Babası Erdoğan'ın hocası, kardeşi eski YÖK Başkanı, oğlu AKP'de: Alo Fatih kimdir?
Bahis operasyonunda gözaltına alınan Fatih Saraç'ın hem kendisinin hem de yakınlarının AKP'yle yakın ilişkileri bulunuyor. Bir dönem Milli Gazete'de yazan A101 ve BİM'in kurucularından olan Saraç'ın ismini kamuoyu en çok 17-25 Aralık operasyonları sürecinde "Alo Fatih" ses kayıtlarında duydu. Babası Erdoğan'ın hocası olan Saraç'ın kardeşi eski YÖK Başkanı. Oğlu ve kuzeni ise AKP'de siyaset yapıyor.
Sabah saatlerinde Türkiye yine bir operasyona uyandı. TFF Başkanı’nın açıkladığı bahis skandalının pek çok hakemle birlikte Eyüpspor Başkanı Murat Özkaya ile Kasımpaşaspor’un eski başkanı Fatih Saraç da gözaltına alındı.
Özellikle Saraç’ın gözaltına alınması dikkat çekti. Çünkü Saraç’ın hem kendisinin hem de yakınlarının iktidarla çok yakın ilişkileri olduğu biliniyor.
Bir dönem Milli Gazete’de yazılar yazan kısa süreliğine Yeni Şafak gazetesine hissedar olan Fatih Saraç ‘İslami girişimci’ olarak Arap işadamlarıyla kurduğu ortaklıklarla da tanınıyor.
Kamuoyu onu 17-25 Aralık sürecinde Habertürk televizyonunda çıkan haberler nedeniyle ses kayıtlarında dönemin başbakanı olan AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a hesap verirken “Alo Fatih” olarak tanıdı. Ancak Saraç’ın geçmişi bundan ibaret değil.
BİM VE A101’İN KURUCUSU
Saraç’ın dikkat çeken işlerinin başında BİM ve A101 geliyor. 1995 yılında faaliyetlerine başlayan BİM’in kurucuları arasında Fatih Saraç da bulunuyordu. Daha sonra AKP kurucuları arasında yer alacak olan ve Erdoğan’ın da danışmanlığını yapan Cüneyd Zapsu da BİM’in kuruluşunda yer almıştı. AKP iktidarında bir dönem Tarım ve Orman Bakanlığı yapan Bekir Pakdemirli’nin babası Ekrem Pakdemirli de bu ortaklığın içindeydi. Ortaklar hisselerini 2006 yılında devretti.
Sadece iki yıl sonra Cüneyd Zapsu’nun abisi Aziz Zapsu’yle Fatih Saraç bu sefer A101’i kurdular. 2010 yılında bu şirketteki hisselerini de sattılar.
YASİN EL-KADI’YLA İLİŞKİSİ
Bir dönem Suudi kraliyet ailesine yakınlığıyla bilinen ve ABD’nin kara listeye aldığı isimlerden olan Yasin El-Kadı’yla da ortaklığı olduğu iddia edilmişti. El Kadı, 11 Eylül saldırılarından sonra El Kaide lideri Usame bin Ladin’le bağlantısı bulunduğu gerekçesiyle ABD ve Avrupa’da terör listesine alındı; malvarlığı donduruldu. Saraç, Yasin el Kadı’yı Türkiye’ye getiren isim. İkili, Zapsu gibi ortakların da katılımıyla BİM marketlerini işleten Kervan Gıda’nın yanı sıra Ella Film ve Prodüksiyon, Nimet Gıda ve Ahsen Plastik gibi bir dizi şirket kurdu. Saraç- El Kadı ortaklığı, 31 Mart 2004 tarihli bir Mali Suçları Araştırma Kurulu (MASAK) raporuyla belgelendi.
CİNER’LE YAKINLAŞMA
Saraç 2012 yılında bugün hakkında yakalama kararı bulunan Turgay Ciner’le birlikte UCZ marketler zincirini kurdu. Aralık 2012’de ise Ciner Yayın Holding’de ve Habertürk’te Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı görevine getirildi. Mustafa Alp Dağıstanlı’nın kaleme aldığı “5 Ne 1 Kim” kitabında Saraç’a ilişkin şunları demişti: “ “Mehmet Fatih Saraç ilk toplantılarından birinde şu gazetecilik ilkesini yumurtlamıştı: ‘Sorgulayıcı, konukları rahatsız edici, köşeye sıkıştırıcı sorular sormayacağız; anlamaya, açıklamaya yönelik sorular soracağız.” Dağıstanlı Saraç’ın önceliklerini ise şöyle açıkladı: “Din, vatan, Turgay Bey’in parası…”
Saraç bugünkü operasyona konu olan Kasımpaşaspor’a 2018 yılında Yönetim Kurulu Üyesi olarak girdi. 2022’den kulübe kayyum atanana kadar geçen sürede ise başkan olarak görev yaptı.
Saraç Turgay Ciner’in yurtdışına gitmesinin ardından Ciner Holding’in Başkan vekilliğini yürüttü.
“ALO FATİH”
Kamuoyu onun ismini en çok 17-25 Aralık sürecinde yayımlanan ses kayıtlarında duydu. Adı o dönem operasyonlarda da geçen Saraç’ın Erdoğan’dan defalarca özür dilediği kayıtlar haftalarca konuşuldu. Ses kayıtlarında Saraç’ın Gezi Direnişi sırasında ve sonrasında Erdoğan’dan aldığı talimatlara göre kanala müdahale ettiği iddia edilmişti. Bunlardan en dikkat çekeni ise MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin grup toplantısını durdurma isteği olmuştu.
KARA PARA OPERASYONU
Saraç’ın adı son olarak geçen aylarda gerçekleştirilen Can Holding operasyonuyla gündeme geldi. Habertürk ve Show TV’nin de olduğu kanalların Ciner Grup’tan Can Holding’e geçişinde usulsüz işlemler yapıldığı iddiasıyla başlayan soruşturmada Saraç da gözaltına alınmıştı. Ayrıca Turgay Ciner hakkında da yakalama kararı verilmişti. Saraç adli kontrolle serbest bırakıldı.
AKP’YLE İLİŞKİSİ

Saraç’ın geçmişi aslında AKP’yle kurduğu yakın ilişkiyi gösteriyor. Ancak çok daha fazlası var. Saraç Ailesi’nin Erdoğan’la oldukça sıkı ilişkileri var. Yakınlık Saraç’ın babasıyla başlıyor. Din adamı olan Muhammed Emin Saraç Erdoğan’ın imam hatipten hocası. Erdoğan Muhammed Emin Saraç’ın cenazesine katılarak “Hamdolsun yakından tanıma fırsatını da bulduğumuz için mutluyuz” demişti.
Fatih Saraç’ın oğlu Muhammed Emin Saraç ise uzun süredir AKP içinde siyaset yapıyor. AKP’de İstanbul İl Yönetim Kurulu Üyeliği, İl Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulunan Muhammed Emin Saraç 23 Şubat 2025’ten beri AKP MKYK üyeliği ve Dış İlişkiler Başkan Yardımcılığı yapıyor.
Saraç’ın AKP’de bulunan tek kişi oğlu da değil. Kuzeni Zafer Bahadır Saraç AKP Tanıtım ve Medya Başkanlığı’nda görev yapıyor.
Saraç’ın kardeşi ise uzun süre YÖK Başkanlığı yapan Yekta Saraç. 2014’ten 2021’e kadar bu görevi yürüten Yekta Saraç daha sonra ise Cumhurbaşkanı Danışmanlığı’na getirilmişti.

***
Bahis soruşturmasında 21 gözaltı kararı: Ciner, Saraç ve Özkaya da aralarında
Cumhurbaşkanı Erdoğan, pazartesi günü MHP ile kurduğu ortaklıkla ilgili “sorun var” algısını yalanladı. Erdoğan, “İttifak ortağımız ve milletimizle beraber Türkiye Yüzyılı’nı yapana kadar dinlenmeden çalışmaya devam edeceğiz” açıklamasında bulundu.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise konuyla ilgili yaklaşımını partisinin grup toplantısında şöyle ifade etti: “Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhur İttifakı arasında terörsüz Türkiye hedefi etrafında ne bir görüş ayrılığı ne de siyasi bir ihtilaf asla, katiyen söz konusu değildir.”
İki lider bir kez daha “aramızda hiçbir sorun yok” dedi. Erdoğan’ın bugün yapacağı konuşmada bu fikri biraz daha güçlü biçimde vurgulaması bekleniyor. Bununla birlikte Bahçeli’nin dün yaptığı konuşmayı yalnızca bir “birlik” mesajı olarak görmek doğru olmaz. Bahçeli, konuşmasında Erdoğan’a birden fazla mesaj vererek aslında krizin bitmediğini ya da çatlağın tamir edilmediğini gösterdi.
BAHÇELİ NE İSTİYOR?
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin konuşmasında iki önemli mesaj, hatta talep var. Birincisi, Demirtaş’ın bir an önce cezaevinden çıkması; ikincisi ise Meclis’te kurulan komisyonun Öcalan’la görüşmesi. Bahçeli, komisyonun İmralı ziyareti konusunda MHP’nin de destek vermeye hazır olduğunu belirtti.
Bahçeli uzun süredir sürdürdüğü taktikte ısrarcı. Atılmasını istediği adımlar konusunda tekrardan kaçınmıyor; ta ki o mesele çözüme kavuşana kadar. Bugüne kadar bu taktiğin, gecikmeli de olsa, işe yaradığını söylemek mümkün. Bu iki başlık için de Erdoğan öyle ya da böyle bir adım atacaktır. Ancak şunu da eklemek gerekiyor ki bu kez öncekiler kadar geniş bir zamana sahip değil.
Hem Demirtaş hem de İmralı’ya ziyaret konusunda en fazla bir haftalık bir süre olduğunu söylemek mümkün.
ZORUNLU İTTİFAK BİTER Mİ?
Bahçeli’nin dün Meclis kürsüsünden “yapılmalı” dediği iki başlık konusunda Erdoğan adım atmazsa ne olur? Öncelikle, Erdoğan’ın bu konuda çok ayak diremeyeceğini tekrar ederek olası senaryolara bakalım.
Bahçeli, bu iki meseleyi ne kadar önemsediğini defalarca anlattı. Hassasiyetin daha iyi anlaşılması için son konuşmasında Öcalan-Demirtaş ilişkisi gibi ayrıntı sayılabilecek konulara bile girdi: “İmralı ile Edirne arasında itilafı çıkarmanın nereye hizmet ettiğini çok iyi biliyoruz. Öcalan ve Demirtaş’ın arasına mayın döşemek isteyenler, kimsenin bu oyuna gelmeyeceğini öngörmelidir.”
Açıkça, her iki konuda da adım atılmamasını “oyuna gelmek” olarak değerlendiriyor. Burada da durmayıp ileri bir adım daha atıyor: “Seçilecek heyet İmralı’ya giderek ilk ağızdan ihtiyaç olan mesajı alırsa süreç hızlanacaktır. İmralı sözünü tutmuş, açıklamalarının arkasında durmuştur.”
Bahçeli net bir şekilde Erdoğan’a “artık adım atma sırası sende” diyor. Bu sözlerden sonra AKP’nin adım atmaması ciddi bir krizin kapısını sonuna kadar aralayacaktır. Ancak Cumhur İttifakı’nın, ne kadar büyük olursa olsun, bir krizle bitmeyeceği de açık. İki partinin de bu ittifaka ihtiyacı var ve kolayca silip atamazlar. Mutlaka pansuman edici hamleler, görüşmeler arkasından gelir. Fakat öte yandan ilişkinin ciddi bir yara alacağını söylemek mümkün.
BARRACK’A NEDEN KIZDI?
Erdoğan-Bahçeli ilişkisinin krize doğru ilerleyen sürecini anlamak için son bir açıklamaya da bakmak gerekir. Hatırlanacağı gibi ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack, geçen hafta sonu katıldığı bir toplantıda Türkiye ve İsrail’in savaşmayacağını söyledikten sonra, “Hazar’dan Akdeniz’e tam bir iş birliği olacak.” ifadesini kullanmıştı.
MHP lideri Devlet Bahçeli, tıpkı Kıbrıs seçimlerinde olduğu gibi bu açıklamaya da çok sert tepki gösterdi. Her konuda konuşmayı görev edinen Barrack’a bu sözleri nedeniyle bu kadar sert çıkmak çok mantıklı görünmüyor. MHP lideri, iki meselede hızlı ve yüksek perdeden tavır aldı. Çok açık ki Bahçeli’nin asıl hedefi ne Kıbrıs’ta seçim kazanan Erhürman ne de Barrack. Asıl hedef, Erdoğan’dan başkası değil.
ABD-ERDOĞAN İLİŞKİSİ
MHP ile AKP arasındaki ilişkiler, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD Başkanı Trump’la görüşmesinin hemen öncesinde sıkıntılı bir hâl almaya başladı. Bahçeli, bu tarihten itibaren açık biçimde Suriye, Kıbrıs, Filistin gibi konularda Erdoğan’ın ABD politikasına bu kadar yakın durmasından rahatsızlığını dile getirmeye başladı.
Bu rahatsızlık, esas olarak izlenen siyasetten çok, dışarıda kurulan Erdoğan-Trump ilişkisinin içeride MHP’nin devre dışı bırakılma ihtimalini güçlendirmesinden kaynaklanıyor. Anlaşılan o ki Bahçeli son dönemde iyiden iyiye Erdoğan’ın MHP’nin olmadığı bir rejim kurma ihtimalinden şüphe duymaya başladı.
Dış politikadaki dengeleri çok değiştirme gücüne sahip olmayan Bahçeli, siyasetini “çözüm süreci” tartışmaları üzerine inşa ederken ülke içinde elini güçlendirecek her siyasal figüre razı durumda. Öcalan ve Demirtaş’ı aynı anda yanında istemesine de bu gözle bakmakta fayda var. Yakında benzer bir çağrıyı CHP’ye yapması da sürpriz olmayacaktır.
AKP’NİN DERDİ SANDIK
Erdoğan-Bahçeli çekişmesi giderek rejimin hangi yöne evrileceği tartışmasına dönüşüyor. Bahçeli, yeni rejim içinde kendine yer ararken Erdoğan, değişimin ailesinin önderliğinde yapılmasını garanti altına almaya çalışıyor.
Bundan sonra içeride ya da dışarıda atılacak her adım, iktidar ortakları tarafından “kimin işine yarıyor” sorusu üzerinden değerlendirilecek. Bu da iktidar içi gerilimin seçim anına kadar devam edeceği anlamına geliyor.
AKP, seçime kadar en az riskle ilerlemeye çalışırken MHP, daha atak bir siyasetle pozisyonunu koruyabileceğinin farkında. İktidar bloku, tüm güç gösterisinin arkasında aslında çok zor günler yaşıyor.
/././
MEB'den Emine Erdoğan'ın vakfıyla protokol
Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ile Şule Yüksel Şenler Vakfı arasında "Okul Kütüphanelerinin Kurulumu ve Geliştirilmesine Yönelik İşbirliği Protokolü" imzalandı. Vakfın onursal başkanlığını AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan, Yönetim Kurulu Başkanlığını ise AKP Grup Başkanvekili Leyla Şahin Usta yapıyor. Ayrıca Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Saadet Oruç da vakıfta yönetim kurulu üyesi.
Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ile Şule Yüksel Şenler Vakfı arasında "Okul Kütüphanelerinin Kurulumu ve Geliştirilmesine Yönelik İşbirliği Protokolü" imzalandı.
Bakanlık'taki Öğretmenler Odası Toplantı Salonu'nda düzenlenen törende konuşan Tekin, eğitim öğretimin, bir ülkenin topyekun birlikte hareket ettiği zaman altından kalkabileceği büyük bir yük olduğunu belirtti.
Tekin, şunları kaydetti:
"Şule Yüksel Şenler Vakfı bizim açımızdan, bizim genç kuşak açısından ismen çok yakın tanıdığımız, çok takdir ettiğimiz bir entelektüelimiz adına kurulmuş bir vakıf. Biz de Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli ile Türkiye'de okuma kültürünü geliştirmek konusunda ciddi adımlar atmak istiyoruz. Çünkü hem uluslararası sınavlarda hem de uluslararası raporlarda Türkiye'deki okuma kültürü ile ilgili arzu ettiğimiz düzeyde olmadığımızı görüyoruz. Bu ebeveynlerimiz için de geçerli, okullarımız için de geçerli."
Bakan Tekin, bu kapsamda okullarda kütüphane seferberliği başlattıklarını belirterek, verdikleri destekten dolayı vakıf yetkililerine, hayırseverlere ve bağışçılara teşekkürlerini iletti.
Şule Yüksel Şenler Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı da olan AKP Grup Başkanvekili Leyla Şahin Usta da vakfın onursal başkanı Emine Erdoğan'ın ülkede her zaman eğitimle ilgili en üst düzeyde, her tür girişimi yapmaya çalışan bir şahsiyet olarak tanındığını belirtti.
Vakıflarının, yeni nesillere, gençlere el uzatmak, Şule Yüksel Şenler'i kitaplarıyla, düşünceleriyle, fikirleriyle tanıtmak, ülke için bilinçli, şuurlu, ahlaklı iyi bir nesil yetiştirmek hedefinin olduğunu aktaran Usta, Milli Eğitim Bakanlığı ile yapılan işbirliğinden memnun olduklarını dile getirdi.
VAKIFTA KİMLER VAR?
Protokol imzalanan vakıfta tanıdık isimler var. AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın eşi Emine Erdoğan vakfın onursal başkanı. Yine Erdoğan'ın kızı Esra Albayrak ise danışma kurulu üyesi. Ayrıca AKP Grup Başkanvekili Leyla Şahin Usta ise vakfın yönetim kurulu başkanı. AKP milletvekili Ayşe Böhürler, Eyüpsultan Belediyesi'nin AKP'li eski belediye başkanı Deniz Köken Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Kültür ve Sanat Politikaları Kurul Üyesi Hümeyra Şahin, yine Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Saadet Oruç vakfın danışma kurulu üyesi olarak grev yapıyor.
***
Kayyum Gürsel Tekin hızını alamadı: Hesaplara erişim istedi
CHP İstanbul İl Başkanlığı'na kayyum atanan Gürsel Tekin Akbank'tan partinin hesaplarına erişim istedi. Akbank bunun üzerinde mahkemeden talimat talep etti.
CHP İstanbul Başkanlığı'na İstanbul 45. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından kayyum olarak atanan Gürsel Tekin partinin hesaplarına erişim talep etti. Akbank'a başvuruda bulunan Tekin "Hesaplara erişim ve işlem yapma yetkisi istedi.
Akbank ise Tekin'e yetki vermek için aynı mahkemeye başvurarak mahkemeden talimat talep etti.
Tekin'i kayyum olarak atayan 45'inci Asliye Hukuk Mahkemesi'ne yazı yazdı. Söz konusu yazıda mahkemenin Tekin'i İl Başkanı olarak görevlendirdiği ancak son kongrede Özgür Çelik'in seçildiği, seçilen yönetimin de Tekin'in aksi yönünde talebi olduğu belirtildi.
Banka tarafından mahkemeden talimatlandırma talebi yazısı yazıldı.
İTİRAZ REDDEDİLMİŞTİ
CHP’nin 38. Olağan İstanbul İl Kongresi'nde seçilen başkan ve yönetimin tedbiren görevden uzaklaştırılmaları talebi ile kongre ve kongrede alınan kararların iptaline ilişkin açılan davada, İstanbul 45. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin tedbiren vermiş olduğu geçici kurul kararının kaldırılması için CHP Genel Merkezi tarafından Bölge Adliye Mahkemesi'ne yapılan itiraz reddedilmişti.
Davaya ilişkin son duruşma 3 Ekim’de görülmüş, mahkeme 2 Eylül'de verdiği CHP İl Başkanı ve yönetimin görevden uzaklaştırılmalarına, İl Başkanlığına geçici yönetim kurulu atanmasına ilişkin istinaf sürecinin tamamlanmasının beklenmesine hükmederek, duruşmayı 21 Kasım'a ertelemişti.
CHP İstanbul İl Başkanlığı’na 29 Eylül'de mahkeme kararıyla Gürsel Tekin’in kayyum olarak atanıp Özgür Çelik’in görevden alınmasının ardından yapılan olağanüstü kongrede Özgür Çelik, CHP İstanbul İl Başkanlığı'na seçilmişti.
Özgür Çelik, CHP'nin 39. Olağan İstanbul İl Kongresi’nde yeniden İl Başkanı seçilmiş ve mazbatasını almıştı.
***
Çernobil’in izleri hâlâ Karadeniz’de -Özgür Gürbüz-
Çernobil’in üzerinden 40 yıl geçti ancak Karadeniz’de Çernobil kaynaklı radyoaktif kirlilik bitmedi. TENMAK’ın araştırmaları, sezyum-137 yoğunluğunun Karadeniz’de Akdeniz’e kıyasla 7 kat fazla olduğunu ortaya koydu.
Dünyanın en büyük üç nükleer kazasından biri kabul edilen Çernobil kazasının üzerinden 40 yıla yakın bir süre geçti ancak kazanın yol açtığı radyoaktif kirlilik Karadeniz’i etkilemeye devam ediyor. IV. Ulusal Denizlerde İzleme ve Değerlendirme Sempozyumu’nda Türkiye, Enerji Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu (TENMAK) adına sunum yapan Dr. Aysun Kılınçarslan, Türkiye’nin kıyı suları ve sedimanlarında (çökeller) radyoaktif kirlilikle ilgili izleme çalışmalarının sonuçlarını açıkladı.
Kıyı sedimanlarında 2015-2023 yılları arasında yapılan analizler yüksek oranlarda sezyum-137 ve stronsiyum-90 varlığı tespit etti. Karadeniz’de kilogramda ortalama 21 bekerel sezyum-137 izotopu görülürken bu oran Akdeniz’de sadece 3,2 bekerel olarak kayda geçmiş. Marmara Denizi’nde de nispeten yüksek bulunan değerler Ege ve Akdeniz’e inildikçe düşüyor. Analizlerde bulunan en yüksek değer ise 82 bekereli geçiyor. Bu rakam da Akdeniz’de görülen en yüksek değerin 10 katı. Bölge bazında bakıldığında ise sedimanlarda en yüksek sezyum-137 değerine 50 bekerelle Hopa’da rastlanıyor. Hopa’yı Trabzon ve Sinop izliyor.
TRABZON VE HOPA’DA YÜKSEK RAKAMLAR
2014-2023 yılları arasında kıyı yüzey sularında yapılan ölçümlerde ise sezyum-137 konsantrasyonu Karadeniz’de litrede ortalama 9 milibekerel çıkarken bu rakam Akdeniz’de 1,6 milibekerele kadar düşüyor. İstanbul Boğazı, Marmara ve Çanakkale’de oranlar 8,4 ila 6,9 milibekerel arasında değişirken Ege Denizi’yle birlikte sudaki sezyum-137 miktarı azalıyor ve 1,8 milibekerele kadar iniyor. En yüksek rakamlara ise yıllarca Çernobil’den etkilendiği ve kanser sayılarının arttığı belirtilen Trabzon ve Hopa’da rastlanıyor. Tekirdağ, Ordu, Karasu ve İğneada, yüksek ölçümlerin yapıldığı diğer bölgeler olarak öne çıkıyor. Araştırmanın sonuçlarında bu oranların insan sağlığı ve çevre kirliliği açısından risk oluşturmadığı belirtilse de Karadeniz’le Akdeniz arasındaki ciddi fark, Çernobil kaynaklı kirlenmenin sonuçlarını net bir şekilde ortaya koyuyor.
ÇERNOBİL AKIYOR
Araştırmada dikkat çekici bir başka sonuç ise sezyum-137 gibi doğal ortamda bulunmayan ve nükleer reaksiyonla ortaya çıkan plütonyum-239’un da saptanması oldu. Ortalama değerler denizler arasında fark göstermezken, bu kirlenmenin en çok görüldüğü yerlerin başında Erdek, İstanbul Boğazı, Hopa ve Sinop geliyor. Uzmanlar söz konusu izotoplara bağlı kirliliğin kaynaklarının nükleer santral kazaları, nükleer silah denemeleri ve çalışır durumda bulunan nükleer reaktörler olduğuna dikkat çekiyor. Karadeniz’deki kirlilik için de Çernobil işaret ediliyor. Kontrolden çıkan erimiş reaktörden ve bölgeden gelen radyoaktif kirlilik, yeraltı suları ve Dinyeper Nehri üzerinden Karadeniz’e ulaşıyor.
Yapılan ölçümler, Karadeniz'in 39 yıl önce yaşanan Çernobil felaketinin izlerini hâlâ taşıdığını gösteriyor.
DENİZDE ÖLÇÜM YAPILMALI
Çernobil sonrasında çayda yüksek oranda radyasyon bulunduğunu ortaya çıkaran Prof. Dr. İnci Gökmen, kilogram başına saptanan 21 bekerellik radyasyon seviyesinin oldukça yüksek olduğuna dikkat çekiyor. Denizlerden ve kıyılardan alınan verilerin, toprakta radyasyon seviyesinin ölçülmesi gerekliliğini de ortaya koyduğunu belirten Gökmen, “Denizlerde plütonyumun düşük oranda da olsa görülmesi şaşırtıcı. Stronsiyum şaşırtıcı değil. Ancak stronsiyumun gama ışınımı olmadığından kimyasal ayrıştırma yapılarak ölçülmesi gerektiğinden, Çernobil sonrasında çevrede ve gıdalarda stronsiyum olmasına rağmen ölçümleri pek yapılmadı. Ancak şimdiki sonuçlardan kazadan hemen sonraki stronsiyum değerleri de tahmin edilebilir. Bazı bölgelerde kıyı yüzey suyundaki sezyum seviyelerine bakarak, bu sularda yüzenlerin ya da balıkçılar gibi denizlerde çalışanların alacağı dozların hesaplanması iyi olur. Balıklarda, midye vb. deniz mahsullerinde ölçüm yapılması yerinde olur. Çernobil'in üzerinden 39 yıl geçti. Sezyum sadece bir yarı ömür geçirdi. Bu da denizlerde uzun süre daha radyoaktif elementler olacağı anlamına geliyor” dedi.
∗∗∗
SEZYUM (CS-137) NEDİR?
Sezyumun en yaygın radyoaktif formu Cs-137'dir. Sezyum-137, nükleer reaksiyonla üretilir. Cs-137'ye dışarıdan maruz kalmak yanıklara, akut radyasyon hastalığına ve hatta ölüme neden olabilir. Büyük miktarda Cs-137'ye maruz kalma, güçlü bir endüstriyel Cs-137 kaynağının yanlış kullanımı, nükleer bir patlama veya büyük bir nükleer kazadan kaynaklanabilir. Normal koşullar altında çevrede büyük miktarlarda Cs-137 bulunmaz. Cs-137'ye maruz kalmak, yüksek enerjili gama radyasyonunun varlığı nedeniyle kanser riskini artırabilir. Cs-137'ye yutma veya solunum yoluyla maruz kalmak, radyoaktif maddenin yumuşak dokulara, özellikle de kas dokusuna dağılmasına neden olarak kanser riskini artırır. Damarlı bitkiler, sezyum toprağa güçlü bir şekilde adsorbe edildiği için kök emilimi yoluyla yüksek seviyelerde sezyum biriktirmezler. Ancak, liken veya yosun gibi geniş yüzey alanlarına sahip flora üzerinde radyoaktif kalıntıların birikmesi önemlidir. Bu bitkilerle beslenen hayvanlar, büyük miktarlarda radyosezyum (ve radyoaktif serpintide bulunan diğer radyonüklitler) tüketebilirler. İnsanların bu tür hayvanların etini tüketmesi, bu radyonüklitlerin vücuda alınmasına neden olur.
/././
Bağlı ama şartlı -Berkant Gültekin-
Cumhur İttifakı içindeki çelişkiler son günlerde yeniden tartışma konusu haline geldi. Ortakların Kıbrıs ve “süreç” meselesindeki eşgüdüm sorunu, ABD’ye yönelik örtüşmeyen tutum ve söylemleri, haliyle birçok soru işareti doğurdu.
Gözler hafta başında Bahçeli’nin 4 Kasım Salı günü yapacağı grup toplantısına çevrilmişti. MHP liderinin ittifak içinde çatlağa neden olan konulara dair hangi mesajları vereceği merakla bekleniyordu. Bahçeli ise Cumhur İttifakı’na olan bağlılığını bir kez daha yineleyerek aksi yöndeki beklentileri boşa çıkardı. Bununla birlikte ittifakın önüne yeni ödevler de koydu ve kriz potansiyelini canlı tuttu.
Bahçeli ilk ödevi grup toplantısında dillendirdi. Meclis’te süreç için kurulan komisyonun İmralı’ya giderek PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüşmesi gerektiğini söyledi. MHP’li vekillerin de İmralı’ya gidecek heyette yer alabileceğini, bunda çekinecek bir şey olmadığını belirtti. İkinci ödevi ise grup toplantısından sonra, gazetecilere açıklama yaparken verdi. Eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın tahliyesini, tam da cezaevinde 9. yılını doldurduğu gün istedi. Demirtaş’ın tahliye edilmesinin Türkiye için hayırlara vesile olacağını ifade etti.
Değişimi gözden kaçırmamak gerek; Bahçeli geçen yıl ekim ayında yeni süreci başlatırken “Ne Kandil ne de Edirne; adres İmralı’dan DEM Parti’ye uzansın” diyerek Öcalan’ın merkezinde yer aldığı ve Demirtaş’ın dışlandığı bir süreç kurgusu yapmıştı. Aradan geçen zaman diliminde burada bir güncelleme gerçekleşmiş gibi görünüyor. Belli ki Bahçeli, Öcalan’ın tek başına yetersiz kalacağına, Demirtaş’ın ise -sorun çıkarmaktan ziyade- sürece katkı koyacağına (tahliyenin etkisiyle bile) ikna oldu ya da bu ihtimali denemeye değer buldu. Demirtaş’ın verdiği mesajların da bu kanının oluşmasında büyük payı var kuşkusuz.
Öte yandan bu sözlerin öncesinde, grup toplantısında doğrudan tahliyeden bahsetmese de “İmralı ile Edirne ihtilâfı çıkarmanın, ‘terörsüz Türkiye’ hedefini baltalamanın arayış ve anlayışında olan bazı medya kuruluşlarının, sipariş ve sivri görüşleri seslendiren sözde uzmanların nereye hizmet ettiklerini çok iyi biliyoruz” sözleriyle Demirtaş’ı korumaya alan bir cümle kullandı. İlginçtir, Bahçeli medyaya seslendi ama bu görüşü paylaşanlardan biri de Erdoğan. Cumhurbaşkanı, Ocak 2022’de yaptığı açıklama “Edirne’deki, en büyük hesabı İmralı’dakine verecek. Onların da kendi içlerinde ayrı bir hesaplaşmaları var. Ve bu hesaplaşmayı da yapacaklar” diyerek Öcalan ile Demirtaş arasındaki ayrıma dikkat çekmişti.
Bahçeli’nin zaman zaman yaptığı açıklamalar, sürecin tıkandığı aşamalarda koçbaşı işlevi görüyor. Süreçte yine keskin bir viraj alınmaya çalışılıyor. Bahçeli bir kez daha iddialı ve büyük laflarla Cumhur İttifakı’na sahip çıkmış olsa da hem Öcalan hem de Demirtaş konusunda net adımlar istedi. Artık süreci ağırdan alarak durumu idare etmeye çalışan Erdoğan’ın Bahçeli’nin taleplerine bir cevap vermekten başka şansı kalmadı. Bahçeli’nin sözleri ya havada kalacak ya da yerine getirilecek.
Erdoğan’ın olumlu cevabı kendisi için yabana atılmayacak riskler içeriyor. Komisyonun İmralı’ya giderek Öcalan ile görüşmesi, Türkiye siyasi tarihinde bir “milat” olarak tanımlanabilir. Devletin Öcalan’ı doğrudan muhatap alması, Kürt sorununun çözümü için meşru bir aktör, hatta Bahçeli’nin de telaffuz ettiği gibi “kurucu önder” olarak tanıması demek. Yıllardır aksi yönde hamasi ve milliyetçi bir söylem geliştiren Türk sağı ve dolayısıyla Erdoğan için bunun öyle ya da böyle bir maliyeti olacak.
İktidarın, bir taraftan aile üyeleri dahil Ekrem İmamoğlu’nun ve CHP’nin boğazına yapışırken, diğer taraftan böyle keskin açılımlara yönelmesi, toplumun kahir ekseriyetine kolay anlatılabilecek bir şey değil. Muhalefete yönelik suçlamalara ve operasyonların hukuku uygunluğuna beklendiği düzeyde ikna olmayan halk kesimlerinin, ülkede demokrasinin altı sürekli oyulurken sürecin böyle bir rotaya girmesine rıza gösterme ihtimali pek güçlü olmasa gerek. Yandaş basında İmralı’ya gidiş konusunda homurdanmaların başlaması derin bir endişenin varlığına işaret ediyor.
Demokrasiye art arda darbelerin vurulduğu ve muhalefetin felç edilmeye çalışıldığı bir atmosferde sürecin önü açık görünmüyor. İki ters kulvarı bir noktada buluşturup aynı istikamete yönlendirmek imkânsıza yakın bir ihtimal. Bahçeli’nin daha önce yaptığı “İddianameler hazırlansın, suçlularsa cezalarını çeksinler, masumlarsa beraat etsinler” çağrısının tam olarak buraya denk düştüğünü söylemek mümkün. Yanlış anlaşılmasın, bu çağrı hukuka bağlılıktan, siyasi özgürlüklere verilen önemden veya “demokrasi yoksa barış olmaz” gibi idealist bir görüşten kaynaklanmıyor; Erdoğan’ın rakiplerini ezmeyi önceleyen ana planının, toplumsal algı ve siyasi denklem bakımından süreci negatif şekilde etkilemekte olduğuna vurgu yapıyor.
İktidar bloku içindeki çatlaklar büyür ya da büyümez, muhalefetin odaklanacağı ve umut bağlayacağı dinamik burası olmamalı. Ortaklar hâlâ birbirine muhtaç ve ittifaktan karşılıklı çıkar sağlamaya devam ediyor. Türkiye çok boyutlu bir kriz ortamının içinden geçiyor. Halkın geniş bölümünü doğrudan ilgilendiren ekonomik çöküş, siyasi baskılar, demokratiksizleşme, hukuksuzluk, adaletsizlik, sosyal çürüme, gençlerin gelecekten duyduğu endişe, kamu hizmetlerindeki yetersizlik gibi onlarca sorun katmanlar halinde, üst üste binmiş durumda. Düzene karşı tabandan büyüyen, birleşik bir halk hareketini örgütleyebilmek, onun içinde biriken tüm çelişkilerden çok daha etkili sonuçlar doğuracaktır.
/././
Yarım yüzyılda üniversiteler ve YÖK -Şükrü Aslan-
12 Eylül 1980 askeri darbesini takip eden yıllarda, belli başlı gerilim mekânlarından biri üniversitelerdi. Özellikle 1982’de YÖK’ün kuruluşu ile türlü şekillerde muhatap oldukları politik müdahalelerin, akademik özgürlük ortamını zedeleyeceği endişesi yüksekti. Üniversitelerde akademik-bilimsel özgürlüğün zedelenmesi, bütün ülkede demokratik geleneklerin zedelenmesi demekti. Bu yüzden üniversiteler, YÖK gibi bir üst kurulun her tür müdahale edebileceği kurumlar olmamalıydı.Darbenin hemen ardından gelen ağır politik baskıların, üniversitelere yansıma halleri, bu kaygıları besleyen temel bir nedendi. Daha darbenin gerçekleştiği hafta Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü, kampüs içinde askeri darbe aleyhine dağıtılan bir bildirinin sorumluları ortaya çıkmazsa, tüm öğrencileri “suçlu” sayacağını ilan eden bir “duyuru” yayınlamıştı. Böyle bir iklimde, bütün üniversiteleri yukarıdan kontrol eden bir üst kurul oluşturmak kim bilir daha ne tür müdahalelere “yasal zemin” oluşturacaktı. Bu kaygı, o günlerden başlayarak, yıllarca YÖK’ün kuruluş tarihi olan 6 Kasım’da akademik-bilimsel özgürlük talebiyle çeşitli akademik-politik eylemlere eşlik etti
Aynı şekilde üniversitelerde ‘huzur ve sükûnu’ sağlamayı vadeden yöneticilerin sert ve keyfi tepkileri de süreci bir başka bağlamda besledi. İşte bu gerilim ortamında üniversiteler nereye gideceği kestirilemeyecek biçimde adım adım dönüştüler ve hatta üniversite olma hali ve anlamıyla çelişecek biçimde bambaşka mecralara girdiler. Bu dönüşümün en çarpıcı örneği, vakıf üniversitelerinin sayısındaki patlama oldu. “Her şeyi devletten beklemeyelim” söylemi ile meşrulaştırılmış olarak, adeta ilköğretim okulu açar gibi çok sayıda üniversite kuruldu. Tuhaf bir şekilde bir devlet üniversitesi, bir vakıf üniversitesinin hamisi haline getirildi ve böylece üniversiteler arasında yeni bir hiyerarşi daha yaratıldı. Bu arada hamilik yapılan vakıf üniversitelerinin sayısı, devlet üniversitelerinin sayısını hızla geçti, büyük şehirlerde birkaç misline ulaştı.
***
Bütün bu süreçte üniversiteler, rektörlerini seçimle belirleme geleneğini de unuttular. İlk önce öğretim üyelerinin iradesini gösterdiği seçim uygulaması kaldırıldı, öğretim üyeleri içinde ‘münasip görülen’ biri rektör olarak atandı. Bu atamaları yapan politik kurumun hemen her dönem ‘milli irade’yi referans göstermesi ise ayrı bir tuhaflıktı. “Milli irade” ile en üst yönetime gelenler, bütün diğer kurumlarda iyi-kötü var olan “milli iradeyi” yok etmeyi kendilerine hak gördüler. Böylece bütün ülkeye demokrasi idealini anlatan kurumlarda da garip bir “demokrasi” türü ortaya çıktı.
Bu müdahale giderek uçlara kaydı ve üniversitelerin içinden değil, dışarıdan herhangi bir öğretim üyesinin de, herhangi bir üniversiteye rektör olarak gönderilmesi mümkün halde geldi. Bu yeni üniversite ortamında gelen rektör, dışarıdan getirdiği arkadaşları ile kendi sistemini kurma imkânını buldu. Böylece üniversitelerin, akademik kurum olma halleri ve yıllar içinde yarattıkları gelenekleri yok sayıldı. Boğaziçi Üniversitesi bu gidişin sadece bir örneğiydi. Bütün üniversitelerde akademik özgürlükten, yeme içme mekânlarına kadar her alana müdahale edildi.
***
Zamanla üniversitelerde akademik-bilimsel özgürlük talebi tümüyle kısıtlanınca itiraz eden sesler de giderek duyulamaz oldu. Bu sürece siyasal anlamda muhalefet ettiğini bir şekilde gösteren akademisyenler, türlü dışlama mekanizmalarına muhatap oldu, yargılandı ve çok sayıda akademisyenin işine son verildi. Dahası bu durum neredeyse bir rutin haline geldi.
1980’li yıllarda akademik-bilimsel özgürlüğün zedeleneceği kaygısıyla YÖK’e karşı geliştirilen itiraz günlerinden bu yana o kadar çok şey değişti ki, bunların bir kısmı, herhalde tahayyül dahi edilememişti. Mesela sahipleri veya yöneticilerinin “kara para, irtikâp, yolsuzluk” gibi iddialarla suçlanarak, üniversite yönetimine kayyım atanması, muhtemelen kimsenin aklına bile gelmemişti ama o da gerçekleşti. Bu arada YÖK de, mücadele edilmesi gereken bir kurum olmaktan büyük ölçüde çıktı, çünkü beklenen işlevini adım adım yitirerek, edilgen teknik bir kuruma dönüştü. Yazık!
/././
ABD-Çin Ticaret Ateşkesi: Kırılgan bir soluklanma dönemi -Güldem Atabay-
Trump ile Xi’nin Busan’daki buluşması hem iki ülke ekonomilerinde hem de küresel piyasalarda merakla bekleniyordu. Görüşme sonrasında açıklanan anlaşma, kalıcı bir uzlaşıdan çok, iki tarafın da kendi iç dengelerini gözeterek zaman kazanmaya çalıştığı bir “ticaret ateşkesi” olarak öne çıktı.Trump açısından anlaşma, yaklaşan seçimler öncesinde özellikle Orta Batı’daki çiftçilere ve sanayi kesimine “Çin yeniden bizden alım yapıyor” mesajını verme fırsatı sundu. Çin’in ABD’den tarım ürünü ithalatını artırmayı kabul etmesi, Trump’a hem tarım lobisinden destek hem de enflasyon baskılarını hafifletme imkânı sağladı. Xi cephesinde ise amaç, tırmanan ticaret ve teknoloji savaşının deflasyonla boğuşan Çin ekonomisine verdiği zararı sınırlamak, aynı zamanda uluslararası yatırımcılara “Çin hâlâ işbirliğine açık” mesajını vermekti. Ancak Pekin, bunu yaparken gücün dengesini korumaya özen gösterdi.
Busan’da varılan ateşkes, kapsamlı bir ticaret anlaşmasından ziyade bir yıllık geçici adımlardan oluşuyor. ABD, Çin’den ithal edilen ve fentanyl üretiminde kullanılan kimyasallara uyguladığı %20’lik ek tarifeyi %10’a düşürmeyi kabul etti. Çin, stratejik öneme sahip nadir toprak elementlerinin ihracatına getirdiği kısıtlamaları bir yıl erteledi; bu, akıllı telefonlardan elektrikli araçlara kadar pek çok sektörde tedarik zincirinin şimdilik kesintisiz devam etmesini sağladı. Ancak Pekin bu kozunu tümüyle bırakmadı, sadece geçici olarak rafa kaldırdı. Ayrıca Çin, ABD’nin 301. Madde soruşturmasına misilleme olarak uyguladığı Amerikan tarım ürünleri tarifelerini bir yıl askıya aldı. Bu adım, özellikle soya fasulyesi üreticileri için önemli bir rahatlama anlamına geliyor.
Bu adımlar iki taraf arasında “yeni bir başlangıçtan” ziyade, karşılıklı çıkarların korunmasına dayalı bir geçici uzlaşmayı temsil ediyor. 2018’den bu yana süren ticaret savaşının tahribatı büyük ölçüde sürerken, temel stratejik güvensizlik hâlâ derin. Washington, yapay zekâ ve yarı iletken teknolojilerinde tavizsiz bir çizgi izliyor. Busan görüşmelerinde bu konu gündeme gelse de, ABD özellikle Nvidia’nın yeni nesil Blackwell çiplerinin Çin’e satışına ilişkin kısıtlamaları gevşetmeye yanaşmadı. Aynı şekilde Pekin de Tayvan meselesini masaya taşımayarak, egemenlik konularında geri adım atmayacağını gösterdi.
Nihayetinde, Busan’daki anlaşma, tarafların birbirine duyduğu güvenin son derece zayıf olduğu bir dönemde atılmış geçici bir adımdan ibaret. Trump, içeride ekonomik rahatlama ve siyasi puan peşinde; Xi ise ekonomisine zaman kazandırmak istiyor. Ancak bu ateşkes, Tayvan Boğazı’nda yaşanabilecek bir askerî gerilim ya da Washington’dan gelebilecek yeni bir teknoloji ambargosu ile kolayca dağılabilir.
Kısa vadede tansiyonu düşüren bu anlaşma, uzun vadede ABD ile Çin arasındaki ekonomik ve teknolojik rekabetin tüm hızıyla süreceğini gösteriyor. Nitekim Çin hükümeti daha bu hafta, yerli çip endüstrisini desteklemek amacıyla ülkenin büyük veri merkezlerinin enerji maliyetlerini yarı yarıya düşüren bir teşvik paketi açıkladı. Nvidia gibi yabancı tedarikçilerin ürünlerini kullanan tesisler bu destekten yararlanamayacak. Bu adım, Çin’in kendi yarı iletken ekosistemini güçlendirme konusundaki kararlılığını gösteriyor.
Financial Times ve MIT Technology Review ortak analizine göre, yapay zekâ yarışında Çin, patent sayıları, akademik yayınlar ve model verimliliği gibi ABD’nin geleneksel üstünlük alanlarını adım adım zorlamaya başladı. ABD hâlâ yarı iletken teknolojisinde önde, ancak Çin “daha az kaynakla daha çok iş yapma” kabiliyetiyle farkı kapatıyor. DeepSeek-V3 ve Alibaba’nın Qwen serisi gibi açık kaynaklı modeller, verimlilik açısından ABD’deki tescilli sistemlerle yarışır hale gelmiş durumda.
İki ülkenin teknoloji felsefelerinin de giderek ayrıştığını izliyoruz. ABD, kapalı ve lisanslı sistemlerle yeniliği ticarileştirmeye odaklanırken; Çin, eğitimden kamu yönetimine, lojistikten finansa kadar açık modellerin yaygın kullanımını teşvik ederek yapay zekâyı toplumsal ölçekte içselleştiriyor. Xi yönetimi içerde ekonomik yavaşlamaya rağmen yapay zekâyı “yeni büyüme motoru” olarak konumlandırıyor.
Dolayısıyla Busan’daki “ateşkes”, ticari cephede geçici bir duraksamayı ifade ederken, teknoloji sahnesinde çok daha büyük bir güç mücadelesinin sessizce derinleştiği bir dönemin başlangıcı olarak okunmalı.
/././
AKP ve MHP’yi ‘sımsıkı saran hakikat’-Gözde Bedeloğlu-
Kasım ayı hızlı başladı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, Kıbrıs’ın kuzeyindeki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin iptal edilerek bölgenin Türkiye’ye katılması gerektiğine dair sert çıkışı, ardından 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kapsamında gerçekleştirilen Anıtkabir ziyaretine ve akşamki resepsiyona katılmaması tartışmalara neden olmuştu. Kimilerine göre bunda Kıbrıs seçimindeki ‘görüş ayrılığının’ etkisi vardı.
Cumhur İttifakı’nda çatlak olup olmadığı zaman zaman tekrarlanan ancak bugüne kadar iddia edildiği gibi bir dağılmayla sonuçlanmayan, neredeyse herkesin duymaya alıştığı bir soru. Önemli açıklamalar yapacağı bildirilen Bahçeli, uzun sessizliğini dün, partisinin grup toplantısında bozdu: “Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhur ittifakı arasında terörsüz Türkiye hedefi etrafında ne bir görüş ayrılığı ne de siyasi bir ihtilaf asla, kat’a söz konusu değildir.” Nokta.
ÇATLAK DEĞİL ÇEKİ DÜZEN
“MHP ve AKP arasında çatlak mı var”, ülkeyi erken seçime ancak ittifak içi anlaşmazlığın götürebileceğini düşünen kimi muhalifler için, umut barındıran bir soru. Ama gerçekçi değil, çünkü: Bahçeli, dün grup toplantısında ittifakın ruhunu bir kez daha tanımladı: “AK Partiyle aramızda bir hadise değil iki tarafı sımsıkı saran ve kuşatan bir hakikat vardır.”
O hakikatin bir yarısını, AKP’nin iktidarı elinde tutabilmek için MHP’ye ihtiyaç duyması, diğer yarısını da MHP’nin %5’i geçmeyen oy oranıyla devlet içinde güçlü ve etkili pozisyonlarda yer alabilmesi oluşturuyor. Bunun yanında MHP, Cumhur İttifakı’nın bir parçası olsa da hükümet ortağı olmadığının altını net bir şekilde çizmişti. Kendini, iktidar içindeki muhalefet olarak konumlandırmıştı. Örneğin bu, ekonomik gidişattan şikayetçi seçmenin AKP’den kaçan oylarının MHP’de, dolayısıyla da Cumhur İttifakı içinde tutulmasını sağlıyordu. Diğer yandan, MHP’nin kendine çizdiği bu ‘ittifak içi muhalefet’, hükümetin yanlışlarını dile getirme konusunda da partiyi özgür bırakıyor. MHP, ülkede denge ve denetleme görevinin kendilerinde olduğunu ve ittifaktaki pozisyonlarının bu doğrultuda değerlendirilmesi gerektiğini dile getiriyor. MHP tarafından altı özellikle çizilen bir diğer husus da Cumhur İttifakı’nın sıradan bir ittifak gibi değerlendirilemeyeceği… MHP, kendini AKP’nin doğrularını destekleyen, hatta gerektiğinde önünü açan, yanlışları konusunda da uyaran akil bir yere konumlandırıyor. Dolayısıyla, Kıbrıs seçimleri ile başlayan, 29 Ekim kutlamalarına katılmama ile devam eden süreçte, Bahçeli’nin söylediği ve söylemedikleriyle amacı ittifakı çatlatmak değil aksine ittifaka çekin düzen vermek. Kendini ve önemini bir kez daha hatırlatmak. Hele de Bahçeli’nin başlattığı ‘Terörsüz Türkiye Süreci’ tıkanma belirtileri göstermişken…
ONARILMAYAN KARDEŞLİK HUKUKU
AKP ve MHP, Türkiye’de kurulan yeni rejimin iki önemli aktörü. Zaman zaman aralarında yaşanabilecek çıkar çatışmalarını çatlak olarak tanımlamak mümkün fakat tamamen kendilerine özel ayrıcalıklar sunan ve ancak beraber yürütebildikleri bu rejimden kolayca vazgeçmelerini beklemek inandırıcı değil. Bizzat Bahçeli’nin ‘Öcalan gelsin mecliste konuşsun’ diyerek başlattığı bir yıllık süreçte örgütün kendini feshetmesi, Türkiye’den çekilmesi, silah yakma töreni ve Meclis’te komisyon kurulması gibi önemli adımlar atıldı. Ama sürecin sadece güvenlik boyutunda ele alınması ve daha önceki örneklerinden bilindiği gibi Meclis komisyonlarının da etkili görülmemesi eleştirileri de beraberinde getirdi. Selahattin Demirtaş, son yazısında sürecin kilit kavramının ‘silah’ değil, ‘kardeşlik’ olduğunun altını çizdi, silahın kardeşlik hukukunu örselediği, kanattığı için tabii ki öncelikle aradan çıkarılması gerektiğini ama bununla beraber kardeşlik hukuku ve duygusunun onarılması adına etkili tek bir adımın atılmamış olmasından yakındı.
Demirtaş’ın sıraladığı önerileri ‘romantik ‘ bulanlar oldu. Ama aslında her biri zaman içinde gerçekleştirilebilecek adımlar. Burada kilit kelimeler istek ve zaman… Dile kolay, ortada yarım asrı devirmiş, on binlerce insanın öldüğü, kanlı, acı dolu bir geçmiş var. Biz, tarafları bir araya getirebilme gücü olan öncü insanları koruyamadık maalesef. Kimi hapsedildi, kimi öldürüldü. Demirtaş’ın ‘yapılabilirdi’ diye sıraladıkları özenli bir dille, gayretli bir iletişimle, yetkin, bilgili ve güvenilir insanlar eşliğinde hayata geçirilebilirdi. Her şeyden önce, batıyı ve doğuyu birbirine yakınlaştırabildiğini kanıtlamış, bana göre Kürt siyasetinin en etkili ismi Selahattin Demirtaş, AİHM kararlarına rağmen, hukuksuz şekilde, dokuz yılını hapiste geçirmemeliydi. Keza diğer siyasi tutuklular da…
TEK VE ORTAK HEDEF: REJİMİN DEVAMI
Toplum, ‘sürece’ hazırlanmadığı gibi, Ekrem İmamoğlu ile başlayan, CHP’ye ve CHP’li belediyelere uzanan rüşvet, yolsuzluk, casusluk, kongre iptal davaları ve kayyım atamaları, kamuoyunda bunun demokrasiyle ilgili olmadığı algısını pekiştirdi. Demirtaş’ın dediği gibi, “Kürt – Türk kardeşliği pekiştirilmeden, üstüne Türk – Türk ayrışması eklendi.” Bu yüzden, komisyondan İmralı’ya bir grup milletvekilinin gönderilmesi fikrine, seçmeni ikna edemem endişesiyle, AKP içinden tereddütle yaklaşanlar oldu. Erdoğan’ın bu gibi sıkıntılı kararlarda, tabiri caizse ayak diremesini, sürecin tıkanması olarak gören Bahçeli yeni bir hamle yaparak, MHP’nin İmralı’ya gidecek bir heyete katılacağını söyledi. Dahası, AİHM tarafından hakkındaki hak ihlali kesinleşen Demirtaş’ın tahliyesinin hayırlı olacağını söyledi. Türkiye, AİHM kararlarına yıllarca kulak tıkadı. Demirtaş için Bahçeli’nin dilediği hayra yıllar önce kavuşabilirdik. Dahası, on binlerce insanımız ölmezdi. Gençlerin geleceği savaşa yatırılmazdı. Ama işte, demek saatler ‘şimdi’yi işaret ediyor. Fakat ne yazıktır ki o saat iktidara hiç uymuyor. Toplumsal muhalefeti arkasına almayı başarmış Özgür Özel yönetimindeki CHP, davalara ve kayyıma karşı direniyor. İmamoğlu’nun örgüt lideri olmakla suçlanması inandırıcı bulunmuyor. Demirtaş gibi etkili, genç bir liderin artık hapisten çıkmasının zamanının geldiği, aksinin sürece zarar vereceğine dair gerçek de şüphesiz Erdoğan’ın hoşuna gitmiyordur. Ancak silahların bırakıldığı, örgütün lideriyle görüşüldüğü bu süreçte Demirtaş’ın tutuklu kalmasının da herhangi bir izahı yok.
Bahçeli, sessizlik döneminde kimin kiminle iş çevirdiğini, ne söylediğini, spekülasyonların deşifresini test ettiğini söyledi. Kısaca, süreci beraber yürüttüğü ortağının yolun neresinde durduğunu ya da kaldığını kontrol etti. Bugün Erdoğan’ın, partisinin grup toplantısında konuşması bekleniyor. Sürprize yer bırakmayacak şekilde, ittifakın bölünmez birlikteliğini vurgulayarak, Bahçeli’nin süreci hızlandırması gerektiğine dair mesajını aldığını hissettirecektir. Nihayetinde AKP ve MHP’nin amacı tek, o da rejimin her şeye rağmen devam etmesi.
/././
Avrupa’nın yeni anti-entelektüel tarihi -Hüseyin Aygün-
"Laissez-faire" bayrağı altında enternasyonalleşme, "ilk küreselleşme" Avrupa’da doğdu. Batı Avrupa, 19. yüzyıl boyunca gelir düzeyini neredeyse üç kat artırdı. 20. yüzyıl başladığında dünya gayrisafi milli hasılasının yaklaşık yarısını (yüzde 46) ve dünyada kişi başına düşen milli gelirin yüzde 41’ini Avrupa üretiyordu.
Serbest ticaret, altın standardı ve sterlinin uluslararası para birimi olmasını, 1825’te Britanya’da ilk demiryolu hattı, yüzyıl geçmeden kıtada 363 bin kilometre demiryolu inşası izliyordu. İngiliz sanayi devrimini bankacılık devrimi izliyordu. Elektriğin icadı ve Avrupa’yı fethi, tramvayların doğuşunu başlatıyor, dünyanın ilk metrosu 1863’te Londra’da açılıyordu. İçten patlamalı motorlar uçakların icadını tetikliyor, dünyanın ilk havayolu şirketi DELAG 1909’da Almanya’da seferlere başlıyordu. Elektrik, otomobil ve telefonu da yaratıyor, Avrupa caddelerinde ilk taksiler 1900’de dolaşmaya başlıyordu.
Beş yüz yıl boyunca dünyaya hükmeden Avrupa’yı hangi özelliğiyle açıklamalıyız? Polonyalı filozof Kolakowski’ye göre Avrupa, "sorgulanan hayatın kıtası"dır. Fransız Devrimi ve Napolyon İmparatorluğu, siyasal ve kültürel tartışmaların ve entelektüel dolaşımın -önce kıtaya, ardından dünyaya- yayılmasında belirleyici anlardır.
Avrupa denen bu küçük kara parçası, diğer tüm medeniyet dünyalarından şu alanlarda hemen ayrılır: Bilim, edebiyat, felsefe, müzik, resim. Tüm bu faaliyetler -doğası gereği- entelektüel eleştiri ve sorgulama sanatlarıdır.
Bağrında Roma’nın doğduğu eski kıta, romanın ve metodik tarih yazımının da merkezidir. Fransa’da Jean Mabillon ve Mauriste’ler büyük Avrupa romanının, Prusyalı Ranke ve Droyin ise tarihin öncüleriydiler. 18. yüzyıl sonunda Avrupa romanı doğmuştu bile. -Littre ve Darwin- doğa bilimlerinde, diğerleri fizik biliminde çığırlar açtılar.
Bu büyük devrimler, 15. yüzyılın sonunda Hümanizm, 18. yüzyılda aydınlanma çağı, ortaya çıkan sayısız fikir ve eser, kapitalizmin serbest gelişmesinin ürünleriydiler. Serbestçe dolaşanlar yalnızca mallar, ürünler, icatlar değil, insanlar ve onlardan ayrılamayan fikirlerdiler.
1800’li yıllarda Almanya-Fransa arası "dolaşan" Germaine Stael, "yabancı fikirleri kucaklayacağız, bu tarz bir misafirperverlik, yeni fikirlere kapısını açana büyük zenginlik verir" diyordu. Paul Valery 1920’de, "entelektüel Avrupa"yı, "herşeyin alışverişinin yapıldığı ve herşeyin birbiriyle kıyaslandığı bir borsa" olarak tanımlamıştı.
Elbette her yeri engelsiz dolaşan yalnızca sermaye değildi: 1864’te Londra’daki Saint Martin salonunda toplanan "Uluslararası Emekçiler Birliği", -Avrupa ve dünyaya- "bütün ülkelerin işçileri birleşin!" çağrısında bulunuyordu.
Ancak "laissez-faire", barındırdığı derin eşitsizlikler, zenginlik, servet ve özel mülkiyetin gittikçe daha az sayıda elde toplanması, yoksulluğun ise milyonlar arasında dalga dalga yayılmasıyla çökmeye mahkûmdu. 20. yüzyıl, "19. yüzyıl medeniyeti"nin -iki savaşla- çöküşüne sahne oldu. Karl Polanyi, ünlü eserinde, "sosyal ve ulusal himayecilikten yoksun piyasa ekonomisi"nin "kaçınılmaz çöküşü"nden bu yüzden söz etti.
21. yüzyıl, 20. yüzyılın ikinci yarısında kurulan "Avrupa medeniyetti"nin "ikinci çöküşü"ne sahne oluyor. Karşımızdaki Avrupa, ne 500 yüzyıl boyunca entelektüalizmin simgesi o eski zengin kıtadır, ne de geçen yüzyılda kurulan -ve bir süreliğine dünyanın pek çok emekçisinin gözlerini kamaştıran- "refah devleti Avrupası"dır.
Gözümüzün önünde gittikçe solan Avrupa, Macron’un, Merz’in, Stammer’ın, arkalarındaki büyük tekelci şirketlerin Avrupa’sı, durmadan silahlanarak -başta kendi medeniyetini- ve tüm dünyayı ateşe atmak isteyen aç gözlü kapitalist Avrupa’dır. Avrupa, "gerçek silahlar"a döneli, o eski paslı "entelektüel silahları"ndan vazgeçeli çok olmuştur. Yazılmakta olan, "Avrupa’nın yeni anti-entelektüel tarihi"dir.
/././
BİRGÜN











Hiç yorum yok:
Yorum Gönder