soL "Köşebaşı + Gündem" -6 Kasım 2025-

Gürlek ekibi işi eline yüzüne bulaştırdı: Ne oldu, niye oldu

Sabah baskınları öğlene sarktı, savcılık açıklaması için saatlerce beklendi, serbest bırakılan Emniyet'ten çıkamadı, çıkan telefonunu alamadı. Peki niye bu saçmasapan tablo ortaya çıktı?

Yandaş medyanın 6 ay önce “İBB finanse ediyor” diyerek hedef gösterdiği 6 gazeteci hakkında bu sabah gözaltı kararı çıkarıldı.

Saat 06.00 civarında Yavuz Oğhan, Soner Yalçın, Şaban Sevinç ve Batuhan Çolak’ın evine baskın düzenlendi. Arama yapılmadı ama telefonlarına el konuldu.

Ruşen Çakır gözaltı listesinde olduğunu polisten değil, 08.38’de Sabah gazetesinden öğrendi.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı ise kamuoyunu tam 2 saat sonra bilgilendirdi.

Bu süreçte “operasyon sürüyor” gerekçesiyle avukatların gözaltındaki gazetecilerle görüşmesine izin verilmezken, Ruşen Çakır yaklaşık 5 saat evinde gözaltına alınmayı bekledi, bu sırada mutfakta biriken bulaşıklarını bile yıkadı.

Saat 11.00’e doğru Çakır da gözaltına alındı. Listeden sadece ABD’de olduğu öğrenilen Aslı Aydıntaşbaş’a ulaşılamadı.

Gariplikler burada bitmedi. Gazetecilere “yalan bilgiyi alenen yayma” ve “suç örgütüne yardım etme” suçlamaları yöneltildi ama ifadeleri Mali Şube’de alındı.

İfadelerin ardından “sevk” kaosu başladı. Yavuz Oğhan’ın önce serbest bırakılmasına karar verildi. Kimliği ve telefonu iade edilen Oğhan, elinde tutanak olmasına rağmen Emniyet’ten çıkarılmadı. Kimliği ve telefonu tekrar alındı, adliyeye sevk edileceği düşünüldü ama kısa süre sonra Emniyet kapısından çıkarken görüntülendi.

Serbest bırakılan Şaban Sevinç’e ise telefonu iade edilmedi.

Başsavcılık rezil mi oldu, vezir mi?

Peki niye bu saçmasapan tablo ortaya çıktı?

Kimileri, durumu, "Gördünüz mü, Başsavcılık kafasına göre istediğini yapabiliyor, bir tutuyor bir bırakıyorlar" diye yorumluyor.

Oysa, gerçeğin bu yorumun tam tersi olması olasılığı daha güçlü: Başsavcılık, kafasına göre hiçbir şeyi istediği gibi yapamadığı için bu tablo ortaya çıkıyor.

Sonuçta bugün yaşananlar, neresinden bakarsanız bakın, Başsavcılık açısından rezillik. Bu bilinçli olarak, mesaj vermek için yapılıyorsa, verilecek tek mesaj "Bunlar ne yaptıklarını bilmiyor" olabilir.

Her şeyin bu kadar değişmesi, çok fazla odağın sürece müdahil olup işe karışmasından kaynaklanıyor gibi görünüyor.

Her durumda, bugün yaşananlar, ortada hukuki değil, tümüyle siyasi bir sürecin yürümekte olduğunu bir kez daha kanıtladı.

***

Ülkücü çete liderleri neden kaçıyor?

Gün boyu ülkücü çete liderlerinin hazırlığı yapılan bir operasyon nedeniyle yurt dışına kaçtığı öne sürüldü. Peki, iddiaların arka planındaki siyasi hesaplar neler?

soL’da uzun süredir yargı operasyonlarının AKP içi krizle bir ilgisi olduğunu vurguluyorduk.

Son dönemde buna AKP-MHP ilişkilerinin de eklendiğine işaret etmiştik.

Bugün sabah saatlerinden itibaren ülkücü çete liderlerinin yine hazırlığı yapılan bir operasyon öncesi uyarıldığı, bazı isimlerin ülkeyi terk ettiği ifade edildi.

Bu iddialarla birlikte ilgili isimlerin ülkeyi terk etmesinde Bahçeli uyarısının da etkili olduğu öne sürüldü. Alaattin Çakıcı ve Kürşat Yılmaz’ın bu şekilde kaçtığı ifade edildi.

Söz konusu operasyonun sadece bu isimlerle sınırlı olmayacağı, çok daha geniş bir kapsamı olacağı da dile getirildi.

İddialardan biri sadece Kürşat Yılmaz’ın, diğeri ise hem Çakıcı hem de Yılmaz’ın kaçtığı yönünde. Edindiğimiz bilgiye göre ise kaçtığı belirtilen “ünlü” çete liderleri adı geçenlerle sınırlı değil.

Peki, neler oluyor? soL, bu iddiaların arka planını araştırdı.

Peki bu sıradışı gelişmenin sebebi ne?

Öncelikle, gelişmenin niye “sıradışı” olduğundan başlayalım.

Bu iki suç örgütü lideri, Alaattin Çakıcı ve Kürşat Yılmaz, 2021 yılında Bahçeli sayesinde salıverilmişti. MHP lideri, “dava arkadaşım” dediği Çakıcı ve “kahraman” dediği Yılmaz için girişimlerde bulunmuş, bu isimlere infaz indirimi uygulanmış ve iki çeteci serbest bırakılmıştı.

Bu iki isim de tahliyelerinden sonra MHP çizgisinden milim şaşmadı. Nitekim, geçen yıl Bahçeli’nin ortaya attığı “çözüm süreci” için de hem Çakıcı hem Yılmaz destek ifade etmişti. 

Yine MHP kökenli bir diğer suç örgütü lideri Sedat Peker’in yurtdışına kaçması ve iktidarı hedef alan söylemler içine girmesi de aynı döneme denk gelmişti.

Dolayısıyla, iktidar ortağı partiye bu kadar yakın iki ismin, ki üçüncü bir ismin daha kaçtığı iddia ediliyor, ülkeyi terk etmiş olmasına “sıradışı” demek yanlış olmaz.

Niye gittiler?

Kimi yorumcular, durumu, Peker lehine değişen dengeye bağlıyor.

Çakıcı ekibiyle Peker ekibi arasında gerilim olduğu sır değil. Son dönemde MHP içinden Sedat Peker’e sıcak mesajlar verilmeye başlanmıştı. Özellikle Genel Başkan Yardımcısı İzzet Ulvi Yönter, Peker’e yeşil ışık anlamına gelen mesajlarıyla dikkat çekmişti.

Dolayısıyla, kimileri, Peker’in yurda dönüşünün faturasının Çakıcı, Yılmaz ve diğerlerine çıktığını öne sürüyor.

Öte yandan, büyük resme bakıldığında, Çakıcı-Peker gerilimini aşan bir durum olabileceği görülüyor.

Son dönemde MHP’nin AKP’ye tepkili olduğu, çeşitli vesilelerle kamuoyuna yansıdı.

En açık gösterge, Emniyet kararnamesinde oldu. 15 Temmuz sonrasındaki ittifakta özellikle güvenlik bürokrasisinde büyük ağırlık kazanan MHP, bu yılki kararnamede polis teşkilatı içinde birçok kritik konumunu yitirdi.

Ardından gelmesi gereken Valiler kararnamesi hâlâ çıkmış değil. Orada da benzer bir tablonun oluşacağı fakat MHP’nin direndiği konuşuluyor.

İki parti arasındaki gerilim niye bu dönemde şiddetlendi? Çünkü, görünen o ki, AKP’nin tam boy Amerikancı bir çizgiye geçip, ABD Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’ın dürüst ifadesiyle “Trump’tan meşruiyet alma” yoluna girmesi, MHP nezdinde, ittifaktaki vazgeçilmez konumlarının tehlikeye düşebileceği algısı yarattı.

Bahçeli’nin “Türkiye-Rusya-Çin ittifakı” söylemi, aylarca en skandal açıklamalarını dahi eleştirmediği Barrack’ın “Türkiye ile İsrail arasında Hazar Denizi'nden Akdeniz’e kadar işbirliği göreceksiniz” ifadesine sert tepki göstermesi gibi çıkışlar, ABD’yle tam bir uyum yakalamış bir AKP’nin MHP dışı alternatiflere gözünü çevirmesini sağlaması riskinden de kaynaklanıyor.

Bir de ortada Kıbrıs konusu var.

Kuzey Kıbrıs, uzunca süredir Türkiye’nin “kirli arka bahçesi”ne çevrilmiş durumda. Kara para, uyuşturucu, kumar, bahis gibi işler buradan yürütülüyor. Çakıcı ve Yılmaz’ın yurtdışına kaçışları, Kıbrıs’ta MHP’ye yakın isimlerin son yıllarda kazandığı ağırlığın da üzerine gidileceğine yönelik bir algıyla bağlantılı görünüyor. Bahçeli’nin Kıbrıs seçimlerini Tufan Erhürman’ın kazanmasından birkaç saat sonra yaptığı “Sonuçlar tanınmamalı” şeklindeki akıl dışı açıklamanın da bu durumla ilgili olduğu düşünülüyor.

Her durumda, Çakıcı ve Yılmaz’ın yurtdışına çıkmalarının, batıya tamamen yakınlaşmaya çalışan devlet açısından “genel bir saha düzleme” niteliğinde bir temizlik anlamına gelip gelmeyeceği henüz soru işareti.

Öte yandan, yıllanmış çete liderlerinin bir kısmının tasfiyesinin gerçek bir temizlik olmayacağı kesin. Zaten Türkiye’deki giderek kötüleşen toplumsal durum, özellikle İstanbul’un yoksul mahallelerinde çıkan çetelerin birkaç yıl içinde uluslararası mafya örgütlenmeleri haline gelmesine zemin hazırladı.

Batıya yanaşmanın, ve belki bu uğurda, Milli İstihbarat Akademisi’nin Temmuz ayında önerdiği gibi İran’a karşı olası bir ABD-İsrail operasyonuna katılmanın AKP’yi yaşadığı tıkanmadan uzun vadede kurtarıp kurtaramayacağıysa gerçek bir soru işareti.

***

AKP'nin Akın Gürlek savunması suçun ikrarı: Lüksemburg görevinin ne zaman olduğunun hiçbir önemi yok!-Ali Ufuk Arikan-

Akın Gürlek Eti Maden'in yurt dışı işletmesinin yönetimine ne zaman atandı, ne zaman istifa etti? Tartışmaların merkezinde bu sorular var. Oysa o sırada ister bakan yardımcısı olsun ister olmasın, tarihlerin de bu bilginin de hiçbir önemi yok. soL, Gürlek iddialarının kritik yönünü Ömer Faruk Eminağaoğlu ile konuştu.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’in Eti Maden’in yurt dışı işletmesinin yönetim kurulunda yer aldığı ve buradan avro olarak maaş aldığı iddiası dün akşamdan bu yana gündemin en çok konuşulan başlıkları arasına girdi.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Gürlek’in İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı  görevindeyken bu görevlendirmenin yapıldığını, 9 ay boyunca da ilgili kurumdan maaş aldığını söyledi. Başsavcı Gürlek’i korumak adına AKP cephesinden gelen yanıtta, görevlendirmenin Adalet Bakan Yardımcılığı döneminde yapıldığı, başsavcılık görevlendirmesi sonrası ise istifa ettiği ifade edildi. Arada yapılan ödemelerin sehven olduğu, iade edildiği de eklendi.

Ancak bu gündemde sorun AKP’lilerin bu açıklamasıyla çözülmüyor.

Gürlek’in söz konusu göreve getirilmesinin hangi tarih ve görevdeyken olduğunun da hiçbir önemi yok.

Dolayısıyla CHP cephesinden gelen “o sırada başsavcıydı, Bakan Yardımcısı değil” savunmasının da bir önemi yok.

Ortada çok daha büyük bir ihlal var.

Tartışmalara konu olduğu üzere Gürlek, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı öncesi Adalet Bakan Yardımcılığı görevinde bulunuyordu. Bu görevinden önceyse AKP iktidarının önemli birçok siyasi davasında hakim olarak görev yapmış, kritik dosyalarda önemli ceza kararlarına imza atmıştı.

Yani Gürlek Bakanlık görevi öncesinde hakimlik görevinde bulunuyordu.

Konun asıl önemli yanını tam da burası oluşturuyor.

Sorun çok daha büyük

Konuya ilişkin görüşlerini aldığımız eski YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, Gürlek’in Adalet Bakanı yardımcılığının diğer bakan yardımcılığı görevlerinden farklı hükümlere tabi olduğuna işaret etti.

Bunun savcı ve yargıç kökenli bakan yardımcılarına ilişkin hükümlerle doğrudan bir bağı var.

Buna göre bakan yardımcılığı görevine atanan yargıç ve savcı kökenli kişiler, doğrudan yargıç ve savcıların bağlı bulunduğu hükümlere tabiler.

Eminaoğlu bu durumu soL’a yaptığı şu açıklamayla özetledi:

“Akın Gürlek’in Bakan Yardımcılığı bir idari görev. İdari görevde yargıç ve savcı hükümlerine tabi olmaya devam ediyordu. Bu tip isimler ister bakan yardımcısı olsun, ister yargıç ve savcı olsun fark etmiyor. Anayasa’da hüküm çok açık, her durumda aynı hükümlere tabiler. Bu nedenle hiçbir biçimde resmi ve özel bir kurumun yönetiminde görev alamazlar.”

'Tarihin de görevin de bir önemi yok'

AKP cephesinden gelen aklama girişimlerine dair  değerlendirmede bulunan Eminağaoğlu,Şimdi aklanma yarışına girildi, o sırada bakan yardımcısıydı gibi çıkışlar duyuluyor. Tekrar ediyorum, ister o sırada bakan yardımcısı olsun ister olmasın, tarihlerin de bu bilginin de hiçbir önemi yok. Olsa da olmasa da değişen hiçbir şey yok. Hükümlere aykırı bir adım atıldığı çok netifadesini kullandı.

'Derhal işlem başlatılmalı'

Bu durum dolayısıyla Gürlek hakkında HSK’nın derhal işlem başlatması gerektiğine işaret eden Eminağaoğlu, kazançların mal beyanında gösterilip gösterilmediğinin, ilgili kurum Varlık Fonu'na devredildiği için bunun bir kamu parası olması dolayısıyla elde edilen gelirin zimmet suçunu dahi oluşturup oluşturmayacağının ileri tartışmalar olarak gündeme gelebileceğine işaret etti.

Eminağaoğlu, yargıç ve savcıların özel soruşturma hükümlerine tabi olduğunu da belirtirken, "Bulunduğu sınıfa göre HSK mı izin verecek, Bakanlık mı soruşturacak, Yargıtay mı soruşturacak bu konuda da ilgili kurumların bir an önce netlik sağlaması, bunu duyurması gerekir" dedi.

***

Düzensizliğin düzeni arayışları -Ali Rıza Aydın-

Bu kargaşadan yeni anayasa çıkar mı, çıkarsa neye benzer? Güncel çözüm sürecini de yeni anayasa tartışmaları kapsamında kayıtta tutmakta yarar var.

“Aydınlığa açık karanlığa kapalı” diyerek başlayan AKP’nin 23 yıllık süreci emekçi halk yönünden “açık” ve “kapalı” sözcüklerinin yer değiştirmesiyle kısa yoldan anlatılabilir. Anlatım, “ranta ve piyasaya açık kamuculuğa ve halkın refahına kapalı” veya “sömürüye açık eşitlik ve adalete kapalı” gibi sözcük dizileriyle dile dökülebilir.

Erdoğan’ın “Türk demokrasisini sivil damgalı yeni anayasa ile taçlandırma irademiz bugün de baki. Şartlar ne olursa olsun bu hedefimizden kopmadık ve kopmayız. Darbelerden değil milletin irfanından beslenen, demokrasi tecrübemizi fasılalara bölen sivil bir anayasa vatandaşlarımızın halen en büyük özlemidir” sözleri 1982 Anayasasının hiç değiştirilmemiş durumu için anlamlı olabilirdi. Ama 2025 yılında söylendiği zaman anlamını yitiriyor.

Bir kez daha anımsatalım. 1982 Anayasasında bugüne kadar 25 kez değişiklik girişiminde bulunuldu. 25 girişimin 8’i AKP öncesinde ve bu sekizden biri halkoylamasında reddedildi. 

AKP dönemindeki 17 değişiklik girişiminin 4’ü dönemin cumhurbaşkanları (3’ü Ahmet Necdet Sezer, 1’i Abdullah Gül) tarafından geri çevrildi. 1’i de 2008’de Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi.

1982 Anayasasındaki değişikliklerin 19’u yürüklükte. 19 değişiklik yasasının 7’si AKP döneminden önceki ANAP ve koalisyonlar dönemine, 12’si AKP dönemine ait. AKP’nin değişiklik üstünlüğü madde sayısında da kendisini gösteriyor. AKP öncesi 59 maddeye el atılırken AKP döneminde el atılan madde sayısı 125. AKP dönemine damga vuran 2010 ve 2017 değişikliklerine vurgulama yapmak gerekiyor.  El atılan toplam 184 maddenin hepsi de siyasal iktidarın deyişiyle “sivil”.

Bu tablo “sivil” anayasa özlemini çürütüyor. Anayasanın “Başlagıç”ı bile 2 kez değiştirildi. 23 yıldır iktidarda olan AKP, 17 kez değişiklik girişiminde bulundu, bunların 125 maddeye dokunan 12’si yürüklükte. Bu değişiklikler sivil değil mi sorusu abes kaçacağına göre durum sorunlu. AKP yeni/sivil anayasa konusunu bir oyalanma, çıkar ve tuzak alanı olarak kullanıyor.

AKP dönemi analiz edildiğinde sivillik özlemi halkı değil, sermaye sınıfı ve gericilik adına serbestleşmeyi, emek gücü üzerindeki baskıyı ve sömürüyü sınırsızlaştırmayı işaret etmektedir. Anayasaların yaratmadığı yansıttığı göz önünde bulundurulduğunda, bu yeni/sivil anayasanın dayanağının son yıllarda yaygınlaşan anayasa tanımazlık ve keyfilik ile yargı destekli hukuk yağması olacağı anlaşılmaktadır. Cumhuriyetin temel ilkelerinin de bu tasarımdan olumsuz etkileneceği açıktır.

Sınırsız özel mülkiyet ve özelleştirmenin, girişim ve sözleşme özgürlüğünün, sömürünün, yağma ve işgalin, cinayet ve katliamların, düşman ceza hukukunun, yaygınlaştırılan hak ihlallerinin ve hukuksuz suçlamaların, yandaş ve karşıt arasında çifte standart uygulamaların, düzensizliğin düzeninin kağıda dökülmesiyle ortaya çıkan hukuk, liberalizmin hukukun üstünlüğü nakaratına tam uygunluktur. Anglosakson düzenin özgürlükler hukuku ve yargısıyla, emperyalizm uluslararası hukuku yok sayan saldırı, katliam ve işgalleriyle, ulus devletlerin yıkılması ya da iç işlerine el atılması girişimleriyle bu düzensizlik düzeni zaten yıllardır uygulamaktadır.

Devleti, hukuk ve yargıyı bireysel, siyasal, ekonomik, sınıfsal çıkar aracı olarak kullanma, çıkara uygunsa tanıma uygun değilse tanımama çelişkileriyle dolu. 

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararlarına “bizi bağlamaz, siyasaldır” diyenler gereksinim duyduklarında kendileri için aynı mahkemeye başvuru yapmaktadır. Anayasa Mahkemesine hak ihlali için bireysel başvuru görev ve yetkisini getiren ve bununla övünenler, işlerine geldiğinde AYM’nin kararını tanımakta, gelmediğinde tanımamaktadır. Can Atalay, AYM kararını tanımayanların Yargıtay’dan yana tavır koyması ve bireysel başvuru konusunda değişikliğe gidilebileceğini dile getirmesi de belleklerdedir.

Anayasa dayanarak devlet organlarında görev alıp yetki kullananlar, seçilme hakkını kullananlar işlerine gelmediğinde aynı anayasayı ihmal ya da ihlal etmektedir. Demokrasiyi seçim sandığına sıkıştıranlar, seçilmişlerin haklarını ellerinden almaktadır. Kendilerine yapılan eleştiri sözlerini hakarete sokup dava açanlar, aynı sözleri başkalarına söylemektedir. Kendilerine yönelik suç savlarında masumiyet karinesini anımsatanlar, kesinleşmiş yargı kararları olmadan başkalarını suçlu ilan etmektedir. Anayasaya dayanarak hak ihlal edip yasak getirenler, aynı anayasanın yasakladığı tarikatların yaşamasına ve palazlanmasına izin vermektedir.

Bu kargaşadan yeni anayasa çıkar mı, çıkarsa neye benzer?  

Güncel çözüm sürecini de yeni anayasa tartışmaları kapsamında kayıtta tutmakta yarar var. Öcalan'ın “Kürt olgusunun tüm boyutlarıyla Cumhuriyetin yasallığına dahil edilmesi ve bunun için güçlü bir geçiş süreci temel alınmalıdır. Bütünsel bir olgu olarak yasallığa geçiş, Demokratik Cumhuriyetin hukuksal temellerini sağlamlaştıracaktır” içerikli son mesajı burjuva düzeni içinde anayasanın ve hukukun nasıl biçimlendirileceğine ilişkin örneklerden biridir.

Düzen içi araçların ve yolların kullanılmasına yönelik ipler egemen sermaye sınıfının elinde oldukça yazılan insanlığın değil sömürücülerin ve sömürünün anayasası oluyor. Buradan halksız cumhuriyette halksız anayasa çıkar; yurttaşlık yerine dinsel ve etnik ayrılığı meşrulaştıran, emekçilerin ve doğanın sömürüsünü meşrulaştıran anayasa çıkar; aydınlanmanın yerine karanlığın anayasası çıkar.

Düzensizliğin düzeni arayışından sömürüsüz toplum çıkmaz.

İnsanlığın tarihi sömürü güçlerinin, araçlarının ve ilişkilerinin yok edilmesine, sömürene ve gericiye, onların demokrasi anlayışına, hukuk ve yargı kılıflarına karşı çıkılmasına yönelik savaşımlarla yazılıyor. Yeni anayasanın yazılmasının koşullarını da aynı tarih yaratacaktır.

/././

Yanardağ’ı söndüremezsiniz!-Atilla Özsever-

TELE1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ “casusluk” suçlamasıyla tutuklandı, kanala da kayyım atandı. Yanardağ’a “Sen sosyalist olarak cepheden bizim iktidarımıza muhalefet ediyorsun, seni tutukluyoruz” derseniz bunun hukuki değil ama siyasi bir karşılığı olabilir. Fakat Merdan’a “casusluk” suçlaması hiç değmez. O yine çıkacak ve gerçekleri söyleyip yazacak…

Ülkemizde sınırlı sayıda bağımsız ve eleştirel yayın yapan kuruluşlardan TELE1’in Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ, 24 Ekim 2025 Cuma sabahı gözaltına alındı daha sonra da “casusluk” suçlamasıyla tutuklandı. TELE1’e de kayyım atandı.

Merdan Yanardağ’ın yanı sıra İBB (İstanbul Büyükşehir Belediyesi) Başkanı Ekrem İmamoğlu ile danışmanı Necati Özkan da ayni suçlamayla bir kez daha tutuklandılar. Suçlama da bir “İngiliz ajanı” olduğu iddia edilen Hüseyin Gün adlı şahsın ifadesi üzerine gerçekleşti. Merdan da üstelik “İsrail lehine” casusluk yapmış (!)

Bu saçma sapan, gerçekle ilgisi ve belgesi olmayan iddiaları bir tarafa bırakıp öncelikle Merdan Yanardağ hakkında kısa bilgi vermek isterim. Merdan’la ilk tanışmamız bir eylem vesilesiyle oldu.

Merdan’ın serüveni

1991 yılında Günaydın gazetesinde çalışırken patron Asil Nadir maaşlarımızı ödememeye başlamıştı. Biz de 7 Mayıs 1991 günü Günaydın’da iş bırakma eylemi yaptık. Merdan Yanardağ da Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) İstanbul Şubesi’nin bir yöneticisi olarak bizim eylemimize bizzat gelerek destek vermişti.

Daha sonra farklı yerlerde çalışsak da birbirimizi takip ediyorduk, televizyonculuğa başladığı sıralarda bazı programlarına beni de çağırıyordu. Nihayetinde 2012 yılında Yurt Gazetesi’ni çıkardı, beni de köşe yazarı olarak davet etti. Merdan’la daha yakın bir işbirliğimiz oldu.

Bu süreçte Ergenekon davasından tutuklandı, 1,5 yıl cezaevinde kaldı, hapishanede iken mektuplaştık. Yanardağ cezaevinden çıktıktan sonra yeni kitaplar yazdı, yine medya çalışmalarına girdi. 2017 yılında büyük bir özveri ve emekle Tele-1’i kurdu.

TELE1, AKP’nin bu baskıcı döneminde objektif, bağımsız ayni zamanda eleştirel bir habercilik anlayışıyla yayın yaptı. Merdan, yine 2023 yılında bu kez Abdullah Öcalan’la ilgili bir açıklaması bahane edilerek Silivri Cezaevi’ne kondu. Orada da 101 gün kaldıktan sonra tahliye oldu ve TELE1’deki yayın faaliyetine devam etti.

“Dönmezem yolumdan”

Merdan Yanardağ’ın siyasi çizgisi bellidir. Devrimci, yurtsever, sosyalist bir kişiliktir. Dünya görüşünden ödün vermeyen katıksız bir devrimcidir. Pir Sultan’ın deyişiyle “Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan” diyen bir kişidir.

O nedenle Merdan Yanardağ’a savcılar, “Sen sosyalist bir kişi olarak AKP iktidarına cepheden muhalefet ediyorsun, seni tutukluyoruz” deseler bunun hukuki değil ama siyasi bir karşılığı, bir anlamı olabilir. Fakat “casusluk” suçlaması, tamamen “abesle iştigaldir”, hiçbir karşılığı yoktur…

Merdan Yanardağ’ın tutuklanması, TELE1’e kayyım atanması, aslında çok sınırlı sayıda da olsa bağımsız, gerçekleri dile getiren, bir anlamda “muhalif” sayılan medya kuruluşlarının susturulması amacını taşıyor.

Tabii bu susturma olayı, toplumun hiçbir şekilde gerçekleri öğrenmemesine, faşizan sürecin kökleşmesi ve kurumsallaşmasına karşı hiçbir muhalif odağın kalmamasına dönüktür. Tüm bu koşullara karşın devrimci, demokrat, sosyalist, komünist güçler toplumsal desteği de sağlayarak mücadelelerini sürdüreceklerdir.

Merdan Yanardağ da, hapisten çıktıktan sonra yine eskisi gibi gerçekleri söylemeye ve yazmaya devam edecektir…

Kitlesel tepkinin önemi

Bu baskıcı, totaliter, faşizan sürece karşı nasıl bir mücadele verilmelidir? Örneğin TELE1’e kayyım atanması olayı karşısında toplumsal tepkiler nasıl olmuştur? TKP (Türkiye Komünist Partisi) başta olmak üzere aktif destek sağlayan, Tele-1 binası önünde protesto eylemi yapan örgütlerin sınırlı sayıda olduğunu söyleyebiliriz. Tepkiler daha çok açıklama şeklinde gerçekleşmiştir.

TELE1 programcısı Musa Özuğurlu da, bu yöndeki sitemini 2 Kasım 2025 tarihli BirGün Gazetesi’nde dile getirdi. Musa Özuğurlu şöyle diyor:

“Sol sosyalist cenaha, siyasal partilere, sendikalara dostane sitemimiz var. Bazıları elbette temsilcileri vasıtasıyla bizzat gelerek, arayarak ya da açıklama yaparak yanımızda oldukları mesajını verdiler. Ama mesele daha kitlesel ele alınabilirdi”.

Şimdi bu noktadan dünyada bu tür gelişmeler olup olmadığına bakalım, bilebildiğimiz örnekleri sunmaya çalışalım.

Çek halkının tavrı

Medya çalışanı ve halk dayanışması açısından önemli bir örnek, 2002 yılında Çek Cumhuriyeti’nde meydana gelmiştir. Çek halkı, devlet televizyonuna hükümet tarafından atanan ve habere siyasal müdahalede bulunacağına kesin gözüyle bakılan bir genel müdüre karşı medya çalışanlarının yanında net bir tavır koymuştur. Yeni genel müdür, bugünkü anlamda bir kayyım pozisyonundaydı.

Çek devlet televizyonunda çalışan medya emekçileri, yeni genel müdüre karşı direnişe geçmiş, polis de televizyon binasını abluka altına almıştı. On binlerce insan, günlerce televizyon binasının önünde toplandı. Binadaki gazetecilere gıda yardımında bulundu, televizyonun önünde miting düzenledi.

Çek vatandaşlarının direnen gazetecilere destek vermesi sonucu, yeni atanan genel müdür görevinden alındı. Çek halkının bu tavrı, uluslararası gazetecilik tarihine de geçmiş oldu. Aslında bu olay, haber üreten gazetecilerle haberi alan izleyici kitle arasındaki güç birliği ve ittifakın ne denli etkili olduğunu ortaya koyuyordu.

İtalya’daki olay

Medya özgürlüğü ve bağımsızlığı anlamında yurttaş - gazeteci ilişkisinin bir örneği de, 2003 yılında İtalya’da yaşanmıştır. Dönemin İtalya Başbakanı ve medya patronu Berlusconi, ülkenin en yüksek tirajlı gazetesi Corriere della Sera’nın Genel Yayın Yönetmeni Bortoli’yi Irak Savaşı’ndaki tutumu nedeniyle istifaya zorlayınca yoğun bir biçimde okur tepkisine neden olmuştu.

Merkez sağ eğilimli gazetenin yönetmeni Ferruccio de Bortoli, objektif gazetecilik kurallarına uygun olarak hükümetin icraatını eleştiren haberler yapıp Irak Savaşı’na da karşı çıkınca Başbakan Berlusconi ve gazetenin bağlı olduğu medya grubunun sahiplerinden Fiat şirketi yöneticilerinin baskılarına maruz kalmıştı.

Baskılar sonucu Mayıs 2003’te istifa etmek zorunda kalan Bortoli’ye en büyük destek diğer gazeteciler ve okur kitlesinden geldi. Okurlar, gazeteye yoğun biçimde “e-posta” göndererek, “Berlusconi’nin emrindeki bir gazeteyi okumayız”, “Mücadelenizde destek olmak için ne yapabiliriz” şeklinde görüşlerini iletmişlerdi.

İtalyan Ulusal Basın Federasyonu da, Corriere della Sera gazetesinde yaşananların endişe verici olduğunu belirterek basın özgürlüğü ve çoğulculuk ilkesini korumak amacıyla tüm gazeteleri üç günlük greve davet etti. Grev yoluyla daha etkili bir protesto gösterisi olmuştu.   

Gezicilerin NTV'yi protestosu

Ülkemizde de özellikle Gezi Direnişi döneminde bu direnişi görmezden gelen medyaya karşı bir toplumsal tepki doğmuştur. Gezi direnişinin yaygın medyada gösterilmemesi üzerine iki bine yakın yurttaş, 3 Haziran 2013 günü Maslak’taki NTV binasına gelerek protesto eyleminde bulunmuştu.  Protestoda “Satılmış medyaya hayır” sloganları atılmıştı.

Protestocular binanın kapısına 200 liralık bir banknot yapıştırarak “Satılmış medya istemiyoruz” ve “Canlı yayın kaç para?” diye bağırarak tepkilerini dile getirmişti.

NTV de bir süre sonra canlı yayında bina önündeki protestoyu “NTV önünde toplanan göstericiler medyanın tavrını protesto ediyor” şeklinde vermişti. NTV Ceo'su Cem Aydın da, bina önünde toplanan protestocularla sohbet etmişti.

İşveren konumundaki Doğuş Yayın Grubu patronajı ise, NTV Ceo’su Cem Aydın’ı süresiz izne gönderdi, ardından da Cem Aydın görevinden ve gruptan istifa etti. Aydın'ın istifasının "gruba zarar vermemek düşüncesiyle duyurulmak istenmediği, bu nedenle izin formülünün gündeme getirildiği" belirtilmişti.

Gazeteciye sahip çıkmak

Dünya örneklerinden de görüldüğü gibi yurttaşların örgütlü bir biçimde medya çalışanlarının haklarına ve özellikle editoryal bağımsızlığına basın özgürlüğü anlamında sahip çıkması, demokratik bir toplumun gerekli bir koşuludur.

Bağımsız ve eleştirel yayın faaliyetini gösteren medya kuruluşlarının varlığı, toplumun haber alma hakkıyla doğrudan ilgilidir. Avrupa’da demokratik medya platformları adı altında yurttaş temsilcileri, basın örgütleri, sendikaları ve gazetecilerin temsil edildiği kuruluşlar söz konusudur.

Kuşkusuz bizim gibi otoriter, faşizan bir yönetim anlayışının olduğu bir ülkede basın özgürlüğüne, demokratik haklara sahip çıkmak zor bir süreci gerektiriyor. Yine de bu yöndeki mücadeleden vazgeçmemek, esaslı bir çaba olmalıdır.

Son bir örnek olarak şunu ifade edebiliriz ki; Aralık 2016’da Polonya’da sağ eğilimli hükümetin parlamentoda basına yönelik kısıtlama girişimi toplumun tepkisine yol açmıştı. Polonya parlamentosu önünde toplanan halk, protesto eylemi düzenlemiş ve yasa tasarısının geri çekilmesi için çaba göstermişti.

Bu konudaki yazımızı iletişim alanının uzmanlarından Prof. Dr. Raşit Kaya’nın şu sözü ile bitirelim: “Gazetecilik mesleğine sahip çıkmak, toplumun geleceğine sahip çıkmak demektir”…

/././

Çağımızın çürüyen devleti (III): İnsanlığın yaklaşan sınavı -Nevzat Evrim Önal-

İnsanlığı çok uzak olmayan gelecekte büyük bir sınav bekliyor ve bu sınav mevcut tarafların herhangi birinin arkasına yığılarak geçilemez. Özel mülkiyete dayalı kapitalizmin ve onun gelişmesinin kaçınılmaz sonucu olan emperyalizmin saldırganlığı ancak bu özsel yabancılaşma kökten reddedilerek püskürtülebilir.

Bu hafta, yazı dizimizin son bölümünde modern devletin güncel durumunu inceleyeceğiz ve insanlık adına çıkartmamız gereken sonuçları tartışacağız.

Şu ana kadar tartıştıklarımızı şöyle özetleyebiliriz:

1-Modern devlet özerk bir kurum ya da kurumlar bütünü değildir; kapitalist toplumun egemen sınıfı olan sermayedar sınıfın devletidir.

2-Bu devlet ulusal karakterlidir, dolayısıyla dünya çapındaki tüm sermayedarların değil, (en azından öncelikle) belli bir ülkede öbeklenmiş olanların devletidir.

3-Bu devlet, iki temel işleve sahiptir: (a) Sermayedar sınıfın egemenliğini ve çıkarlarını diğer toplumsal sınıflardan, bilhassa da sermayedar sınıfın emeğini sömürmekte olduğu işçi sınıfından gelecek tehditlere karşı korumak; ideoloji ve zor kullanarak bu sınıfların egemenliğe rıza göstermesini sağlamak. (b) Temsil ettiği sermayedar öbeğinin iç çekişmesi olan ulusal rekabetin kapitalist düzenin ulusal düzeyde çöküşüyle ya da temsil ettiği sermayedarların uluslararası rekabette zarar görmesiyle sonuçlanmaması için düzenleyici rol üstlenmek; kapitalist üretimin işleyişi gereği her biri salt kendi kârını düşünen sermayedarların bireysel ve gündelik çıkarlarının sınıfın tarihsel çıkarlarını ezmesini engelleyecek bir üst akıl sağlamak.

4-Devrim tehdidi bu işlevlerden birincisini, emperyalizm ise ikincisini öne çıkartır/güçlendirir.

5-Modern devletin kurumsal kökeni 19. yüzyıl, bilhassa da 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başındaki emperyalist rekabet, yani devletin yukarıdaki (b) maddesinde özetlediğimiz işlevidir. Ne var ki modern devlet, günümüzde sahip olduğu ölçeğe 20. yüzyılın ikinci yarısında, Sovyetler Birliği başta olmak üzere sosyalist dünya ile mücadele ederken, yani yukarıdaki (a) maddesinde özetlediğimiz işlevini daha iyi yerine getirmek için dönüşerek ulaşmıştır.

Buradan devam ediyoruz…

***

2. Dünya Savaşı’nda sadece faşizm ittifak devletlerine yenilmedi, bir bütün olarak emperyalizm sosyalizme yenildi. 1970’lerin ilk yıllarında başlayan ama asıl olarak 1979-80 dönemecinde hız alan neoliberal saldırı, aslında bir karşı saldırıydı. Kapitalist ülkelerde işçi sınıfının Keynesçi politikalar çerçevesinde elde ettiği kazanımlar bu saldırının asıl değil, tali hedefiydi. Asıl hedef sosyalist ülkelerdi ve 1991 yılında neoliberalizm uğursuz zaferini kazandı, Sovyetler Birliği yıkıldı. Küba ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti dışındaki tüm sosyalist ülkelerde kapitalist üretim biçimi tekrar hâkim hale geldi.

Bununla birlikte, 1945’ten itibaren taktik gereği baskılanan emperyalist yayılmacılık büyük bir şiddetle geri döndü. Emperyalist sermaye, büyük bir iştahla yeni açılan piyasalara saldırdı ve buraları paylaşmaya başladı. Bu saldırı bazı vakalarda (örneğin Yugoslavya’nın parçalanması) doğrudan doğruya askeri nitelik kazandı.

Ne var ki, Sovyet Yüzyılının en önemli bakiyelerinden biri, emperyalist olmayan ülkelerin bağımsızlığıydı. Bu bağımsızlığı sınırlandırmak ve emperyalizm şemsiyesi altına almak için kurulan NATO, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve benzeri tüm “ulus-üstü” kurumlar yeterli olmamıştı; zira, 2. Dünya Savaşı sonrasındaki kalkınmacı dönemde emperyalist olmayan pek çok ülkede de kapitalist üretim ilişkileri gayet gelişmişti ve bu ülkelerin sermayedar sınıfları zenginliklerini sadece emperyalistlere taşeronluk yaparak ve aslan payını onlara bırakarak sürdüremeyecek kadar büyümüştü. Dolayısıyla dünyanın 1910’lardaki gibi, elde cetvel sınır çizerek paylaşılması artık imkânsızdı.

Rusya ve Çin bu zorluğun üzerine geldi. Çin devleti sosyalizmin çözülmesi ve kapitalizme geri dönüş sürecinde bütünlüğünü hiç kaybetmedi ve bu ülkede sermayedar sınıf, devlet şemsiyesi altında, neredeyse tüm rekabet enerjisini dışarıya yönelten bir biçimde oluştu. Böylelikle ortaya devasa bir ucuz işgücü potansiyeline, çok büyük ve bakir bir ulusal pazara, ayrıca geniş bir coğrafyanın doğal kaynaklarına sahip, neredeyse boş bir sayfaya kapitalizm kurabilecek bir ülke çıktı. Rusya’da ise yaklaşık on yıl süren bir fetret devrinin ardından devlet toparlandı ve Sovyetler Birliği’nin yıkılma sürecinde ölçüsüzce zenginleşen ancak ortak bir ulusal karakter kazanamamış sermayedarları bir ölçüde hizaya getirdi.

Emperyalist ülkelerde devletin neoliberal dönüşümü bu tarihsellikte gerçekleşti. Bu süreçte devlet hiç de Hz. Hayek ve Hz. Friedman peygamberlerin tebliğ ettiği gibi küçülmedi, zira sermayedar sınıf için bu devletten vazgeçmek, en önemli uluslararası rekabet aracından vazgeçmek demekti. Dolayısıyla devlet edindiği devasa ölçeği korudu ama emperyalizmin yeni dönemdeki ihtiyaçları doğrultusunda radikal biçimde dönüştü.

Devletin çürümesi bu dönüşümün sonucu. Sermayedar sınıfın günümüzdeki çıkarları, 20. yüzyılın ikinci yarısında (hatta ABD’de 1930’lardan itibaren) sınıf uzlaşmasını sağlayabilmek için büyüyen ve bu yönde büyümenin zorunlu bir sonucu olarak yabancılaşmış karakteri zayıflayan, daha “kamusal” bir nitelik kazanan devleti, boyutunu koruyarak tekrar 1910’lardaki neredeyse mutlak anlamda yabancılaşmış niteliğine geri dönme yönünde zorluyor. Devletin sosyal işlevlerinin toplum tarafından en fazla kanıksandığı Kıta Avrupası’nda dahi gidişat bu yönde. Fransa’da büyük eylemlere rağmen emeklilik yaşı yükseltildi, Almanya refah devleti uygulamalarını kısıtlamaya hazırlanıyor.[1] 1960 ve 70’lerin mütevazı teknokrat bürokratlarını özleyen insanlar Almanya Şansölyesi Merz’in kendi çantasını taşımasına hayran oluyor; ama kimi ülkelerde devletin vitrini halen böyle olsa da, içinde halkın çıkarına hemen hiçbir şey yapılmıyor.

Gelişkin kapitalist ülkelerde ulusal ekonominin üçte biri ile yarısı arasında bir boyuta ulaşmış Leviathan’ın bu şekilde yeniden yabancılaşması basit bir “öze dönüş” değil; zira neoliberal dönüşümün bir diğer önemli sonucu sermayedar sınıfın üzerindeki vergi yükünün büyük ölçüde kaldırılması oldu. Günümüzün devleti vergilerin neredeyse tamamını emekçi halktan topluyor. Kuşkusuz devlet liberallerin iddia ettiği gibi gelir-gider dengesi üzerine kurulu değil, bir şirket gibi harcamalarını salt gelirleriyle finanse etmiyor; ancak devletin ağırlıklı biçimde vergi aldığı toplumsal sınıflara neredeyse hiçbir faydası olmayan bir yapıya dönüşmesi hem toplumda büyük bir öfke yaratıyor, hem de devlet bürokrasisini yabancılaştırıp çürütüyor. 

***

Sonuca geçmeden önce, “Çin faktörü”ne dair kısa bir not düşmek istiyorum.

Çin ekonomisinin bugün emperyalist sistemdeki pozisyonu, bazı açılardan 1848-1870 döneminde Almanya’nın pozisyonuna benziyor. Geriden gelen, yarışa geç katılmış, dolayısıyla halen görece yüksek kâr oranlarına sahip, merkezi devlet aygıtının yönlendirmesiyle büyük bir hızla sanayileşen ve bunu yaparken kârlılığını koruyan bir kapitalist gücün yükselişiyle karşı karşıyayız. Dünyanın en büyük dört bankasının dördü de Çin devletinin parçası.[2] Bu bankalar, zamanında Deutsche Bank’ın Alman sanayileşmesi için üstlendiğine benzer bir görev üstleniyor; finansal kârların sanayi kârlarını frenleyici etkisini yumuşatıyor, ayrıca Çin Merkez Bankası’yla birlikte, ekonominin verdiği büyük ihracat fazlalarının ülkeye getirdiği dövizi sterilize ederek[3] Yuan’ın ABD doları karşısında değerlenmesine ve böylelikle ihracatın zorlaşmasına engel oluyorlar. Bu faktörlerin yanı sıra Çin aynı zamanda dünyanın en hızlı büyüyen piyasası, dolayısıyla Çin sermayesi emperyalist rakiplerine göre çok daha avantajlı bir iç pazara sahip.

Bu özellikleri ile Çin, bilhassa 2000’lerin başından itibaren dünyanın her yerinden emperyalist tekellerin sermaye ihraç ettiği, adeta “sermaye göçü” alan bir coğrafyaya[4], zamanla da dünyanın en büyük sanayi üreticisine[5] dönüştü.

Bu süreç, amentüsü “sermaye serbest piyasa ister, batı tarzı hukukun üstünlüğü ister, Belçika’ya ne kadar benzersen o kadar sermaye gelir” hikayeleri anlatan liberal ideologların söylediği her şeyi çöp haline getirdi. Bu teorik tartışmalar yapanlara Nobel bile kazandırabiliyor, ama gerçekle bir alakası bulunmuyor.

Öte yandan, “canım serbest rekabet diye bir şey var, isteyen ABD’de, isteyen Çin’de üretir” sözü de aynı derecede çöp. Çünkü emperyalizm diye bir şey de var. Ve dünyanın mevcut emperyalist egemenliği, çaresizce oturup Çin’in dünyanın yeni sermaye merkezi olmasını seyredemez.

Batı merkezli, sözü ciddiye alınacak düşünce kuruluşlarını biraz takip ettiğinizde, tartıştıkları neredeyse tek konunun Çin olduğunu görüyorsunuz; zira başka konuları da hemen her zaman Çin bağlamında tartışıyorlar.

Ve bu tartışmaların hemen hepsi, Çin’in kapitalist yükselişinin emperyalist egemenliğin el değiştirmesiyle sonuçlanmaması için nasıl önlemler alınması gerektiğine odaklanıyor. Önerilen önlemler de hemen her zaman askeri nitelik taşıyor, ya da en azından güçlü bir askeri unsur barındırıyor.

***

Kendi adıma şunu söylemek zorundayım. Bu meseleye neresinden bakarsam bakayım, işlerin olağan gidişatının yeni bir emperyalist savaşa yol açmaması bana çok zor geliyor.

Çağımızın çürüyen, yabancılaşmış devletleri hep birlikte bu savaşa hazırlanıyor. Devlet harcamalarında silahlanma kalemi tarihte hiç ulaşmadığı boyutlara ulaştı.[6] Ülkelerin birbirlerinden toprak ilhak etmesi “kabul edilemez” bir şey olmaktan çıktı ve maliyeti hesaplanan bir şeye dönüştü.

Savaşa aynı zamanda ideolojik olarak da hazırlanılıyor. Modern bireyin aklına sürekli hedonizm ve nihilizm enjekte ediliyor. Başkalarının acısına gözlerini kapatıp keyfine bakmak, insanlığı kötü ve yok olmayı hak eden bir şey olarak görmek öneriliyor. Emperyalist devletler, artık olası bir dünya savaşında milyonlarca insanı silah altına almalarını gereksiz hale getiren savaş teknolojileri de geliştirdikleri için, toplumu bir arada tutan insani bağları bu şekilde dinamitlemekte hiçbir risk görmüyor. Çürüdükçe, çürütüyorlar.

İnsanlığı çok uzak olmayan gelecekte büyük bir sınav bekliyor.

İnsanlık bu sınavı mevcut tarafların herhangi birinin arkasına yığılarak geçemez. Özel mülkiyete dayalı kapitalizmin ve onun gelişmesinin kaçınılmaz sonucu olan emperyalizmin saldırganlığı ancak bu özsel yabancılaşma kökten reddedilerek püskürtülebilir. Yaklaşan sınavı, ancak yeni sosyalist devrimlerle, sermayenin çürüyen devleti yıkıp emekçi halkın kendi devletini kurarak ve her insanı bütün diğer insanlara düşman eden özel mülkiyet zehrinden kendimizi arındırarak geçebiliriz.

Ve hiçbirimiz kendimizi kandırmayalım, insanlık bu sınavı geçemezse, bir geleceği olmayacak. 

[6]https://data.worldbank.org/indicator/MS.MIL.XPND.CD.

/././

Ekim Devrimi yazısı -Alpaslan Savaş-

En umutsuz anda bile işçi sınıfına güvenmek ve onun iktidarından başka hedefi olmayan bir partinin devrime hazırlığını kesintisiz sürdürmek… Buna tarih öğretmenin, Ekim Devrimi dersi de diyebilirsiniz.

1917 yılının Şubat ayında patladı devrim. Çara bağlılığıyla nam salmış Volinsky İmparatorluk Muhafız Birliği halka doğrultmaları için emir verilen silahları bırakınca olanlar oldu.

Şaşırtıcıydı ama beklenmedik değildi. Askerler kendi ülkelerinin burjuvaları için savaşmaktan, işçiler ordular için kölelik koşullarında çalışmaktan yorulmuştu. Açlık ve yoksulluk had safhadaydı. İşçi direnişleri, asker ailelerinin eylemleri, boykotlar gözleniyordu. Öte taraftan Çarlık rejimi iyice saldırganlaşmış fakat aynı zamanda zayıflamıştı. Yani çok alametler belirmişti.

Bir de devrimin Bolşevik partisi ve işçi sınıfı vardı. Onlar da şaşırtıcıydı.

Lenin’in önderliğindeki Bolşevik Parti’nin Şubat devriminin patlak vermesinde diğer pek çok örgüt gibi özel bir rolü yoktu. Sürgündeki lideri Petrograd’a henüz dönmüş Bolşevik örgüt, yüz milyonluk İmparatorlukta birkaç on bin kişi bile değildi. Bolşevikler bundan on ay sonra işçi sınıfını temsil edecek noktaya gelip iktidarı aldı. Bu sonuç kelimenin tam anlamıyla şaşırtıcıdır.

Ama daha çok hayranlık uyandırıcıdır. İki nedenle. Birincisi, Bolşevikler varlık nedenini devrime bağlamıştı. Daha 1902’de buna gölge düşürecek, bir başka deyişle kendileri için iktidar alternatifi olmayacak her şeyden koptular. O tarihten beri, onlardan biliyoruz, devrimin güncelliği devrime hazırlıktır. İkincisi, Şubat-Ekim arasındaki siyasi hızdır. 1914’te başlayan savaş işçi sınıfının savaşı değildi. Bu nedenle emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürmeli, gelişen devrimde kritik rol oynayacak işçi sınıfı, devrim ilerlerken adım adım pek çok fabrikada ve işletmede kontrolü eline almalıydı. Yani Bolşeviklerin mevcut kriz anında sermaye sınıfını hareketsiz bırakmak için bir planları vardı. Kararlılıkla ve hızla uyguladılar. Şubat devriminde ortaya çıkan geçici hükümet ile işçi-asker Sovyetleri ikiliğinde, bu planın bir parçası olarak Bolşeviklerin yaptığı ‘bütün iktidar Sovyetlere’ çağrısı, bu kararlılığın ve hızın sonucudur.

Avrupa’daki sınıf kardeşlerine göre daha örgütsüz ve daha geri olan Rus işçi sınıfından, emperyalist hesaplara sağlam bir darbe indirip yüzyıla damga vuracak bir işçi devleti ortaya çıkarması pek de beklenmiyordu. Bu nedenle Ekim Devrimi’nin işçi sınıfı da şaşırtıcı ve bir o kadar hayranlık uyandırıcıdır.  

Şubat devrimi patlak verdiğinde, devrimin başkenti olan Petrograd’ta sanayi işletmeleri sahipleri ve yöneticilerinin pek çoğu kaçtı ya da fabrikadaki işçiler tarafından kovuldu. İşçiler üretimi müdürler, mühendisler, kimi durumda ustabaşılar olmadan sürdürmek ya da aç kalmak seçenekleriyle karşı karşıya kaldılar. Fabrikadaki bölüm ve atölyelerden temsilciler belirleyip komiteler kurdular, sonra da fabrikaları bu komitelerle yönetmeye başladılar. Başlangıçta zor oldu. Teknik bilgi ve deneyimsizlik büyük problemler çıkardı. Ama cüretleri çarpıcıydı:

“Hatırlayın, patron bir teknik uzman değildi, mühendislik, kimya ya da muhasebe bilmiyordu. Tek yaptığı şey sahip olmaktı. Teknik yardım ihtiyaç olduğunda, bunu onun için yapacak kişileri işe aldı. Şimdi patron biziz. O halde mühendisleri, muhasebecileri ve diğerlerini biz işe alalım ve onlar biz işçiler için çalışsınlar!”1

O fabrikaların birinde komite toplantısı sırasında işçilerden birinin ayağa fırlayarak söylediği sözlerdi bunlar.

Kömürleri tükendiğinde, Baltık filosunun deposundaki binlerce ton kömürü Petrograd’daki fabrikalara denizciler komitesi teslim etti. Trenlerle ulaşım aksadığında, demiryolu işçileri komitesi yüklerin taşınması için devreye girdi. Çarın adamları ya da patronlar, işleri bozmak için kendi adamlarını fabrikaya sokmaya kalktığında işçi alma ve çıkarma işlerini komiteler üstlendi. Farklı fabrikalardaki komiteler ilişkiye geçerek birbirlerinin ihtiyaçlarını karşıladı. Yan yana geldiler, kendilerini temsil eden işçi delegelerini seçtiler, adına ‘Sovyet’ dedikleri taban örgütlenmesini yarattılar. Bu seferki, 1905 genel grevinde ortaya çıkardıkları ama sonra sönümlenen komitelerden daha ileri oldu. Onlara askerler katıldı, peşlerinden köylüler. Ekim ayında bütün iktidarın eline geçtiği Sovyetler işte bunlardan, yani sıradan işçiler, köylüler ve her ikisinden askerlerden oluşuyordu.

Şubat öncesinin ‘zayıf’ olarak nitelenen işçi sınıfı gücünü o on ayda hayranlık uyandıracak ölçüde gösterdi.

İktidarı alan işçi sınıfı bir yıl geçmeden ilk Anayasasını yaptı. Üstelik sömürücülerine hiç taviz vermeden. Rusya topraklarını “İşçi, Asker ve Köylü Vekilleri Sovyetleri’nin Cumhuriyeti” olarak ilan ettiler. Ülkelerini devrim coğrafyasındaki tüm ulusların özgür birliği olarak tanımladılar. Kurdukları iktidarın temel görevinin insanın insanı sömürmesinin sona erdirilmesi olduğunu ilk Anayasalarına yazdılar. Bu amaçla tüm topraklarına, yer altı ve yer üstü kaynaklarına, fabrikalarına, maden ve demiryollarına, yani tüm üretim ve ulaşım araçlarına işçi sınıfı adına el koydular. Kısaca, daha işin başında, her şeyi emeğin olduğunu ilan ettiler.

En umutsuz anda bile işçi sınıfına güvenmek ve onun iktidarından başka hedefi olmayan bir partinin devrime hazırlığını kesintisiz sürdürmek… Buna tarih öğretmenin, Ekim Devrimi dersi de diyebilirsiniz.

Ekim Devrimi 108 yıldır büyük insanlığın kutup yıldızıdır. Belki şu anda bu yıldız parlamıyor fakat ortaya çıkardığı deneyim tüm insanlık adına en ileri evrensel değerleri temsil etmeye devam ediyor.

Daha iyisini henüz yapamadık. Daha iyisini mutlaka yapacağız.

1“Sovyetler İşbaşında” John Reed, Ekim 1918 (Ekim Devriminin romanı Dünyayı Sarsan On Gün’ün yazarı John Reed bu makeleyi, editörlüğünü Max Eastman’ın yaptığı ve ABD’de bolşevizme destek sağlama çabalarına öncülük eden The Liberator isimli aylık dergide yayınladı.

/././

soL


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -6 Kasım 2025-

Gürlek ekibi işi eline yüzüne bulaştırdı: Ne oldu, niye oldu Sabah baskınları öğlene sarktı, savcılık açıklaması için saatlerce beklendi, se...