıyla alınmış olsa da, bu kararların asıl olarak hırpaladığı, çökerttiği devlettir. 

Tutarsız ve dayanaksız kararlar alan yargıçlar ve mahkemeler konunun bu yanını düşünüyorlar mı acaba? Bilemeyiz.

Bazen bir devlet içindeki bazı grupların aynı devlet içindeki başka grupları hırpalamak için devleti yıpratan kararlar aldıkları söylenir. Eğer Türkiye’de durum böyle ise yine çok vahim.

Sonuç olarak, iktidarları veya grup çıkarları uğruna devleti hırpalayan ve çökerten kararlar alanlar sonunda devletin enkazı altında kendileri kalırlar.

Bir not: T24’te yazmaya Eylül 2021’de başladım. Tam 4 yıl olmuş. 188 yazı yazmışım. Yazdıklarım salt iktisat içerikli olur diyordum. Ama, Türkiye için hep birlikte duyduğumuz kaygılar nedeniyle, iktisatla ilgisi ancak dolaylı olan konulara da giriyorum.

Kaynaklar

Moorhouse, Dan (2017) The Munich Putsch. Wayback Machine.

                                                                                    /././

Küresel ticarette friendshoring akımı ve Trump tarifelerinden örnekler -Binhan Elif Yılmaz-

Friendshoring giderek yaygınlaşırsa, küreselleşen dünyanın jeopolitik olarak daha fazla parçalanmasına ve küreselleşmenin gerilemesine yol açar mı?

trump

Küresel ticarette duymaya alışık olduğumuz onshoring, nearshoring gibi tanımlamalar var. Bir ülkenin mal üretim ve imalatını orijinal ülkesine geri döndürme süreci olan onshoring ve nearshoring ve malların üretim ve imalatının şirketin orijinal ülkesine geri çekilmesi anlamına gelir. Yerele geri dönmek için hükümetler şirketlere genelde önemli teşvikler sunarlar.

Şayet beklendiği gibi olursa imalat sektöründe istihdam yaratılması, işsizliğin azaltılması ve dış ticaret açıklarının dengelenmesi yoluyla ekonominin güçlenmesine yardımcı olabilir. Ama eğer maliyetler ve lojistik planlama doğru yönetilmezse geri dönüş her zaman olumlu sonuç doğurmaz.

Trump’ın küresel ticareti yeniden yapılandırmaya yönelik ve ısrarla devam ettirdiği tarifeleri göz önüne alındığında friendshoring tanımlaması öne çıkıyor. Bu tanımı daha sık duyacağımızı gösteren birçok örnek var.

Küresel ticarette bir strateji değişikliğine vurgu yapan friendshoring, arkadaş, dost (ile) kaynak kullanımı olarak Türkçeleştirilebilir. Friendshoring, tedarik zinciri ağlarının siyasi ve ekonomik müttefik olarak görülen ülkelere odaklandığı ve ticaretin güvenli veya düşük riskli olarak algılanan ülkelere yönlendirilmesi stratejisidir.

Trump’ın ikinci başkanlığı başladığından bu yana, yakın tarihte benzeri görülmeyen bir küresel ticaret savaşı devam ediyor. ABD’yle ticaret yapan çoğu ülke aylardır yüksek gümrük vergileriyle cezalandırılma tehdidiyle karşı karşıya. Birçoğu da ABD ekonomisi için avantajlı tavizler sunarak vergi yükünü hafifletmeye bakıyor. Bu konu sadece ekonomik değil, ekonomi-politik ayrıca.

Trump, yeni vergilerin büyük kısmını 7 Ağustos'ta uygulamaya koydu ama o tarihe kadar da (Kurtuluş Gününden itibaren) aylarca pazarlıklar, ince ayarlar, yeniden belirlemeler, kararsızlıklar gölgesinde süreç devam etti.  

Trump’ın tarife metodolojisi başlangıçta her ülkeyle olan ticaret açığının büyüklüğüyle orantılı olacak şekildeydi. Karşılıklı tarifeler buna göre olacaktı, ancak anlaşılan Trump farklı bir yaklaşımda karar kıldı.

Şimdi örneklere bakalım:

Brezilya’ya uygulanan gümrük vergisi en yükseklerden biri, yani yüzde 50. Bu yüksek oranın gerekçelerinden biri, Brezilya’nın ABD kökenli teknoloji firmalarına sansür uyguladığı iddiaları. Bir başka gerekçe de Brezilya eski başkanı Bolsonaro’nun darbe kışkırtıcılığı nedeniyle yargılanıyor olması. Trump bu konuda ülkenin liderlerini hedef alan sert bir mektup yazmıştı yaz döneminde.

Hindistan da Brezilya gibi yüzde 50 oranında gümrük vergisine tabi. Yeni tarifeler başlangıçta yüzde 25 olarak belirlenmişti. Ancak Trump, Hindistan'ın Rus petrolü satın alımından rahatsız ve bu gerekçeyle 27 Ağustos'ta bu vergiler yüzde 50’ye çıktı.

Trump tarifelerinin hedefindeki asıl ülke Çin’di. 1 Şubat’ta fentanil için yüzde 10’luk gümrük vergisi oranıyla başlayan restleşme sonrasında Mart ayında oran yüzde 20’ye yükseldi. Nisan ayı başında yüzde 54 olan karşılıklı tarifeler birkaç gün içinde Çin’in karşılık vermesiyle yüzde 104’e ve hemen ardından en yüksek seviye olan yüzde 145’e kadar çıktı. Trump sonunda bu oranı geri çeken bir anlaşma kapsamında Çin'den yapılan ithalata (şimdilik) yüzde 30'luk bir temel tarife koydu.

Güney Kore’ye ABD’nin uyguladığı gümrük vergisi ise sadece yüzde 15. Güney Kore’nin Trump’a verdiği bazı sözler var. Bunlar; Güney Kore pazarlarını Amerikan mallarına açma, ABD’ye yatırım yapma, ABD’den enerji satın alma sözleri.

Trump, AB ile otomobil ve ilaçlar da dahil olmak üzere birliğin çoğu ürününe yüzde 15 gümrük vergisi üzerinde anlaştı. AB yetkilileri Güney Kore ile benzer şekilde ABD'den enerji satın alma ve yeni yatırımlar yapma sözü verdi. Hatta AB liderleri, söz konusu mali taahhütlerin göründüğü kadar katı olmadığını öne sürdüler.

Bu arada Trump pek çok ülkeye spesifik yeni gümrük vergisi tehditleri yöneltmedi.

Ayrıca Trump, arkadaşlığı ön plana çıkarmak ve daha da güçlendirmek istiyor olmalı ki, arkadaş olmayanları ve kandıranları cezalandırmakta kararlı. Birkaç ayrıntıyı gözden kaçırmadan uyarıyor: Gümrük vergileri, Trump’ın tarife ile ilgili kararnamesini imzalamasından hemen önce gemilere yüklenen mallar için geçerli değil. Burada önemli olan Ekim ayı başına kadar malların ABD’ye girmiş olması.

Ancak Trump, yüksek gümrük vergileri uygulanan ülkelerden gelen malların daha düşük gümrük vergileri uygulayan ülkeler üzerinden sevk edildiği bir taktiğe karşı da cezayı unutmamış; ek yüzde 40 gümrük vergisi cezası var.

Trump tüm ülkelere tarifeler ile ilgili mektup yazıyor. Kim arkadaş, kim arkadaş değil bilelim diyor. Mektuplarında, ABD ürünlerine uygulanacak herhangi bir verginin, aynı oranda misilleme amaçlı ek vergi olarak karşılık bulacağını vurguluyor. Bununla birlikte, bu ülkelerin ABD pazarına erişimlerini korumaları için tek yolun ise ABD içinde üretim yapmak olduğunu belirtiyor.

Türkiye de friendshoring akımından hisse kapmış gibi :

22 Eylül tarihli RG’de yayımlanan 10435 sayılı CB kararına göre ABD’den ithal edilen alkollü içecekler, binek otomobil, yaprak tütün ve makyaj malzemelerinin de aralarında olduğu pek çok ABD menşeli mala 2018'den bu yana uygulanan yüzde 10 ve 70 aralığındaki vergilerde değişikliğe gidildi.

ABD’den ithal edilen otomobillerde 2018 yılından bu yana benzinli, dizel vb için yüzde 60, elektrikli otomobiller için yüzde 70 oranında ek mali yükümlülük söz konusuydu. Yerine yüzde 25 ve 30’luk vergi yükü geldi, önceki yüzde 10’luk oran ile yeni vergi oranları yüzde 35 ve 40 oldu. Dolayısıyla ABD’den ithal otomobillerde vergi yükü hafifledi.

Diğer yandan aynı günlü 10436 sayılı CB kararına göre de AB ve STA ülkeleri dışındaki ülkelerden yapılacak her tür otomobil ithalatına yüklü ek vergiler getirildi. Türkiye’nin otomobil ithal ettiği, hatta Türkiye’de otomotiv yatırımı da yaptığı ülke olan Çin, STA ülkeleri dışında. Çin’den otomobil ithalatında da ciddi ek mali yükümlülükler vardı ve oranlar hibrit araçlarda yüzde 50, elektrikli araçlarda yüzde 40’tı. Yeni düzenleme ile yüzde 25 ve 30’a indi, önceki yüzde 10’luk oran ile yeni vergi oranları yüzde 35 ve 40 oldu ve ABD ile eşitlendi.

Dolayısıyla ABD ve Çin’in ek vergileri düşerken, diğer ülkelerden ithal edilen (örneğin Japonya) otomobillerin vergi yükü artmış oldu.

BM Genel Kuruluna resmi ziyareti için ABD’ye yola çıkılırken hem ABD’den ithale vergi indirimi, hem de tarife savaşlarında ABD’nin hasmı olan Çin’e ithalatta vergi indirimi CB kararı ile sağlanmış oldu. Friendshoring açısından oldukça ilginç bir durum.

Friendshoring giderek yaygınlaşırsa, küreselleşen dünyanın jeopolitik olarak daha fazla parçalanmasına ve küreselleşmenin gerilemesine yol açar mı?

Böyle bir risk var, ama zaten küreselleşmenin ilerleyişi sürekli ve endişesiz olmadı. İkinci dünya savaşının ardından küreselleşme yarım asırdan fazla hızla ilerlese, hatta 1990'dan 2008'e kadar hiper-küreselleşme dönemi yaşansa da 2008 krizi önemli bir dönüm noktası oldu. O dönemde ticaret savaşları, tek ortaklı ticarete bağımlılık yaşandı ve küreselleşmede durgun ve "yavaş dengelenme" dönemine girildi.

Zaten pandemi başta olmak üzere üstüne bir de pandemiden çıkışta başlayan Rusya-Ukrayna savaşı, ekonomik krizlere ve küresel tedarik zincirlerinde kırılmalara yol açtı. Ortaya çıkan arz sokları, ardından merkez bankalarının gevşek para politikaları, bu politikalar sonucunda yükselen enflasyon ve enflasyonla mücadelenin yine ekonomik ve toplumsal etkileri devam ediyor.

Ancak böyle bir ortamda küresel ticarette friendshoring akımı, dünya ticaretinde korumacılık eğilimleri, yerli üretimin haksız rekabetten korunması, dış ticaret açığının azaltılması, vergi gelirlerinin artışı gibi gerekçelerle süslense de güçlünün güç gösterisinin ve zayıfın tavizlerinin ana sahnesi olacağa benziyor.  

                                                            /././

Vergi dilimi meselesi üzerine bir öneri…-Murat Batı-

Aylık 50 bin lira yani yıllık 600 bin lira brüt maaş alan birinin yıllık eline geçen net tutar 446 bin 265 liradır. Aradaki 153 bin 735 liralık farkın 84 bin lirası SGK primi, 6 bin lirası işçi/işsizlik fon kesintisi ve 63 bin 735 lirası ise vergilerden oluşmaktadır

Ücret karşılığı çalışanlar para ellerine daha geçmeden tevkifat namı diğer  stopaj denilen bir yöntemle vergi kesilmekte ve işveren tarafından vergi dairesine yatırılmaktadır. Ücretlinin maaşından kesilen bu vergi tek (sabit) bir oran olmayıp maaş arttıkça artan oranlı bir yapıya sahiptir. Hatta bu oran yüzde 15’ten başlayıp yüzde 40’a kadar gitmektedir.

Şöyle ki çalışanların maaşları artan oranlı bir tarifeye tâbi tutulmakta -halk arasında vergi dilimi denilmekteve gelir arttıkça daha yüksek bir orandan vergilendirilmektedir.

Aşağıda ücretliler için 2025 yılı vergi tarifesi (dilimleri) görülmektedir.

Örneğin Ocak 2025’ten itibaren aylık brüt 50 bin TL maaş alan bir çalışanın bu maaşından yüzde 14 SGK ile yüzde 1 işsizlik fonu kesilir. Kalan tutar (buna matrah diyeceğiz) 42.500 TL’dir ve bu tutar, yukarıdaki tarifede gördüğünüz 158 bin TL’lik ilk dilimi aşmadığından yüzde 15 vergi uygulanır. Her ay toplanarak (kümülatif) dilime tâbi tutulur.

Ücret elde edenlerin, ücretlerinden asgari ücrete kadar gelir ve damga vergisi uygulanmaktadır. İşverenin de SGK maliyeti olduğu için tüm 50 bin lira brüt maaş alan birinin tüm hesaplamalarını ay bazında aşağıda göstermeye çalıştım.

Aşağıdaki tabloda brüt 50 bin lira alan bir ücretlinin maaş karnesi görülmektedir.

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere aylık brüt 50 bin lira alan bir çalışanın her ay 50 bin liralık brüt maaşından yüzde 14 SGK ile yüzde 1 işsizlik fonu kesilir.

Ve ne oluyorsa bundan sonra oluyor. Kişinin kalan bu tutarı toplanıyor yukarıdaki tarifede görüldüğü üzere 158 bin liraya kadar yüzde 15; 158 bin lirayı aştığında ise aşan kısmına yüzde 20; 330 bin lirayı aştığında ise aşan kısmına yüzde 27 uygulanmaktadır. Bu şekilde hesaplama yüzde 35 ve yüzde 40’a kadar gitmektedir.

Yukarıdaki tabloda görüldüğü üzere Eylül ayında da 42.500 matrahı olan bu kişinin (9 ay x 42.500) kümülatif matrahı 382.500 lira olduğundan 330 bini aşan kısmına yüzde 27, yani üçüncü tarife uygulandığından (dilime girdiğinden) ilk ayda aldığı 39.258 liralık maaş Eylül ayında 35.263 liraya düşmektedir. Yani Eylül ayında Ocak ayına nazaran eline 3 bin 995 lira yani yaklaşık 4 bin lira daha az geçmektedir.

Özetle aylık 50 bin lira yani yıllık 600 bin lira brüt maaş alan birinin yıllık eline geçen net tutar 446 bin 265 liradır. Aradaki 153 bin 735 liralık farkın 84 bin lirası SGK primi, 6 bin lirası işçi/işsizlik fon kesintisi ve 63 bin 735 lirası ise vergilerden oluşmaktadır.

Ne yapılmalı?

Öncelikle ücretliler için yüzde 15 gibi sabit bir stopaj uygulanabilmeli. Bildiğiniz üzere futbolcularda (sporcularda) üst ligde oynayanlar için yüzde 20 sabit stopaj yapılmaktadır ki futbolcuların aldığı bedel de bizimkiler gibi ücret sınıfındadır.

Aşağıdaki tabloda farklı brüt maaş alanların ellerine geçen yıllık tutarlar (f sütununda) ile yüzde 15 gibi sabit bir oran uygulansaydı ele geçecek yıllık tutarlar (g sütunu) görülmektedir. Ara zam yapılmadığını kabul ederek bu örnekleri yaptım.

Yukarıdaki tabloda f sütununda alternatif maaşlarda ele geçen net yıllık tutarlar görülmektedir. Şayet vergi dilimi dediğimiz tarife uygulanmayıp ücretlilere sabit yüzde 15 uygulanmış olsaydı kişilerin ellerine geçen tutar tabloda g sütununda gösterilmiştir.

Örneğin 70 bin lira aylık brüt maaş alan birinin eline geçen yıllık net tutar 593.364 lira yani aylık net tutar (12 ayın ortalaması) 49.447 lira olacaktır. Vergi diliminden dolayı 70 bin lira brüt maaş alan bir kişinin Ocak ayında eline net 53.557 lira; Aralık ayında ise net 47.522 lira geçmektedir.

Konumuza dönersek aylık brüt 70 bin lira maaş alan bir kişiye vergi dilimini uygulamazsak sadece yüzde 15 sabit bir oran uygularsak bu kez eline yıllık net 642.681 lira, aylık ise ortalama 53.557 lira geçecek. Yani vergi diliminden dolayı yıllık 49.317 lira bir kaybı olmayacak. 49.317 liralık kaybın şu an aldığı yıllık net gelire oranı ise yüzde 8,31’dir. K sütunu vergi dilimi kaybından dolayı çıkan tutarın yıllık net tutara olan oranını göstermektedir.

Örneğin aylık 100 bin lira brüt maaş alan birinin şu an yıllık eline 814 bin 12 lira geçmektedir. Ancak bu kişiyi vergi dilimine tâbi tutmayıp sabit yüzde 15 uygulamış olsaydık kişinin eline bu yıl 900 bin 57 lira geçecekti. Görüldüğü üzere bu kişi -H sütununda görüldüğü üzere – yıllık 86 bin 46 lira fazladan bir vergi vermiş olacak. Bu fazla verilen verginin şu an eline geçen tutara oranı ise yüzde 10,57’dir.

                                                                     /././

Bir alışverişin yan etkileri -Ahmet Çelik Kurtoğlu-

Cumhurbaşkanı'nın ABD Başkanı ile buluşmasını kolaylaştıran bir dizi uçak siparişi bizi nereye getirdi. Demek bir alışveriş, sadece bir ürünün satın alınıp bedelinin ödenmesinden ibaret değil, bunun arkasında pek çok ve genellikle satın alınan mal veya hizmetten çok daha önemli etkiler yaratacak sonuçlara yol açıyor

trump erdoğan

Satın alınan randevu

Cumhurbaşkanı’nın ABD başkanı ile görüşmesini sağlayan düzenleme küresel ilişkilerin nasıl geliştiğini gayet güzel gösteriyor. Bu somut olayı doğru anlamak gerekir. THY’nin yeni model uzun menzilli yolcu veya kargo uçağı ihtiyacı vardır. Bunun iki tedarikçisi vardır, Boeing veya Airbus. Brezilya 1920’lerden beri çeşitli askeri ve sivil yönetimler altında Embraer markası altında sivil yolcu uçağı üretmiş, küresel pazarda yer edinmiştir.

THY’nin filosu bu iki uçaktan (Boeing ve Airbus) oluşmaktadır ve aralarındaki fark, tedarik sözleşmesinin unsurlarına bağlıdır, teknik farklar benim uzmanlık alanımın dışındadır, ama okumalarım önemli olmadıklarını göstermektedir. Teknik olmayan farklar ise milyarlarca dolar tutan bu satın almanın beraberinde ne getirdiğine bağlıdır. 

Boeing sözleşmesini içermez

Bu kez pakette Boeing olduğuna göre paketteki unsurlardan biri Donald Trump’la randevudur, bu satın alma randevuyu kolaylaştırmıştır. Bunun yanında satın almanın nasıl finanse edildiği, hangi bankaların, aracıların devrede olduğu önemlidir. Yani böyle satın almalardan yalnız Boeing ve orada çalışanlar değil, buna imkân yaratan pek çok kişi, şirket de kazanır. Elbette filosu gençleşen, büyüyen THY de. Nihayet böyle bir paketin içine sağlıktan eğitime, teknolojiden bilime, çalışma vizesine kadar geniş bir yelpazede yan ürünler de katılabilirdi. Bu müzakereyi yapanın becerisine bağlıdır. Rahmetli arkadaşım Büyükelçi Yaşar Yakış’ın önceki başkanlardan Bush’la pazarlık yapmağa kalkışmasını, Bush’un at pazarlığında benimle (Texaslıydı Bush) başa çıkamazsın sözünü hatırlar mısınız?

Konuyu kapatmadan filonun diğer markası olan Airbus satın almalarında sözleşmelerde ihmal edildiğini, pazarlıklarda bulunmadığım için emin olamam ama düşündüğüm etkenler arasında, örneğin Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin, gümrük birliği düzenlemesinin iyileştirilmesi, örneğin Türk üniversitelerine, öğrencilere burs imkanlarının genişletilmesi, vize kolaylıkları gibi pek çok yan fayda görüşülmüş müdür, yoksa bunlar akla hiç gelmemiş midir? Böyle sorunlar yaratırsak aradakilerin komisyonları etkilenir düşüncesi mi ağır basmıştır? Airbus tek bir AB ülkesinin değil, AB’nin ortak projesidir. Bu nedenle pazarlıklar böyle geniş tutulabilir.

Yanlış bir tane mi?

Geçen yıllarda yapılan büyük politika yanlışları nedeniyle onlarca yıldır geliştirilen ilişkilerin doğrudan ve yan faydaları yitirilmiştir. S-400 denilen büyük yanlışı hatırlar mısınız? Hangi yanlışı diye sorabilirsiniz, bir yanlış mı, yoksa bir dizi strateji hatası mı yol açmıştır F35 anlaşmasının askıya alınmasına? O F35 anlaşması ki, Türk savunma sisteminin en modern savaş uçağından mahrum kalmasının yanında, milyarlarca dolarlık tedarik sözleşmesinin sonlanmasına da neden olmuştur. Nereden nereye geldik.

Otosan

Daha bitmedi. Koç Holding’in başarılı şirketleri arasında yer alan Ford Otosan’ın önemli ürünü kamyondur ve bunun hoş bir hikâyesini, Değer Zincirinin Evrimi’ni hazırlarken görüştüğüm, tasarım ve imâlat aşamalarında görev yapan bir makine mühendisi anlatmıştı. Bir gün çalışırken taşımacılık yapan bir “kamyoncu” geliyor ve “selamın aleyküm” dedikten sonra, kamyonun güçsüzlüğünden yakınıyor. Kamyon 10 tonluk, fiyatı ona göre, motoru ona göre. Kamyoncu 15-20 ton yük taşıyarak para kazanıyor. Kamyoncu masanın üstüne tabancasını koyuyor ve bana bu hikâyeyi anlatan mühendisten, ihtiyacını karşılayacak güçte motor takmasını talep ediyor. Yine bana anlatıldığına göre maliyet düşünceleriyle küçük motor üreten Otosan, imâlâtını değiştiriyor ve bugün her şeyini kendi bünyesinde tasarlayıp imâl ettiği birçok markanın sahibi.

Cumhurbaşkanının ABD Başkanı ile buluşmasını kolaylaştıran bir dizi uçak siparişi bizi nereye getirdi. Demek bir alışveriş, sadece bir ürünün satın alınıp bedelinin ödenmesinden ibaret değil, bunun arkasında pek çok ve genellikle satın alınan mal veya hizmetten çok daha önemli etkiler yaratacak sonuçlara yol açıyor. Bunlara yan etkiler (commons) adı veriliyor ve bunlar olumlu olduğu kadar, olumsuz da olabiliyor. Olumsuz etkilere yaygın örnek, boya tesisinin atıklarını yandaki dereye boşaltması, çimento fabrikasının dumanıyla çevredeki hava kalitesini bozması, tarım üreticisine zarar vermesidir. Örnek mi, Bandırma’daki gübre fabrikası ilk akla gelenlerden birisidir. Veya şehrin ortasına kurulan hava alanı. Bunlar yatırımcısına, belki ürünleri kullanana fayda sağlar, ama çevrenin zararını kimse düşünmez. Tıpkı İsviçre’de Davos toplantılarına özel jetiyle gelen varlıklı iş adamlarının, uçağın ürettiği karbon monoksitin verdiği zarar gibi.

Yazıya başlarken aklımda güvenlik ve dış politikaya ilişkin ve Cansu Çamlıbel ile Sedat Ergin’in T24 ve Oksijen’de ele aldıkları önemli konular vardı, onlar gelecek haftaya kaldı. Ama yeri gelmişken, o konuların da istihbarat ayağının, bilginin yapay zekâ endüstrisiyle birlikte geçirdiği evrimle ilişkisine değinmeden geçemeyeceğim. Gerisi haftaya. Bitirmeden, bugün ele aldığım konuda bir başka hikâyeyi, Ford Otosan’ın Anadol tecrübesini paylaşacağım.[1] 

Anadol

Anadol otomobil, Ford Otosan’ın önemli bir başarı öyküsüdür. Kore’de Hyundai ile biri yıl farkla piyasaya girmiştir. Üretim 1966’da başlamış 1984’te 87.000 adet le sonlanmıştır. Anadol İngiltere’de Anglia’dan, Hyundai Cortina’dan danışmanlık hizmeti almış, imâlat 1967’de başlamıştır. Şirket daha sonra KIA markasını bünyesine katmış ve ikisi birlikte bugüne kadar 170-180 milyon araç üretmişlerdir.

Taunus

Anadol plexiglas gövde ile üretilmiş, piyasanın teknik bilgisizliği, aracın önemli ralli başarısına karşın bunun olumsuz değerlendirmeye neden olmasına yol açmıştır. Sonunda Anadol yeni model hazırlığı yaparken Koç Holding tarafından üretimi durdurulmuştur. Bunun bir başka ve muhtemelen asıl nedeni, Ford şirketinin Koç Holding’i kandırması olmuştur. Nasıl mı kandırmıştır, model yenilemenin gerektireceği kalıp yatırımının yüksek maliyet getireceği, buna karşılık Ford Almanya’nın yıllardır ürettiği Taunus modelini artık durduracağı, onun kalıplarını bedelsiz olarak Otosan’a vereceği önerisiyle. Herhalde okuyucular arasında o Taunus’ları kullanan vardır. Benim de oldu bir tane. Yerinden kalkmaz, motoru zayıf, direksiyonu dönmez bir arabaydı.

Ford ve strateji

Bu bana rahmetli amcam Faik Kurtoğlu’dan dinlediğim bir başka Ford önerisini hatırlattı. Amcam 1950 yılına kadar CHP milletvekili, ondan önce Ticaret Bakanlığı’nda üst yöneticiydi. Bir ara Tarım Bakanlığı da yaptı. Onun anlattığına göre, Ford Türk hükümetinin demiryolu yatırımlarını caydırır, tüm kamyon ve diğer kara taşıtlarını tedarik etmesi karşılığında karayollarını yapmayı önerir. CHP hükümeti bunu düşünmeden reddeder. Demiryolunu komünizmle eş tutan T. Özal olsaydı, tereddütsüz kabul ederdi herhalde.

Merhum Vehbi Koç ülkede endüstrinin güçlenmesi için çok çaba harcamıştır. Bunda kendisine en fazla yardım edenler arasında Bernard Nahoum vardır, Anadol başarısının arkasındakiler de Bernard’ın oğulları Claude ve Jan’dır. Koç holding’in, Vehbi Koç’un bu serüvenini Mösyö Bernard Nahum - Türk Otomotiv Endüstrisinin Duayeni adlı kitabıyla Adrian Streather anlatmıştır. Ama Ford şirketinin kandırdığı da yine Bernard Nahum olmuştur. Kitabımda ve yazılarımda isim kullanmıyorum, ama bu kez andıklarım endüstri tarihimizde yeri olan kişiler.

[1] Ayrıntı Değer Zincirin Evrimi’nde bulunabilir.

                                                                                /././

T-24


  



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -28 Ekim 2025-

Yargı paketinde sansür yasası: AKP'nin kelime oyunları -Mert Doğan- 11. Yargı Paketi'nde erişim engelleme kararlarının dayanağı olan...