Mamdani, panik ve umut
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti. Seçmen de bu eğilimi ülkenin en büyük kenti New York’un belediye başkanlığına çarşamba günü bir demokratik sosyalisti, Zohran Mamdani’yi (34) seçerek kanıtladı. Demokrat Parti adaylarının aynı gece Virginia ve New Jersey eyalet seçimlerini kazanmaları, California’da seçim haritasını Kongre’de ek üç iskemle kazanacak biçimde değiştirmeyi başarmaları da bu eğilimin potansiyellerini gösteriyordu. Mamdani’nin zaferi birçok açıdan özellikle önemliydi.
Mamdani’nin, etnik azınlıklardan “Müslüman” ve demokratik sosyalist kimliği, en zengin kesimin vergilerinin artırılması, ücretsiz çocuk bakımı, toplu taşımanın ücretsiz hale gelmesi ve kira artışları üzerinde daha büyük bir devlet müdahalesi gibi halkçı politikaları, yalnızca Trump ve Cumhuriyetçi çevrelerde değil, Demokrat Parti’nin geleneksel seçkinleri arasında da panik yarattı.
Trump başta olmak üzere, MAGA hegemonyası altındaki Cumhuriyetçiler için Mamdani, “ABD’nin ekonomik sistemini yok etmek isteyen çok tehlikeli bir komünist”. Trump’ın bizzat Mamdani’yi hedef alıp New York’a verilen federal fonları kesmekle tehdit etmesi bu paniğin siyasal düzeyini sergiliyor.
Demokrat Parti seçkinleri de Mamdani’nin zaferinin, Cumhuriyetçilerin eline, Demokratları “tehlikeli sosyalistlerle özdeşleştirme” fırsatı vermesinden, ılımlı/tarafsız seçmeni yabancılaştırmasından korkuyorlar. Mamdani’nin polisin ırkçılığına, İsrail’in Gazze soykırım politikasına yönelik eleştirileri, ABD’de merkeze yakın ve muhafazakâr çevrelerde “güvenlik açığı yaratacak” ve “antisemitizme göz yumacak” eleştirilerine neden oluyor.
Öte yandan ABD solunda, özellikle gençlerde, işçi sınıfı kökenli göçmen topluluklarda Mamdani’nin yükselişi ve zaferi bir umut kaynağı oldu. Seçim kampanyası boyunca 100.000+ gönüllü kapı kapı dolaştı. Demokratlar içinde genç, enerjik ve karizmatik bir adayın, klasik parti bürokrasisinin dışından gelerek tabanın taleplerine öncelik vermesi; kamucu-halkçı taleplerin etrafında geniş bir koalisyon inşa etmeyi başarması, sosyal medyayı ekonomik sorunlarla “kültür savaşlarını” birleştiren biçimde başarıyla kullanması, ABD’de solun motive edici, dönüştürücü bir güce sahip olabileceğini gösterdi. Mamdani, belediye düzeyinde konut piyasasında kira dondurma, toplu taşımayı ücretsiz yapma, çocuk bakım hizmetlerini genel erişime açma gibi vaatlerini hayata geçirmek için mücadele etmeyi vaat etti. Mamdani, adil vergilendirmeyle yüksek gelir sahiplerinden alınacak yeni vergilerle sosyal hizmetlerin finansmanını artırmak istiyor; göçmen hakları, polis reformu, kentte kamusal alanların daha fazla toplumsal fayda için kullanılması gibi konularda ciddi adımlar atma potansiyeline sahip. Mamdani, ırkçı ve cinsiyetçi kalıplara meydan okuyan kimliğiyle yeni nesil siyasetçiler arasında özel bir yere sahip.
MAMDANİ’Yİ NE BEKLİYOR
Mamdani, büyük kurumsal yapılarla -başta Wall Street ve yerel iş dünyasıdiyalog kurmaya ve pratikte uzlaşmalar bulmaya da açık olduğunu söylüyor. Belediye içindeki yetkin bürokrat ve farklı eğilimdeki aktörlerle “uzman bir ekip yönetimi” modeli üzerinde duruyor.
Bununla birlikte, büyük toplumsal desteğine karşın, Mamdani’nin kamucuhalkçı yaklaşımlarına, işletmelerin ve finans çevrelerinin direnç göstermesi bekleniyor. Büyük altyapı yatırımlarına kaynak bulmak için, salt vergileri artırmanın ötesinde, siyasal alanda kritik uzlaşmalar da zorunlu hale geliyor. New York’un ulusal politikanın tamamen dışına çıkması olanaklı değil. Bu nedenle eyalet yönetiminin onayını gerektiren pek çok dosyada etkisi sınırlı olacak. Vaatleri arasındaki en tartışmalı başlıklardan biri olan Filistin’e destek ve İsrail eleştirileri de güçlü Yahudi lobisinin, iş dünyasının baskıları altında zayıflayabilir. Trump’ın federal kaynakları kısma, New York sokaklarına asker getirme hesapları da Mamdani’nin işini zorlaştıracak.
Mamdani’nin yükselişi Amerikan siyasetinde taşları yerinden oynatmaya başladı. Mamdani, yeni bir politik şahsiyet ve değişim simgesi olarak New York’u, ülke gündeminin de önüne koydu. Şimdi onu, Amerikan sistemi ve “süreç olarak faşizm” içinde büyük bir sınav bekliyor.
/././
Busan’da ‘büyük resim’
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
HEM RAKİP HEM BAĞIMLI
Günümüzde Çin, küresel üretimin lojistik damarlarını elinde tutan bir “stratejik tedarik devleti”. Washington hâlâ rezerv para statüsü, finansal ağları ve müttefik sistemi, teknolojik, askeri kapasitesi ile küresel ekonominin merkezinde.
ABD ve Çin ekonomileri hem rekabet halinde hem birbirilerine bağımlı. ABD yüksek teknoloji ihracatını kısıtlayabiliyor. Çin, nadir toprak elementleri üzerindeki denetimini silah olarak kullanabiliyor. ABD-Çin ilişkisi, klasik güç rekabetiyle, karşılıklı yapısal bağımlık içinde bir hibrit denge yaratıyor. Bu “denge”, yeni bir döneme işaret ediyor. Dünya artık ne Soğuk Savaş’ın iki kutuplu düzeninde ne de 1990’ların tek merkezli neoliberal küreselleşme çağında. Bu yeni dönem düzensiz, istikrarsız, bir jeopolitik ortam getiriyor.
Trump-Şi zirvesinin sonuçları, bir barış anlaşması değil, bir geçici “ateşkes” gibi. Çin’in teknoloji alanında özerkleşme hatta liderlik hedefini, ABD’nin tedarik zincirlerini Çin’den uzaklaştırma amacını düşününce, kolaylıkla “Bu ateşkes uzun sürmez” diyebiliyoruz.
SİSTEM, İDEOLOJİ VE KİŞİLİK
Bu zirvedeki ana sorun yalnızca ekonomi değildi. Zirve, küresel çapta, üç düzeyde birden, sistemsel, ideolojik ve kişisel olarak yaşanan bir liderlik krizine de işaret ediyordu.
Sistemsel düzeyde, hiçbir güç artık küresel ölçekte düzen kuracak kapasiteye sahip değil. ABD, Trump döneminde kurumsal diplomasiyi kişisel pazarlıklara indirgerken Çin, “sorumlu büyük güç” imajını öne çıkarsa da siyasi ekonomik modeli, evrensel bir çekim merkezi yaratamıyor. Avrupa Birliği ise stratejik özerklik söylemine rağmen kendi içinde bölünmüş, enerji ve teknoloji bağımlılığıyla hareket alanı daralmış durumda.
İdeolojik düzeyde, her iki ülkenin “büyük yeniden doğuş” (Zhōnghuá mínzú wěidà fùxīng / Make America Great Again) anlatıları, aslında ortak bir gerilimi yansıtıyor. Şi’nin “Çin usulü modernleşme” projesi ile Trump’ın “Amerikan rönesansı” vaadi, aynı yaklaşımın iki versiyonu: küresel rekabetin yarattığı kaygıları içeride politik güce dönüştürmek. Fakat her iki model de refahın daraldığı, üretkenliğin düştüğü ve ekolojik dengenin hızla bozulduğu, sermaye hareketlerinin yanı düzensiz göç dalgalarıyla sınırların aşıldığı bir dünyada kalıcı bir çıkış yolu sunamıyor.
Kişisel düzeyde, liderlik, giderek performatif jestler ve teatral etkileşimler üzerinden kuruluyor. Trump’ın iç politikadaki öfke, nefret, cezalandırma ortamı yaratma çabaları, “süreç olarak faşizm” ile Şi’nin disiplin ve kontrol politikası, iki zıt kutup gibi görünse de aynı dönemin ürünü: Kapitalizm demokrasiyle bağdaşmıyor. Bu nedenle küresel “liderlik sorunu”, artık salt bir eksikten değil, gündemdeki liderlik iddialarının getirdiği belirsizliklerden kaynaklanıyor.
Çin’in nadir elementler üzerindeki ihracat, soya fasulyesi üzerindeki ithalat kısıtlamaları ve ABD’nin yüzde 100’e varan gümrük tehditleri, salt ticaret politikası değil, aynı zamanda egemenlik jestleridir. Her iki taraf da birbirini “diz çöktürmekten” (bu bir “büyük savaşa” yol açar) çok, “kim bu hibrit denge içinde daha uzun süre dayanacak” sorusuna yanıt arıyor. Önümüzdeki kısa dönemde küresel jeopolitiği, büyük savaşlardan çok, tedarik zincirlerinin kırılması, iklim göçleri, enerji darboğazları, finansal dalgalanmalar gibi “krizlerin” yerel savaşları belirleyecek gibi görünüyor. Bu yeni dönemde “liderlik”, askeri güç ya da ticaret fazlası değil, krizler karşısında dayanıklılık kurma kapasitesiyle ölçülecek. Bu bağlamda, Şi’nin “uzun vadeli sabır” stratejisi, Trump’ın “ani hamle” siyasetine kıyasla daha istikrarlı görünüyor.
Busan’daki Trump-Şi fotoğrafı bize artık, “büyük güçlerin” düzen kurucu iradesinden çok, büyük kırılmalarla şekillenmekte olan bir dünyada yaşadığımızı düşündürüyor.
Ergin Yıldızoğlu
Bahçeli Barrack’ı eksik hedef aldı
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, TBMM grup toplantısı konuşmasında şöyle dedi: “ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın Bahreyn’in başkentinde ‘Türkiye ile İsrail arasında Hazar Denizi’nden Akdeniz’e kadar işbirliği göreceksiniz’ beyanatı görev yaptığı ülkeye politik rota çizme densizliğine heves eden bir sefilin ileri düzeyli akıl tutulmasıdır. Ülkemizde görev yapan dış misyon görevlilerinin yerini yurdunu bilmesi lazımdır. Hudut aşımına asla girmemeleri asıldır, kaçınılmazdır!”
Güzel. Böylece niyahet iktidar cephesinden Barrack’a bir yanıt gelmiş oldu. Ancak ne yazık ki bu tepki eksiktir, çünkü meselenin esasına işaret etmiyor.
MESELENİN ESASI İRAN
Bahçeli’nin bu açıklamasından bir gün önce, bu köşede, “Barrack ince ince dokuyor” başlığı altında, ABD Büyükelçisi Tom Barrack’ın “yeni Ortadoğu”da İran’a karşı nasıl bir Türkiye-İsrail cephesi inşa etmeye çalıştığını incelemiştim.
Barrack, 1 Nisan’daki ABD Senatosu’ndaki açıklamalarından başlayarak son “Hazar’dan Akdeniz’de Türkiye-İsrail işbirliği göreceksiniz” açıklamasına kadar adım adım hemen her konuşmasında işin esasına işaret etti: ABD bölgede İran’a karşı bir Türkiye-İsrail cephesi inşa etmeye çalışıyor.
Dolayısıyla meselenin esasına, yani bu işbirliğinin hedefinin İran olduğu gerçeğine işaret ederek Barrack’a ve dolayısıyla ABD planına tepki göstermek gerekiyor.
Ama Bahçeli “TRÇ: Türkiye-Rusya-Çin” ittifakı modeli önerisinde de olduğu gibi İran’ı görmüyor, İran’ı dışarıda bırakıyor.
TÜRKİYE ATLANTİK’TE BOĞULUYOR
Açıkça belirtmeliyim: Bölgede İran’ı dışlayan her politika, İsrail’e ve ABD’ye yaramaktadır. ABD, 15 yıl boyunca Irak’ı, 15 yıl boyunca Suriye’yi hedef aldı ve önümüzdeki 15 yıl boyunca da İran’ı hedef almak istiyor.
ABD, Irak ve Suriye’yi hedef alırken Ankara’yı kullandı, İran’da daha fazla kullanmak istiyor. Çünkü İran, ABD-İsrail için Irak ve Suriye’den daha büyük bir lokma.
Bu stratejik planlamayı görmeden günlük dar politikalarla yol alınamaz. Hatta “TRT Farsça’yla İran’ı rahatsız edeceğiz” türünden dar politikalar, adım adım Türkiye’yi ABD-İsrail stratejisine eklemler.
Asıl vahimi, Irak, Suriye ve İran derken sıra Türkiye’ye gelir! Ki “NATO’körlük” ile Atlantik’te boğulmak, tam da budur. Türkiye, hadi öncesini geçtim ama en azından son 30 yıldır, açık açık ABD “müttefikliği” adı altında Atlantik’te boğulmaktadır.
NE YAPILMALI?
- Türkiye, ABD’nin İran’a karşı Türkiye-İsrail cephesi planına karşı açık ve net duruşla karşı çıkmalıdır.
- Bu planlamayı pervasızca dile getiren ve “Yeni Ortadoğu”da bu cepheyi ören Barrack, “istenmeyen adam” ilan edilmelidir.
- Türkiye, en önemli komşusu İran’la işbirliğini güçlendireceğini ilan etmeli ve Türkiye, Çin ve Rusya’yla işbirliği modeline, Çin ve Rusya’nın bölgedeki en önemli ortağı olan İran’ı dahil etmelidir.
- ABD’nin İsrail hegemonyasındaki yeni Ortadoğu düzenine karşı verilecek en sağlam yanıt, Türkiye’nin İran, Mısır, Suudi Arabistan ve Pakistan’la “beşli güvenlik mekanizması” kurmasıdır.
AKP hükümeti ise tersine ABD’nin bu yeni Ortadoğu düzeninden pay kapma görüntüsü vermektedir, tıpkı iktidar olabilmelerini sağlayan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) eşbaşkanlığını kabul etmeleri gibi. Bahçeli’nin bazı Asyacı kurmaylarının öncelikle bunu görmesi gerekiyor.
Barrack ince ince dokuyor
ABD Büyükelçisi Barrack, Bahreyn’in başkenti Manama’da düzenlenen Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü forumunda yaptığı konuşmada şöyle dedi: “Türkiye ve İsrail savaşmayacak. Hazar Denizi’nden Akdeniz’e kadar bir işbirliği göreceksiniz.” (AA, 1.11.2025)
ABD’nin Hazar-Akdeniz hattında Türkiye ile İsrail’in işbirliği yapmasını istemesi demek, ABD’nin İran’a karşı Türkiyeİsrail işbirliğini istemesi demektir.
Başından beri iddiam bu: İçerideki açılım da Suriye’deki HTŞ-SDG’li “çözüm” de İran’a karşı Türkiye-İsrail cephesi inşa etmenin ara aşamalarıdır.
İRAN’A KARŞI ABD-İSRAİL-TÜRKİYE CEPHESİ
Ufuk Ötesi okurları anımsayacaktır, aylardır olgularını inceleyerek yaptığım çözümleme şu: ABD, inşa etmeye çalıştığı İsrail hegemonyasında yeni Ortadoğu düzeninde, İran’a karşı Türkiye-İsrail merkezli bir cephe inşa etmeye çalışıyor. Bu cephede Azerbaycan’ın, dört ülkedeki Kürt örgütlerinin, Irak ve Suriye’deki bazı Arap aşiretlerinin ve Körfez sermayesinin olmasını istiyor...
Barrack daha Türkiye’ye gelmeden önce 5 Nisan’da bu köşede “Barrack’ın Türkiye hedefi” başlığı altında incelemiştim. 1 Nisan’da ABD Senatosu’ndaki onay oturumunda sorulara verdiği yanıtların “Türkiye’yi komşularıyla ve Asya’yla düşmanlaştırmayı hedefleyen bir diplomata” işaret ettiğini belirtmiştim.
Barrack’ın 1 Nisan’daki o mesajlarından şu ikisini anımsatmalıyım:
- “Suriye’de Beşşar Esad’ın devrilmesiyle hem ABD hem Türkiye hem de İsrail için yeni bir alan açıldı. İran’a yakın bir ismin devreden çıkması ABD, Türkiye ve İsrail için iyi bir gelişme.”
- “Türkiye, Başkan Trump’ın İran’ın Ortadoğu’daki nüfuzuna karşı yürüttüğü azami baskı kampanyasının önemli bir ortağı.”
Bu iki mesaj açıkça ABD’nin İran’a karşı Türkiye-İsrail işbirliği istediğine işaret ediyordu.
BARRACK’IN YENİ ORTADOĞU SİYASİ HARİTASI
ABD’nin Ankara Büyükelçiliği dışında Suriye Özel Temsilciliği de yapan ama Güney Kafkasya’dan Irak’a, Lübnan’dan Körfez’e cirit atarak bir nevi Trump’ın Ortadoğu Özel Valisi gibi hareket eden Barrack’ın sonrasında kurduğu şu özel denklem ve hedeflediği şu harita zaten çok şey ifade ediyor: “Türkiye, İsrail, Körfez, Suriye, Lübnan, Irak, Ürdün, kuzeye çıkın Azerbaycan, Ermenistan... Bunları birleştirdiğinizde dünyanın en güçlü bölgesi ortaya çıkar.” (Haber Türk, 30.7.2025)
Barrack bölgede işte bu “siyasi haritayı” dizayn etmeye çalışıyor:
- Azerbaycan-Ermenistan barışına dahil olup Zengezur Koridoru’nu 99 yıllığına Trump koridoruna dönüştürerek, Azerbaycan-İsrail işbirliğini destekleyerek, Suriye’de HTŞ ile YPG/SDG arasında bir anlaşma yapılmasına çalışarak, Suriye-İsrail normalleşmesini sağlayarak...
- Gazze’nin Filistinlisizleştirilmesi planını adım adım uygulayarak, Körfez sermayesini “Riviera tipi Gazze”ya sponsor yapmaya çalışarak, Türkiye’den Hamas’ı Trump’ın Gazze planına ikna etmesini isteyerek...
- Irak, Suriye, Lübnan ve Gazze’deki İran etkisini ortadan kaldıracak işbirlikleri hazırlayarak, Lübnan’ı Hizbullah’ı silahsızlandırması için baskılayarak...
ŞARA ABD’YE ÇAĞRILDI
ABD’nin yeni Ortadoğu düzeninin modeli Suriye. Suriye’de HTŞ ile SDG anlaşmasına dayalı “federasyonumsu” yapı ile ABD hem Kürt planında bir aşama katetmiş olacak hem Suriye-İsrail normalleşmesi sağlayacak hem de buradaki uzlaşı üzerinden Türkiye-İsrail işbirliği zemini oluşturacak...
Barrack duyurdu: HTŞ lideri ve geçici Suriye Cumhurbaşkanı Şara 10 Kasım’da Beyaz Saray’a gidecek. Barrack’ın açıklamasına göre ABD’ye çağrılan Şara’dan istenilenler şunlar:
- Şara, ABD liderliğindeki IŞİD karşıtı koalisyona katılım anlaşması imzalayacak. (Böylece ABD’nin IŞİD’e karşı “kara ordum” dediği YPG/SDG ile HTŞ aynı cephede birleştirilecek.)
- Şara’nın ziyareti sırasında Suriye-İsrail müzakerelerinin beşincisi Washington’da yapılacak. Barrack’a göre Trump yıl sonuna kadar iki ülke arasında bir güvenlik anlaşması imzalanmasını bekliyor.
DEVLET AKLI DEĞİL EBELİK GÖREVİ
Görüleceği üzere ortada bir “devlet aklı” yok, tersine Ankara’nın Amerikan stratejisine eklemlenen iç ve dış politika uygulamaları var.
ABD, Türkiye’yi Saddam’a karşı Irak stratejisine ve Esad’a karşı Suriye stratejisine eklemleyebildi. Ve böylece ABD, Irak’ta Barzani devletinin ve Suriye’de PYD bölgesinin doğumu için Ankara’ya “ebelik” yaptırabildi. (ABD İran’da da Azeri Türkleri ve Kürtler için ebe peşinde.)
Nasılsa Türkiye’nin buralarda inşaat yapmaya, enerji ihalesi almaya iştahlı burjuvazisi var. Kimin umurunda ABD ve İsrail’in 50 yıllık planları!
Mehmet Ali Güller
/././
Cumhuriyet

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder