31 Mayıs 2019 Cuma

Etek davası - MİNE SÖĞÜT


Bu ülkede... 
Kocalarından dayak yediği için karakola sığınan kadınları eve dönmeye ikna eden polisler var. 
Tecavüzcü mütevekkillerini savunurken mağdur için “O saatte o kıyafetle orada işi neydi?” diyen avukatlar var. 
Sevgilisini, kızını, karısını öldüren yaralayan erkekler için, kadının hafifmeşrepliğini öne sürüp ağır tahrik indirimi isteyen savcılar var. 
Kılık kıyafeti düzgün, duruşu edepli diye kadın katillerine, çocuk tecavüzcülerine iyi hal indirimi veren hâkimler var. 
Ofislerinin penceresinden gördükleri insanların yaşam tarzına, giyim kuşamına hiç utanmadan dil uzatan politikacılar var.
İşte... 
Tüm bunlar var diye... 
Tüm bunlar görevlerinin başında kalabiliyorlar diye... 
Tüm bunlar işlerinde ehil sayılıyorlar diye... 
Bu ülkede duruşma sırasında kadın avukatın giysisine laf söyleyen, söyleyebilen bir hâkim de var. 
Cumhurbaşkanı’nın iş isteyen bir kadına “İşte kocan çalışıyormuş ya?” demekten gocunmadığı bir siyasi iklimde... 
Kadınlar ne evde güvendedir ne de işyerinde. 
Kadının saçının gerçekten uzun, aklının gerçekten kısa olduğuna inananlar... 
Kadının karnından sıpa, sırtından sopa gerçekten eksik olmasın isteyenler... 
Kadına gerçekten eksik etek diye hitap edenler... 
Kadının elinin hamuruyla erkek işine gerçekten karışamayacağını düşünenler... 
Kadının yerinin evi olduğuna ısrar edenler... 
Kadını ve erkeği inatla eşit birer birey olarak görmeyenler... 
Toplumsal cinsiyet rollerini inanca göre belirlemekte direnenler...
Cinsiyet eşitliğine dinamit döşeyen cahil dili köpürtenler... 
Yani şu an iktidarda olanlar... 
Onlar iktidarda kaldıkları sürece, ne kadın hakları doğru dürüst savunulabilir, ne kadın cinayetleri ve çocuk tacizleri, tecavüzleri ciddi bir şekilde engellenebilir. 
Bir erkek hâkime, bir kadın avukatın kıyafeti üzerinden uluorta bir tasarrufa gidebilme cesaretini veren eril ve muhafazakâr iktidar, savunduğu ikiyüzlü adaletsiz ahlakla aynı cesareti tüm tacizcilere ve katillere de vermektedir. 
Erkek egemen bir toplumda kadına “yerini” devamlı hatırlatabileceğini zanneden bu irade yüzünden kadın bu coğrafyada her gün resmen ya da manen defalarca ve defalarca öldürülür.
Kadının saçını örten erk... 
Ona uluorta gülmeyi yasaklayan erk... 
Onu bedeninden utanmaya şartlayan erk... 
Annelikten başka bir sorumluluk yüklenmesin isteyen erk... 
Eşikte doğsun, mutfakta ölsün, oturma odasına gömülsün, yatak odasında çürüsün isteyen erk... 
Gözünü hep kadının başına, saçına, göğsüne diker ve onu ahlak mezarlığına diri diri gömer. 
Bu ülkede kadınlar neden devamlı öldürülüyor ve erkekler bu cinayetleri hangi dürtülerle işliyor derseniz... 
O hâkime bakın ve bir diğer hâkime, savcıya, polise, politikacıya bakın... 
Bu ülkenin kadınlarına onların gözlerinden, onların sözlerinden ve cüretinden bakın. 
Sonra o erkek egemen iktidarın savunduğu ne varsa hepsini ateşe atıp yakın. 
Ki; 
Kadınlar, saçlarını diledikleri yerde diledikleri gibi savurabilsinler. 
Kadınlar, akıllarını ve fikirlerini seslerini kısmadan uluorta haykırabilsinler. 
Kadınlar, bedenlerini aşktan değil, sadece ve sadece şiddetten sakınmayı bilsinler.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

30 Mayıs 2019 Perşembe

Taktik maktik yok bam bam bam - Barış Terkoğlu

Maçtan önce: Taktik maktik yok, bam bam bam... 
Maçtan sonra: Milli Takımımız baştan sona üstün götürdüğü maçta ağır bir mağlubiyet aldı. 
Bizim bir stratejimiz var mı? İstiyoruz belki, bir şey yapmaya niyetliyiz de. Peki, bize küçük kuvvetlerle büyük iş yaptıracak yöntemimiz var mı? Bizim kendimize ait bir “üst aklımız” hiç olmayacak mı? 

Gazeteci Toygun Atilla’nın yeni çıkan “İfşa” kitabını okuyunca sordum. Zira kitap önümüze bir tablo seriyor.

FETÖ’nün Bank Asya’sına el konduğu günleri hatırladınız mı? BDDK, örgütün para musluklarını kesmek için bankaya murakıplar atamıştı. Ekibin tepesindeki  isim ise Utku Tosun’du. Tosun, Bank Asya’nın kaderini belirleyecekti. 

Peki, kimdi Utku Tosun?
 
İfşa, bizi 33 yıl öncesine götürüyor. 1986 yılında Kuleli Askeri Lisesi’nde, yani okul komutanı Yaşar Büyükanıt iken yapılan FETÖ operasyonuna. O dönem “cemaat” adı verilen yapılanmanın okula sızdığı bilgisi üzerine geniş bir soruşturma başladı. Takipler ve itirafların ardından 4180 numaralı UtkuTosun’un okuldaki öğrencileri Işık Evleri’ne götürdüğü ortaya çıktı. Tosun, FETÖ bağlantıları nedeniyle okuldan atıldı. 

Sonra ne mi oldu? 

Lise ve üniversiteden sonra ABD’de eğitim alan Tosun döndüğünde BDDK’de murakıp oldu. Kurumda, Denetim Daire Başkanlığı’na kadar yükseldi. Sonunda Tosun, Bank Asya’nın kaderini belirleyecek isim olarak göreve geldi. “İşimiz Allah’a kalmış” derler ya... 

Emniyet’te bir daire başkan yardımcısı Tosun’un geçmişini ortaya çıkardı da BDDK yönetimi uyarıldı. Utku Tosun görevden alındı. Ardından da firar etti. Yani devlet  1986’da FETÖ’cü olduğunu tespit edip uzaklaştırdığı adamı, FETÖ ile mücadelenin enateşli anında en kritik göreve getiriyordu. Sonra da fark edip elinden kaçırıyordu. Siz burada bir akıl görüyor musunuz?

Gülen’in kritik elemanları 

İfşa’da çözülen sırlar bu kadar değil...
 
Utku Tosun’un amcası kim? 
-Naci Tosun. Tanıdık geldi mi? FETÖ’nün Kaynak Holding’inin eski yönetim kurulu başkanı, himmet paralarının sorumlusu. 6 Şubat 2014’te Türkiye’yi terk etti. 
Şimdi ardı ardına isimleri sıralayalım... 
-Behçet Akyar: İşadamı, örgütün TSK’deki mahrem imamlarından. Zaman ve STV’de yöneticilik yaptı. Bank Asya’nın yönetim kurulu başkanıydı. Darbeden sonra yakalama kararı çıktı, Türkiye’yi terk etti. 
-Harun Tokak: FETÖ’nün İsrail imamı. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanlığı dahil birçok kritik görevi üstlenmişti. 2015 yılında hakkında takip kararı varken firar etti. 
-Ahmet Kara: Kaynak Holding kurucusu. 8 Ağustos 2014’te yurtdışına kaçtı. 
-Nevzat Ayvacı: Örgütün finans sorumlularından. 19 Kasım 2015’te ülkeden gitti. 
-Gürbüz Dönmez: Gülen’in “Paşa” lakabıyla andığı Dönmez, Gülen’in yakınındaki yöneticilerdendi. Darbeden sonra firar etti. 
-Mustafa Sarsılmaz: TSK’den binbaşı rütbesiyle emekli oldu. Örgüt yöneticisi olarak aranan Sarsılmaz, FETÖ’nün hastanesinde doktor olarak görünüyordu. Operasyonların ardından ABD’ye kaçtı. 
-Mustafa Başarı: Zaman gazetesi genel müdürlüğü de yapmış isimdi. Firarda. 
-Barbaros Kocakurt: Örgütün İstanbul imamlığını da yapmıştı. 7 Ağustos 2014’te yurtdışına kaçtı. 
-Hakan Serbest: 15 Temmuz darbe girişimini Akıncı Üssü’nde yöneten Hakan Çiçek’in o gün mesajlaştığı isimdi. Firar etti. 
-Bülent Olcay: Abdullah Gül’ün atadığı Danıştay üyesi. FETÖ’nün yargıdaki kritik isimlerindendi. Darbeden bir gün önce, yani 14 Temmuz’da, “giderken odamı boşaltmayacağım. Hırsızlara her şey caiz” notunu Danıştay’daki odasının kapısına astı. Darbeden sonra tutuklandı. Sağlık sebebiyle serbest bırakıldıktan sonra bir daha duruşmaya gelmedi. 
-Murat Kırımkan: Örgütün içindeki işadamlarındandı. Nerede olduğu bilinmiyor.


Durdurulan arabalardan çıktılar 
Yukarıdaki 12 kişiyi neden sıraladım? 
Tarih: 12 Ocak 1986. 
12 Eylül’den sonra sözde “aranıyor” görünen Fethullah Gülen, kardeşi Seyfullah’ın kimliği ile Burdur’da yakalandı. Yalnız değildi. Bir dizi toplantının ardından 3 araçta toplanan mensupları da onunla birlikteydi. Polis, grubun lideri olarak aradığı Gülen’in peşindeydi. Emniyet’e götürüldüler. İfadeleri alındı. Ağızbirliği etmişçesine “görmedim, duymadım, bilmiyorum” dediler. Aynı arabadaki Gülen’i unutmuşlardı. İçlerinden araca otostopla bindiğini söyleyen bile oldu.
 
Soruşturmanın kaderini ise Emniyet’e gelen telefonlar belirledi. Gülen için Başbakan Turgut Özal başta olmak üzere hükümet üyeleri seferber olmuştu. Sonunda hepsi serbest bırakıldı. Kendilerine doğru dürüst sorgulama dahi yapılamadı. 30 yıl sonra ise aynı ekip darbeye kalkışmakla kalmadı. 30 yıl önce Gülen’le aynı araçta yakalandıklarının kaydı olmasına rağmen en yukarılara kadar çıktılar. Yetmedi, ellerini kollarını sallaya sallaya ülkeyi terk ettiler. 

Toygun Atilla’nın “İfşa”sı, Gülen’i ve örgütünü mü açığa vuruyor? 
Yoksa bizim akıldan yana noksanlığımızı mı? 
“İfşa” sehvenleri mi anlatıyor? 
Yoksa içi boş konuşmalara sıkıştırılmış “mücadele”nin nasıl ilerlediğini hâlâ kimsenin bilmemesini mi? 

Sabri Uzun’un Ahmet Şık’ın ya da Atilla Taş’ın peşinden koşanlar iş nedense FETÖ’nün şahlarına, vezirlerine, kalelerine gelince kör oluyor. Satranç tahtasındaki hamlelerini izlemekle yetindikleri yetmediği gibi, gerektiğinde oyunu terk etmelerine de müsaade ediyor. 

Sahi, her sabah “FETÖ” diye uyanan, her akşam “FETÖ” diye yatan bizlerin artık içeceğimizdeki uyku ilacını konuşma zamanı gelmedi mi?

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Avrupa Komisyonu Başkanı sendikacının kelini neden öptü? - Alpaslan Savaş

Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun (ETUC) geçtiğimiz hafta Viyana’da toplanan kongresinden geriye aşağıdaki fotoğraf karesi kaldı. Kongrenin ilk gününde çekilen bu fotoğrafta Avrupa Komisyonu Başkanı Jean Claude Junker, ETUC Başkanı Rudy De Leeuw’i kelinden öperken görünüyor. Lüksemburglu Hristiyan demokrat lider Junker, kongrenin açış konuşmasında “sosyal Avrupa’yı kurtardığı” için aldığı teşekküre böyle karşılık vermeyi uygun görmüş olsa gerek.

Hristiyan demokratların kel öpme şovuna sosyal demokratlar, kongreye tam kadro katılarak karşılık verdiler. Ev sahibi Avusturya’nın Cumhurbaşkanı başta olmak üzere Avrupa’nın tüm sosyal demokrat bloğu ETUC kongresindeydi. Kendi evlatlarının kelini bir Hristiyan demokrata öptürecek kadar da “demokrat” olduklarını kanıtlamış oldular.

Yunanistan’ın “Tüm İşçilerin Militan Cephesi” (PAME) ise toplantıyı “Kongrede hiç kimsenin kesin olarak göremediğini söyleyebileceğimiz bir şey varsa o da işçiler oldu” diye özetledi.

Kesinlikle doğru. Sendika kongresinin, bir hafta sonra yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinden hemen önce sermaye sınıfının Avrupa’daki siyasi temsilcileriyle boy gösterdiği bir arenaya dönüştüğü anlaşılıyor. Kongrede patronlar, devlet adamları, bürokratlar var. Bir de kelini öptüren ev sahibi sendikacı ile kongre turizmi fırsatını kaçırmayan başka ülkelerden sendikacılar…

***

Bu “kel öpme” enstantanesi bir tesadüf değil. Mesele II. Enternasyonal’in birinci emperyalist savaşta Avrupa işçi sınıflarını kendi ülke burjuvazilerinin peşine takmasına kadar uzanır. 1914 yazında Avrupa sosyal demokrasisi sermayenin işçi sınıfı içindeki Truva atına dönüşmüştü. Bunu sendikal merkezlerdeki sağladıkları ağırlık kolaylaştırdı. Savaştan bir yıl önce kurulan Uluslararası Sendikalar Federasyonu IFTU işçi sınıfının savaşa entegrasyonunda başroldeydi. Sendikanın merkezi Berlin’dedir, başında sağ sosyal demokrat sendikacı Karl Legien bulunmaktadır.

Neyse ki Rusya’da Bolşevikler işçi sınıfıyla birlikte karanlığı kaldırdı da emekçilerin kırıntılarla yaşamak zorunda olmadığı anlaşıldı ve insanlık için başka bir dünyanın mümkün olabileceği fikri gerçek hale geldi.

Ama sınıflar varsa, arasındaki kavga kesintisiz devam eder. Sermaye sınıfı bu kez kavgayı, işçi sınıfının 1917’de Rusya topraklarında elde ettiği büyük zaferin Avrupa’ya yayılmasını önlemek için verdi.

Sahnede yine sosyal demokrasi ve sosyal demokrat sendikacılar bulunuyor. Ekim devriminin tam bir yıl sonrasıdır. Almanya’da yüzbinlerce işçi grevdedir. Berlin sokaklarında işçiler kurdukları barikatlarda burjuva Kayzer hükümetine karşı savaşmaktadır. Ülkenin çeşitli bölgelerinde işçi ve asker sovyetleri kurulmaktadır. Alman devrimi kapıdadır ve devrim adlı adınca bir Avrupa devriminin başlangıcıdır. Kayzer’in Hollanda’ya kaçmasından iki gün sonra sosyal demokratlar burjuvaziyi ipten alacak ilk adımı atarak bir “emek-sermaye konferansı” çağrısı yaparlar. Sokaklarında barikatlar kurulu Berlin’de emek-sermaye konferansı toplamak pek de masum bir girişim değildir.

Konferansta sermaye sınıfını, daha sonra Hitler’in en önemli savaş makinesi olacak Alman savaş uçaklarını üreten Arado şirketinin patronu Hugo Dieter Stinnes temsil ediyor. Emek kesimini ise birinci savaşta burjuvazi için misyonunu eksiksiz yerine getiren IFTU’nun sosyal demokrat sendika lideri Legien.
Legien kel midir ve o konferansta Stinnes onun kelini öpmüş müdür bunu bilemiyoruz ama bildiğimiz, sendika sözleşmelerinin yaygınlaştırılması, sekiz saatlik işgünü kabulü, işyeri komitelerinin kurulması gibi taleplerin tamamını sermaye sınıfının gözünü kırpmadan kabul ettiğidir.

Bu sonuç tarihe Stinnes-Legien Anlaşması olarak geçti. Karşılığında alınanın koca bir dünya devrimi olduğu düşünülürse bunun patronlar için pek bir kazançlı alışveriş olduğu ortadadır.

Alman devriminin ezilmesinde bu konferansın büyük payı var. Birkaç hafta sonra geçici hükümet kuruluyor. Aralık ayı başında toplanan ve delegelerin dörtte üçünün sosyal demokrat parti, sendika ve kooperatif temsilcilerinden oluşan ilk İşçi ve Asker Sovyetleri Ulusal Kongresi, sovyet iktidarını reddederek kurulan geçici hükümeti destekleme kararı alıyor. Böylece sosyal demokrasinin işçi sınıfını Avrupa sendikal hareketi üzerinden burjuvaziye teslim etme operasyonu bir kez daha tamamlanmış oluyor.

Alman devrimi bastırıldıktan birkaç ay sonra IFTU yeniden kuruldu. Bu kez başkanlığı İngilizler, başkan yardımcılığını kararlı bir anti-komünist sendika lideri Gompers ile Amerikalılar aldı. Berlin’de görevini yerine getiren Legien’in ömrü başka görevleri yerine getirmeye yetmedi, 1920’de öldü.

***

Mesele II. Enternasyonal’in işçi sınıfına ihanetine kadar uzanır demiştik. Avrupa sendikal merkezleri daha sonra hep sermaye sınıfının müdahalesinin konusu olmaya devam etti. Kimi zaman işçi iktidarının Avrupa’ya sıçramasına karşı set olarak, kimi zaman bir soğuk savaş enstrümanı olarak.

ETUC bu çizginin Avrupa’daki temsilcisi olmayı sürdürüyor. ETUC’un misyonu Sovyetler Birliği ve Avrupa’daki sosyalist ülkelerdeki çözülüşün ardından da devam etti. Mevcut bütçesinin yüzde 85’i AB Komisyonu tarafından karşılanan bir sendikal merkezin başka nasıl bir misyonu olabilir ki?

ETUC, AB politikalarının çevre ülkelere taşınmasını sağlıyor. Direniş, grev gibi sözleri duyduğunda suratı ekşiyen Doğu Avrupa ülkelerinin bugünkü sendikacılarını tanımak isteyeceğinizi zannetmiyorum. Grev mi dediniz, sosyal diyalogla halletmek varken… Örgütlenme mi dediniz, patronu sendikanın kendisi için de işe yarayacağına ikna etmeye çalışmak varken… Sihirli sözcük “sosyal diyalogdur” ve sermaye sınıfına tam teslimiyetin makyajlanmış ifadesidir.

Türkiye’de ise 2000’lerin başında şişirilen AB balonunda ETUC’un fonksiyonu hiç hafife alınmamalıdır. Yüzbinlerce avro AB fonu Türkiye’deki sendikaların kasasına konuldu. Ortak eğitimler düzenlendi, projeler yapıldı. Hak-İş, Türk-İş, DİSK, KESK… Aralarında bu sürece dahil olmayanı yoktur. ETUC, AB burjuvazisi adına çok sıkı iş çıkarmıştır.

Avrupa sendikal hareketinin içinden komünistleri çıkarırsanız geriye kocaman bir ihanet enkazı kalır. Ekim devriminin hemen ertesinde kurulan Kızıl Sendikalar Enternasyonali (Profintern), İkinci savaşın bitiminde kurulan Dünya Sendikalar Federasyonu (WFTU), sermayeden ve kapitalist devletlerden bağımsız, işçi sınıfının ekonomik ve siyasal çıkarlarını birbirinden ayırmayan bir sendikal anlayışın mümkün olabileceğini gösterdiler. Bu anlayışı kapitalist ülkelerin kimi önemli sendikal merkezlerine taşımayı başardılar.

Sermayeden ve devletten bağımsız sendikal anlayış bugün uluslararası alanda güç kaybetmiş olabilir. Ancak bu anlayışın sendikal hareket ve işçi sınıfı üzerinde bıraktığı etkiyi ETUC ve benzerlerinin silmesi mümkün değildir. Bu da bir örgütlenme problemidir ve mevcut durum geçicidir.

Alpaslan Savaş / SOL

29 Mayıs 2019 Çarşamba

Hane halkları açlık ve yoksulluk sınırı - ERİNÇ YELDAN

Ulusal ekonomi yeni bir dengesizlenme sürecine doğru ivmelenme halinde. İşsizlik oranının Cumhuriyet tarihinin rekoruna doğru koşması; enflasyon tehdidinin kemikleşerek, kalıcı bir görünüm sergilemesi ve üretim temposunun tahrip edilmesine dayalı olarak ithalat yapamayan bir konuma sürüklenmesi (ve cari işlemler açığının doğal olarak daralması) Türkiye’nin 2018 yaz aylarından bu yana geçirmekte olduğu dengesizlik ve daralma dalgalarında yepyeni bir ivmelenmeyi dile getiriyor. 
Türkiye, krizin temel göstergelerine (ve 23 Haziran İstanbul seçimine) odaklanmış iken, Türk-İş’in Mayıs 2019 Açlık ve Yoksulluk Sınırı İstatistikleri yayımlandı. 


Türk- İş Araştırma Dairesi’nin Mayıs 2019 dönemi bulgularına göre;
• Dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması tutarı 2.123.93 TL’ye yükseldi.
 Söz konusu gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt) ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamaların toplam tutarı ise 6.918.33 TL’ye ulaşmış durumda. 



Türk-İş Araştırma Dairesi ilk rakamı açlık sınırı, ikincisini ise yoksulluk sınırı olarak niteliyor ve söz konusu istatistikleri otuz iki yıldan bu yana aralıksız olarak kamuoyu ile paylaşıyor. 

Türk-İş Araştırma Dairesi’nin bulguları Türkiye’de sürmekte olan gelir eşitsizliğini ve buna bağlı olarak yoksulluğun ulaştığı düzeyi belgelemesi açısından çarpıcıdır. Türk-İş’in bulgularını Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yayımlanan Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması sonuçları ile birlikte yorumladığımızda karşımıza yoksulluk tuzağına sıkışmış çarpık bir ekonomik yapı biçiminde dökülüvermektedir. 

TÜİK, hane halkları bazında kullanılabilir gelirin dağılımını “Gelir ve YaşamKoşulları” araştırmasına bağlı olarak 2006 yılından bu yana izlemekte. Aşağıdaki tabloda TÜİK’in 2006’daki ilk hesaplamaları ile yayımlamış olduğu en son veri yılı olan 2017 dönemine ait bulgular özetlenmekte.


TÜİK’e göre 2017 itibarıyla Türkiye’de toplam 23 milyon 96 bin hanehalkı bulunmakta olup, bunların yıllık gelir ortalaması kırk altı bin yüz otuz bir liradır. Tablonun satırlarına soldan sağa doğru gidildikçe hane halklarının en yoksul yüzde 10’luk kesiminden başlayarak birikimli olarak ortalama gelirleri sergilenmektedir. Örneğin 2017 yılında en yoksul yüzde onluk gelire sahip hane halklarının yıllık ortalama geliri 15 bin 584 TL’dir. Bu rakam ayda 1.298.6 TL’lik bir gelir anlamına gelmektedir. Türk-İş’in “dört kişilik hanehalkı” harcama tahminine görece kaba bir karşılaştırma yapıldığında, söz konusu rakamın açlık sınırının yarısına ancak ulaşabildiği görülecektir! 

Bu karşılaştırmayı diğer gelir grupları üzerine sürdürdüğümüzde, TÜİK’in resmi rakamlarına göre, hane halklarının neredeyse yarısının aylık gelirlerinin Türk-İş tarafından belirlenen açlık sınırına ancak ulaşabildiği; yoksulluk sınırının ise çok çok uzağında kaldığı görülecektir. Resmi veriler Türkiye’de açlık ve yoksulluk sınırının hane halklarının yarısına yakını için ciddi bir tehdit olduğunu belgelemektedir. 2017’nin en güncel verileri, 2006 ile karşılaştırıldığında da, 2006’dan bu yana bu eğilimin kararlılıkla sürmekte olduğu görülmektedir. 

Nitekim Türk-İş Araştırma Dairesi uzmanları bu tespitlere dayanarak  “Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) kuruluşunun yüz yıla ulaştığı günümüzde, insan onuruna yaraşır bir yaşamı sürdürebilme imkânı çoğu ücretli çalışan için mümkün olmadı. İşçinin kendisi ve ailesi için yetecek bir ücreti elde etmesi, uygulanan ekonomik ve sosyal politikalarla sağlanamadı” yorumunu bizlerle paylaşmaktadır. 

Türkiye’nin emekçi hane halklarının 2000’li yıllar boyunca önce istihdamsızbüyüme, günümüzde de yüksek enflasyon ve işsizlik kıskacında yaşamakta olduğu açlık ve yoksulluk gerçeği, çalışanların içinde bulunduğu geçim sıkıntısının boyutlarını net bir biçimde ortaya koymaktadır. Türk-İş Araştırma Dairesi uzmanlarına bu anlamlı çalışma için teşekkürü bir borç bilerek...

ERİNÇ YELDAN / CUMHURİYET

İşçilerin gurur hikayeleri, kendini hatırlatan sınıf - Volkan Algan

Geçtiğimiz günlerde genç bir işçi işsizlik nedeniyle kendini yaktı, dört gün yoğun bakımda kaldı, sonunda hayatını kaybetti. İş için gittiği belediyeden terslenerek kovulmuş, gururu kırılmıştı. Zaten uzun süredir işsizdi. Kardeşinden istediği 20 lirayla aldığı benzini üzerine dökerek hikayesini sonlandırdı. 

Gurur demişken, yaklaşık bir yıl önce oğluna pantolon alamamasını kendisine yediremeyip bunalıma girerek intihar eden Gebzeli işçi Devrim’i hatırlamak gerekiyor. 

İşçilerin “gurur” hikayeleri artıyor...

Antepli gencin annesi oğlunun başına gelenlerin bir kediye, köpeğe yapılan kötü muamele kadar gündeme gelmemesine isyan etti. Aynı günlerde son yılların popüler dizi senaristlerinden birisi gençlere “Bir hayaliniz varsa bir an önce yapmaya başlayın. 10 bin saat kuralını uygulayın ve konunuzda uzmanlaşın” diyerek öğüt veriyordu. Tabii bu açıklamaya tepkiler gecikmedi. Ülke yangın yeri iken böyle ahkam kesenlere iki çift laf etmek gerekiyor elbette.

Ama şaşıracak bir durum da yok. Sınıf kavramı siyasetten uzaklaştırıldığından beri herkesin istediğini sevmek, istediğine sövmek konusunda eli rahatladı. İsteyen istediğiyle, keyfine göre kafasında, ruhunda, sandıkta ittifak kuruyor. Hayal kırıklığına uğrayınca da abartılı öfke nöbetleri geçiriyor. 

Oysa sınıf diye bir şey var. İstenildiği kadar unutturulmaya, gözden uzak tutulmaya çalışılsın, bu gerçek her an, her olayda karşımıza çıkıyor. Herkes sınıfına göre tepki veriyor.

Mesela hiç duymuyoruz bir patronun çaresizlikten kendini yaktığını, yok olmayı seçtiğini; gerçekten çaresiz bir anda olsa bile. Bu işçinin acı dilidir, ona hastır. Çünkü patron en çaresiz anda bile düzenin sahibi gibi davranır, öyle olduğunu bilir; sınıf içgüdüsüdür bu. İşçi ise emeğiyle geçinemediğinde bir hiç olduğunu fark eder. Geriye ya yok olmak, ya mücadele etmek kalır.

Ekonomik krizin emekçiler üzerindeki olumsuz etkileri her geçen gün artarken, bu konunun iktidarıyla muhalefetiyle halka kanıksatıldığını görüyoruz. Kriz başlığı seçim meydanlarında 31 Mart öncesindeki kadar kendine yer bulamıyor. 
İktidar öncelikli hedef olunca, haliyle hedefe önce o oturtuluyor, onun çelişkileri eleştiriliyor. Ama unutulan, geride bırakılan sadece bekâ söylemi değil. 

Muhalefetin de unuttukları var: 24 Haziran’a giderken ekonomiyi gündemden çıkardığı, emekçilerin durumunu geri plana ittiği görülüyor. Oysa her şey daha kötüye gidiyor.

Ülkenin toptan sağcılaşan siyaset arenasının şansı mı demeli, şimdi moda yer sofralarındaki iftarlar. Hangi siyasetçi daha fakir aileyi bulup bağdaş kuracak diye yarışıyorlar. Bu sofralarda ve aralarda yapılan inanç eksenli açıklamalar da cabası.

Ama bunun böyle olmasının nedeni var. Çünkü düzen siyasetinin figürlerinin tamamı, öyle ya da böyle bu düzenin devam etmesi için çabalıyor. Tutarlılık ya da emekçilerin çıkarlarının değil, bu düzenin dümenine oturmak için ne gerekiyorsa onun peşindeler. 31 Mart öncesi ekonomiydi, şimdi iftar sofrası...

Liberallerden, muhalif iktisatçılara kadar dillere dolanan şey ise iktidarın demokrasi dışı yönetim anlayışının ekonomiyi bu hale getirdiği. Piyasaların ülkeye güveni kalmamış, öyle diyorlar. Yapısal reform gerekiyormuş, en önemli yapısal reform ise ülkenin demokratik bir yönetime geçmesi, tek adam yönetiminin değişmesi, kurumların çalışır hale gelmesiymiş. Bunun iyi örneği olarak da çelişkili biçimde AKP’nin ilk yıllarını gösteriyorlar. 

Yine bunları söyleyenler, AKP’nin üretken olmayan beton ve rant ekonomisini beslediğini de ekliyorlar. Aslında ne söylediklerini kendileri de bilmiyor, sürekli çelişiyorlar. AKP rant üzerine bir ekonomi işlettiyse geçmiş yılları nasıl iyi örnek olarak gösteriliyor? Eğer baştan beri aynı model devam ediyorsa, şimdi neyi tartışıyorsunuz?

Burada elbette konuşulacak çok şey var. Ama mesele o değil. Mesele, sermaye sınıfı adına yapılan büyük manipülasyon.  

Liberal iktisatçılar kapitalizmi kendi içinde tutarlı bir sistem olarak kabul ettiklerinden, onun krizlerinin sistemin kendisinden kaynaklandığını görmezler. Krizsiz bir kapitalizm tarihin hangi döneminde olmuş ki, şimdi olsun.

Kriz anlarında da günah keçisi olarak siyasetçileri öne sürer, kapitalizmi aklarlar. Sanki başka türlüsü mümkünmüş de becerememişler gibi. Şu anda yaşanan da aşağı yukarı bu. Siyasetçiler elbette suçlu, ama esas olan bataklığı kurutmak.
Böyle olduğu için de birkaç yıl öncesine kadar ekonomi mucizesi diye övdükleri AKP’yi şimdi yerin dibine sokmakla meşguller. Demokratikleşme, kurumlar vs. gibi lafların altında aslında sistemi aklama, yeni yüz ve figürlerle düzeni devam ettirme çabası var.

Muhalefet de aynen bu söylemi tutturuyor; kucaklayıcı olmak, kutuplaştırmadan uzak durmak, demokratikleşmek herkesin dilinde. Yeni dönemi bunlarla karşılamaya hazırlanıyorlar. 

Türkiye bitmeyen dönemeçlerinden bir yenisine daha girdi. Önümüzde çok senaryolu bir süreç var. Sınıf kavramının gündeme çok kuvvetli bir şekilde sokulmasından başka bir seçenek yok.

Volkan Algan / SOL

24 Haziran’a bekleriz - AYDEMİR GÜLER

Egemen fikirler vardır -isterseniz egemen ideoloji de diyebiliriz- ve onlar iktidardadır.


Bir de, muhalefete egemen olan fikirler vardır. Devrim bir süreçse eğer, önce muhalefette hegemonyasını kurmalıdır. Devrim kavramının hegemonya kurmadığı muhalefetin fikir dünyası egemen ideolojinin bir parçasıdır veya ondan kopamamış demektir.

Çok soyut değil; hiç karmaşık değil. Türkiye için 1 Nisan’da aklı başında yorumcular arasında, “AKP kaybediyor, ama fikirleri iktidara yerleşiyor” diyenler çıktı. Kastedilen esasen dincilikti. Dinci parti seçim kaybederken, muhalefet laikliği terk ediyordu. Dincilik Türkiye siyasetinin ortak paydası ilan edilmişti.

Muhalefetin elinden bir şey gelmediğini, her şeyi iktidardakilerin yaptığını zannetmeyin. Bu son söylediğimi gerçekleştiren, siyasal yapının ortak paydasını dinselleştiren muhalefettir.

Sağ muhalefet zaten dinci. Kürt muhalefeti de çok zamandır Sünni İslam’ı, kimlikleri arasında saygın bir mevkie yerleştirmişti. Kritik olan (sosyal-demokrat) Kemalizm ve sosyalizmdi.

Birincisi bayağı dincileşti bu süreçte. Önemlidir; bu, Kenan Evren’in memlekete soktuğu projeydi: Ayetli miting. Kemalist ve sosyal-demokratlar, 40 yıla yakın süre mesafeyi koruduktan sonra Evren’i solladılar ve mitingin içine ayet serpiştirmenin ötesine geçip dualı başlangıç ve kitle amini standardını(!) denediler. Yeri gelmişken bunun tutmayacağını “kesin bilgi” olarak söyleyebilirim. AKP yapamadı; bunlar hiç yapamaz! Ama sosyalistlerin aynı dincileşmeyi en azından sineye çekmişe benzediklerini eklemek durumundayım...

İşte bu muhalefet alanı egemen güçlerin, egemen fikirlerin, egemen ideolojinin belirlediği alandır. Bu çemberin dışına 2019 Türkiye’sinde komünizm diyoruz. Komünist olmayan bir laiklik elbette genelde tanımlanabilir. Ancak yelpazenin bu parçası artık kapandı. Komünist olmayan laisizm siyasette temsil edilmiyor.
Gemi terimi çok açıklayıcı ve dincilik meselesinin bir dizi tamamlayıcısı olduğunu gösteriyor. Düzen muhalefetinin “birlikte yönetelim işte…” söylemi “aynı gemideyiz” çağrısıdır. Milleti küpeşteden döve döve aşağı atan iktidar bir tarafta, aynı gemideyiz’ci muhalefet diğer tarafta! Bugün muhalefet düzenin gemisini kurtarma hareketidir.

Muhalefet abartıyı, ahlaksızlığı, düşmanlaştırmayı eleştirmekte ve memlekette herkesin yurtsever, -genişletirsek- herkesin iyi yurttaş, iyi insan olduğunu ilan etmektedir.

Bir zamanlar bütün insanların eşit doğduğunu söylemek büyük bir tarihsel ilerleme olmuştu. Zira o zamanlar aristokratlar doğuştan muktedir olduklarını düşünüyorlardı. Toprak mülkiyeti başka türlü nasıl açıklanabilirdi ki? Bir yeryüzü parçasını “çok çalıştım da öyle kazandım” diye açıklamak mümkün müdür? İnsanların eşit ilan edilmeleri bir ileri adımdı, ama yalan olmaya devam ediyordu. Çünkü insanlar sınıflara bölünmüşlerdi ve eşitlik varsayımı bu gerçeğin örtülmesine hizmet edecekti.

2019 Türkiye’sinde herkesin yurttaş, yurtsever ve insan olduğunu ilan eden muhalefet çizgisi koskoca bir yalandır.

Çok ayıplansın diye “koskoca” demedim. Bu yalan muhalefet dünyasına egemendir. Bu yalan egemen düzenin muhalefet alanı üstünde kurduğu hegemonyayı temsil etmektedir. O anlamda kocamandır.

Türkiye’nin emekçiler ve sömürücüler, sömürüyü aklamaya ve gizlemeye ant içenler ve çıkarları sömürüyü ortadan kaldırmakta yatanlar arasında, yurtseverler ve yurtsatanlar, insanlar ve alçaklar arasında bölünmüş olduğudur doğrusu. Bu “komünist doğru” çemberin dışına, başka bir gemiyi inşa etmeye çağırıyor. Devrim budur. Ancak belli ki azız, azınlıktayız.

Önce muhalefet alanına devrim fikri damga vuracak ki, devrimin kendisi mümkün hale gelsin. Yani devrimci denemeler menzile girsin. Komünistler bir halk hareketini kuracak. Henüz sinyaller var sadece. Daha yolun başındayız, denecek kadar azız.

31 Mart’ta oyu çalınan, kazandığı seçim iptal edilen, hakkı yenen “somut taraf” CHP’dir. Bu gasp eylemini meşru hale getiren ise CHP’nin 23 Haziran’da seçimin yenilenmesini kabul etmesidir. Bu kabul olmadan gasp eylemi teşebbüs aşamasında kalırdı. Memleketin ve İstanbul’un yarıdan fazlasının oynamadığı bir oyun oynanamazdı. YSK ne derse desin!

Aynı gemideler. Henüz azız. Devrimden uzak görünüyor ülkemiz. Aynı anlama gelmek üzere, adaletten, laiklikten, insanlıktan uzak düşmüşüz…

Ama 23 Haziran’ın bir başka anlamı olacak. Belki çoğunluk olmayacağız bir çırpıda. Zaten oylamada komünistler olmayacak. Ama ileriye sıçrayacağız. Komünistler insanı, yurttaşı, vicdanı, adaleti, emeği temsil ettikleri koordinatlara yerleştiler ve bir sürpriz olmayıp da seçim yapılırsa, olası bütün sonuçlarda “temsil güçlerini” arttıracaklar. (Aslında seçim olmazsa da aynı şey olacak, ama bu başka konu.)

AKP kazanırsa, düzenin bu en belalı unsurunu durdurmak için komünizmin gemisine binmek gerektiğini görenler çoğalacak: “Böyle olmuyormuş!” Ne yazık ki, haklı çıkacağız.

AKP kaybederse, çok kişi için sıra artık düzenin toptan dincileşmesine, yoksulların ve emekçilerin hiç de eşit ve özgür olmadıkları gerçeğine gelecek: “Madem böyle daha fazlasını hak ediyoruz!” Dincilikte veya işçiyle patronun aynı gemide olduğu tezine bağlanıp kalmayan, oradan sola sıçrayanlar çok olacak.

23 Haziran’ın meşru olmadığını ısrarla anlatmaya devam edeceğiz. Ne kadar iyi, yaygın, güçlü anlatırsak katılmadığımız seçimden o denli güçlü çıkacağız.

Aydemir Güler / SOL

28 Mayıs 2019 Salı

Yeşiller nasıl kazandı? - İBRAHİM VARLI

Polonya Katowice’de aralık ayında düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Zirvesi alışılmadık görüntülere sahne olurken, herkes şaşkınlık içerisindeydi. Haki ceketli, takım elbiseli yüzlerce kişinin olduğu salonda herkes pürdikkat 15 yaşındaki bir kız çocuğunun yaptığı konuşmaya odaklanmıştı.

O kız çocuğunun adı Greta Thunberg’di. Bir süre önce kuzeyin soğuk ülkelerinden İsveç’in gelmiş geçmiş en sıcak yazını geride bırakması sonrasında yaşanan “iklim krizi”ne dikkat çekmek için parlamento önünde okul grevine başlayan Greta, aylar sonra BM kürsüsünde şu sözlerle dünyaya ders veriyordu: ‘Adım Greta Thunberg, 15 yaşındayım ve İsveç’ten geliyorum. Burada iklim adaleti için konuşuyorum. Eğer birkaç çocuk sadece okula gitmeyerek dünyanın dört bir yanında manşetlere çıkabiliyorsa gerçekten istersek birlikte neler yapabileceğimizi hayal edin. Ancak bunu yapabilmek için ne kadar rahatsız edici olursa olsun açık konuşmak zorundayız. Yapılması mantıklı olan tek şey imdat frenini çekmek iken siz sadece bizi bu hale getiren aynı kötü fikirlerle ilerlemekten söz ediyorsunuz. Biz çocuklara bıraktığınız şeyin böyle bir yük olduğunu itiraf edebilecek kadar bile olgun değilsiniz. Popüler olmak benim umurumda değil. İklim adaleti ve yaşayan bir gezegen benim umurumda. Oldukça az sayıda insan muazzam miktarda para kazanma fırsatlarını kaybetmesin diye medeniyetimiz feda ediliyor. Buraya umursasınlar diye dünya liderlerine yalvarmaya gelmedik. Buraya hoşunuza gitse de gitmese de değişimin geleceğini haber vermeye geldik.’

KÜÇÜK BİR KIVILCIM YETER

Ağustos ayından itibaren her gün Stockholm’ün merkezindeki Parlamento binasının önünde kaldırım taşlarının üzerinde sessiz sedasız oturan Thunberg, gelip geçenlere “Bunu yapıyorum çünkü siz büyükler geleceğimin içine ediyorsunuz” sözlerini içeren bir el ilanı dağıtıyordu. Grevde değil de okulda olmasını salık verenlere “Kitaplarım burada ama şunu da düşünüyorum: Okulda neyi kaçırıyorum? Orada ne öğreneceğim? Olgular ve gerçekler bir şey ifade etmiyor artık. Politikacılar bilimcileri dinlemiyor; o zaman ben ne öğreneceğim ki?” şeklinde yanıtlar veriyordu. İklim kriziyle mücadele etmek için dersleri asması kısa sürede uluslararası medyanın ilgisini çekerken, “Eğer politikacılar olgulara kulak asmayacaklarsa neden okulda bir şeyler öğrenmek için bunca zahmete katlanacakmışız?” diyen Greta’nın çığlığı kısa sürede tsunami etkisi yarattı.
Hollanda’dan Almanya’ya, İngiltere’den Fransa ve Belçika’ya dört bir tarafta çocuklar, öğrenciler, liseliler sokaklara çıktı. “Gelecek için Cuma Günleri” olarak anılan okul grevleri Avrupa’nın dört bir yanında giderek büyümeye devam ediyor. 15 yaşında genç bir aktivistin kendi girişimi ile başlattığı grevlere her cuma binlerce çocuk okula gitmeyerek destek veriyor. 15 Mart’ta ise küresel iklim grevine gidildi

KAÇINILMAZ DEĞİŞİM KAPIDA

Greta, nisan ayında İtalya’da Senato’da yaptığı konuşmada da “Geleceğimizi çaldınız” diyerek çağrıda bulunuyordu. Greta’nın BM kürsüsüne çıkmasını sağlayan da bu tsunami oldu. Greta’nın haberini verdiği, geleceğini söylediği değişimin ilk işaretleri Avrupa Parlamentosu seçimlerinde görüldü. “Merkez sağ ve sol”un çöktüğü seçimlerin galibi Yeşiller oldu. Aşırı sağcılar kimi sansasyonel başarılarına karşın beklenilen sıçramayı gerçekleştiremezken, Yeşiller kelimenin tam anlamıyla özellikle Almanya’da şov yaparken, Yeşiller Grubu (Greens/EFA) Avrupa Parlamentosu’nda etkin güç haline geldi.
“Yeşiller Greta dalgasıyla başarılara yelken açtı” başlığını atan Stuttgarter Nachrichten gazetesi sorunun da yanıtını veriyor aslında. #FridaysForFuture Avrupa seçimlerinde özellikle Yeşiller’e oy kazandırdı. Çocukları dâhil insanlar artık insanlık dâhil tüm türlerin varlığını tehlikeye atan iklim değişimiyle ilgilenilmesini istiyor. Yeşiller ilk kez seçimlere katılanlar arasında neredeyse yüzde 40’a yakın oy aldı. Partilerin iklim politikaları, oyları şekillendiren ana kriterlerden biri olurken, Yeşiller “radikalleşen” iklim mücadelesinin meyvelerini toplamış oldu.
Kapitalist barbarlığın yol açtığı iklim krizi önümüzdeki dönemlerde daha da yakıcı bir şekilde kendini gösterecek.
İBRAHİM VARLI / BİRGÜN

Game of Thrones’un çekilmemiş finali - Barış Terkoğlu

Neredeyse gece yarısı. Koğuşun ışıkları kapandı. Herkes uykuya çekildi. Yavaşça kalkıyorum. Parmaklarımın ucunda yürüyerek televizyonu en kısık sesiyle açıyorum. Taht Oyunları-Game of Thrones (GOT) başlıyor. 

Şimdi tüm dünya GOT dizisinin finaliyle yatıp kalkıyor. Ben ilk sezonunu hapishanede seyretmiştim. Kimi yandaş kimi F tipi konukların sürekli içerdekilere hakaret ettiği tartışma programları Silivri’de çok popülerdi. Hiç izlemiyordum. Bir zamanlar Türk televizyonlarında yayımlanabilen Spartacus, Mad Men, Tudors ya da Shameless gibi diziler çare oluyordu. 

GOT’u “bir daha böyle anmam” derken bir şey oldu. Kuleli Askeri Lisesi’nde FETÖ’cü komutanların işkence ve yıldırmalarla üniformalarını çıkardıkları öğrencilerin dosyalarını okuyordum. İstanbul Anadolu Cumhuriyet Savcılığı, öğrencilerin yürek dağlayan ifadelerinin ardından soruşturma başlatmıştı.

Yaşananlara tanıklık eden İ.K’nin 26 Mart’ta verdiği ifadesini okuyunca GOT’u yeniden hatırladım.
Aslında İ.K’nin öyküsü de ilginç. 2008-2010 yılları arasında Kuleli’de öğretmen subay olarak görev yapmıştı. Bir isimsiz ihbar mektubuyla hayatı değişmişti. Evi basılmış, Ergenekon üyeliğinden uyuşturucuya bir sürü suçlamayla karşılaşmıştı. Operasyonu Zekeriya Öz ve Süleyman Pehlivan gibi FETÖ’cü savcılar yönetiyordu. İ.K. suçsuz bulundu, ama hayatı zindan olmuştu. Sonunda da Kuleli’den gönderilmişti.
İ.K’nin ifadesinde ilginç bir ayrıntı var:  “İsimsiz bir ihbar mektubu ile Maltepe Askeri Lisesi’nde Game of Thrones kumpasını yarattılar. 4 öğretmen subayı ihraç ettiler. Bu dönemde okul komutanı FETÖ’den tutuklu Abdulkerim Ünlü’dür.”
Böylece “Game of Thrones kumpası”nı, FETÖ davaları sayesinde yeniden hatırlamış oldum.

Türk yargısının GOT imtihanı
Her şey 30 Ekim 2011’de bir FETÖ klasiği olan isimsiz ihbar mektubuyla başladı. Mektubun hedefinde Maltepe Askeri Lisesi’nde Yabancı Diller Bölüm Başkanı olan Aydoğan Davulcu ile Albay Ümit Kılıç, Yarbay Rengin Mutlualp, Yüzbaşı  İskender Gülbahar vardı. Mektup, öğretmenleri İngilizcedersinde Game of Thrones (GOT) izletmekle suçluyordu. Öğretmenler, çocuklara diziyi izletiyor, çeviri yaptırıyorlardı. Ancak ihbar mektubunu yazanlara göre GOT müstehcendi ve Türklüğe hakaret ediyordu. 

Mektup, 8 yıl süren bir başka dizinin başlamasına neden oldu. 

4 asker öğretmen hakkında hem askeri hem adli soruşturma açıldı. “Çocuklara müstehcen yayın izletme” suçlamasıyla sivil mahkemede yargılandılar. Yetmedi, adlarını Ergenekon soruşturmasına da bulaştırdılar. 

Askeri Savcı Volkan Yetiştirici ise 4 askeri suçsuz buldu. Hatta öğrencilerin  öğretmenleri aleyhinde ifade vermeye zorlandığını ortaya çıkardı. Bu kez de o hedef alındı. 6 kez müfettiş incelemesi geçirdi, 2 uyarı cezası aldı. Dosya elinden alındı. Adı “İzmir Askeri Casusluk Kumpası”na karıştırıldı. FETÖ’nün affı yoktu. Savcının devreden çıkarılmasının ardından 4 subayın dosyası ikinci bir isimsiz ihbar mektubuyla Askeri Yargıtay’a taşındı. 

Herhalde tüm bunlar olurken yargı kararı beklenmiştir, diyebilirsiniz... 

Hayır, öyle olmadı. 

Biri albay olan 4 personel, Genelkurmay Başkanlığı’nın teklifi, Erdoğan ve Gül’ün imzasının da olduğu kararnameyle TSK’den atıldı. Üçü, emeklilik hakkı kazandığı için emekli oldu. İşsizliğe mahkûm edilen Yüzbaşı İskender Gülbahar ise hukuki mücadeleyi sürdürdü. Sonunda Anayasa Mahkemesi, Gülbahar lehine hak ihlali kararı verdi. 

Geçen yıl İzmir 25. Asliye Ceza Mahkemesi, 4 subay hakkında “çocuklara müstehcen yayın izletmekten” beraat kararı verdi. İzmir 2. İdare Mahkemesi ise 9 ay önce Gülbahar için mesleğe dönüş yolunu açtı. 

Yargılama sürecinde pek farkında olmadık... 

Bilirkişi tayin edilen Ege Üniversitesi akademisyenleri diziyi izleyip “temiz” raporu yazdı. O dönem TSK içinde bilirkişi olanlar ise diziyi izleyip “kirli” dedi. Tartışmaya Başbakanlık Küçükleri Muzur Neşriyattan Koruma Kurulu “muzur” diyen bir raporla katıldı. Davada Sibel Kekilli’nin dizideki performansı da gündeme geldi, British Columbia Üniversitesi’nde dizinin eğitim müfredatına girmesi de.

GOT kumpasının sezon finali
Bizim GOT kumpasının “çekilmemiş sezon finali”ni öğrenmek için mağdur askerlerin avukatı Mahir Işıkay’ı aradım. Kumpası kuranlar ve mağdurları acaba şimdi neredeydi? 

GOT’u izleten öğretmenler aleyhinde ifade vermeleri için öğrencilere baskı yapan Tuğgeneral Cemalettin Doğan ve Albay Turhan Özkal; kumpas belgelerine imza atan Binbaşı D. Ali Vurkun; öğretmenler lehine çıkan kararı bozan askeri hâkimler Albay Haluk Zeybel, Albay Yusuf Tamer Çetin, Albay Şeref Ayyıldız; öğretmenler aleyhine hem Genelkurmay hem Bakanlık adına başvurularda bulunan Albay  Muharrem Köse, Yüzbaşı Yasin Akdeniz, Teğmen Yalçın Toker; öğretmenler aleyhine iddianame düzenleyen Üsteğmen Erol Körnes... 15 Temmuz’dan sonra FETÖ iltisakı nedeniyle TSK’den atılmışlar, tutuklanmışlar, yargılanıyorlardı.

Mağdurlar mı?

Üçünün emekli olduğunu söylemiştik. TSK’ye yıllar süren mücadele sonunda dönen İskender Gülbahar binbaşı oldu, Ulaştırma Okulu’nda görev yapıyor. GOT kumpasını bozduğu için kendisi de başka kumpaslara bulaştırılan savcı Volkan Yetiştirici, İzmir Adliyesi’nde Cumhuriyet Savcılığı yapıyor. GOT Kumpası’nı Türkiye’ye duyuran ve birçok haberi nedeniyle hedef alınan Toygun Atilla gazeteciliğe devam ediyor, hatta yarın “İfşa” isimli bir kitabı çıkacak. 

Hayranları “Taht Oyunları dizisi ne kadar kötü bitti” diye kızıyor ya... Keşke Cumhuriyetten de eski askeri liselerimiz, sonunda “taht oyunları”na kurban edilmeseydi!

Şimdi “Game of Thrones yeniden çekilsin” diyorlar ya... Keşke kendi yurdumuzdaki Game of Thrones kumpaslarına uyanıp, FETÖ’ye terk ettiğimiz çocuklarımızın kaderini yeniden yazabilseydik! Şimdi “yoksa GOT’un finalini izlemedin mi” diye şaşırıyorlar ya... 

Keşke kendi GOT’umuzdan haberdar olsaydık da bu kadar çok kandırılmasaydık!

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

‘İki ucundan yanıyor’ - Ergin Yıldızoğlu

Hayır, bu kez AKP rejiminden, si­yasal İslamın iktidarından söz etmeyeceğim. Çok daha önemli bir konu var: Uygarlık! Daha doğrusu kapitalist uygarlık.


Mumun bir ucunda doğa öbür ucunda teknoloji var. Kapitalizmin doğa üzerin­deki etkileri küresel ısınma ve iklim krizi, toplumsal çelişkileri ve savaşları besliyor. Kapitalizm teknolojik gelişmeleri hızlandı­rırken, hegemonya rekabetini artırıyor. Bu iki eğilimin bir noktada kesişerek, küresel çapta büyük bir felakete yol açmayacağı­nı söylemek olanaklı değil. Ancak bir şey kesin: Geriye dönüş yok! Örneğin, son 50 yılda Çad Gölü’nün yarısı kurudu, Arktik buzlar eriyor. Çin, büyük bir güç olarak yükseldi, ABD’nin ticari ve teknolojik üs­tünlüğünü tehdit ediyor.

İklim krizi, savaşlar ve diğer kötülükler
Küresel ısınmanın, iklim değişikliğinin arkasında insan etkinliği, kapitalist üretim tarzının öncelikleri var. Bu üretim tarzının kâr makinesi, atmosfere salınarak küresel ısınmaya yol açan sera gazlarını üretiyor. Küresel ısınma su stoklarının tükenme­sine yol açarak, ekosistemleri bozarak yaşam alanlarını yok ediyor. Bu üretimin, nehirlere, denizlere ve toprağa döktüğü kimyasal atıklar, plastikler su kaynaklarını, gıda üretim alanlarını kirletiyor. Bu sırada kapitalizm insanların kentlerde yoğun­laşmasını, bu yoğunlaşmaya bağlı olarak gıda tüketimini, endüstriyel gıda üretimini, su tüketimini hızlandırıyor. Yaşam alanları yıkılan coğrafyalardan kaçıp gelen nüfus kentlere yığışırken toplumsal çelişkiler, yabancı düşmanlığı, milliyetçilik, ırkçılık yeniden güçleniyor. 

Bu sırada, kıt kaynaklar, sınır aşan ne­hirlerin suları, kutuplarda buzlar eridikçe erişilebilen mineral kaynakları ve yeni açı­lan denizyolları üzerinde, rekabet ve ger­ginlikler, çatışma olasılıkları artıyor. Kriz içinde kârlılık ve rekabet basıncı altında sermaye, özellikle egemen sermaye, özellikle ABD, Çin, Rusya, Brezilya gibi kritik ülkelerde küresel ısınmaya, iklim krizine karşı alınması gereken önlemlerin maliyetini üstlenmek istemiyor. Mumun bu ucu yanmaya devam ediyor...

Teknolojik rekabet-ticaret savaşları
Kapitalist üretim tarzı, krizi içinde ser­mayenin dolaşım hızını artırmaya, stok maliyetini, verimliliğin canlı emeğe ba­ğımlılığını azaltmaya yönelik telekomüni­kasyon, veri işlem teknolojileri alanlarında gelişmeyi hızlandırırken bu gelişmelerin jeopolitik etkileri yeni rekabet alanları yaratıyor. Örneğin küresel telekomüni­kasyon piyasasında kim egemen olacak? Bilgi işlem, şifreleme, “yapay zekâ” alan­larında kim öne geçek? Dijital teknolojileri (telekomünikasyon, bilgi işlem, silah) üre­ten sanayiler açısından yaşamsal öneme sahip ender minerallerin üretimi ve teda­rik zincirlerini kim kontrol ediyor olacak?
Bu alanda da karşımıza aynı aktörler çıkıyor, öncelikle ABD ve Çin! Çin’in yük­selmesi karşısında önlem almaya çalışan ABD yönetimi, ticaret savaşları görüntüsü altında Çin’in teknolojik gelişmesini ya­vaşlatmayı amaçlıyor.

ABD’de Trump yönetimi, Çin’in ulus­lararası alanda etkili, 5G teknolojisinde önderliğe oturmaya başlayan şirketi Huawei’yi bu amaçlarla hedef aldı. An­cak Çin’in, teknoloji sektöründe tedarik zincirleri ağı üzerindeki büyük etkisi var. ABD’nin yaptırımları, yalnızca, Malezya, Endonezya, Singapur gibi ülkelerdeki üreticileri değil, bunların ürettikleri ürünleri kullanan Apple gibi ABD teknoloji şirket­lerini de etkileyecek.

The Economist ve Bloomberg’deki yorumlar gibi ticaret savaşlarının kürese­leşmesinden ve ülkeleri tercih yapmaya zorlamasından kaygılanıyorlar. “Türkiye Huawei’nin bölgesel üssü olacak!” gibi haberler, ülkeyi de zor günlerin beklediği­ni düşündürüyor.

Kısa dönemde, küreselleşen bir koru­macılık dalgasının dünya ekonomisini yeni bir mali krize ve depresyona, orta ve uzun dönemde de Çin’i teknolojik alanda kendi kendisine yeterli, dolayısıyla çok da dişli bir rakip olmaya doğru itme olasılığı var.

Artık, ne küreselleşmeye ne de liberal serbest ticaret düzenine geri dönmek gerçekçi bir olasılık. Uygarlığı iki ucun­dan, doğa ve teknoloji alanlarında yakan kapitalizm, insanlığa daha fazla toplumsal istikrarsızlık hatta savaş vaat ediyor...

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET