Evrensel "Köşebaşı + Gündem" -6 Kasım 2025-

 Casus belli -Arif Nacaroğlu- 

Başlık işin İngilizcesi değil Türkçesi. Malum, bir o kalmıştı, İstanbul belediye başkanını son çare, casusluk ile suçladılar. Kişilerin verilerini yabancılara vermiş. Kişisel veri deyince gülmemek elde değil.

Laflıyoruz.

- Geçen gün telefonum çaldı. Arayan Fatih Karakolundan Komiser Fatih(?). Hikaye malum. Hikaye malum da bilgiler ilginç. Geçen hafta nerelerde olduğumu, hangi marketten hangi banka kartıyla alışveriş yaptığımı, kimlik numaramı saydıktan sonra inandırıcı olsun diye rahmetli ablamın, kocasının bile bilmediği göbek adını (Münibe) söyleyince işin suyu çıktı. Casusluğa bak. Adam bankadan, Fatih nüfus kütüğünden, şehirler arası otobüs şirketlerinden her şeyi almış.

Hadi diyelim adam dolandırıcı. Geçen hafta öğlen emeklilik dilekçesini verip emekli oldum. Evdekilerin bile daha haberi yokken, yolda telefonum çaldı. Ünlü bir özel banka. İkramiyeme, maaşıma göz dikmiş. Telefondaki kadın en güven veren sesiyle promosyon filan diyor. Emekli maaşımı daha ben bilmeden o biliyor. Belli ki benim öğrenemediğimi o SGK’den öğrenmiş.

Bugün bir mesaj. ‘Şu plakalı aracınızın trafik sigortası 18 kasımda bitiyor. Size uygun teklifleri değerlendirin” deyip acayip paraları sıralamış. Ben unutmuşum, o unutmamış. Belli ki trafikten bilgi almış.

- Ee, ne olmuş. Bu da bir şey mi? Ben emekli olduğumda aynı gün telefonum çaldı. Banta kayıtlı adam, “Yaş haddinden emekliliğiniz hayırlı olsun. Performans arttırıcı malum ilaçları uygun fiyata adresinize gönderiyoruz. Kargo bize ait.” demez mi? Adamlar yatak odamıza kadar girmiş. Kişisel bilgilerimiz çarşamba pazarında satılıyor.

Herkesin bildiği şeyin casusluğu mu olur?

/././

 Türkiye’nin en zengin on kişisi, servetini 11 milyar dolar artırdı -Uğur Zengin- 

Türkiye’nin en zengin 10 insanı, 2020’den bu yana servetini dolar bazında yüzde 52 artırdı. On kişinin toplam serveti 20.9 milyar dolardan 31.9 milyar dolara çıktı ve sadece 5 yılda 11 milyar dolarlık servet artışı yaşandı.

Özellikle aile mirasıyla serveti yükselen Sinan Tara (yüzde 127.27) ve Saban Cemil Kazancı (yüzde 115.00) gibi isimlerin servetlerinde yaşanan yüzde yüzü aşan büyüme, sermaye birikiminin hızını gözler önüne seriyor. Listede yer alan üç Koç ailesi mensubunun servet artışı ise 4 milyar doların üzerine.

Söz konusu 10 kişinin serveti, 5 milyondan fazla asgari ücretlinin 1 senelik ücreti olduğu anlamına geliyor.

Ancak servet artışı halihazırda milyarder olanlarla sınırlı değil. Türkiye kapitalizmi, geçtiğimiz yıl dünyanın en çok dolar milyoneri yaratan ekonomisi oldu. Bir yanda artan servet, diğer yanda 2 yıldır süren IMF tandanslı kemer sıkma programı var. Kemer sıkılırken, MESEM’li çocuklar sürüldükleri sanayide can vermeye devam ediyordu.

Milyarderlerin artan serveti ile dolar milyoneri imalatında dünya lideri olan Türkiye’de yaşananlar tesadüf mü?

Bu durum, Marx’ın “Bir kutupta servetin birikmesi, diğer kutupta sefaletin birikmesidir" şeklindeki tespitini hatırlatıyor. Karl Marx’ın 150 yıl önce açıkladığı gibi, “Bir kutupta servetin birikmesi... aynı zamanda diğer kutupta, yani kendi ürününü sermaye biçiminde üreten sınıfın tarafında sefaletin, eziyetin, köleliğin, cehaletin, vahşiliğin, zihinsel yozlaşmanın birikmesidir.”

Bugün, ABD’deki hanelerin en zengin yüzde 0.1’i, yani 100 binin biraz üzerindeki kişi, toplumun en altındaki 64 milyon haneden altı kat daha fazla servete sahip.

Ülkemizde ve dünyada demokratik hakların yok edilmesinin sınıfsal içeriği budur. Artan baskı, servetini ve iktidarını ancak şiddet, baskı ve demokratik hakların tamamen yok edilmesiyle koruyabilen bir yönetici sınıfın ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır.

Eşitsizliğin sürekli artmasının temel nedeni, sermaye birikim sürecinin doğasında yatıyor. Bu sorunu sadece artan oranlı gelir vergilerinin olmamasına, servet vergisindeki eksikliklere ya da vergi cennetlerine yönelik etkisiz politikalar gibi yüzeysel faktörlere indirgemek mümkün de değil yeterli de değil. Kuşkusuz, bu tür politikalar eşitsizliği hafifletmek ve kamu kaynaklarını güçlendirmek açısından önemli araçlar. Ancak, asıl mesele sermayenin getirisi olan kâr, faiz ve rant gelirlerinin, emeğin gelirinden sistemli olarak daha hızlı büyümesi. Bu durum, eşitsizliğin yapısal olarak derinleşmesine yol açan güçlü bir eğilim yaratıyor.

Sermaye birikimi devam ettikçe, zaten sermayeye sahip olan kesim, bu birikimden orantısız bir şekilde faydalanmakta ve servetini katlıyor. Bu nedenle, küresel eşitsizlikle mücadelede yalnızca vergilendirme yoluyla geliri yeniden dağıtma çabaları, sorunun kökenine inmiyor. Küresel eşitsizlik ve sömürüyle gerçek anlamda mücadele etmek için, çözümü yüzeysel düzenlemelerde değil, köklü bir dönüşümde aramak gerekir: Üretim araçları ve doğal kaynaklar üzerindeki özel mülkiyet ve kontrol mekanizmalarının, tüm toplum yararına olacak şekilde demokratikleştirilmesi ve yeniden yapılandırılması şarttır.

/././

 Nafaka tartışmalarında nereden nereye?-Elif Turgut- 

Geçtiğimiz günlerde Türkiye gazetesinde, nafakasını ödemeyenlere tazyik hapsinin kaldırılacağına ilişkin bir kulis haber yayımlandı. Ve bunun 12. yargı paketinde olacağı yazıldı. Henüz 11. yargı paketi taslağının içeriğine dönük tartışmalar sürüyor, Türkiye’nin pek çok ilinde bunun toplumun tümüne bir saldırı olduğuna ilişkin, kadınlar, çocuklar ve LGBTİ’leri hedefe koyan bir paket olduğunu dile getiren eylemler yapıldı, yapılıyor. 

Kadınların medeni hakları iktidar tarafından ilk defa hedefe konmadı, bu yazıda nafaka üzerinden yakın geçmişten bugüne kadınların haklarına dönük saldırıları hatırlayalım:

AKP’nin kadın haklarına dönük saldırılarının daha yoğun başladığı 2010’lara gidelim. Kadınların medeni haklarına torba planlarda mutlaka nafaka tartışmasına da yer verilmeye başlandı. Yanlış anlaşılmasın, kadınların boşandıktan sonra nasıl yoksulluğa düştüğü, istihdamdaki eşitsizlik, çocuk bakımı sorumluluğu kadının sırtına bırakıldığında kadınların güvenceli bir yaşam nasıl kuracağı üzerinden değil, kamunun bundaki sorumluluğu üzerinden de değil... Kadının içine düştüğü yoksulluğu bir nebze hafifletecek nafakanın gasbı üzerinden. Buna dayanak ne oluyor? Nafaka karşıtları “Nafaka Mağduru Erkekler, Boşanmış Babalar, Aile Meclisleri” gibi isimlerle örgütlenip nafaka hakkının kısıtlanması için çabalıyor. İktidar da bu grupların söylemlerini nafaka hakkını kısıtlayacak politikalarının dayanağı olarak kullanıyor. Nafaka tartışmalarında tarihsel dönüşümlere devam etmeden bu argümana karşı gerçeğin altını çizmemiz gerekir: Kadın Dayanışma Vakfının 2024’te hazırladığı rapora göre Türkiye’de boşanan kadınların ancak yüzde 30 ila 40’ının nafaka aldığı tahmin ediliyor. Nafaka miktarları genelde çok düşük belirleniyor ve pek çok mahkeme nafaka ödenmesi kararı verse bile kadınlar nafaka alamıyor. Papatya’nın Ekmek ve Gül’e mektubunda anlattıkları, durumun vahametini özetliyor: “Beş yıldır bitmeyen boşanma davası, iki çocuk için belirlenen 575 liralık iştirak nafakası, sürekli ertelenen adalet ve artan ekonomik yük…” Bu mektup, nafaka tartışmalarının doğrudan kadınların yaşam hakkına dokunan bir mesele olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. 

Şimdi devam edelim...

2015 yılında Boşanmaların Araştırılması Komisyonu Mecliste kuruldu. Komisyonun Meclise sunduğu 476 sayfalık raporu ise fecaatti. Komisyonda hazırlanan raporda, kadınların nafaka hakkını evlilik süresi ile bağlantılandırarak kısıtlanması ve kadınların boşanmadan caydırılmaya çalışılması öne çıkıyordu. Kadınların, 1-2 yıl içerisinde mal paylaşımı davası açmazlarsa eğer, haklarını tümüyle kaybedecekleri yeni bir düzenleme de yer alıyordu. Cinsel istismara evlilikle af getirmek isteyen, şiddet gören kadınlara verilen tedbir sürelerinin kısıtlanması, boşanmalarda ara buluculuk uygulaması gibi önerilerin bulunduğu rapora karşı Türkiye’nin farklı yerlerinde kadınlar sokaklara döküldü. Bu kitlesel ve kararlı karşı çıkışın ardından bu rapor rafa kaldırıldı, ancak sürekli raftan indirilmek üzere bu politikalar ısıtılıp ısıtılıp yıl aşırı gündeme getirildi.

İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılma kararının bir gecede Cumhurbaşkanı tarafından alındığı 2021 yılında, aynı tarihlerde Mecliste Kadına Karşı Şiddet Araştırma Komisyonu kurulmuştu. İronik. Komisyonunun dokuzuncu toplantısında Ankara Adli Yargı İlk Derece Mahkemesi Adalet Komisyonu Başkanı Yılmaz Çiftçi, eşe karşı şiddet suçunda “bir defaya mahsus” uzlaştırmacı getirilmesi önerisinin yanı sıra tedbir nafakasının 6284 sayılı Kanun’da yer almaması gerektiğini söyledi; nafaka, velayet, tazminat değerlendirmelerinin sonuçlarının boşanma davasından ayrı ele alınması gerektiğini savunmuştu. 

Bu komisyonun tartışmalarının ardından bir 6. yargı paketi taslağı 2022 yılında gündeme geldi: Nafaka hakkının evlilik süresiyle sınırlandırılması, kadınlara ödenecek maddi ve manevi tazminatlar için kadınların ayrıca dava süreci yürütmek zorunda bırakılmaları, boşanmalara ara buluculuk uygulaması getirilmesi, evlilik süresi sınırından sonra ödenmesi gereken nafakanın “sosyal yardıma” dönüştürülmesi, yoksulluk nafakasının yanı sıra çocuklara ödenen iştirak nafakasının da topun ağzına konması vardı içinde. Ancak Meclise sunulan tasarı tepkilerin ardından geri çekildi. 2023 yılında ise seçimin ardından oluşturulan kabinede Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş’ın göreve geldiği anda yaptığı ilk açıklama “Süresiz nafaka bence adil bir durum değil. Mağdur olan erkeklerimiz varsa onun da yanındayız” idi. Bunun üzerine aile çalıştayları, Medeni Kanun çalıştayı düzenlendi, kimi çalıştaylarda kamu görevlileri tarafından nafakanın “Aileyi dağıttığı” iddiaları öne sürüldü. 2024 yılında ailenin korunması ve güçlendirilmesi vizyon belgesi ve eylem planı açıklandı. Hukuki düzenlemelerin “aile” odaklı yapılacağı belirtildi. Bunun ardından da gelsin yargı paketi taslakları...

Tüm bu tablo gösteriyor ki, nafaka tartışması yalnızca bir “ekonomik düzenleme” meselesi değil, kadınların Medeni Kanun’la elde ettikleri temel haklara yönelik sistematik bir müdahalenin parçası. Her yeni “yargı paketi”, her “aile vizyon belgesi”, her “çalıştay” kadınların kazanılmış haklarını adım adım budamanın araçlarına dönüştürülüyor.

/././

 ‘Demokratik Sosyalist’ Mamdani New York’u kazandı; şimdi ne olacak?-Aras Coşkuntuncel- 

Salı günü “Demokratik Sosyalist” etiketiyle seçimlere giren Zohran Mamdani, New York’un ilk Müslüman, ilk Güney Asya kökenli ve neredeyse son yüz yılın en genç belediye başkanı seçildi. Mamdani’nin bu zaferi üç açıdan oldukça önemli. Birincisi işçi ve emekçilerin gündelik somut ihtiyaç ve taleplerini merkezine alan mesajlar sadece popüler değil, aynı zamanda bu tarz siyaset açık ki birbirlerinden pek farkı olmayan diğer Cumhuriyetçileri ve Demokratları yenmenin de yolu. Emekçiler, gençler, kadınlar emek yanlısı cesur politika ve platformlara aç. İkincisi Mamdani’nin ve New York’taki “Demokrat Sosyalistlerin” ve yerel, ulusal birçok örgütün 26 bin gönüllüye ulaşan, on binlerce kapıyı tek tek çalıp meydanlarda çalışma yürüten, gençleri, emekçileri, göçmenleri şevkle harekete geçirebilen, yeni teknolojileri geleneksel örgütleme çalışmalarının hizmetine veren seçim kampanyası ve örgütlenmesi, sosyalistler için örgütlenmenin hem yolunu gösteriyor hem de sosyalistlere bir örgütlenme koridoru açıyor. Vaatlerinin bazılarının gerçekleşmesi ve hem belediye başkanı olarak kendisinin hem de bu hareketin Trump yönetimine karşı direnebilmesi için bu örgütlü mücadelenin devam etmesi, hatta daha da büyümesi lazım. Üçüncüsü kendini Demokrat Partiye eklemleyen ve Demokrat Partiyi seçimlere odaklı, yerel ya da federal düzeyde seçtirebildikleri adaylarla içeriden değiştirebileceğine inanan “Demokratik Sosyalistler” ve Mamdani’ye çok güvenmemek lazım. Mamdani’nin yeni bir Bernie Sanders ya da Alexandria Ocasio-Cortez olacağı açık.

ABD’de federal seçimlerin çift sayılı yıllarda kasımın ilk pazartesinden sonraki salı günü yapılması 1845 yılından beri yasayla sabitlenmiş. Çiftçilere ve çiftçilerin şehre gelip oy kullanabilmesine kolaylık olsun diye hasat sonrası ama kış öncesi, Kasım ayında ve kilise günü olan pazar sonrası ve çiftçilerin pazar kurma günü olan çarşamba öncesi bir gün düşünülmüş. Birçok eyalet ve şehir de yerel seçimler için bu kural ve mantığı benimsemiş ve böylece hemen her yıl kasımın ilk pazartesinden sonraki salı günü yerel ya da federal seçimler günü haline gelmiş. Geçtiğimiz salı günü birçok yerel seçim olmasının sebebi bu. Ve bu seçimler içinde en ilgiyle izleneni, hem kendi partisinin hem de Cumhuriyetçilerin tüm çabalarına rağmen yükselişini sürdüren Mamdani’nin seçimiydi. Trump eğer “Komünist Mamdani seçilirse” New York’a federal fonları keseceği tehdidinde bulunmuş, birçok Demokrat Parti kodamanı ya Cuomo’yu desteklemiş ya da Mamdani’yi desteklemekten geri durmuşlardı. Mamdani de zafer konuşmasının hedefine Trump’ı aldı, “Mücadele etmeye hazırız” dedi ve Demokrat Partiye de Trump’a karşı “yanıma gelin” mesajı verdi.

Sosyalizm söylemi

Mamdani’nin sosyalizmi, kendi tanımlamasıyla, “Herkes için daha iyi bir gelir dağılımı” söylemine dayalı ve otobüslerin ücretsiz olması, bazı kriterlere uyan kiraların dondurulması, belediyeye ait, dolayısıyla fiyatların daha ucuz olacağı marketlerin açılması ve ailelere çocuk bakım desteği gibi sosyalizm kırıntısı vaatlerden oluşuyor. Yani sosyal harcamaların olduğu bir kapitalizm. Bu bile New York Post’un manşetine Mamdani’yi elinde orak-çekiçle çizmesine ve Cumhuriyetçilerin, bazı Demokratların ve Elon Musk gibilerinin Mamdani’den komünist olarak bahsetmesine yetti. Müslüman olduğu için New Yorklulara 11 Eylül’ü hatırlatan ırkçı paylaşımlar da gırlaydı.

Mamdani’nin arkasında kitlesel bir emek partisi yok. Seçim gecesi de “Umarım gönüllüler mücadeleyi ve örgütlemeyi bırakmaz” diye umudunu ve temennisini dile getirdi. Bunun getirisi olarak ve arkasındaki “Demokratik Sosyalistler”in Demokrat Partiye eklemlenmiş bir siyaset izlemesinden dolayı kendisi de başkanlığını sürdürebilmek için bir şekilde parti içinde kalıp içeride uzlaşmaya yönelecek. Demokrat Partide ise aynı anda iki yaklaşım vardı. Bir grup adaylığının altını oymaya çalışırken Obama ve Bernie Sanders’ın başını çektiği grup Mamdani’yi makulleştirip parti içinde bir oyuncuya çevirmeye ve kampanyasını, örülen ağı Demokrat Partiye devşirmeye uğraşıyordu. İlk grup kaybetti, ikinci grup başarılı oluyor.

Makul Mamdani

Ön seçimler ile salı günkü seçimler arasında milyarderlerden bağış kabul etmeye başladı; Filistin’le ilgili birçok söyleminden geri adım attı; milyarder ailesi sebebiyle New York Polis Departmanının başına getirilmiş fanatik siyonist Jessica Tisch’i görevde tutacağını açıkladı; daha önce bahsettiği polis teşkilatının finansmanını kısmak gerektiği söyleminden geri adım attı; yönetimine siyonistleri de alacağının sözünü verdi; Trump yönetiminin Venezuela açıklarında donanmayı yığdığı, sivil botları bombaladığı, bakanlarının Venezuela ve Küba’yı tehdit ettiği günlerde Nicolas Maduro ve Miguel Diaz-Canel için “diktatör” deyip seçimleri, medyayı, muhalefeti bastırıyorlar diye ortaya atladı.

New York belediye başkanlığı seçimlerinin önemi, sosyalist ve işçi sınıfı eksenli bir mücadele için alan açmış olması ve sosyalizm mesajının emekçiler, gençler, kadınlar, göçmenler arasındaki popülerliğini kanıtlamış olması. Bu sadece New York için geçerli değil, İşçi Sınıfı Politikaları Merkezi (CWCP) ve partnerlerinin yakınlarda yayımlanan oldukça geniş kapsamlı araştırmasına göre, ekonomik adaleti dillendiren işçi sınıfı odaklı bir siyaset bütün seçimlerde kritik öneme sahip ve tarihsel olarak işçi sınıfı kentlerini içinde barındıran Wisconsin, Ohio, Michigan, Pensilvanya gibi eyaletlerde oldukça etkili ve bu eyaletlerdeki seçmenlerin çoğunluğu, iki partinin dışına çıkacak “yeni bir siyasi güce” ve “bağımsız bir siyasi işçi birliği” kurulmasına destek veriyor. İrili ufaklı birçok sosyalist örgüt ve grubun bu andan yararlanıp üzerine sosyalist bir hareket inşa edip etmeyeceği, seçim sürecinde yaratılan örgütlülüğün ve mücadelenin sürdürülüp yükseltilmesine bağlı.

/././

 Ücretli emeğin sefaleti -Erkan Aydoğanoğlu- 

Yoksulluk, artık Türkiye’de ücretli emeğin değişmeyen kaderi oldu. İşçisiyle, memuruyla, emeklisiyle milyonlar, “enflasyonla mücadele” maskesi altında ücretleri baskılayan politikaların yarattığı sefalet tablosunda birleşiyor.

Toplam çalışan nüfusun dörtte üçünü oluşturan ücretli emekçiler çalışma biçimleri ve statüleri farklı olsa da hepsi aynı acı tabloda buluşuyor. Yıllardır “mali disiplin” bahanesiyle ücretleri baskılayan ve sosyal harcamaları budayan politikalardan kaynaklanan en ağır yükü ücretli emekçiler ve onların aileleri çekiyor.

Türkiye’de uzun süredir etkisini hissettiren hayat pahalılığı, ücretlilerin alım gücünü hızla eritti. En temel ihtiyaçlarını karşılayamayan, faturalarını ödeyemeyen, borçlanmadan ay sonunu getiremeyen milyonlar adeta sefalette eşitlendiler.

Çok sayıda emekçi birden fazla işte çalışsalar bile en temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Bu amansız mücadele, emekçilerde kaçınılmaz olarak “yetersizlik” ve “değersizlik” hissi yaratıyor. Ülkeyi ayakta tutan emeğin, kendi hayatını idame ettiremez oluşunun ağır psikolojik yükü altında eziliyorlar.

Emekçiler sağlıklı beslenme, barınma gibi en temel fiziki ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük çekerken, tasarruf yapma, konut sahibi olma veya çocuklarını iyi okullarda okutma gibi eskiden orta sınıf standartlarına ait olgular bile giderek erişilmez hale gelmeye başladı. Ücretli emekçiler sadece ekonomik kaynaklardan değil, toplumsal yaşamın birçok alanından da büyük ölçüde dışlanmış durumdalar.

Türk-İş’in son verilerine göre dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 28 bin, yoksulluk sınırı 92 bin lira. Yılbaşında 22 bin 104 lira belirlenen asgari ücret yılın ilk 10 ayında fiilen 6 bin 322 lira eridi. Önümüzdeki iki ayda erime devam edecek. Hükümet 2026 yılında asgari ücrete yüzde 20-25 zam yapmayı planlıyor. Asgari ücrette gerçekleşen enflasyonun üzerinde artış yapılsa bile satın alım gücü açısından ocak 2025 seviyesinin altında kalması kaçınılmaz.

Dünyanın her yerinde sosyal güvenlik sistemleri emekçileri “işsizlik, hastalık, yaşlılık” gibi risklere karşı korumayı amaçlarken bizde emekçinin yaşadığı sefaleti tescilleyen bir yapıya dönüşmüş durumda. Emekçilerin büyük bölümü işsiz kalınca işsizlik sigortasından yararlanamıyor, hastalanıyor tedavi olamıyor, emekli olabilirse, çalışırken ödediği primler ne kadar çok olursa olsun, asgari ücretin çok altında bir emekli aylığı ile yaşamaya mahkum ediliyor.

Çalışan nüfusun büyük bölümünü oluşturan ücretli emekçilerin yaşadığı sefalet, sadece onların değil ülkenin utancıdır. Emekçiler yaşadıkları bütün olumsuzluklara rağmen emeğiyle, alın teriyle ülke ekonomisini ayakta tutarken, mevcut sistem onları her seferinde açlığa, yoksulluğa ve sefalete mahkum ederek adeta cezalandırıyor.

Mecliste görüşmeleri devam eden 2026 bütçesi ise ücretli emeğin yaşadığı sefaletin önümüzdeki yıl derinleşerek süreceğini gösteriyor. Emekçilerin insan onuruna yaraşır ücret ve insanca yaşam talebi bir kez daha iktidarın “enflasyonla mücadele” yalanlarına feda edilmek isteniyor.

Ücretli emekçilerin yaşadığı sefalet sadece bir durum tespiti değil, her sabah kalkan milyonların gerçeğidir. Emeği bölerek ayrıştırmaya çalışanlar, artık aynı yokluğun altında kenetlenen geniş bir emekçi kitlesiyle karşı karşıya. Bu durum, farklı statülerdeki tüm çalışanlar için adalet ve insanca yaşam mücadelesinin zeminini her geçen gün güçlendiriyor.   

/././

Mahkeme AYM kararına uymadı: Tayfun Kahraman'ın 'yeniden yargılanma' talebi reddedildi

AYM’nin “adil yargılanma hakkı ihlali” kararına rağmen İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, Tayfun Kahraman’ın yeniden yargılama ve tahliye talebini reddetti. Mahkeme, AYM’yi “yetki gaspı”yla suçladı.

Gezi Parkı davası tutuklusu Tayfun Kahraman hakkında Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) verdiği “adil yargılanma hakkı ihlali” kararına rağmen İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, yeniden yargılama talebini reddetti.

Mahkeme, kararında AYM’yi “yetki gaspı” yapmakla suçladı ve infazın durdurulması ile tahliye taleplerini de reddetti.

Mahkeme kararında şu ifadelere yer verdi: “Anayasa Mahkemesi somut olayda bireysel başvuru incelemesi sonucu hak ihlali kararı verirken adeta temyiz makamı gibi hareket etmiş hem Anayasa’ya hem de kanunun emredici hükmüne açıkça aykırı hareket ederek yetki gaspında bulunmuştur.”

AYM ihlal kararı vermişti

Anayasa Mahkemesi, 16 Ekim 2025’te açıkladığı kararda, yaklaşık 4 yıldır tutuklu bulunan şehir plancısı Tayfun Kahraman’ın “Hakkaniyete Uygun Yargılanma Hakkı”nın ihlal edildiğine hükmetmişti. AYM, gerekçeli kararında, yargılama sürecinde adil yargılanma güvencelerine uyulmadığını ve bu nedenle yeniden yargılama yapılması gerektiğini belirtmişti.

Kararın ardından Kahraman, avukatı Cansu Çifçi aracılığıyla 17 Ekim’de İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvurarak tahliyesini ve yeniden yargılanmasını talep etmişti.

Kahraman dört yıldır tutuklu

Tayfun Kahraman, Gezi Parkı Davası kapsamında 2019 yılında tutuklanmış, aradan geçen süre boyunca ciddi sağlık sorunları yaşamasına rağmen tahliye edilmemişti. AYM’nin ihlal kararına rağmen yerel mahkemenin kararı uygulamaması, Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı konusundaki tartışmaları yeniden gündeme taşıdı.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi kararları

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, Gezi Parkı Davası’nda 26 Nisan 2022’de Osman Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet, Tayfun Kahraman, Can Atalay, Mine Özerden ve Çiğdem Mater’e 18’er yıl hapis cezası vermişti.

Mahkeme, Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali kararına daha öncede uymadı. Ekim 2023’te AYM’nin Can Atalay hakkındaki “seçilme hakkı ve kişi hürriyeti ihlali” kararını tanımayarak dosyayı Yargıtay’a gönderdi.

Mahkeme Başkanı Mesut Özdemir, daha önce de AYM’nin “hukukun üstünlüğünü zedelediğini” tespit ettiği Enis Berberoğlu kararında yer almış bir hakim. Avukatlar, bu kararlar nedeniyle hakimler hakkında “Anayasa’yı ihlal ve görevi kötüye kullanma” gerekçesiyle HSK’ye şikayette bulunmuştu.

***

EVRENSEL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -6 Kasım 2025-

Gürlek ekibi işi eline yüzüne bulaştırdı: Ne oldu, niye oldu Sabah baskınları öğlene sarktı, savcılık açıklaması için saatlerce beklendi, se...