Longo Mai’nin hikayesi, orada kurulan yaşam, gösterdikleri dayanışmanın gerçekten en güzel örnekleri, hepimiz, özellikle Türkiye’de görece yeni oluşmaya başlayan kolektif yapı deneyimleri için yol gösterici ve ilham verici.
1973 yılında on iki farklı ülkeden 30 kadar yoldaş bir araya gelerek, Marsilya’da içinde bugün üç yerleşim alanı bulunan 300 hektarlık bir araziye kavuşmuşlar. Konuyu daha yakından takip etmek için komünün ‘kolaylaştırıcıları’ Nicolas ve Martina ile haberleşip, gidebilmemiz için uygun zamanı ayarlaması ile misafir olduk. “Longo Mai” bölgenin yerel lehçesinde çok yaşa, uzun yaşa demek.
1973 yılında on iki farklı ülkeden 30 kadar yoldaş bir araya gelerek, Marsilya’da içinde bugün üç yerleşim alanı bulunan 300 hektarlık bir araziye kavuşmuşlar. Konuyu daha yakından takip etmek için komünün ‘kolaylaştırıcıları’ Nicolas ve Martina ile haberleşip, gidebilmemiz için uygun zamanı ayarlaması ile misafir olduk. “Longo Mai” bölgenin yerel lehçesinde çok yaşa, uzun yaşa demek.
Vardığımızda Nick bizi ufak kırmızı bir arabayla, onca işinin arasında belki komünün radyosu Radyo Zinzine’den, belki haftalık toplantılarından ya da komün içinde koşturduğu işlerden birinden çıkıp, koşarak almaya gelmiş gibi. İnce, uzun, yaşı varsa ki var -ilerde anlatacağım Fatsa davalarına katılmaları hikayesinden çıkaracağız hep birlikte sanırım- gözleri ışıl ışıl ve bedenen oldukça dinç…
Longo Mai Marsilya’nın Forcalquier komününe yarım saat mesafede. Üç yerleşime bölünmüş alan eğimli bir arazi üzerinde. Üçünde de küçük odaların oluşturduğu yan yana bina kompleksleri şeklinde yaşam alanları var. Komünde bizim ziyaret ettiğimiz dönemde yüze yakın insan vardı, ancak etrafta ve başka şehir ve hatta ülkelerdeki Longo Mai yaşam alanlarında yüzlerce yoldaş birlikte yaşıyorlar. Komünün emektarlarından olan ve kurucuları arasında yer alan Miguel ile bir öğle arası sohbeti esnasında kuruluş aşamasında 30 kişi olduklarını, önce bir kongre yaptıklarını ve o kongrede bir yer bulmaya karar verdiklerini söylüyor ve komünün işleyişine dair şunları anlatıyor:
“Komünün başlangıcından beri merkezi İsviçre ve orada bağımsız bir vakıf var. Bir anlaşma/sözleşme metnimiz var ve arazi mülkiyetleri bu vakıf üzerine. Buna göre mülkiyet kişilere devredilemiyor. Toprak sadece burada yaşayan ve çalışanlara ait. Ben o vakfa üye değilim ama ona bağlı derneğin üyesiyim. 1993 yılına kadar bir liderimiz vardı ancak o ölünce yapıyı değiştirdik. Liderlik ortadan kalktı ve eskiden hiyerarşi ve katı kurallar varken şu an daha esnek bir yapıya sahibiz. Komünden atılmak diye bir şey yok bunun gibi komüne katılmak için de özel bir mekanizmamız da yok. Mailleri takip eden bir ekip var örneğin, iletişim onlar üzerinden yürüyor. Yazışmaları onlar yapıyorlar, gelenlerin komüne katılıp katılamayacağına ise hep birlikte karar veriyoruz. Eğer komünün diğer sakinleri il bir uyum yakalayabilirlerse kalıyorlar. Ama gelen kişi herkes için uygun değilse senin için başka bir yer daha uygun olabilir diyoruz kendilerine.”
Benim aklımda katılım süreci, ayrılma süreci, emeklilik, ekonomileri, kooperatiflerin organizasyonal yapıları ve işleyiş biçimleri, gelir dağılımı, komün içi toplumsal adalet, uzlaşma mekanizmaları, eğitim, sağlık, çocuk bakımı vs. gibi onlarca soru olmakla birlikte hepsini bir haftada öğrenmek mümkün olmuyor. Ancak özellikle gelir dağılımı ile ilgili oldukça enteresan bir yöntem uyguluyorlar. Maaş ya da yevmiye gibi belirlenmiş bir emek değer mekanizması yok. Anlatılanlara göre herkes ihtiyacını belirten, “küçük kağıtlar” dedikleri, taleplerini muhasebe/finans birimine yazıyor ve haftalık toplantılarda bu talepler kabul ediliyor ya da reddedilmese bile negoşiye ediliyor. Ancak burada anlamakta oldukça zorlandığım nokta seyahat, kişisel ihtiyaçlar gibi kalemlerin düzenlenmesi ya da sınırlanmasına dair ilkelerden bahsedilmemesi. Başka bazı benzer yapılarda yıllık otobüs ve uçak yolculuklarının sayısının sınırlanmasına kadar belirlenmiş, üyeler arasındaki eşitliğin sağlanmasına yönelik çabalar olduğunu görmüştüm. Çünkü ihtiyaç sınırları belirsiz olduğu noktada biraz muğlak bir tanımlama olarak kalıyor. Özellikle Longo Mai gibi barınma ve beslenme ihtiyacının komün tarafından karşılandığı bir yerde. Örneğin eğitim komün içinde sağlanmıyor dolayısıyla çeşitli aşamalarda eğitim alan öğrencilerin ihtiyaçları neye göre değerlendiriliyor. Çeşitli şifa bitkileri yetiştirilmesine ve merhem vs. gibi takviye ilaçlar yapılmasına rağmen ciddi sağlık sorunları ortaya çıktığında ya da söylenildiğine göre isteğe bağlı olarak dışarıdaki sağlık kurumlarına başvuruluyor. Bunun dışında çocuk bakımının ortaklaştırılması ve kadınların bu alandaki duygulanımsal emek ve bakım emeği türünden özgürleştirilmesine yönelik bir mekanizma, pratik ve hatta tartışma maalesef yok. Dönmeden hemen önce Nick ve Martina ile kendi yerleşimlerindeki mutfakta hazırladıkları ve bizi davet ettikleri bir “özel” akşam yemeği yedik.
Yemekte, ilk iş olarak yoldaş Rami’nin bizi bir gece takılmak için “Fatsa’ya gidiyoruz, gelsenize” diyerek davet ettiği, bizim biraz eblehçe ve tabi ki anlamayarak “Ne Fatsa’sı Rami, ne diyon” dediğimiz, ama sonrasında da ortak alanlardan birine ‘Fatsa Evi’ adının verildiğini öğrendiğimiz evlerini, Fatsa’yı sorduk. Ve anlatmaya başladılar;
“1982 yılında darbeden kaçarak Fransa’ya gelen Türkiye komünistlerle tanıştık ve European Comittee for the Defence of Refugees and Immigrants’ı (Avrupa İlticacı ve Göçmenleri Savunma Komitesi) kurduk. O zaman İsviçre Basel’de bir kültürel merkez vardı. Burada çoğunlukla erkek olan ve Devrimci Yol davasından ceza almış siyasi sığınmacılar festivaller yapıyor, ortak mutfaklarında çok güzel yemekler yapıyorlardı. Biz onların hikayelerini dinlemeye başladıktan sonra Türkiye’de neler olduğundan haberdar olduk ve hikayelerini yazmaya başladık. Dev-yol yerel yönetim deneyimi ve stratejileri ilgimizi çekmişti. Aynı davadan yargılananlara yüzlerce tutuklama ve yine yüzlerce idam cezası verilmişti. Bu esnada Fatsa, Yeni Çeltek Direnişi, ve Amasya Cezaevi’nden haberdar olduk. Fatsa Belediye Başkanı Fikri Sönmez’in yaptıklarından, oradaki yerel-yerinden yönetim deneyiminden çok etkilendik ve burada bu konuda toplantılar yaparken bir yandan Avrupa’daki belediyeleri dayanışma için örgütlemeye başladık. Londra, Lisbon ve Rotterdam gibi belediyelerin de içinde olduğu bu organizasyon yüzlerce mektup yazdı, grevler organize etti. Amacımız Avrupa’daki solcuların dikkatini çekip, yargılananlar ve tutuklularla dayanışarak onları yargılayan mahkemeler ve darbeciler üzerinde bir baskı oluşturmaktı. Özellikle geri gönderilme davalarını takip ettik. O zaman Amasya’ya gönderilen dört delege arasında İşçi Partisi genel başkanı Jeremy Corbyn de vardı. İrlanda’nın şu anki başbakanı Michael Higgins de yine o dört kişi arasındaydı. Amasya’ya gelen heyetin polis tarafından tartaklanması da söz konusu oldu ve Fatsa davası bir dönem Avrupa’da çok büyük gündem oluşturdu. Ancak 1983-84’e gelindiğinde delegasyonların gözlemciliğine izin verilmemeye başlandı. Avrupa’da yüzlerce belediyeyi örgütleyebilmiştik bu bizim için çok büyük bir başarıydı ama Türkiye’deki tutuklular üzerinde çok büyük etkisi olduğunu söyleyemem. Hapishanelerin durumu korkunçtu, ölüm cezaları ve işkence devam ediyordu.”
Bu dönem sonrasında Fransa’ya iltica etmiş ve Longo Mai’de kalmış 10-12 Fatsalı inşa etmiş Fatsa Evini. Fatsa davasının onlar için ne kadar önemli olduğunu anlattıkları detaylar ve yemek sonunda bize verdikleri broşür ve kitapçıklardan, yaptıkları yayınlardan daha iyi anladık. Yılmaz Güney ve Kalan müzikle tanışmışlar sonraki yıllarda, Terzi Fikri’nin oğluyla görüşmüşler yanlış anlamadıysam 2010 yılında. Martina “Fatsa’dan ve Türkiye gündeminden uzak kaldığımız yıllar boyunca biz bir şeyler değişti sanıyorduk” dedi sonra.Longo Mai’nin hikayesi, orada kurulan yaşam, gösterdikleri dayanışmanın gerçekten en güzel örnekleri, hepimiz, özellikle Türkiye’de görece yeni oluşmaya başlayan kolektif yapı deneyimleri için yol gösterici ve ilham verici… Ve en az onun kadar Terzi Fikri ve Fatsa deneyiminin kendisi de öyle.
ÖZLEM YENİAY / BİRGÜN