22 Mart 2019 Cuma

Beka ve gelecek! - İLHAN CİHANER

AKP-MHP koalisyonu altında birleşen elitler, izledikleri politikalar nedeniyle memleketi çıkmaz yola soktular. Ağırlıklı olarak AKP’li elitlerin “malı götürdüğü” yağma döneminin altın çağı sona ererken, zayıflayan halk desteği MHP’nin takviyesi ile telafi edilmek isteniyor.
Tabiri caiz ise MHP’li elitler “yemedikleri bir yemeğin faturasına ortak” oldular ama “bir parti iki genel başkan” konumdaki İYİ Parti tarafından “yutulmaktan” kurtuldular. Ellerindeki belediyelerin korunması için AKP desteği ile bürokrasiden pay almak da bonus oldu!
İşte bu kadroların benimsediği, dış borç ve özelleştirmelerle finanse edilen, inşaat ve ranta dayanan kof büyüme halkın üzerinde büyük bir borç yükü oluştururken, sermaye sınıfı gelirini sürekli katladı. 12 Eylül’le başlayan “kompradorlaşma” ise zirve yaptı.
O kadar ki komprador figürler doğrudan bakanlar kuruluna dâhil oldular. En somut örneği Tarım Bakanı ile işi yavaş yavaş stand-upa götüren veliaht damat! Şimdilerde takke gitti kel göründü! Tüm tükenmiş iktidarlar gibi sarılabilecekleri son şeye sarılıyorlar: Sahte bir milliyetçilik ve din sömürüsü. Bunun somutlaştığı söylem ise: “Beka!”
Beka korkutmasının utangaç destekçileri ve AKP’liler uluslararası ilişkilerin doğasında var olan ve jeo-stratejik konumdan kaynaklı riskleri, doğrudan AKP’nin sorumlu olduğu sorunları, hatta taa Yeni Zelenda’da gerçekleşen alçak saldırıyı gerekçe gösteriyorlar. Zannedersiniz IŞİD’i Mansur Yavaş kurdu, doları Tunç Soyer fırlattı, enflasyonu Komünist Başkan azdırdı, S-400 krizini Alper Taş çıkardı! 
Bu korkuyu pompalayan zevata şunu sormak gerek; tehdit saydığınız olaylar bu iktidar zamanında gerçekleşti. Niye engel olamadınız? Hatta çoğu riski bu iktidar arttırdı. Zaten iktidarsınız, buyurun kurtarın bekamızı!
Emperyalizmin tarihimizdeki en elverişli aparatı, kompradorlaşmış bir iktidardan anti-emperyalizm eksenli bir beka kurtarıcısı çıkarmak olsa olsa tam tersi “emperyalizmin ajanı” olmaya işaret eder.
Neo-Con saldırganlığın Afrika ve Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmesine destek veren, yargıyı ve orduyu CIA destekli bir yapılanmaya boğduran, memleketin en üretken ve stratejik kurumları olan Tekel, Şeker Fabrikaları, SEKA, Petkim, Telekom ve daha nicelerini uluslararası sermayeye ve işbirlikçilerine peşkeş çeken, Tank Palet Fabrikası gibi hayati önemde bir fabrikayı, artık irice bir ABD üssü haline gelmiş arkaik Katar’a devreden iktidar bekamızı kurtaracak öyle mi! 
Geniş muhafazakâr ve milliyetçi tabanlarını bu söylem üzerinden ikna etmeye çabalıyorlar. Seçimsiz olacağı öngörülen 4 yıllık süreçte meşruiyet tartışmasına yol açmak ve belediyeler üzerinden rant ve yurttaşla temas olanağından yoksun kalmak istemiyorlar.
Bunu yaparken aynı zamanda kaybettikleri belediyeleri (Hatta belki de bu söylem üzerine 2023 politikaları inşa edilecek) gasp etmenin, kırıntıları kalmış meşruluk zemininden iyice kopmanın siyasi zeminini de hazırlıyorlar: Belediyeleri bekamıza kastetmiş bu teröristlere mi bırakacağız!
Son günlerde medyadailhancihanercihaccni yaşananlar ve AKP-MHP adına konuşanların, en basit mantık kurallarından kopuk asgari etik ve meslek kurallarıyla bağdaşmayan, adeta çıldırmış gibi yaptıkları bu kirli propaganda basite alınmamalıdır. Şubat 2018’de yaptığımız “Gelecek İçin Biz” çağrısında özetle; “muhalefetin olağan dönemin siyasi araçları ve yöntemlerine sıkışmaması” gerektiğini vurgulamıştık. Bu uyarıyı muhalefetin karar alıcılarına tekrar hatırlatmakta fayda görüyorum. 
Ayrıca tüm bu hengâmeyi samimi kaygılarla izleyen tüm yurttaşlarımıza da şunu hatırlatmak isterim: Nerede ise tüm seçmenler için bir “mecburiyet seçimine” dönüşen bu sürecin umutlarınızı yok etmesine izin vermeyin. Potansiyelimiz, yetişmiş insan gücümüz bilgi ve birikimimiz geleceğimizi kurtaracak yeterlilikte.
Ülke olarak gücümüz “yeni” olanı kuracak düzeyde. Mevcut aktörlerin birçoğu ortalamamızı bile yansıtmayan kifayetsiz yarım akıllılar. Kendinize inanın, Bizlere inanın!
İLHAN CİHANER / BİRGÜN

Para bol, finansman ihtiyacı yok(muş)! - YALÇIN KARATEPE

Berat Albayrak Trabzon’da yaptığı açıklamada “Hazinesinin parası bol, çok rahat. Hatta biz ilk iki ay bütün 2019 finansmanını bitirdik, biz bunu kapattık yani borç, finansman ihtiyacımız yok. Ha gelen varsa uygun maliyet bakarız” dedi.
İlginç bir açıklama. Borçlanma ihtiyacınızın olmaması için gelirinizin harcamalarınızdan daha fazla olması gerekir. Ya da en azından eşit olması gerekir. Bu ne demektir? Bütçenizin dengede ya da fazla olması anlamına gelir. 2019 yılının ilk iki ayına ilişkin açıklanan bütçe rakamları bunun tersini söylüyor. Tamam, diyebilirsiniz ki ilk iki ay açık verdik ama bundan sonra fazla vereceğiz? Bunu nasıl yapacaksınız?
Vergi gelirlerinin düştüğü bir dönemde maliyenin gelirinde bir artış beklemek pek anlamlı olmaz. O zaman harcamalarınızı kısacaksınız demektir. Zaten durmuş olan iç talep yanında bir de kamu harcamalarını kısabilirler mi? Pek sanmıyorum. O zaman tekrar soralım. Borçlanmadan ne yapacaksınız?

KİMDEN BORÇLANIYORLAR?

Hazine tarafından yapılan açıklamada kamu borç stokunun 1 trilyon 126 milyar lirayı aştığı anlaşıldı. Borcun 598 milyar tutarındaki kısmı Türk Lirası, 528 milyar TL tutarındaki kısmı ise döviz cinsi borçlardan oluşuyor.
Verilerin detayına bakmak gerek. Devletin iç borcunun alacaklısı olan bankalara baktığımız zaman görüyoruz ki özel ve kamu bankalarının payı 2018 yılı Haziran ayına kadar birbirine eşit ve toplam iç borç tutarının yaklaşık %19’unu oluşturuyordu. Ancak Hazirandan itibaren bu durum değişmeye başlamış.
Kamu bankalarının devlete verdikleri borç miktarı düzenli olarak aratarak 2019 Şubat ayında %22,4’e ulaşırken özel bankaların payında herhangi bir değişiklik olmamış ve %19’da sabit kalmış. Bu da gösteriyor ki Hazine artan borç ihtiyacını ağırlıklı olarak kamu bankalarından karşılamış.
Parasal olarak baktığımızda; kamu bankalarının Haziran 2018’de ellerinde bulunan devlet kâğıtlarının tutarı 109 milyar, özel bankaların elinde bulunan tutar ise 108 milyar lira iken Şubat 2019 sonunda kamu bankalarını 147 milyara çıkarken özel bankaların 124 milyara artmış. Kamu bankaları 38 milyar ek borç verirken özel bankalar sadece 16 milyar lira ek borç vermişler.
Kamu bankalarının özel bankalara göre 22 milyar lira daha fazla borç verdikleri görülüyor. Özel bankalar devlete borç vermeye pek rağbet etmemişlerdir. Neden acaba? Bankalara devlet borçlanma kâğıtlarının faizlerinin düşük tutulması yönünde yapılan baskıların bir sonucu olabilir mi? Faizi baskılarsan özel bankalar ilgi göstermezler.
Borçlanma istatistikleri gösteriyor ki hazine dışardan borçlanamaya ağırlık veriyor. Haziran 2018’de 89,5 milyar dolar olan Hazinenin dış borcu Şubat sonuna kadar yaklaşık 7 milyar artarak 96,5 milyar dolar ulaşmış.
Üstelik bu artışın yaklaşık 5 milyar dolarlık kısmı 2019 yılının ilk iki ayında gerçekleşmiş. Bu da bize gösteriyor ki Hazine 2019 yılında finansman ihtiyacını ağırlıklı olarak dış borç ile karşılayacak. Böylelikle hem döviz girişi sağlayarak kurların hareketini engellemeyi hem de TL faizlerini baskı altında düşürmeyi planlamaktadır. Ancak burada göz ardı edilen dış borcun faiz maliyetidir.
En son ocak ayında yapılan 2 milyar dolarlık 10 yıl vadeli dolar borçlanmasının faiz maliyeti %7,625 idi ve bu borçlanma tutarının artırılması için yabancı bankalara yeniden yetki verildi ve bir milyar dolarlık ek bir borçlanma daha yapıldı.
Tabi ki yurtdışından borçlanmaya devam edecekler. Siz bakmayın bakanın “uygun maliyetle borç vermek isteyen varsa bakarız” dediğine. Onların dolara ödedikleri faizi ile ilgilendikleri yok! Yeter ki borç bulabilsinler. Verin tefeci faizini, tüm dünya size borç vermek için sıraya girsin.
YALÇIN KARATEPE / BİRGÜN

Vergiyi herkesten alıyor sadece ‘Cumhur’a çalışıyor - HÜSEYİN ŞİMŞEK

TRT Haber’de, YSK’nin “tarafsızlık” kararına karşın 15 günde 55 saat Cumhur İttifakı propagandası yapıldı. Millet İttifakı’na 10 saat ayrılırken HDP’ye ise hiç yer verilmedi.


31 Mart yerel seçimlerine sayılı günler kala kamu kaynakları kullanılarak finanse edilen TRT’nin yanlı yayın politikası hız kazandı. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) kararlarına ve kanunlara göre bağımsız ve tarafsız yayın yapması gereken TRT, mart ayının ilk 15 gününde Cumhur İttifakı’nın yayın organı gibi çalıştı.

1-15 Mart tarihleri arasında TRT Haber’de Cumhur İttifakı’nın “lehine” 55 saat 17 dakika yayın yapıldı. Bu yayınların 48 saat 5 dakikası AKP’ye, 7 saat 12 dakikası ise MHP’ye yönelik oldu. Bu süre boyunca Cumhur İttifakı’nın “aleyhine” yayın yapılmadı.
Aynı tarihler arasında Millet İttifakı’na ayrılan zaman ise 10 saat 9 dakika oldu. 8 saat 24 dakikayı CHP’ye ayıran kanal yönetimi, İyi Parti’nin haberlerini ise bir saat 45 dakika süreyle yayımladı. TRT Haber’de Millet İttifakı’nın aleyhine ise 7 saat 23 dakikalık yayın yapıldı.

HDP SADECE “ALEYHTE” GÖRÜLDÜ

24 Haziran 2018 milletvekilliği seçimlerinde 65 milletvekili ile TBMM’de en fazla milletvekili ile temsil edilen üçüncü parti konumundaki HDP’nin lehine ise 15 gün boyunca hiç yayın yapılmadı. Kanalda, bu tarihlerde bir saat 38 dakika “aleyhte” yayın yapıldı.
TRT Haber’de yapılan yanlı yayınlar, seçimlerin güvenliği ve düzenini korumakla yükümlü kurum olan YSK’nin kararlarına da aykırılık taşıyor. 24 Aralık 2018 tarihli YSK kararında, “Seçim döneminde tarafsızlık, gerçeklik, doğruluk ilkelerine uygun davranmakla yükümlü radyo ve televizyon kuruluşlarının tek yönlü, taraf tutan yayınlar yapamayacaklarına, bu kuruluşların yayınlarında demokratik kurallar çerçevesinde adaylar arasında fırsat eşitliğini sağlamak zorunda olduklarına” oybirliği ile karar verilmişti.

‘RAKAMLAR HER ŞEYİ ANLATIYOR’

TRT Haber’deki taraflı yayınları değerlendiren RTÜK Üst Kurul Üyesi İsmet Demirdöğen, “Rakamlar her şeyi anlatıyor. Anayasa ve yasaları çiğnemekte bir sakınca görmeyen TRT, bu seçim döneminde yeni bir çığır açmıştır” dedi.
Konuyla ilgili BirGün’e değerlendirmelerde bulunan Demirdöğen, “TRT, kimi özel yayıncıların misyonunu üstlenmiş, muhalefeti karalayan haberciliğe geçiş yapmıştır. Bir ittifakın haberlerine ezici bir üstünlükle yer veren TRT yönetimi, az da olsa kendini ifade etme şansı bulan muhalefet partilerinin aleyhine yaptığı haberlerle bir siyasi partinin çıkarlarının bekçisi haline getirilmiştir. Atatürk ve silah arkadaşlarına yönelik ağır hakaretleri ve saldırıları hasıraltı eden RTÜK yönetimi, muhalefete yönelik yalan ve iftiraları, küfürleri neredeyse meşrulaştıran bir konuma getirilmiştir. Şikâyet edilecek bir merci de kalmamıştır” dedi.
***

YANDAŞIN AL BİRİNİ VUR ÖTEKİNE

Yerel seçim yaklaştıkça AKP’nin anketlerde eridiğinin görülmesi, siyaset sahnesini kızıştırırken yandaş medya da giderek saldırgan bir çizgi izlemeye başladı. Bütün yandaş televizyon kanalları ve gazeteler tek iş olarak muhalefeti karalamak ve hedef göstermek görevini yerine getirmeye çalışıyor. Ancak tek yanlı yayın çizgisinin ayarı, muhalefete söz verince yerle bir oluyor.
Bunun en somut örneği önceki gece Ülke Tv’de yaşandı. Kendine ‘gazeteci’ diyen Turgay Güler, CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Ekrem İmamoğlu’nu “Sıradışı” adlı programına çıkardı. İmamoğlu’na yöneltilen sorular ve sunucunun tavrı sosyal medyada gündem oldu.
Turgay Güler’in polis sorgusu yapar edasıyla sunduğu programda İmamoğlu’nun gerginleşmemesi sosyal medyada kullanıcılar tarafından olumlu karşılandı. Buna karşın Güler programı kapatırken dahi siyasi polemik yapmaya çalıştı ancak başarılı olamadı.
İmamoğlu’nun programdaki performansı ve Güler’in ‘soru’larına verdiği yanıtlar AKP’liler arasında da tartışma yarattı. AKP’li bazı troller Güler’e “Yayına çıkararak oylarının artmasına sebep oldun” diye tepki gösterdi

AKİT’E SORUŞTURMA

Öte yandan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun idam edilmesi gerektiğini söyleyen Akit Tv muhabirine ise soruşturma başlatıldı. Savcılıktan yapılan açıklamada, “19.03.2019 tarihinde bazı basın yayın organlarında yer alan Akit TV adlı televizyon kanalı muhabirinin; ‘Türk kamuoyu Kılıçdaroğlu gibi bazı isimlerin idam edilmesini bekliyor’ şeklindeki sözleri üzerine, hakkında TCK 106/1 maddesi uyarınca tehdit suçundan soruşturma başlatılmıştır” ifadeleri yer aldı.
Akit TV’nin sunucusu Ulucanlar Cezaevi’nde yaptığı bir yayında “toplumun CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun idamını beklediği” söylemişti: “…PKK ve FETÖ’ye yandaşlık yapan, bağrında besleyen örneğin Kemal Kılıçdaroğlu gibi isimlerin bu darağacında asılmasını bekliyor diye düşünüyorum, bu bizim fikrimiz…”
HÜSEYİN ŞİMŞEK / BİRGÜN

Bir tek altın tozlu et kalmıştı! - Esfender KORKMAZ

Bir gazetede yer alan ve aynı zamanda sosyal medyada paylaşılan bir  habere göre, Etiler'deki bir et lokantasında altın tozuyla kaplı etin fiyatı 6 bin lira ile 9 bin lira arsında servis ediliyormuş. Reklam amacıyla da yapılsa, böyle bir uygulama medeni toplumlarda tepki görür.

Türkiye fırsatlar ülkesidir. Ancak alın teriyle para kazanmış hiçbir insan bir porsiyon ete 6 veya 9 bin lira ödemez. Ya petrol paralarını halktan çalan yöneticiler öder, ya da yasal olmayan yollardan spekülatif para kazananlar öder.
10 sene önce olsaydı bu olay bizde daha çok tepki görürdü. Mamafih 2007 yılında bir firma, normal çikolatanın on katı fiyatla satılan altın tozlu çikolata ithal etti. Sonrasında devam etmedi. Hatta altın tozu kaplı çikolatayı ithal eden firma sahibi de, her gün 0.2 gram altın yemenin vücuttaki toksinleri artıracağını açıklamıştı.
Bugün bu tür olaylara karşı tepkiler neden azaldı?

1. Gelir ve servet dağılımı bozuldu. Fakir ve zengin arasındaki fark açıldı. Zengin aldırmıyor, fakir ekmek derdine düştü.
OECD 'nin 2018 sonunda yayınladığı bir rapora göre Türkiye servet dağılımı açısından Avrupa ve Asya'nın en adaletsiz ülkelerinden birisidir. Türkiye'de servetin yüzde 54'ü nüfusun yüzde birinin elindedir ve OECD ülkeleri içinde son 10 yıl içinde servet dağılımı en hızlı bozulan 3 ülkeden birisidir. Ekonomik İş birliği ve Kalkınma Kuruluşu (OECD )  daha önce de 21 Mayıs 2015 tarihinde üye ülkelerde gelir dağılımı raporu açıklamıştı. Bu rapora  göre de o zaman 34 üye ülke arasında gelir dağılım adaletsizliği sıralamasında Şili ilk sırayı alırken bu ülkeyi Meksika, Türkiye, ABD ve İsrail izlemişti. Gelir dağılımın ne kadar bozuk olduğunu gösteren dolaylı belirtiler de vardır. Söz gelimi, Türkiye de lüks araba oranı zengin ülkelere göre daha yüksektir.Gelir dağılımı aşırı bozulunca, gösteriş amaçlı tüketim de artar. Bazı insanlar herkesin yapamadığını yapmaktan tatmin duyar.

Öte yandan servet yanında, gelir dağılımının da bozuk olması, Türkiye de aynı zamanda arz-talep dengesini de bozdu. İkili bir ekonomik yapı ve üretim yapısı oluştu. Bir kısım üretim daha lüks ve daha kaliteli, bir kısım üretim ise daha ucuz ve kalitesiz yapılmaya başlandı. Bazı  mallarda kitle üretim yerine düşük kapasitede bölünmüş üretim biçimleri geldi. Lüks üretimde karlılık oranı daha yüksektir. Firmalar az üretim yapar ve fakat çok kar elde eder. Bu durum piyasa düzenini bozdu.

Bana göre, altına bulanmış kebap satanlarla, toplumun zaruri ihtiyaçlarını karşılayan üreticilerin vergileri de farklı olmalıdır. Söz gelimi altına bulanmış kebapta KDV oranı yüzde 100, kurumlar vergisi oranı da daha yüksek olmalıdır.

2. Orta gelir gurubu azaldı.
Toplumun sesi, siyasilerin orta direk dediği, orta gelir gurubudur. Bu gurup sosyal sorunlara karşı daha duyarlıdır .

Türkiye de orta gelir gurubu da azaldı. Orta gelir tuzağı, orta gelir grubunun arttığını göstermez. Çünkü ortalama fert başına gelir bir ortalamadır.
Diyelim ki bir köyde 100 kişi yaşıyor. Herkesin yıllık geliri eşit ve 1000 liradır. Köyün  yıllık toplam GSYH 100 bin liradır. Ortalama fert başına gelir de 1000 liradır. Köye tek başına geliri 102 bin lira olan bir kişi geldi. Köyün toplam GSYH'sı 202 bin liraya çıkar. Ortalama fert başına geliri ise iki katına çıkarak, 2000 lira olur. Ancak köylünün cebine ilave bir gelir girmez.

Türkiye 10 senedir orta gelir tuzağındadır. 2008 de fert başına gelir 10.436 dolar idi. 2018 de 9632 dolar oldu.

3. Demokraside geri düştük. 
Biat kültürü oluştu. Toplumsal duyarlılık azaldı.


Esfender KORKMAZ / YENİÇAĞ

21 Mart 2019 Perşembe

AKP’nin sabotajcı bakanları - Barış Terkoğlu

Tek parti iktidarında mıyız? 
Öyle olması gerekiyordu. Koalisyonlar dönemi bitecekti. Yönetim istikrara kavuşacaktı. Her kafadan bir ses çıkmayacaktı. Dolar hızla düşecek, borsa yükselecek, enflasyon sıfıra yaklaşacaktı. 
Orada mıyız sahiden? 
AKP’nin “koalisyonlar bitti” sözü soğumadan MHP ile ittifak kurmasından bahsetmiyorum. Yüzde 50’ye ulaşmak için yüzde 1’lik partilere vekillik teklif edecek noktaya gelmesi de konumuz değil. 

“Parti” dediğimiz “bölmek”ten geliyor. Tüzüğü ve programı olanlar bir yana, eğer iktidar parçalıysa çok partiden bahsetmek zorundayız. Kötü mü? Kuşkusuz çok parti; çok fikir, çok siyaset, çok çözüm demek. Ancak devletin partileştiği koşullarda, fiilen devletin parçalandığını kabul etmek zorundayız. İktidar bugün “çatı partisi”nin elinde.

Devletin kanatlarında gözaltı krizi 
Geçen pazartesi tuhaf bir şey oldu. 
Devletin kritik noktasındaki üç ismin gözaltına alındığı haberi bir anda yayıldı. İnandırıcı görünüyordu. Zira bir süredir haklarındaki iddiaları sağır sultan duymuştu. 
Elbette gazeteciler bu olayı doğrulamaya çalıştılar. Kamuoyuna gerçek bilgiyi ulaştırmaya çalışıyorlardı. Fakat işin peşine düştükçe tablo biraz farklılaştı. 
Bir kesim yetkili “gözaltı var mı” sorusunu, “hayır, sadece müfettiş incelemesi diye” cevaplarken; bir başkası “yanıt veremeyiz” diyordu. Bir kısım “kesinlikle böyle bir şey yok” derken, öbür taraf “evet, polis almış” ifadesinden sonra, gün bilgisi bile veriyordu. 

İddia o ki; olay derinleştikçe bakanlıklara, üst düzey savcılara kadar taştı. Bir bakanlık yetkilisinin, bir yayın yönetmeniyle dahi görüştüğü ileri sürüldü. Sonunda iddia, karanlık koridorlarda doğrulanamadan kaybolup gitti. 

Herkes gözaltı üzerine papatya falı açarken, ben başka bir şeye takıldım. 
Devletin yargı ve polis içinde ayağı olan bir kanadı, sanki bu iddianın duyulması için özel çaba harcıyordu. Yayımlansa mutlu olacaklardı. Yine yargı ve polis içinde ayağı olan öteki taraf ise yalanlamakla kalmıyor, kazara bir kanalda çıkmaması için çaba sarf ediyordu.
 
Görevi polis, savcı ya da bürokrat olsun. Tutumları arasındaki farklılıklar, iktidarın tepesindeki bazı yöneticilere yakınlıkla açıklanıyordu.

Birbirini sabote eden bakanlar 
Mutlak gücü elinde toplayan Erdoğan’ın gölgesindekilere bakın. İktidarın çok partililiğini, devletin içine taşan “bölümler”i göreceksiniz. 
Üstelik bunun için pazartesiyi beklemeye gerek yoktu.
 
Türkiye’de fiyatların bir anda patladığı günleri hatırladınız mı? AKP’nin bazı bakanları patronlarla toplantı yapıyor, fiyatlarda indirim istiyordu. Bir kampanya başlatıldı. Ürünlere logo bile basıldı. Derken başka bir bakan sürece müdahale etti. Valiliklere ulaşan talimatın ardından kolluk güçleri marketlere girip incelemelere başladı. Olayın fotoğrafları dış basında “Türk polisi markette diş macunu kontrolü yaparak enflasyonla mücadele ediyor” diye dalga geçilerek veriliyordu. İktidar kulislerinde, bir bakanlık diğerini süreci baltalamakla suçluyordu. 

Ya bir bakanlığın “Türkiye’ye gelin” diyerek milyonlarca turisti ülkeye çağırmasının ardından, bir başka bakanlığın turistleri şüpheli bulması durumunda gözaltına alacağını açıklaması. Bu krizin ortasında Almanya’nın “sosyal medyada herkese açık olmayan yorumların bile isimsiz ihbarlarla Türk emniyet kurumlarına ileteceği varsayılmalıdır”  diyerek, vatandaşlarını Türkiye’deki tatiller konusunda uyarmasına ne demeli? Bir AKP’li bakanın öbürünün ayağını kaydırması değilse ne? 

Düşünün; hükümete yakın bir gazete, devletin mevcut bakanını överken öncekini PKK destekçiliğiyle suçluyor. RTÜK Başkanı’nın istifası da, kimi bürokratların aniden görevden alınması da iktidar içinde görünmeyen “partikavgaları”yla açıklanıyor.  “Yandaş medya” diye bildiğimiz gazetelerin kimisinde bazı AKP’li bakanlar ya da yöneticiler istese de görünemiyor. “Birinci adam”ı biliyoruz da, “ikinci adam” olmaya çalışanlar birbirine omuz atıyor. 

15 Temmuz gecesi Boğaz Köprüsü’nde şehit olan AKP’nin reklamcısı Erol Olçok’un eşinin isyanını gördünüz mü? Oğlunu da aynı gece kaybeden Nihal Olçok, yargıdan Fethullahçı kaçıranlara “Kaça sattınız 250 şehidi? Değdi mi aldığınız, verdiklerinize”  dedi ya... 

Adı sözde “tek parti” olan, gerçekte ise bazı kişilerin adı etrafında toplanan grupçuklarla anılan bu “çok partili” sistem keşke yargıya hiç bulaşmasaydı. 

Ya da her şey göründüğü gibi olsaydı.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Amaçları halkı siyasetten soğutmak - Deniz Yıldırım

İktidarın seçim siyasetine bir bakın: Kavga, gürültü, iftira, yalanlar, olmadık suçlamalar. Bağırmalar, hakaretler. Kendimizi düşünelim; etkisi ne? Siyasetten soğuma, dinlemek ya da izlemek istememe. Siyasetten kaçış da diyebiliriz.


Sadece muhalefet seçmeni değil; aynı şeyleri duymaktan sıkılan, aynı ezberleri dinlemekten bıkan bir iktidar tabanı da var. Yandaş gazetelerin satış rakamlarına, kanalların izlenme oranlarına; dahası Erdoğan’ın televizyon programlarındaki izlenme sıralamasına bir bakın; ne demek istediğim anlaşılacaktır. Konuşulan konularla halkın gerçek sorunları arasındaki mesafe açıldıkça açılıyor. Konu, oy vermenin de ötesinde. 
İktidar seçim için kutuplaştırıyor; bu doğru. Fakat bunun seçim dışı zamanlara  yayılan bir başka etkisi ya da amacı var: Halkı siyasettenuzaklaştırmak, siyasetten kaçırmak.
 
Bu, yeri geliyor öfke diliyle, muhalifleri neredeyse düşman gibi gösteren siyaset tarzıyla ortaya çıkıyor; yeri geliyor belediye başkan adaylarına “kazansan da görevden alırız” diyerek, parti başkanlarına “cezaevi” yolu göstererek ortaya çıkıyor; yeri geliyor, tanınmış gazetecilere meydanlardan sallanan “patlatırlar enseni” cümleleriyle kendisini gösteriyor.
 
İktidar bunu niye ister? Kurdukları Saray merkezli tek adamlık rejiminde halk siyasetten uzaklaştıkça tek kişinin her şeyi yönetmesi, bütün kararları alması doğal hale gelecek, sorgulanmayacak çünkü. Halkın siyasetten uzaklaşmasıyla tek kişinin bütün  siyasete el koyması birbirini tamamlıyor. 
Biliyorlar. 
Aynı zamanda da halkın gerçek sorunları konuşulmayacak, alternatif siyaset biçimleri gelişemeyecek. Tehdit ve korkutma, resmi siyaset biçimine dönüşecek. Böyle yönetilen ülkelere demokrasi denir mi? Böyle bir siyasetsizleştirme, diktatörlüğe geçiş süreçlerinin tehlikeli sinyalidir. Batılı ülkelerdeki “siyasetten kaçış” olgusundan farklı bir durum bizdeki. 

Sadece iktidarın siyaset tarzından kaçış da yok. Gençlerle konuşun; partilerin kendi hayatlarına doğrudan dokunamadığını, kendilerine yer açmadığını söylüyorlar. Gelecek kaygısıyla siyasetten kaçıyor çoğu. Haklılar. Bir güvence arayışı var. Diğer yandan muhalefet partilerinin söylemde, programda, kadrolarda iktidar partisine benzeme arayışı da uzun süredir siyaset alanındaki çeşitliliği, tartışma zenginliğini daraltan bir başka etken. Muhalif siyasetler de yaşlandı. Kadrolar orada da değişmiyor. Siyaset, “değişim” fikrinin önünegeçmeye başlıyor. Statüko ile özdeş hale geliyor. Bu da iyi değil. 

Böyle bir ortamda Türkiye için en büyük tehlike nedir derseniz, siyasetsizleşme  derim. 
Siyasetin “düşmanlık” derecesine taşınması, muhalif olmanın neredeyse suç haline getirilmesi, “muhalefet seçimlerde kazansa bile iktidar bir yolunu bulup gitmez”  düşüncesinin yayılması, siyasetin gündemiyle halkın gündemi arasındaki mesafenin açılması, etki kanallarının tıkanmaya başlaması önümüzdeki ana sorundur. 

Oysa Türkiye’nin sorunlarını siyaset geliştirerek, siyasetle çözeceğiz. Sürekli hata yapan, “kandırıldık” diyerek her şeyi örtmeye çalışan, örtemeyince de rakiplerine “siz niye kandırılmadınız?” öfkesiyle suçu atmaya uğraşan bir anlayışın Türkiye’deki tek siyaset anlayışı ve siyasi doğruluğun ölçüsü haline gelmesine izin vermeyerek başlamak gerekiyor önce. 

Türkiye derin bir ekonomik krizin içine sürükleniyor. İşsizlik son verilerle 4 milyon 302 bine ulaştı. Ekonomi küçülüyor. Sosyal çelişkiler derinleşiyor. Siyaset tam da Saray ile halk arasında açığa çıkmaya başlayan bu çelişkinin, çatlakların içinden yeniden umudu örgütleyebilmektir. 

Önümüzdeki 4 yıl seçim yok. Bu yerel seçimler, iktidarın memleketi siyasetsizleştirmesine ya da tek doğru siyaset kendisiymiş gibi göstermesine, baskıya, eşitsizliklere ve adaletsizliklere karşı verilecek mesaj için de önemli. Siyasete alan açılsın mı? Kısa vadede buna karar vereceğiz. O yüzden de bir “yerel seçim” olmanın ötesinde bu sandık artık.

Deniz Yıldırım / CUMHURİYET

Nihal Olçok hesap sormaya devam ediyor...- CUMHURİYET


Nihal Olçok, Tamince ve Ülker ailelerinin düğün davetiyesini paylaştı: Haram olsun! 

15 Temmuz darbe girişiminde eşi Erol Olçok ve oğlu Abdullah Olçok'u kaybeden Nihal Olçok, FETÖ davasında hakkında "kovuşturmaya yer yoktur" kararı verilen Fettah Tamince ve Murat Ülker'in çocuklarının düğün davetiyesini paylaşarak "Haram olsun, bana haram ettikleri her gün gibi" dedi.


15 Temmuz darbe girişimi sırasında eşini ve oğlunu kaybeden Nihal Olçok, Tamince ile Ülker ailelerinin çocuklarının Dubai’de yapılacak düğününün davetiyesini Twitter hesabından "Haram olsun, bana haram ettikleri her gün gibi" notuyla paylaştı.

DÜĞÜN DUBAİ'DE
Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker ve Rixos Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Fettah Tamince’nin çocukları Hatice ile Yahya’nın evlenecekleri geçen yılın sonunda duyurulmuştu. Basılan davetiyede de çiftin 6 Nisan’da, Dubai’de dünya evine girecekleri kaydedildi.

Davetiyenin fotoğrafını Twitter’dan paylaşan Olçok, şunları söyledi: “Tabii ki güç birliği, dava ve hayat ortaklığı… Bir zamanlar Doğan, Sabancı vs. gibi aileler aralarında evlenir güç birliği yapardı. Değişen hiçbir şey yok aslında. Tarih tekerrürden ibaret. Bizden orijinal bir şey çıksa adımı değiştireceğim zaten… Bu arada düğün Dubai’de…

"ANLI ŞANLI GÜNLERİMİZİ ÇALDILAR"
“Kıskandım mı, hem de çok kıskandım. Ben Abdullah’a hiçbir zaman böyle bir düğün yapamayacağım. Ha iki oğlum daha var diyecekler. Ama onların da babası yok, babası… Anlı şanlı günlerimizi çaldılar. Haram olsun, bana haram ettikleri her gün gibi.”
Olçok, Rixos otellerinin sahibi olan iş insanı Fettah Tamince hakkında ‘FETÖ’ soruşturması kapsamında “kovuşturmaya yer yoktur” kararı veren Cumhuriyet Savcısı İsmet Bozkurt’a hitaben, “Kaça sattınız 250 şehidi” sorusunu yöneltmişti.

                                                                        ***

Nihal Olçok hesap sormaya devam ediyor... "Neyle neyi takas ettiniz"

15 Temmuz'da eşi ve oğlunu kaybeden Nihal Olçok, Twitter hesabından, Atatürk Kültür Merkezi ihalesinin Fettah Tamince'ye verildiğine dair haberi paylaşarak, "İhale verildi. BU MUDUR??? Neyle, neyi takas ettiniz?" diye sordu.

Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan haberinde yargıdaki FETÖ borsası iddialarını dile getirmiş, iki savcının konuyla ilgili soruşturma kapsamında açığa alındığını duyurmuştu. Haberimizin ardından 15 Temmuz’da darbeciler tarafından Boğaz Köprüsü’nde vurularak şehit olan Erol Olçok'un eşi Nihal Olçok, açığa alınan Cumhuriyet Savcısı İsmet Bozkurt için çok sert sözler sarf etmişti. Olçok, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, "Kaça sattınız 250 şehidi" ifadelerini kullanmıştı.

“NEYLE NEYİ TAKAS ETTİNİZ”
Odatv'nin haberine göre, Nihal Olçok, Twitter hesabından ayrıca, Atatürk Kültür Merkezi ihalesinin Fettah Tamince'ye verildiğine dair haberi paylaşarak, "İhale verildi. BU MUDUR??? Neyle, neyi takas ettiniz?" diye sordu.


“SÖYLE ULAN KAÇ PARAYA SATIN ALDIN ŞEHİTLERİMİZİN KANINI”
Nihal Olçok ile aile dostluk bağları olduğu bilinen, "Ertoşi Aşireti" mensubu yazar, Yiğit Caner Ertoşi de Fettah Temince için ağır sözler geldi. “Senin gibi hemşehrim olduğu için utanıyorum” diyen Ertoşi şu ifadeleri kullandı:
“Hemşehrim olduğun için utanıyorum, azıcık cinsiyetinden ötürü erkeklik kaldıysa eğer, sen söyle, onlar söylemez, söyle ulan kaç paraya satın aldın şehitlerimizin kanını!?

Şunu her kes iyi bilsin, Nihal Olçok yalnız değildir, biz hayatta olduğumuz sürece canımızı onun için hibe etmeye tek kelam etmeden hazırız, o Türkiye'nin emaneti sadece o değil bütün şehit yakınlarımız için yapmayacağımız hiç bir fedakarlık yoktur.! Hele ki böyle kansızlara susacak ağız da bunlardan daha yavaş atan kalp atışları da vermedi bize Allah!

Ha FETULLAH bağışlanmış kah FETTAH ! Bu insanların kanı boşuna mı döküldü, boş yere mi verildi tüm bu canlar? Satılmış ruh ve bedenlere dur deme vakti bugün! Yarın yok!”
Nihal Olçak da, sosyal medya hesabından Ertoşi’nin sözlerine “CAN CANERİM.” diye şeklinde verdi.
                                                                       ***

15 Temmuz şehidinin eşinden sert açıklama: Kaça sattınız 250 şehidi

Cumhuriyet gazetesi dün manşetten yayınlanan haberinde yargıdaki FETÖ borsası iddialarını dile getirmiş, iki savcının konuyla ilgili soruşturma kapsamında açığa alındığını duyurmuştu. Haberimizin ardından 15 Temmuz’da darbeciler tarafından Boğaz Köprüsü’nde vurularak şehit olan Erol Olçok'un eşi Nihal Olçok, açığa alınan Cumhuriyet Savcısı İsmet Bozkurt için çok sert sözler sarf etti. Olçok, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, "Kaça sattınız 250 şehidi" ifadelerini kullandı.

Cumhuriyet, dün Seyhan Avşar imzasıyla manşetten yayınladığı haberde yargıdaki FETÖ Borsası iddialarını gözler önüne serilmişti.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen bir soruşturma kapsamında, Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu’nda görevli Cumhuriyet Savcısı Lütfi Karabacak’ın ve yaklaşık bir ay önce Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu’ndan, Faili Meçhul Suçlar Bürosu’na gönderilen Cumhuriyet Savcısı İsmet Bozkurt’un açığa alındığı ortaya çıkmıştı.

Açığa alınan savcıların tahkikak aşamasını yürüttükleri FETÖ dosyalarında para karşılığında şüpheliler hakkında takipsizlik kararı verdikleri iddia edildi. Savcılar hakkındaki soruşturmayı Cumhuriyet Başsavcı Vekili Hasan Yılmaz’ın yürüttüğü öğrenildi.
Açığa alınan Cumhuriyet Savcısı İsmet Bozkurt, Rixos otellerinin sahibi olan ve bir dönem Fethullahçılar içerisinde yer aldığını itiraf eden işadamı Fettah Tamince hakkında “kovuşturmaya yer yoktur” kararı vermişti.

ŞEHİT EŞİNDEN SERT MESAJ
15 Temmuz’da darbeciler tarafından Boğaz Köprüsü’nde vurularak şehit olan AKP’nin reklamcısı Erol Olçok'un eşi Nihal Olçok, sosyal medya hesabından konuyla ilgili olarak çok sert bir mesaj paylaştı.

Nihal Olçok, kişisel Instagram hesabından, "Adaleti kaça sattınız" diye sorarak, şu şiiri paylaştı:
"Aşkın pazarında canlar satılır
Satarım canımı alan bulunmaz
Yunus öldü deyu selam verirler
Ölen beden imiş, aşıklar ölmez…"

Nihal Olçok, kişisel Twitter hesabından ise, "Kaça sattınız 250 şehidi? Değdi mi, aldığınız verdiklerinize" diye belirtti.

CUMHURİYET

20 Mart 2019 Çarşamba

Erdoğan’ın istediği kavga bir türlü çıkmıyor - Volkan Algan

Sabah akşam birilerini terörist ilan ediliyor. Yatılıyor beka sorunu, kalkıyor ezan-din düşmanları. 

Üstüne bir de Yeni Zelanda’daki katliam geldi. Saldırı görüntüleri miting meydanlarında halka izlettiriliyor, “dedelerini tabutla yolladık” hatırlatması yapıyor. 

Gereğini onlar yapmazsa kendileri “öyle ya da böyle” yapacaklarmış buyurdu Erdoğan... “Öyle ya da böyle” kuralsızlığı da ima ettiğine göre, herhalde suikast timi falan gönderecekler diye mi düşünmeliyiz... 

Yok, düşünmeyelim; bunların hamaset, boş laf olduğunu en başta kendisi biliyor. Böyle kuru sıkıya devam edecekler.

Katliamdan hemen sonra “Ayasofya ibadete açılsıncılar” meydana çıkınca ne dediğine dikkat ettiniz mi: Önce Sultan Ahmet’i doldurun. Be kardeşim. Bir şey söylerken duygusallıkla, affedersin bu alçağın, bu teröristin sözlerine karşı böyle bir talepte bulunmanın bir anlamı yok. 

İşte böyle. Yetkinin kendisinde olduğu, adım atmaya cesaret edemeyeceği konularda Erdoğan’ın sağduyusu birden devreye giriyor. Ama havaya sallamaya devam.

Şimdi de idam meselesine döndü, yine... İdamı kaldırmakla yanlış yapılmış, bunları cezaevinde beslemek bile zoruna gidiyormuş. 

Erdoğan bu seçim sürecinde tüm klişeleri kullanmaya yemin etmiş görünüyor. Asmayalım da besleyelim mi, din-millet düşmanları, teröristler, haçlı savaşları, falanlar filanlar...

Hızını alamayıp bir asır önce Mustafa Kemal’in “onlar bizim evlatlarımız” sözüyle tarih önünde çözülmüş sorunlara bile el attı. 

Ha bir de hapis tehditleri var tabii. Meral Akşener, Mansur Yavaş... Yavaş’ın seçileceği kesinleşmiş olsa gerek ki, bir şekilde seçime girmesine engel olmaya çalışıyorlar. Görüntü bu.

Evet böyle bir seçim sürecinin normal, söylenen lafların yenilir yutulur olmadığı açık. Ama pek bir panik hali olmadığı gibi, muhalefet de küçük atışmalar dışında halinden şikayetçi görünmüyor. O kadar lafa rağmen sessiz-sedasız gidiliyor seçimlere.

Burada bir gariplik yok mu? İşte ben oraya gelmek istiyorum.

Öncelikle herkes hemfikir ki, Erdoğan ve AKP’nin son yıllardaki en zor seçimi olacak 31 Mart. Zaten şirazenin bu kadar kaymasının gerekçesi de bu. Ekonomik durum sorunlu ama tek başına yeterli bir neden de sayılmamalı bu zorlukta. Siyasi alternatifleri çoğaldı. Her koşulda önümüzdeki süreçte siyasette yeni tartışmaların açılacağı belli.

Erdoğan, Bahçeli’nin seçim sonucunda ortaya çıkacak tabloya göre sistemin (başkanlık ve ittifak) sorgulanabileceğini söylemesini dostane bir uyarı olarak görmeyecek kadar uyanık bir siyasetçi. Bahçeli’nin böylesi bir tabloda önce ittifakı bozup, sonra da Türkiye’yi yeni bir sürece sokacak adımları atabileceğini yakın tarihe göz gezdirenler tahmin edebilir. Bahçeli’ye güvenmek için hiçbir neden yok. Zaten kim kime güveniyor ki?

Yani özetle Türkiye’nin en önemli sorununun Erdoğan iktidarı olduğunu düşünen; en büyük ve tek siyasi beklentisi AKP’den ve Erdoğan’dan kurtulmak olan ya da bu siyasete mahkum edilen milyonlarca insanın, beklentisinin en yüksek olması, en çok heyecan duyması gereken seçim bu değil mi o zaman?

Halk yıllarca bu beklentiyle ilkesiz ittifaklara, kirli pazarlıklara razı edilip, bunları savunmak zorunda bırakılmadı mı? Öyleyse niye heyecanlı ya da umutlu bir tablo yok? 

Erdoğan’ın kendinden daha emin girdiği önceki seçimlerde bile estirilen hava hatırlandığında bu soruyu sormamız gerekiyor.

Hatta bazı anketlerden Erdoğan’ın bu süreci aşırı agresif götürmesinin sandığa gitmeyecek olanları sandığa çektiği, aslında bir kesimde seçimlere dönük ilgisizlik olduğu sonucu çıkıyor. 

Düzen partilerindeki sağcılaşma ve ilkesizlik, Türkiye muhalefetindeki siyasi heyecanı ve mücadele azmini zayıflattı.

Deniz Baykal çarşafa rozet taktığında “takiyye” deniliyordu, İmamoğlu’nun camide kuran okuması hem ona hem de CHP’ye yakışıyor artık.
Erdoğan eskisi kadar orijinal, AKP sağdaki tek adres değil şimdi. 

Böylece sabah akşam tehdit, küfür, hakarete karşın saraya çıkıp tokalaşıp fotoğraf çektirebiliyorlar. İki taraf da birbirini ciddiye almıyor. Erdoğan’ın esip gürlemesinin altında seçim telaşı olduğunu, taraflar arasında ideolojik-siyasi büyük uçurumlar olmadığını herkes biliyor.

Erdoğan bağırıp çağırırken Binali beyin her açıklamasında onu düzeltmesi boşuna değil.

İşte bu yüzden Erdoğan’ı ciddiye almama, Erdoğan’la kavga etmeme kararı bu seçimlerde belki daha fazla işine yarıyor muhalefetin ama siyasetin tasfiye edildiğinin de bir kanıtı. Erdoğan gerçekte olmayan bir taraflaşmayı suni şekilde yaratamıyor. 

CHP ne kadar İYİ Parti’yse, İYİ Parti o kadar MHP, MHP ne kadar AKP’yse, AKP o kadar CHP artık.

Ülkedeki ilerici enerjiyi zayıflatmak pahasına, kendi sağcılarının seçilme şansını artırdılar. Olur olmaz, bunun pek bir önemi kalmadı zaten.
İyi tarafı da var bu durumun.

Aslında CHP, Türk sosyal demokrasisi yıllardır emekçilere takiyye yapıyor, onlara boş umutlar veriyor, gerçek çözümün önünde engel oluyordu. Artık bundan giderek uzaklaşmış olmasına sevinmek gerekiyor. 

Burada büyük bir boşluk yarattılar ki, buna karşı önlem almaları zaten mümkün değildi. Topyekûn sağcılaşırlarken AKP düzenine teslim olmayan milyonlarca ilericiyi, emekçiyi de ortada bırakmayı göze aldılar. Ciddi bir kopuş yaşanmıyor henüz, ama mesafe açılıyor.

Türkiye Komünist Partisi tarihi bir görevle karşı karşıya. Seçimlerle sınırlı kalmayan ve asıl ondan sonra büyüyecek bir görev bu.

Volkan Algan / SOL

4 milyon 300 bin kişi - Erinç Yeldan


4milyon 300 bin kişi “açık” işsiz... 
Dikkat ediniz, genel geçer bir ifadeyle işi olmayan insanlardan bahsetmiyoruz. Sözünü ettiğimiz rakam, açık işsizler ordusunu ifade ediyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) teknik ifadesiyle, açık işsiz olarak sayılmanın koşulları şöyle sıralanıyor: 
(1) Sözü geçen dönemde (kasım, aralık, ocak ayı ortalaması) kâr karşılığı, yevmiyeli, ücretli ya da ücretsiz olarak hiçbir işte çalışmamış; 
(2) İş aramak için son 4 hafta içinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve 
(3) 2 hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan 15 ve daha yukarı yaşta olanlar 
işsiz nüfusa dahildirler. 


Dolayısıyla, TÜİK istatistiklerinde “işsiz” sayılabilmek için aktif olarak iş arıyorolmak ve kısa süre içerisinde de işbaşı yapmaya hazır olmak gerekmektedir. Türkiye’de bu rakam kasım, aralık, ocak aylarında ortalama 4 milyon 300 bin kişidir. Bu rakam 2017’nin eş döneminde 3 milyon 291 bin kişi idi. Dolayısıyla son bir yılda “açık” işsizlerin sayısı 1 milyon 11 bin kişi artış göstermiştir. 

Hemen belirtelim ki bu rakama, gene TÜİK tanımıyla, “iş aramayıp çalışmayahazır olanlar” dahil değildir. Bu grubu TÜİK, “çeşitli nedenlerle bir iş aramayan,ancak 2 hafta içinde işbaşı yapmaya hazır olduğunu belirten kişiler” olarak tanımlamaktadır. Birçok araştırmacı bu grubu çalışmaya hazır olmasına rağmen, iş bulma umudunu kaybetmiş olduğu için iş aramaktan vazgeçen kesim olarak tanımlamaktadır. Açık işsizler rakamına bu tür “umudunu kaybedenler” de ilave edildiğinde “geniş tanımlı işsizlik” kavramına ulaşılmaktadır. TÜİK verilerine göre bu rakam 7 milyon 153 bine çıkmakta ve geniş tanımlı işsizlik oranı da yüzde 20’ye fırlamaktadır.

İstihdamın güvencesiz niteliği 
Konunun bir de istihdam edilenler boyutu var kuşkusuz. 2018’de toplam istihdam 2017’ye görece 633 bin kişi azalmış durumda. Son bir yıl içerisinde istihdam kayıpları tarımda 375 bin, sanayide 40 bin, inşaatta 442 bin kişi olarak hesaplanıyor. Hizmet sektörleri ise 224 kişilik bir istihdam artışı yaşamış. “Hangi tür hizmetler” ve “hangi koşullarda” sorularına ancak dolaylı yanıtlar bulabiliyoruz. TÜİK verileri 2018’de “kendi hesabına ve ücretsiz aile işçisi” biçiminde “istihdam edilenleri” 7 milyon 375 bin kişi olarak tahmin etmekte. Bu rakama herhangi bir sosyal güvencesi olmadan çalışan “kayıt dışı” emekçileri de ilave ettiğimizde ILO’nun güvencesiz istihdam  (vulnerableemployment) kavramına ulaşıyoruz. 2018 için güvencesiz istihdam toplamı 9 milyon 236 bin kişi olarak verilmiş; çalışan nüfusun üçte birine ulaşıyor. 

Kayıt dışı / güvencesiz istihdam oranı kadınlarda yüzde 40.3’e değin çıkıyor. Tarım-dışı sektörlerde “ücretsiz aile işçisi” olarak “istihdam” edilen kadınlarda kayıt dışılık oranı ise yüzde 70.2!
 
Söz konusu kadın emeği olduğunda, “eğitimli olmak” çok avantaj sağlıyor gözükmemekte. Örneğin lise mezunu kadınlarda işsizlik oranı yüzde 22.3; kadın üniversite mezunlarında ise yüzde 18 (aynı oranlar erkeklerde, sırasıyla, yüzde 12.1 ve 10.4). 

Bunların yanında bir de İŞKUR tarafından yönetilen geçici istihdam biçimleri var.  Toplum Yararına Çalışma Programı bunlardan en önemlisi. TYÇP 31 Aralık 2008’de yürürlüğe girmiş ve “bir yıl içerisinde dokuz ayı geçmemek üzere, istihdamın korunması, arttırılması, işsizlerin meslek niteliklerinin geliştirilmesi ile işsizliğin azaltılmasına yardımcı olmak” amacıyla geliştirilmiş idi. Programa katılanlar dokuz ay boyunca “kurs” görmekte (gerçekte çoğunlukla kursa yazılmaktan ibaret kalmakta) ve asgari ücret üzerinden ücretleri, vergileri ve sigorta primleri “İşsizlik Sigorta Fonundan” karşılanmaktadır. Aslında özü itibarıyla bir başla güvencesiz olan bu yapay ve geçici istihdam biçimi, işsizlik rakamlarını da aşağıya çekmek için bir politika aracı olarak kullanılmaktadır.

İŞKUR kayıtlarına göre TYÇP dahilinde “istihdam” edilenler 2018’de 355 bin 482 kişidir. 2017’de bu tür toplam kursiyeristihdamı 266 bin 924 kişi idi. Bu rakamları yukarıda belirttiğimiz güvencesiz istihdam rakamlarına eklersek kayıt dışılık oranı yüzde 35’e çıkmakta; eğer bunları gerçek istihdam kabul etmeyip, işsizler safına eklediğimizde de açık işsizlik oranı yüzde 14.6’ya yükselmektedir. 

Bir yanda işsizlik, diğer yanda ise istihdamın “güvencesiz” niteliği Türkiye’de derinleşmekte olan krizin yapısal öğelerini oluşturmaktadır.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Ayı Parti– Bölüm 3 - KAAN SEZYUM

Ayı Parti olarak seçimlere dört patimiz üzerinde gavlaya gavlaya ilerliyoruz. Camlarınızı açın ki bizi iyice duyun… Sağda solda soran olursa demokratik ülke deriz, Ayı Parti iktidara geldiğinde gerçek demoğkrağsiyi göreceksiniz. Partimizde adını yazamayan bireyler var. Herkese, her cinse eşit uzaklıktayız. Bay, bayan, herkese açığız ama sadece bize kadar açığız. Ortamlarda demoğkratik dersiniz. Sabah akşam bal yemekten biz bu ülkeye iyice sevdalandık. Bal da direkt oraya gidiyor, beyine biliyorsunuz… Ülkenin balını adeta işçi arılar gibi emikliyoruz. Kraliçe arımız liderliğinde her kovandan binlerce arı çıkartıyoruz. Sandıkların içine kovan yaptık biliyor musunuz? Ayılarımız çalışıyor, Ayı Parti yine sandık balına talip…

Yapay zekâ yaptık. Uzay çalışmalarını şaha kaldırdık. Uzay muzay diye ne olduğu belirsiz bir bütçeyle ne yapacağımız belli değil. Bizi bu zamana kadar engellemeselerdi var ya uzay gemisi, uzay gemiciği, uzay minibüsü, uzay kayyumu bile yapardık. Ay kardeşlerim Ayı Parti bu ülkeye sevdalı. Sevdamız öyle böyle değil. Adeta İnstagram’dan ona buna DM yoluyla yanlayan ayak topu oyuncuları gibiyiz. Sevdaya sevdalıyız. MFÖ şarkısı gibiyiz, aşka aşık olduk biz. Keşke bizim aşkımızı görebilseydiniz ama Ayı Partili kardeşlerime siz sıradan halkın yaklaşması düşünülemez. Biz gün gelecek bu ülkenin her şeyi olacağız. Çok güzel bir ortam yapacağız. Bize oy veren her kardeşimizin ağzına bir parmak bal çalacağız. Seçim meydanlarında halkımıza dandik şekerden yapılmış sahte bal atacağız. Yapış yapış olacağız bu sevgi denizinde. Bal dök yala bir memleket istiyoruz. Gün gelecek kendi tohumumuzu kendimize yasaklayacağız. Ayı Partili olmak bunu gerektirir. Aaa yasakmış zaten.
Bakın dünyanın her yerinde bize düşmanlar var. Dünyanın başka yerinde olsa göstereni ve yayanı akıl ve toplum sağlığı açısından sağlıksız bulacakları görüntüleri dev ekranlardan size göstermek istiyoruz. Çünkü siz bunu hak ediyorsunuz. Gün gelecek Ayı Partili bakanlar, vekiller, çok daha yetkili kişiler olarak tüm memlekete yayılacağız. Seçim vaadimizi size şimdi söyleyip olayın heyecanını kaybetmek istemiyoruz. Bizim dışımızda tüm adayların hakkında ileri geri konuşacağız. Çünkü en dürüst biziz, en düzgün biziz. Gün gelecek ülkemizin tüm gazeteleri, tüm haber kuruluşları Ayı Parti pençesi altında birleşecek. Kürkümüzde hepimizi ısıtacak yer var. Bakın Kötü Kore’ye, ne güzel ülke. Geçenlerde seçim oldu. Katılım oranı %99.9 idi. Seçim sandığına tek parti olarak gittiler, ne de güzel gittiler. Biz de bu ortamı istiyoruz. Daha seçimlere çok var, inanıyoruz ki halkımız beynini kullanır ve gün geldiğinde bizi hepinizin tepesine yerleştirir. Biz bu topraklara sevdalıyız, o yüzden yerli yabancı tüm şirketlere her karış toprağımızı, gerek maden olarak satıyoruz, gerekse kiralıyoruz. Para lazım sevgili vatandaşlar. Canlı lazım, cepte, yelekte, cekette ne varsa yedik bitirdik. Ama daha doymuyoruz, çünkü hayatta kalmamız için çok daha fazla yememiz lazım. Partimizin kurucu üyelerinin hepsi obezite sınırında. Bu mideler çok aç sevgili halkım. Bekle bizi canısı, belki bir gün geliriz seninle bir zevk kahvesi içeriz. Bakın bu zevk kahvesini burada içmeyin, çünkü evinizde kendi kendinize ‘Ay Ayı Parti ne de zevk verdi’ diye içmenizi istiyoruz. Yanımızda dün ne derse şimdi tam tersini diyen ve kendi hayallerine inanan, herhangi bir ahlaki değere sahip olmayan, sadece kendini düşünen en iyi insanları, en iyi bireyleri aldık. Hepimizin karnı aç, sadece yemek yemek istiyoruz. Gün gelir beslediğimiz ayıcıklarla yolumuz ayrılırsa, onlar da sizi yemek ister. Siz hiç dert etmeyin biz onları da yeriz.
Ha doyar mıyız, bilemem… Sonuçta büyük güç daha büyük gerektirir. En güçlü olan en kalıcı olandır. Yapay zekâlı robotlarımız şu anda çalıp çırpmayı bile öğrendi. Siz ibadetteyken ayakkabılarınıza mukayyet olun. Bakın bizden söylemesi.
Kalır mıyız, kaçar mıyız bilinmez ama sizin tadınız kaçsın yeter. Şimdi ben 600 araçlık filomuzla biraz ortalıkta dolaşalım.
KAAN SEZYUM / BİRGÜN

Sağcılık yarışı - FATİH YAŞLI

Yeni Zelanda katliamı bundan çok değil en fazla on yıl önce olsaydı, Türkiye’de nasıl yankı bulurdu, nasıl karşılanırdı?
Bizden binlerce kilometre uzakta, hayli yabancısı olduğumuz ve ilişkilerimizin sınırlı olduğu bir ülkede yaşanan katliam, evet Müslümanların hedef alınmış olması hasebiyle, başka birilerinin hedef alınmasına nazaran biraz daha ses getirirdi, vahşetin büyüklüğü nedeniyle biraz daha konuşulurdu, ama işte o kadar.
On yıl öncesinin Türkiye’sinde, Yeni Zelanda katliamı gibi bir hadise, asla ve kata şimdi olduğu gibi adeta bir iç politika hadisesine dönüştürülmez, içerideki siyasal konumlanışların ve tutumların bir parçası olmaz, seçim malzemesi yapılmazdı.
Peki neden, ne değişti bu on yılda? Çok basit, adı resmen konulmamakla birlikte, din siyasetin merkezine yerleştirildi ve dinselleşme iç politikanın olduğu gibi dış politikanın da ana belirleyeni haline geldi.
Böylece “Dünya Müslümanlarının liderliği” ve adı yine resmi olarak konulmamış bir şekilde “hilafet” iddiası üzerine kurulu bir dış politika izlenmeye başlandı.
“Arap Baharı” sürecinde “İhvan rejimleri kuşağının lider ülkesi” olunabileceğine duyulan inançla birlikte, bölgedeki Müslüman Kardeşler orijinli bütün hareketler desteklendi.
Mısır’da Mursi’yle kurulan ilişkiler bunun içindi, Tunus’ta Gannuşi’ye bu nedenle destek verildi, NATO’nun Libya operasyonuna bu nedenle dâhil olundu, bunun için Filistin’de Hamas esas aktör kabul edildi, Katar’la bunun için ittifak yapıldı.
Suriye, bu dış politikanın en kristalize olduğu yerdi. Burada rejimin değiştirilip bir İhvan rejimi kurulacağına ve Suriye’nin yeni-Osmanlı için bir “lebensraum/yaşam alanı” haline geleceğine, Suriye’nin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına ortak olunacağına ciddi ciddi inanıldı.
Cihatçılara verilen desteğin, açılan eğitim kamplarının, ÖSO’nun kurulmasının, Suriyeli muhaliflerin Türkiye’de “sürgün kabineleri” oluşturmalarının gerisinde bu vardı.
Şimdi Yeni Zelanda’daki katliam üzerinden bu siyasetin yeni bir perdesini izliyoruz. Seçimin de verdiği motivasyonla, iktidar partisinin ve liderinin meseleye hayli iştahlı ve “Dünya Müslümanlarının liderliği/hilafet” pozisyonuna kendini yerleştirerek yaklaştığını, bunu kampanyasının bir parçası haline getirdiğini görebiliyoruz.
Siyasetin dili ne üzerine kuruluyorsa, hegemonya da oradan kuruluyor demektir, iktidar partisini bugün hala iktidarda tutan şey, görece zayıflamış olmakla birlikte hegemonyasını devam ettirebiliyor oluşudur. İktidar partisi siyaseti dinselleştirmiş/sağcılaştırmış, muhalefeti de buna razı etmeyi başarmıştır.
Bugün Türkiye’de muhalefet dinselleşmeyi veri olarak almakta, Türkiye toplumunun özü itibariyle muhafazakâr-sağcı olduğu kabulünden yola çıkmakta, siyasetini bunun üzerine kurmaktadır.

Güncel örnek isteniyorsa, CHP’nin İstanbul adayının Yeni Zelanda için kameralar önünde Kuran okumasını, Ankara adayının her fırsatta ülkücülüğünü sergilemesini, HDP’nin büyük şehirlerde CHP-İYİ Parti ortaklığını, Adıyaman ve Urfa’da ise Saadet Partisi’ni desteklemesini gösterebiliriz. Bunların hepsi “AKP’yi geriletmek” adına yapılmaktadır.
Sağı geriletmenin tek yolunun sağcılıktan geçtiği gibi bir garabetin topluma muhalefet eliyle kabul ettirilme çabası toplumun sağın alternatifi olarak yine sağı görmesiyle sonuçlanmıştır, yani “AKP’nin geriletilmesi”nin bedeli, AKP’nin ideolojisinin birkaç rötuşla adeta bütün partilerin ideolojisi haline gelmesi olmuştur.
Bu sağcılık yarışından Türkiye adına bir şey çıkar mı peki? Çıkmayacağı açıktır.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN