21 Temmuz 2019 Pazar

Norveç: Sosyalizm yoksa cennet de yok - Akif Akalın

“Kapitalizmin sahte cenneti dökülüyor: Norveç eşitsizlikte ABD ile yarışıyor” dememiz büyük şaşkınlık yaratmış. Yurttaşlarımızın Norveç hakkında “bildiklerine” pek uymamış bu cümle. Ya da gerçekten Norveç hakkında ne kadar bilgi versek az.

soL’da yayımlanan “Kapitalizmin sahte cenneti dökülüyor: Norveç eşitsizlikte ABD ile yarışıyor” başlıklı yazımız büyük ilgiyle karşılanmış ve yazıya ilişkin “sosyal medya” üzerinden çok sayıda yorum yapılmış.

Yazımızı eleştiren yorumlardan, zihinlerde Norveç’in bir “yeryüzü cenneti” olduğu algısının köklü bir biçimde yerleştiği anlaşılıyor. Yazıdaki veriler (özellikle zenginler ile yoksullar arasında ortalama 11 yıllık bir yaşam beklentisi farkı) bu algıyla örtüşmemek bir yana, neredeyse taban tabana zıt olduğundan, insanlar bunlara pek “inanmak” istememiş görünüyor.

Gerçi Facebook ve Twitter’da yazımızın yayınlanma saatiyle, bazı yorumların giriş saatleri karşılaştırıldığında, yorum sahiplerinin yazının “kaynağını” okumaya zahmet etmeden “ideolojik” tepki verdikleri anlaşılıyor, fakat kamuoyunun bu kadar ilgi gösterdiği bir konuda insanları daha geniş aydınlatmak ve onlara daha çok “kaynak” sunmak gerektiği de ortada.
Yazının kaynağını dahi okumadan hemen klavyeye sarılanların şimdi sunacağımız somut bilimsel kanıtlar (hem de sermayenin tıp dergilerinde, komünist olmayan bilim insanları tarafından yayınlanmış kanıtlar) karşısında “düşüncelerini” değiştireceklerini sanmıyoruz. Bu bir “süreç” işidir. Fakat bir yerden başlamak gerektiğine inanıyoruz.

HANGİ NORVEÇ?
İki Norveç var: birincisi 1945 – 1990 arası Norveç, ikincisi 1990 sonrası Norveç. Yazımızı eleştiren okurlarımızın Norveç algısı, 1990 öncesi Norveç’tir. Bu Norveç, “sosyal demokrat”, İşçi Partisi’nin iktidarda olduğu, refah politikalarının uygulandığı ve sosyal yardımlarla zenginlerden yoksullara cömert kaynak aktarımlarının olduğu Norveç’tir. Yazımızda da çok açık bir şekilde ifade ettiğimiz gibi, Norveç sermayesi işçi sınıfının sosyalizme yönelmemesi için çok büyük tavizler vermiş ve Norveç emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarında iyileştirmeler yapmıştır. Sahte cennet böyle yaratılmıştır.

Bizim anlattığımız Norveç, 1990 sonrası Norveç’tir. İşçilerin ve emekçilerin Norveç gibi sahte cennetlerdeki yaşamı görüp, “demek devrim olmadan da oluyormuş” yanılsamasına düştükleri ve sosyalizme sırt çevirdikleri dönemden bahsediyoruz. Bu dönem hala devam ediyor. Norveç sermayesi bu dönemde “sosyalizm” tehdidi ortadan kalkınca, 1945 – 1990 yılları arasında işçilere ve emekçilere verdiği tavizleri geri almaya başladı.

Bu gelişmeyi ilk fark edenler, Avrupalı bilim insanları oldu. Mackenbach ve arkadaşlarının 1997 yılında Lancet dergisinde yayınladığı bir araştırma, Sol Portal’daki yazımızın bazı okurlarımızı “şok” ettiği gibi, Norveçlileri, Avrupalıları ve bilim çevrelerini şok etti. Mackenbach ve arkadaşları, 1990 sonrasında Norveç’in “sağlıkta eşitsizliklerde” diğer Avrupa ülkelerinden daha iyi “olmadığını” kanıtlıyordu.

Bir. Ne Mackenbach, ne de araştırmada imzaları olan diğer bilim insanları komünist parti üyesi veya komünist militan değil. Her biri dünyaca ünlü bilim insanları ve Google arama motoruna isimlerini yazarak CV’lerine erişilebilir.

İki. The Lancet, “sermayenin” tıp alanındaki en eski ve saygın dergilerinden biridir. Böyle bir dergide Norveç’te sağlıkta eşitsizliklere ilişkin “yalanlar” uydurulması olasılığı yoktur. Kaldı ki Mackenbach ve arkadaşları Norveç’e ilişkin yalanlar söyleselerdi, geçen 22 yıl içinde mutlaka birileri yanıt verirdi. Hatta Lancet okurlarından özür dileyip araştırmayı yayınından kaldırırdı.

Tekrar “özetleyelim”. Yazımıza konu olan Norveç, işçi sınıfı mücadelesinin gerilediği, sermayenin artık sosyal demokrasiye gereksiniminin kalmadığı 2000’li yılların Norveç’idir ve kaynağındaki veriler de 2005 – 2015 yıllarına aittir.

İNKAR POLİTİKALARI
Norveç ve diğer birkaç kuzey Avrupa ülkesi, yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde işçilerin ve emekçilerin hayallerini süsleyen sahte cennetlerdir. 2000’li yıllarda sermaye için artık bu tür “cennetlere” ihtiyaç kalmasa da, işçilerin ve emekçilerin algısında eski Norveç algısını diri tutmanın bir mahzuru yoktu. Bu nedenle Norveç’te sağlıkta eşitsizlikler önceleri “inkar edilmeye” çalışıldı.

Norveçli Akademisyen Dahl, 2002 yılında yayınladığı bir makalede, “sıra Norveç’e gelene kadar…” diyordu, fakat beş yıl sonra, 2007’de Norveç hükumeti artık inkar edilemez hale gelen “sağlıkta eşitsizlikleri” gündemine almak zorunda kaldı. Bir şey yaptı mı? Hayır, fakat en azından “inkar” dönemi sona erdi.

Norveç Sağlık Bakanlığı’nın 2007 yılında yayınladığı 20 numaralı “National strategy to reduce social inequalities in health” başlıklı raporuna aşağıdaki linkten erişebilirsiniz.

EŞİTLİK TUTKUSU
Alexis de Tocqueville, 1835’te yayınlanan Amerika’da Demokrasi başlıklı kitabında Norveçlilerde “eşitlik tutkusu” olduğunu yazar. Gerçekten de Norveç tarihinde “eşitlikçilik”, diğer Avrupa ülkelerine göre çok büyük bir yer tutar. Zaten eşitlikçiliğin toplum içinde bu denli derin köklere sahip olması nedeniyle Norveç, Avrupa’da işçi sınıfı hareketinin ilk geliştiği ülkelerden biridir.

Avrupa’daki ilk işçi sınıfı partisi 1875’de Almanya’da örgütlenmiş ve bunu Danimarka ve Norveç izlemiştir. Dünya üzerinde ilk sosyal sigorta uygulaması Almanya’da başlamıştır ve yine Norveç, Almanya’yı ilk izleyen birkaç ülkeden biridir. Norveç’te “sosyalizm” kılıcı, daha 1905’lerde sermayenin başı üzerinde sallanmaya başlamıştır.

Bunları neden anlatıyoruz? Çünkü bazıları Norveçli egemen sınıfların, diğer ülkelerdekilerden (örneğin Türkiye’deki egemen sınıflardan) daha “uygar” olduğunu, bu nedenle işçilere ve emekçilere daha “insanca” yaşama koşulları bağışladıklarını sanıyor. Oysa Norveç’teki eşitlik tutkusu işçi sınıfının tutkusudur. Ne zaman Norveçli işçiler bu tutkuyu yitirmeye başladılar, sağcı partilere oy verdiler, faşist hareketlere katılmaya başladılar, o zaman “eşitsizlikler” fışkırmaya başladı.

Van der Wel ve arkadaşları, Norveç’te bugün dahi sürmekte olan “resmi” eşitlikçi söyleme rağmen, son yıllarda yoksulluk sınırı altında kalan nüfusun yüzde 8’e ulaştığını, kağıt üzerinde bütün çocukların “anaokuluna gitme hakkı” bulunmasına rağmen bu haktan “zenginlerin daha fazla yararlandığını”, yoksullarda liseyi bırakma oranının çok yüksek olduğunu söylüyorlar. Gelir eşitsizliğini ölçen Gini katsayısı 0.24, fakat yazarlara göre bu katsayı yıllardır azalmıyor, artıyor ve bunun en büyük nedeni son on yılda ücretler arası farkın açılmaya başlaması. Norveç’in zenginliğinin yarısı, en tepedeki yüzde 10’luk dilimde yer alan kapitalistlerin elinde.

Belki tekrar belirtmek gerekiyor. Bu veriler bize ait değil, Norveçlilerin verileri. Hem de komünist olmayan, hatta komünizme herhangi bir sempati duymayan Norveçli bilim insanlarının. Tabii bizim sosyal medya yorumcularımızın elinde Norveç’e ilişkin Norveçlilerinkilerden daha güvenilir veriler varsa bilemem. Belki bu yazıya yorumlarında ellerindeki Norveç verilerini ve kaynaklarını paylaşırlar da, Oslo Üniversitesi’ndeki bilim insanlarını aydınlatırız.

NORVEÇ ARTIK BİLDİĞİNİZ NORVEÇ DEĞİL
Kusura bakmasınlar, hayalleri yıkmak istemeyiz, fakat maalesef Norveç artık “eski” Norveç değil. Artık işçi sınıfı hareketinden, sosyalizmden korkmayan Norveç, 2014 yılından beri “servetten” vergi almamaya başladı. 2014 – 2016 yılları arasında servetten alınan vergilerde 5,4 milyar NOK azalma var. Peki, buna karşılık Norveç’in vergi gelirlerinde bir azalma oldu mu? Hayır! O halde sizce bu 5,4 milyar NOK bütçeye nereden girmiş olabilir? Zengin Norveçlilerden olmadığını biliyoruz, geriye kimler kalıyor?

Hayallerdeki Norveç’te kaynaklar “zenginden yoksula” akıyordu, 2016 yılında ise Norveç’te en zengin 1.400 Norveçlinin servetine, kişi başına ortalama 42.300 dolar daha fazla servet kattığı hesaplandı, yani şimdi kaynaklar “yoksuldan zengine” akıyor. Elbette bu verilere rağmen, “olsun, Norveçli yoksullar hala bizden daha iyi yaşıyor” diyerek hayallerini sürdürmeye devam etmek isteyenler olabilir. Onlara tek söyleyeceğimiz şu: zaten konu biz değiliz, yoksul Norveçliler…

SOSYALİZM BİTER DE SOSYAL DEVLET KALIR MI?
Sanki sözcük oyunu gibi duruyor, fakat emin olun “sosyalizm” ile “sosyal” arasındaki ilişki, bundan çok daha fazlasını ifade ediyor. Bunu en iyi Norveçliler biliyor olmalı. Geçen yıl Norveç hükumeti “sakatlık yardımı” alan ailelerin, aynı zamanda “çocuk yardımı” alamayacaklarına karar verdi. Ne alakası var diye “bana” sormayın, Norveç hükumetine sorun. Fakat ben size bu durumun “yoksul” Norveçlileri nasıl daha fazla etkilediğini açıklayabilirim.

Dünyanın her yerinde olduğu gibi, bazı okurlarımız inanmak istememekte direnseler de, Norveç’te de kır – kent ayrımı var ve kırsal kesimlerde yaşayanlar, kentlerde yaşayanlara göre “ortalamada” daha yoksul. Kimilerine inanmak imkansız görünebilir, fakat demografik verilere göre Norveç’te de kırsal kesimde yaşayanlar “daha çok çocuk sahibi oluyor”.

Gerisi basit aritmetik. Genellikle bir çocuğu olan şehirli aileler, hane içinde sakat biri varsa, az bir kesintiyle de olsa çocuk yardımı almaya devam ederken, çok çocuklu aileler “limiti aşacağından”, daha fazla maddi kayba uğruyorlar. Oysa “sosyal devlet” olmanın gereği, zaten daha çok çocuğu olana, daha çok gereksinim duyana daha fazla yardım etmek değil miydi? Evet, fakat o günler geride kaldı ve işçi sınıfının yeniden aklını başına alacağı günlere kadar “hayallerde” kalmaya devam edecek.

BİR YORUM ÜZERİNE NOTLAR
Bir okurumuz sosyal medya üzerinden yaptığı yorumda, “Norveç’te yaşayayım da, zenginden 15 yıl az yaşayayım” demiş. Buna benzer çok yorum var. Bu arkadaşlar Norveç’te zenginlerle yoksullar, daha doğru bir ifadeyle kapitalistlerle işçiler arasında sağlıkta eşitsizlik olduğunu kabul ediyor, fakat “Türkiye’den” bakarak, buna razı olduklarını ifade ediyorlar.

Eğer Türkiye’den bakarsanız, sadece Norveç değil, örneğin işçi cinayetleri bakımından dünya üzerindeki adını bilmediğiniz Afrika ülkeleri dahil 193 ülkeden 190’ı (bildiğiniz gibi Türkiye işçi cinayetlerinde ölümde dünya üçüncüsü) ve Avrupa’daki 43 ülkenin, Arnavutluk, Sırbistan, Estonya’sı vb dahil “hepsi” Türkiye’den daha iyidir (yine bildiğiniz gibi işçi cinayetlerinde açık ara Avrupa şampiyonuyuz).

Diğer yandan Türkiye’den daha iyi koşullarda yaşamak için Norveç’in soğuğuna, gecesi gündüzü belli olmayan hayatına katlanmaya hiç gerek yok. Mesela İspanya veya İtalya’da, hem Türkiye’ye daha yakın bir iklimde, hem de oraların zenginlerinden yalnızca 5 – 6 yıl daha kısa (Norveç’e göre en az 5 yıl daha uzun) yaşayabilirsiniz. 

Fakat bana sorarsanız en iyisi, kendi ülkenizde sınıf farklarını ortadan kaldırmak ve biraz daha uzun ya da kısa olması önemli değil, fakat gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan bir yaşam sürmek.

Akif Akalın / SOL


KAYNAKLAR:
Dahl, E. (2002). Health Inequalities and Health Policy: The Norwegian Case. Norsk Epidemiologi, 12(1), 69–75.
de Tocqueville, A. (2019). Amerika’da Demokrasi. Çev. S.S. Özdemir. 2. Baskı. İstanbul: İletişim.
Mackenbach, J.P., Kunst, A.E., Cavelaars, A.E., Groenhof, F., & Geurts, J.J. (1997). Socioeconomic inequalities in morbidity and mortality in Western Europe. The EU Working Group on Socioeconomic Inequalities in Health. Lancet, 349(9066), 1655–1659.
Måseide, P. (1990). Health and social inequity in Norway. Social Science & Medicine, 31(3), 331-342.
Skaftun E.K. ve ark. (2018). Geographic health inequalities in Norway: a Gini analysis of cross-county differences in mortality from 1980 to 2014. Int. J. Equity Health, 17:64. doi:10.1186/s12939-018-0771-7

van der Wel KA, Dahl E, Bergsli H. (2016). The Norwegian policy to reduce health inequalities: key challenges. Nordisk Välfärdsforskning, 1(1): 19-29.

Bacadan düşmek, façadan geçmek - Mine G. Kırıkkanat

Papazın biri, uzun süredir ahbaplık ettiği hahama, “Bana Tevrat’ı öğretmenizi isterim” der.
Haham, olmazlanır: “Sen Yahudi değilsin, kafan da Yahudi gibi çalışmaz.Tevrat’ın kelamını anlaman mümkün değil.”
Papaz ısrar eder, haham razı olur, ama bir koşulu vardır. “Soracağım soruya doğru yanıt verebilirsen, öğretirim” sözü verir.
Papaz, “Kabul” diye yanıtlar. “Sor bakalım!”
Soru gecikmez: “İki adam bir bacanın içine düşerler. Biri kirli, öteki tertemiz çıkar. Hangisi yıkanır?”
Papaz, “Bundan kolay ne var?” diye atılır. “Kirlenen yıkanır, temiz kalan yıkanmaz.
Hamam içini çeker, “Sana Tevrat’ın kelamını asla anlamayacağını söylemiştim! Doğrusu tam tersi: Temiz kalan adam ötekinin kirlendiğini görünce, kendisinin de kirlendiğini sanıp yıkanır. Kirlenen adam ise karşısındakini temiz gördüğü için kendisini de temiz sanıp yıkanmaya gerek duymaz.”Papaz, kafasını kaşır. “Bak bu aklıma gelmemişti. Bir soru daha sorar mısın?”

Pisin temizi, temizin pisi
Haham aynı soruyu yeniden sorar: “İki adam bir bacanın içine düşerler. Biri kirli, öteki temiz çıkar. Hangisi yıkanır?”
Papaz, doğru yanıtı artık bildiğinden emin, “Temiz kalan ötekinin kirlendiğini görünce kendisinin de kirlendiğini sanıp, yıkanır. Kirlenen, ötekini temiz gördüğünden kendisini de temiz sanıp yıkanmaz!” diye yanıtlar.
Hamam, cık cık cık yapar. “Yine yanıldın! Sana söylemiştim, aslaanlamayacağını. Temiz kalan adam aynaya bakar, temiz olduğunu görür,dolayısıyla yıkanmaz. Kirlenen aynaya bakıp kirlendiğini görünce, gideryıkanır.”
Papaz itiraz eder: “Ayna nereden çıktı? Bana ayna var demedin ki?...” Haham, parmağını sallar: “Seni uyardım, bu kafayla Tevrat’ın kelamını kavrayamazsın. Tevrat’ı anlamak için her olasılığı düşünmelisin.”
“Peki, peki” diye inler papaz. “İzin ver, bir kez daha şansımı deneyeyim. Başka bir soru sor!”

Ahiret sorusu, bacanın borusu
“Son kez soruyorum” der, haham: “İki adam, bir bacadan içeri düşerler. Biri temiz, öteki kirli çıkar. Hangisi gidip yıkanır?”
Papaz, “Artık her olasılığı biliyorum” deyip, bir solukta sıralar: “Eğer ayna yoksa, temiz kalan ötekini kirli görüp kendisinin de kirlendiğini düşünerek gider yıkanır. Kirlenen temize bakıp kirlenmediğini düşünerek, yıkanmaz. Eğer ayna varsa, temiz kalan aynaya bakıp temiz olduğunu görür, dolayısıyla yıkanmaz. Kirlenen aynaya bakıp kirini gördüğü için yıkanır!”
Haham çenesini ileri uzatıp, gülümser: “N’ayır, sana söylemiştim, kafan Yahudi kafası değil, Tevrat’a basmaz! Söyle bana, aynı bacadan içeri düşen iki adamdan birinin kirlenip, ötekinin temiz çıkması mümkün müdür?”

Darbe sırasında dik duran muhalefet vekilleri
Eski CHP milletvekili Dr. Ceyhun İrgil, meşum 15 Temmuz 2016 gecesi saat tam 22.52’de Lodos Haber adlı internet sitesine giren: “Demokrasiye karşı eline silah almış hiçbir yapıyı kabul etmeyeceğiz. Babamın oğlu bile yapsa darbeye karşıyım. Ak Parti’yi alt etmenin yöntemi darbe değil, sandıkla olmalıdır!” açıklamasıyla darbe girişimine tepki veren ilk milletvekili oldu. İrgil, kendisi gibi vekil arkadaşları ve CHP il başkanıyla birlikte Bursa’dan Ankara’ya geldiğinde bomba isabet eden TBMM’den hâlâ dumanlar yükseliyordu.

Darbe sırasında arazi olan iktidar vekilleri
Meclis’e toplanan CHP’liler, darbeye karşı dayanışmak üzere Meclis yoldaşları AKP vekillerini telefonla aradılar. Ancak saat 00.30’a kadar aranan numaralardan sadece biri cevap verdi, bir tek AKP milletvekiline ulaşabildiler. Diğerleri arazi olmuş, kuşkusuz kimin galip geleceğini gözlüyorlardı. 

Dr. Ceyhun İrgil’in o gece çoğu AKP milletvekilinin “arazi olduğu” iddiası, zaten dönemin AKP İstanbul İl Başkanı Selim Temurci tarafından da doğrulandı. 

Temurci, Ruşen Çakır’a 15 Temmuz 2019’da verdiği röportajda; darbe gecesi 00.30’a kadar geçen “karanlık” iki saatte Metin Külünk hariç partisinin hiçbir milletvekiline ulaşamadığını söyledi.

O bacadan birlikte düştüler ve hiçbiri yıkanmadı!
Darbe bastırıldıktan sonra FETÖ ilan edilen cemaatin siyasi ayağının, yani iktidar içindeki uzantılarının araştırılması; elbette ki darbe sırasında arazi olan milletvekilleri tarafından reddedilecekti. Nitekim öyle oldu.

 Şimdi diyorlar ki AKP bölünecek, pırıltılı yılların kurucu üyeleri yeni bir parti kuracak, muhafazakâr sağa taptaze, tertemiz bir iktidar alternatifi sunacak. 

Taze olup olmadıkları zaten tartışmalı.

Ama temiz olmadıkları kesin. 

Çünkü hepsi o bacada 17 yıl geçirdi, şimdi düşüyorlar.







Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET


Y.N: Hahamlı papazlı baca öyküsünü, ilk kez 1 Şubat 2012 tarihli “Kan lekesi, vicdan kiri” başlıklı yazımda anlatmıştım. Değerli okurum ve kendisi de yazar Mustafa Kökten, “Tam zamanı değil mi?” diye anımsatınca, tekrarladım.


Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye - ÖZDEMİR İNCE

Bir zamanlar bana “dinozor” diyenler, “İslam düşmanı” olduğumu ilan ederek Aydın Doğan’a şikâyet edenler, şimdi televizyonlarda benim düşüncelerimi, sözlerimi tekrarlıyorlar. Aferin ve helal olsun! Bir gün gelecek “Ortak Akıl” ve “Devlet Aklı”nı yanlış kullananlar da kullanmaktan vazgeçecekler. Eminim! Yanlışını düzeltmek ayıp değildir.

***

İşini zamanında yapmayla ilgili atasözleri aradım: Bugünün işini yarına bırakma;  Vakit nakittir; Demir tavında dövülür; Terazi var tartı var her şeyin bir vakti var.
Bunlar bireylerin kendileriyle ilgili atasözleri. Bir başkası: “Elden gelen öğün olmaz o da vaktinde gelmez.”
Ama sorumlu insanların yapmaları ve eylemeleri gerekli ve zorunlu işlerle ilgili zaman ve mekân sınırlaması var. Örneğin 6. Filo karşıtı gösteriler (1969); işçilerin 15-16 Haziran 1970 şanlı yürüyüşü; Gezi Parkı Direnişi; Kılıçdaroğlu’nun Ankara İstanbul uzun yürüyüşü tam zamanındadır.
18 yıllık iktidarı süresince AKP’nin Cumhuriyet ve devrimlerine karşı yaptığı darbeler var: Tevhidi Tedrisat Kanunu’na aykırı olarak imam hatip okullarının yaygınlaşması; liyakate bakılmaksızın bu okul mezunlarının her göreve getirilmesi; Kuvvetler Ayrılığı’nın yok edilmesi; R.T. Erdoğan’ın Tek Adam (Başyüce) olması için yapılan hamleler, oynanan oyunlar ve daha niceleri. Bunlara karşı 17 yıl boyunca susup şimdi bir şeyler çiziktirdiğin için kabarıyorsan, sana ne denir ey gazeteci, ey yazar? Parti kuruyorsan?

***
Ahmet Davutoğlu, “Seçim neticeleri sonrasında, büyük hüzün yaşıyorum. Bunun hesabını veremeyip dönüp, bizim haklı eleştirilerimizi bölünme çabası içinde göstermek isteyenler bilmeli ki biz bu kitleler bölünmesin diye başbakanlık makamından ayrıldık. Devlet makamını bir trol çetelerinin tuzaklarına mahkûm edenlere karşı 3 yıl sustuk. Eğer işler iyi gitmiş olsaydı kıyamete kadar susardık” demiş.
Bay Davutoğlu stratejik sığlık icabı, 3 yıl susmuş, kendi itiraf ediyor. Demek ki 3 yıl AKP’ye biat ve Türkiye’ye ihanet etmiş. Ülkeyi yıkıma götüren işler iyi gitmiş olsaymış kıyamete kadar susacakmış... Arkadaş istediğin kadar sus, ama önce Suriye’de yediğin nane için şehit ailelerinden ve vergi mükellefi halktan özür dilemek zorundasın!
***

Fıkıh noktasında âlim ve muallim olan ve Türk tipi reislik rejiminin mucidi hörmetli Burhan Kuzu’nun patentli icadının bir yıllık uygulaması karşısında saçını başını yolduğunu sanıyordum, içimden “Guzu gardaş yetiş imdade” diyordum. Bizimki meğer iftihar ediyormuş, bakın ne diyor:
“Bir modelin oturması bir yılla ölçülecek bir şey değil. Ben Amerika başkanlık modelinin tarihini biliyorum ve 40 yılımı bu konuya vermişim.Başkanlık modeli, bir ülke için yararlı olduğuna mutlak inandığım bir model. Bir sene geçti aradan; ama ‘aksaklık ve eksiklik oldu, eski modele dönelim’ gibi son günlerdeki laflar, özellikle İstanbul seçiminden sonra ediliyor. Bu eleştirileri doğru bulmuyorum.” 
Bay Kuzu, Amerika başkanlık modelinin ezbere bildiğini iddia ediyor, ama ABD modeli yerine AKP’ye Osmanlı Sultanlık rejimini kakaladığı ayın on dördü gibi ortaya çıktı.

***

İster dâhi olsun ister sırılsıklam budala, 21. yüzyılda bu ülkeyi bir kişi tek başına yönetemez. Soluğu, aklı, bilgisi ve imgelem gücü (varsa bile) bu yükün altında ezilir. Bir yıllık önlenemez bozgun bunu kanıtladı. Yeni parti kurmaya kalkışanların da pay sahibi olduğu ortak akıl (yani biat ettikleri akıl) ülkeyi iflas noktasına getirdi. AKP’nin ve Erdoğan’ın her eyleminde onların da sorumluluğu var. Başta akıl hocası Bay Kuzu olmak üzere, Çankaya noteri Abdullah Gül, dostu düşmana çevirme ustası Davutoğlu; özgürlük ve hukuk sevdalısı (!) Ali Babacan etüve girmeden önce mübaşirlik ve gardiyanlık yaptıkları Ergenekon davasının hesabını vermek zorundadır.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

20 Temmuz 2019 Cumartesi

İnsanlık önüne koyduğu her gerçek sorunu aşar - ERHAN NALÇACI

Bilim ve Aydınlanma Akademisi tarafından düzenlenen Sosyalist Gelecek ve Planlama Sempozyumu’nun ilk duyurusu bugün yayınlandı. 6-8 Aralık 2019 tarihlerinde Ankara’da düzenlenecek sempozyumun duyurusuna aşağıda görebilirsiniz.

Sempozyumda her şeyden önce içinde bulunduğumuz emperyalist düzenin kaderimiz olmadığı, yaşanan çürümenin, akılsızlığın, çevre kirliliğinin, savaş tehdidinin, etik/felsefi sorunların bir çözümü olduğu tartışılacak.
Asalak hale gelen sermaye sınıfının insanlığa “Dünyayı bitirdik, hiç boşuna uğraşmayın, son yıllarınızı ürettiğimiz son model oyuncakları tüketerek geçirin” diyen ideolojisine karşı güçlü bir tez ileri sürülecek: “İnsanlık önüne koyduğu her gerçek sorunu yener”
21. yüzyıl emperyalizmin yenildiği, sosyalizmin kazandığı bir yüzyıl olacak.
Paris Komünü’nün üzerinden 150, Ekim Devrimi’nin üzerinden 100, İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyalist ve halk cumhuriyetlerinin kuruluşlarının üzerinden 70 yıl kadar zaman geçti.

Sosyalist devrimlere niteliğini veren özü yıllar içinde korunur.

Burjuva devrimleri yasa önünde eşitliği hedeflerken, işçi sınıfı devrimleri mülkiyette eşitliği önüne koyar. 21. yüzyılın sosyalizminde bu anlamda bir değişiklik olmayacak. İşçi sınıfının öncülüğünde emekçi sınıflar siyasi iktidarı aldığında toplumsal mülkiyeti olabilecek en geniş coğrafyalarda sağlayacaklar.
Öte yandan yıllar, on yıllar, yüz yıllar geçtikçe devrimlerin nesnel zemini tarih içinde değişime uğrar, zemin giderek yükselir, yeni olanaklar ortaya çıkar. Üretici güçlerin gelişkinliği, sınıfların durumu ve örgütlülüğü, önceki deneyimlerin yarattığı kültür, bütün bunlar özü değiştirmese de içerik ve biçimi değiştirir.

21. yüzyılın sosyalizminde de içerik ve biçim olarak önceki sosyalist deneyimlere göre kuruluştan itibaren değişiklikler olacağını biliyoruz. Sempozyum öncelikle bu değişimi ve olanakları tartışmaya açacak, bilimsel verilerin ışığında sadece Türkiye için değil, dünya için genel bir analiz sunacak.

Örneğin, bugün de eşitsiz gelişim ve zayıf halka kuramı geçerli, ancak Ekim Devrimi yıllarına göre dünyada köylü sınıfların nüfusunda ve toplam üretime katkısında, ülkeden ülkeye değişmekle birlikte büyük bir azalma oldu. Bütün katmanları ile birlikte modern işçi sınıfının nüfusunda ise dramatik bir atış gözleniyor.

Öte yandan işçi sınıfının içinde katmanların yapısı da yüz yıl önceye göre büyük bir değişiklik gösterdi, sanayi işçilerinin oranı azalırken hizmet sektörü bariz bir şekilde büyüdü. Bunlar günümüz kapitalizminin özellikleri olarak ortaya çıktı. Ekim Devrimi esnasında belki 8 kadar kapitalizmin geliştiği ülke varken, örneğin G-20 emperyalist sistemde şöyle ya da böyle rolü olan en az 20 ülke sermayesinin temsilcilerini bir araya getiriyor.

Buna bağlı olarak dünyada üretici güçlerin gelişkinliği hesaba katmak zorundayız, başka bir deyiş ile günümüz kapitalizminin artık gelişmesine izin vermediği bilim ve teknolojinin sosyalizme sunduğu olanakları gözden geçirmeliyiz.

Elektrifikasyon hedefi artık çok gerilerde kaldı. Günümüzün üretiminde otomatizasyon insanlığın eşit gelişimi için büyük bir olanak sunuyor. Eskiden ancak hesap makinesi kullanılarak yapılan merkezi planlamanın teknik kısmı ise çok büyük coğrafyalarda bilgisayar ağları sayesinde zorluk çekilmeden yapılabilecek hale geldi.

Kapitalist düzen insanları çok kalabalık şehirlere sürer, yalnızlaştırır ve atomize ederken insanların sanal ortamlarda nasıl bir sosyallik arayışında olduğuna tanıklık ediyoruz. Sempozyum 21. yüzyılın sosyalizminde nasıl bir sosyallik inşa edeceğimizi de tartışmaya açacak.

6-8 Aralık tarihlerinde Ankara’da buluşmak üzere bir kez daha tekrarlıyoruz.
Kendisi kararmış olan sermaye sınıfının insanlığın geleceğini ve umutlarını karartmasına izin vermeyeceğiz.

“İnsanlık önüne koyduğu her gerçek sorunu yener!”

Erhan Nalçacı / SOL

Melih Gökçek dönemindeki helikopter yolsuzluğu - Murat AĞIREL

Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 15 Temmuz darbe girişiminin yıl dönümü vesilesi ile Atatürk Havalimanı'nda düzenlenen törende yaptığı konuşmada şunları söyledi:
"Ne diyorlar, ekonomi battı, ekonomi bitti. Bunlarda insaf yok. Bunlar nankör. Türkiye'nin dört bir yanında içeride dışarıda terörle bu denli büyük bir mücadele verilirken bu mermi, kurşun, kalkan uçaklar, helikopterler fıstık, leblebi mi dağıtıyor. Bunların hepsi para değil mi, ekonomi değil mi?"

Yani ekonomimizin içinde bulunduğu buhran dönemi terörle mücadelede kullanılan mermi ve bombalardan dolayıymış!

Ne yazık ki hiç kimse bu bahanelere inanmaz. Ekonomist değilim ancak bazı gerçekleri görmemek için ya yandaş ya da zır cahil olmak gerek.

Sayın Cumhurbaşkanı bu ülkeyi yırtık çarıklarla kurduğumuzu unutuyor. Çünkü ekonominin bu denli bozuk olmasının yolsuzluk düzeninden başka bir sebebi yok.
Devlet kaynaklarının bilinçsizce ve iyi hesaplanmadan harcanması, yüksek faizler ile borçlanarak betona yapılan yatırımlar, bir elin parmaklarını geçmeyecek kişilere peşkeş çekilen kamu kaynakları sonucu bizim ekonomimiz sıkıntılı günler geçiriyor.

Sayın Cumhurbaşkanı'nın çok uzaklarda da aramasına gerek yok. Çok yakınında..

Görevden alınan Melih Gökçek döneminde verilen ihalelere bakması yeterli.

Onlarca yazı yazdım.

Tüyü bitmemiş yetimin hakkı, kamu kaynakları nasıl hoyratça harcanıyor şimdi size buna örnek olacak çok çarpıcı bir bilgiyi aktarmak istiyorum.

Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Daire Başkanlığı tarafından 21.08.2013 tarihinde düzenlenen, "Belediye Mücavir alanlarının genişlemesi nedeniyle her alanda hizmetlerin daha sağlıklı verilmesi için bir adet tek motorlu bir adet çift motorlu Helikopter kiralanması işi" ihalesi.

İhaleyi, 1.7 milyon TL ile belediye iştiraki Belka A.Ş. aldı.

Belka A.Ş. ile 1 yıl süreli sözleşme imzalanmış ve işin başlangıç ve bitiş tarihleri 23.09.2013-22.09.2014 olarak belirlenmiş.

Buraya kadar her şey normal gözüküyor. Bu noktadan sonra işler karışıyor...
Kiralanan iki helikopterden bir tanesi bir yıl boyunca sadece 12 kez uçurulmuş (3 aylık dönemde 12 kez, 9 ay boyunca boşta tutulmuş), diğeri 1 yıl boyunca hiç uçurulmamış. Ancak ihaleyi alan firma ile sözleşme bedeli tutarı garanti edilmiş.

 Yani tüm para ödenmiş.

Yine Ankara Büyükşehir Belediyesi iştiraki ASKİ tarafından da 2014 yılında aynı firmadan 1 adet tek motorlu, 1 adet de çift motorlu helikopter kiralaması yapıldı. Helikopterlere yaklaşık 4.4 milyon TL ödeme yapıldı.

Her iki kurum tarafından kiralanan helikopterlerin Hava Aracı Tescil Sertifikaları ve seri numaraları karşılaştırıldığında sonuç ne çıkıyor biliyor musunuz?

Meğer aynı belediyenin şirketleri aynı helikopterler için iki ayrı sözleşme yaparak kiralamış!
…...

Evet, ben de olayı ilk çözdüğümde sizin gibi duraksadım.

Yani yanlış okumadınız. Helikopterler aynı. Belka A.Ş. kiralamış sadece 3 ay kullanmış, helikopterler hangarda boş boş yatarken aynı helikopteri ASKİ de kiralamış. Yani bir anlamda ASKİ, vatandaşın 4.4 milyon TL'sini firmaya hibe etmiş.

Skandalın dahası var…

Teknik şartnamede "Başka kurumlara ücretsiz tahsis edilmesi" hükmü altında tek sözleşme ile iki kurumunda aynı helikopterleri kullanması mümkün iken, aynı tarihlerde aynı helikopterler iki ayrı sözleşme ile iki kuruma kiralanmış.

Ortaya çıkıyor ki ASKİ istese Belka A.Ş.'nin kiraladığı helikopterleri hiç para vermeden zaten kullanabilirmiş.

Acaba Sayıştay bu konu hakkında bir tespit yapmış mı diye 2013-2014 tarihli raporlara baktım. Tam tahmin ettiğim gibi!

2014 yılı Ankara Büyükşehir Belediyesi raporunun 11. ve 12. sayfasında da olayı olduğu gibi anlatmış.

Bakın, tek iş için iki kurum tarafından ödeme yapılması en basit tabir ile soygundur, yağmadır.

Devam edelim…

Helikopterlerin alındığı firmayı araştırdım. Kiralama yapılan firma Güneydoğu Havacılık İşletmesi Ltd. Şti. Kuruluşu 1995 yılında Gaziantep'te… Firma sahipleri Hüseyin Sarıdağ ve A. Selam Sarıdağ.

Hasan Sarıdağ'ın Airport'ta yer alan röportajında uçuş okulu için dershanelerin yapımı, uygun hava araçlarının seçilmesi ve bunların fiilen uçurulabileceği yerin tespit edilmesi ile ilgili çalışmaları bitirdiklerini dile getirerek, şöyle konuşuyor:
"Okul için MEB'e ve Gölbaşı'ndaki iniş kalkış alanı için de Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü'ne hava parkı yapmak üzere müracaat ettik. Eğitimler için 2 adet gyrocopteralındı ve sabit kanatlı uçak için görüşmeler yapılıyor. Bütün desteği ASKİ veriyor. İkisi helikopter pilotu olmak üzere toplam da 4 öğretmenle birlikte bu işi yapacağız."

Şuraya varıyorum…

Hani yazının başında sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konuşmasından bir bölümü aktarmıştım.
Ne diyordu:
"Bu mermi, kurşun, kalkan uçaklar, helikopterler fıstık, leblebi mi dağıtıyor. Bunların hepsi para değil mi, ekonomi değil mi?"

Aslında ekonomiyi batıran belediyelerdeki israf, Cumhurbaşkanı sadece hedef şaşırtıyor.


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

19 Temmuz 2019 Cuma

Düzelen cari denge: İyi mi? Kötü mü? - KORKUT BORATAV

2019’un ikinci yarısına girerken ekonomi bir yol ayrımına ulaşmıştır: 
Kriz, yıl sonuna doğru durgunlaşarak son mu bulacak? 
Bir dış borç bunalımına savrularak sertleşecek mi? 

İkinci olasılık, dış dengesizliklerle bağlantılıdır ve cari işlem açığının seyri önem taşımaktadır.  
  

Bugün bu konuya odaklanalım.

Albayrak’tan bir AKP eleştirisi
Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak, geçen ay bir öngörüde bulundu: "Haziran’da, AKP iktidarları döneminde ilk defa yıllık cari fazla vereceğiz. Yeni bir dönem başlayacak ve artık cari açık meselesini gündemimizden çıkaracağız." 

Bakanın demeci tuhaftı. Kendisine göre “iyi” bir haberi (cari fazla öngörüsünü), geçmiş AKP iktidarlarının tümünü eleştirerek veriyor: On altı yıllık bir geçmişe damgasını vurmuş olan dış bağımlılık olgusuna (“cari açık meselesine”) dikkat çekerek… 

Damat, geçmiş AKP hükümetlerinin mirası olan bu kritik sorunu eleştirmekle yetinmiyor; bozukluğun son bulacağı “yeni bir dönemin başlayacağını” da müjdeliyor. 

Meramı nedir? AKP’nin çalkantıya girdiği bir dönemde iktidar mücadelesinin bir işareti mi? Bu zatın rakiplerini, varsa dostlarını, aile çevresini ilgilendirir; bizi değil… 

AKP iktidar yıllarında cari işlem açıkları
Albayrak, geçmiş AKP iktidarlarına dönük eleştirel tespitinde haklıdır: 2003-2018 döneminde Türkiye ekonomisi her yıl cari işlem açığı vermiştir

Dahası da var: Bu on altı yılın aylık cari işlem dengelerine bakalım. AKP’nin 192 aylık iktidarı boyunca cari fazlaverilen ayların sayısı (dördü 2018’de olmak üzere) sadece 10’dur.

Daha da tuhaf bir duruma dikkat çekeyim: AKP öncesinin neo-liberal döneminde Türkiye ekonomisi 1994, 1998 ve 2001’de yoğunlaşan üç kriz yaşadı. Ekonominin küçülmesine yol açan bu bunalımlar aynı yıllarda cari işlem fazlaları ile sonuçlandı.

2008-2009’da da Türkiye bir ekonomik krize sürüklenmişti. Ne var ki AKP’nin eseri olan o krizin on iki ayı içinde cari işlem dengesi 15 milyar dolarlık açık vermişti. Üstelik, sadece tek bir ayda cari fazla vererek…  

Hazine ve Maliye Bakanı, vahimleşen dış bağımlılığı yansıtan bu durumu fark etseydi, AKP iktidarları eleştirisinde önemli bir koz olarak kullanabilirdi: 2008-2009 krizinde ekonomik yönetimin Ali Babacan’da olmasını vurgulayarak… 

Ne var ki, bugünkü bakan, bunalımı dış komploların yarattığı bir “tünel” olarak betimlemekte ve sürekli olarak “tünelin ucundaki ışıkları” müjdelemektedir. Bu perspektif ile bir Ali Babacan eleştirisine kalkışması beklenemez. 

Krize “pasif” veya “dinamik” uyum 
Gelelim Bakan’ın, “on iki aylık cari işlem toplamı, Haziran’da fazla verecek…” öngörüsüne…

Mayıs 2019’da “yıllık” (son on iki ayın toplamı olan) cari işlem açığı 2,4 milyar dolara inmişti. Haziran’da bu toplam “artı” işarete dönüşebilir mi?

Mümkündür; ama bu öngörü tutsa dahi kıymeti nedir? 
Cari işlem dengesinde Ağustos 2018’de başlayan düzelme, eşzamanlı olarak patlak veren krizin “armağanı”dır. Bu bağlantı algılanmadıkça konuyu tartışmak anlamsızdır. 

Daha açık ifade edelim: Hükümet, bir döviz krizi ile başlayan sarsıntının dış denge uzantılarını, bizler gibi istatistiklerden izlemektedir; devre dışıdır. Bakan da boşuna ahkâm kesmektedir. 

Dış finansman kaynakları tıkanmış; kriz öncesindeki cari açıkların sürdürülmesi imkânsız olmuştur. İki uyum senaryosu gündemdedir: Biri krize tam teslimiyetin uzantısı olan “pasif, kendiliğinden”; diğeri “dinamik” uyum… 

Pasif senaryoda, ekonomi dibe vurmuştur; ithalat (“bitkisel hayat” için gereken) alt sınırlara yaklaşmıştır. Üretim, sermaye birikimi ve tüketim inişe geçince ithalat daralır; cari işlem açığı da kendiliğinden düşer. Küçülen ekonominin, halkın yoksullaşmasının sonucu…

Öte yandan krizler, yapısal hastalıkları hafifletme fırsatları da içerir. Örneğin, pahalılaşan döviz, sanayinin rekabet potansiyelini güçlendirir. Sanayicilerin üretken öğeleri felce uğramamışsa; ekonomi bürokrasisinde planlama refleksleri bir nebze korunmuşsa dinamik bir uyum mümkündür. İhracata dönük veya ithalata rakip üretim kolları canlanır; dış ticaret ve cari işlem açıkları aşağı çekilir. 
Türkiye’de hangi “uyum biçimi” yaşanmaktadır? İki “uç” senaryonun bileşkeleri de mümkündür.

Krizin kaçınılmaz yansıması olan cari açıktaki düzelmenin hangi değişkenler tarafından sürüklendiğini izlemek gerekir: Düzelmenin büyük bölümü, gerileyen ithalattan kaynaklanıyorsa; ithal ikamesi sanayi kollarında canlanma yoksa, “pasif, kendiliğinden” uyum başattır. Dış dengedeki düzelmeyi ihracat artışları sürüklemekte ise dinamik senaryo geçerlidir. 

Verileri hızla gözden geçirelim.

Ağustos 2018-Mayıs 2019’da cari denge nasıl düzeldi? 
Albayrak’ı sevindiren ilk cari işlem fazlası Ağustos’ta başladı. Kriz dönemini de temsil eden on ayda (Ağustos 2018-Mayıs 2019’da) cari işlem dengesi 52 milyar dolar “düzeldi”; dış fazlaya dönüştü. 

Ekonominin yakın gelecekteki dış finansman gereksinimi cari dengedeki düzelme sayesinde rahatladı; dış borçlarının döndürülmesi, ödenmesi ile sınırlandı. Ama unutmayalım ki, millî gelirin düşmesi ve pahalılaşan döviz nedeniyle (IMF verilerine göre) 2019’da dolarlı millî gelir de 60,2 milyar dolar düşecektir. Dolayısıyla, 12 ayda vadesi gelecek dış borçların millî gelire oranı da, bu arada %23’ten %25’e yükselmiştir. 

Peki, cari işlem dengesi nasıl düzeldi? 

Mal ve hizmet ithalatında yüzde 20,6’lık düşme belirleyici oldu. Cari dengedeki düzelmenin kabaca 42 milyar doları (yüzde 81’i) ithalattaki daralmadan kaynaklandı.

Bu “uyum”, ithalatı ikame eden sanayi kollarını canlandırdı mı? 

Ayrıntıya giremeyiz; ama hızla göz atılan istatistiklerde gözlenemiyor. Ağustos sonrasında sanayi üretimi yüzde 5’lik bir tempoyla daraldı. Dış rekabete en açık sanayi kollarından birine, otomotiv sektörüne bakalım. Döviz fiyatlarındaki sıçrama, otomotiv ithalatını elbette aşağıya çekti. Yerli sanayi bu üretim kolunda ithal ikamesine geçti mi? Kalkınma Bakanlığı verilerine göre tam tersi gerçekleşti: Son on ay içinde ithal girdilere de aşırı bağımlı olan otomotiv üretiminde daralma yüzde 16’yı aştı. 

Cari işlem dengesinin ithalatı bastırarak düzelmesi, küçülen ekonomi, yoksullaşma ve yapısal dış bağımlılığın sonucudur. Krize teslimiyetten türeyen pasif uyum söz konusudur. 

Kriz aylarında dış dengedeki düzelme, öncelikle ihracat artışından kaynaklansaydı, krize karşı dinamik uyum tespiti yapabilirdik. Heyhat! Mayıs 2019’a kadar toplam ihracatın artış temposu yüzde 5,7 ile sınırlı kalmıştır. Cari işlem dengesindeki 52 milyar dolarlık “düzelme”nin sadece yüzde 19’u ihracat kaynaklıdır. İhracat artışının katkısı semboliktir. 
  
Türkiye sanayiinin ihracat rekortmeni olan otomotiv sektörüne de göz atalım: On ayda otomobil ihracatı ortalama yüzde 7,1 oranında gerilemiştir

Kötü haberde “başarı” keşfetmek… 
Özetleyeyim: Türkiye verileri gösteriyor ki, cari işlem dengesindeki düzelme, doğrudan doğruya yoksullaşmadan, ekonominin küçülmesinden kaynaklandı. Esas olarak ithalatın ekonomiyi ayakta tutabilecek   en alt düzeye inmesi nedeniyle… 

Ekonomiden sorumlu bakan ise, bu hazin sonucu başarı olarak sunuyor. Yürekler acısı bir tabloyu “cari açık meselesi gündemden çıkıyor…” diye yorumlamak, ancak cehaletle mümkün olur. 

Bu söylediklerimi, bir “saygın” dış kaynakla da destekleyeyim: Institute of International Finance, 2018’de krize sürüklenen iki “yükselen ekonomi”de cari dengenin seyrini incelemiş; geliştirdiği bir model çerçevesinde çözümlemiş. (Türkiye ve Arjantin’de Yeniden Dengelenme, 11 Temmuz 2019).

Ulaşılan sonuç, benim vurguladıklarımla aynıdır: Türkiye ve Arjantin’de cari dengelerdeki düzelme, bu ekonomilerin küçülmesinden kaynaklanmıştır; kalıcı değildir. Büyüme patikasına dönüş, cari işlem açıklarını tekrar yukarı çekecektir.

Ben bir öngörü de ekleyeyim: Kriz sonrasında Türkiye’nin “büyüme patikası”  yüzde 2,5 civarına yerleşecek, dış dengesizlik hortlayacak, “eski hamam, eski tas” geri gelecektir. 
“Tellâklar” topluca değişmediği sürece… 

Korkut Boratav / SOL

Kapitalizmin sahte cenneti dökülüyor: Norveç eşitsizlikte ABD ile yarışıyor- Akif Akalın



Norveç halkının “genel özelliği” zenginlikten kaynaklanan rahatlıkları ve sakinlikleridir. Hatta kimilerine göre Norveç’te intihar oranının yüksek olmasının nedeni insanların akla gelebilecek her şeye sahip olması, yaşamak için bir amaç bulamamalarıdır. Oysa yaldız kazındığında altından çok farklı bir Norveç çıkıyor. Norveç hiç de “ekşi sözlük” yazarlarının iddia ettiği gibi dünyanın en demokrat, en uygar, en eşit ülkesi değilmiş.
Norveç dendiğinde herhalde akla ilk gelenler “zenginlik” ve “sosyal demokrasi” olur. Fakat bu zenginlik, adı Norveç’le özdeşleşen sosyal demokrasi nedeniyle “farklı” bir zenginliktir. Öyle ABD’deki gibi kimileri kiliselerde çorba sırasındayken, kimilerinin dünya nüfusunun yarısının gelirini aşan serveti olduğu bir zenginlik değil… Norveç’te yoksul yoktur, “herkes” zengindir. Norveç “refah toplumudur”.
Vikipedia’ya bakarsanız insan hakları, kadın hakları, hayvan hakları, hatta “hak” dendiğinde Norveç dünyada bir numaradır ve eşcinsellerin evlenebildiği özgürlükler diyarıdır. Norveç halkının “genel özelliği” zenginlikten kaynaklanan rahatlıkları ve sakinlikleridir. Hatta kimilerine göre Norveç’te intihar oranının yüksek olmasının nedeni insanların akla gelebilecek her şeye sahip olması, yaşamak için bir amaç bulamamalarıdır.
Oysa dostumuz Dr. Selçuk Görmez’in bu hafta gönderdiği bir makalede okuduklarımız, yaldız kazındığında altından çok farklı bir Norveç çıktığını söylüyor. Norveç hiç de “ekşi sözlük” yazarlarının iddia ettiği gibi dünyanın en demokrat, en uygar, en eşit ülkesi değilmiş.

NORVEÇ EŞİTSİZLİKTE ABD İLE YARIŞIYOR
Başlığın çok rahatsız edici olduğunun farkındayım. Hani “ezber bozmak” diye moda bir deyiş vardır, başlığımız bu deyişi bile aşıyor. Norveç gibi “dünyanın en eşit ülkesi” olarak bildiğimiz bir ülke, nasıl “dünyanın en eşitsiz ülkesiyle” eşitsizlikte yarışabilir?
Gerçekten de dünyada “eşitsizlik” dendiğinde akla ilk gelen ülke ABD’dir. ABD bunu hiç gizlemeye çalışmaz ve gocunmaz. ABD’de toplumun ezici çoğunluğuna egemen olan ideolojiye göre zaten “doğal” olan eşitsizliktir. “Survival of the fittest” deyişi bu ideolojiyi yansıtır.

ABD’de en zengin yüzde birlik dilimdeki bir erkek, en yoksul yüzde birlik dilimdeki erkekten tam 14,6 yıl fazla yaşar. Kadınlar için bu fark 10,1 yıldır. Ve ortalama bir Amerikalı için bu farklar normaldir. Yoksul, zengin kadar uzun yaşamak istiyorsa çalışmalıdır. ABD bir fırsatlar ülkesidir ve herkes en zengin yüzde bire girmek için “eşit” şansa sahiptir.

Elbette bunların hepsinin safsata olduğunu biliyoruz. Aklı başında hiç kimse yoksulun zenginden ortalama 12 yıl daha kısa yaşamasını ahlaki ve vicdani olarak “normal” görmüyor. Literatürde bu durumun “doğal” olduğunu savunan tek bir bilim insanı yok. Aslına bakılırsa ABD Sağlık Bakanlığı dahi bu durumu iyileştirmek için çaba gösterdiklerini söylüyor.

Peki, Norveç’te durum ne?

Araştırmacılar Norveç’te en zengin yüzde birlik dilimdeki bir erkeğin, en yoksul yüzde birlik dilimdeki bir erkekten 13,8 yıl ve en zengin yüzde birlik dilimdeki bir kadının, en yoksul yüzde birlik dilimdeki bir kadından 8,4 yıl daha uzun yaşadığını bulmuş. Yani ortalamada yoksul Norveçliler, zengin Norveçlilerden neredeyse 11 yıl daha kısa yaşıyor. ABD ile aradaki fark sadece 1 yıl.

Araştırma birçok konuda ezber bozuyor. Öncelikle “intiharların” yoksul Norveçliler arasında daha yaygın olduğuna dikkat çekiliyor. Yani bugüne kadar yanlış biliyormuşuz. Hayatta elde edilebilecek her şeye ulaşmış, yaşamın amacını yitirmiş zengin Norveçliler değil, yoksul Norveçliler intihar ediyorlarmış.

Araştırmacılar 2000’li yıllarda işlerin daha kötüleştiğini bulmuşlar. 2005 – 2015 yılları arasında zengin Norveçliler ile yoksul Norveçliler arasındaki yaşam beklentisi farkı, zenginler lehine daha da açılmış.

KISSADAN HİSSE
Bu dünyada sosyalizm olmadan da “insanca” yaşanabileceğine inanmak isteyen çok sayıda “sosyal demokrat” dostumuz var. İskandinav ülkeleri son yıllara kadar “sosyal demokrat” dostlarımızın inançlarını besleyen en büyük kaynaktı. 

Bisikletleriyle parlamentoya giden sosyal demokrat başbakanları örnek gösterir, “devrim olmadan da mümkün” derlerdi.

Yıllardır sosyal demokrat dostlarımıza varlıklarını, sosyalizmin kapitalistler için bir “tehdit” olmasına borçlu olduklarını söyler, fakat inandıramaz, ikna edemezdik. Şimdi takke düştü, kel göründü. 1980’li yıllardan beri işçiler ve emekçiler sosyalizmden uzaklaştıkça, işçi sınıfı hareketi zayıflayıp, faşizm tırmandıkça, kapitalistlerin veya daha genel bir ifadeyle sermayenin sosyal demokrasiye, sosyal demokrat politikalara gereksinimi kalmadı.

Sermaye 1871 Paris Komünü’nde iktidarının nasıl tehdit altında olduğunu görünce, işçileri bölmek, devrimden vazgeçirmek için sosyal demokrasiyi yaratmıştı. İkinci Paylaşım Savaşı sonrası dünyanın üçte biri kapitalizmin boyunduruğundan kurtulunca yine telaşa kapılarak, sosyal demokrasiyi komünistlerin karşısına çıkartmıştı. Şimdi de işinin bittiğini düşünüp kubura atıyor. Belki Norveç örneği uyanmalarına vesile olur.

Akif Akalın / SOL

Kaynak:
Kinge JM ve ark. (2019). Association of Household Income With Life Expectancy and Cause-Specific Mortality in Norway, 2005-2015. JAMA, 321 (19) : 1916 – 1925.

Gitse Fethullah, gelir Methullah - ALİ SİRMEN

Barış Terkoğlu hepsi de son derece dikkate değer yazılarının dünkünü şöyle bitiriyordu:
- Bir 15 Temmuz’u daha idareyi maslahatlarla, vasat siyasi kavgalarla geçirdik.
Gerçekten de 15 Temmuz girişiminin üçüncü yıldönümünde FETÖ’nün ardındaki gerçeklere ulaşılabilmesi açısından içler acısı durumdayız.

Baksanıza, şimdi de kafasına esenin komisyonun önüne gelmediği, hazırlanışı açısından da tartışma götüren Meclis’in araştırma raporu ortada yok. 

Lafı gevelemenin de gereği yok. Bu iktidar FETÖ olayını araştırmaz, araştıramaz.
Başını en büyük özelliği laiklik karşıtlığı olmak olanların çektiği, yıllar boyunca, iç ve dış güçler tarafından kotarılarak, 21. yüzyılın başında, sivil darbeye hazır hale getirilen bu iktidar, büyük bir koalisyondur. 

Başlarda, liboşların da “yetmez ama evet!” sloganıyla cazgırlığına soyundukları bu koalisyonun beyin takımı ve en değerli parçası ise, Fethullah Bey’in (Hoca) takımı idi.

***
Yavaş yavaş parti içindeki rakiplerini ustaca manevralarla tasfiyede mahir olan Tayyip Bey ile Fethullah Bey’in adamlarını birbirlerinden ayırmak kolay, hatta mümkün bile değildi. Çoğunluk, iki Bey’in de adamı konumundaydı. O dönemlerde kimin eli kimin cebinde belli değildi. 

Dönem, “beraber yürüdük biz bu yollarda, beraber ıslandık yağan yağmurda” dönemiydi. Nasıl olsa ortak hedefe doğru yürünüyordu.

Yıllar içinde deneyimlerini zenginleştirmiş olan Hoca, laik Cumhuriyetin altını oymakta mahirdi. Fethullah Bey’in yardımları olmasa, hedefe bu kadar kolay varılamazdı.
Aydınlanmacı Cumhuriyetin kör topal da olsa yürüyen yapısının yerine biat yönetiminin egemen kılınması projesinin şevk ile yürütüldüğü o dönemde, Fethullah Bey’in adamları ne istedilerse verildi. (İfade bizim değil. Bizzat Tayyip Bey’indir.) 

Ancak bu yolda yürürken, aynı yağmurda ıslananlar arasından kendi iktidarına rakip olduğu kadar ortak olmak isteyenleri de tasfiye eden Tayyip Bey, “Ee, nerede bizim payımız?” diye avuç uzatılacağını da bildiğinden, uyanık davranıyor ve belli bir ölçünün ötesinde güç paylaşmayı istemiyordu.

Orhan Bursalı’nın erken teşhisçilerinden biri olduğu kavga, alttan alta başlamıştı.
AKP’nin önderi, aynı ipte iki cambazın oynayamayacağını zamanında anlamıştı.

***
15 Temmuz darbe girişimi, taraflardan treni kaçırmakta olduğu izlenimine kapılanının aceleye getirilmiş atılımıydı. İktidar darbeyi hain olarak niteledi. Laik Cumhuriyetin yandaşları açısından ise hainlik açısından tarafların ikisi arasında herhangi bir fark yoktu. Tek mesele ümmete dönüştürülmüş milletin egemenliğini kimin elinde tutacağıydı. 

Çatışma acımasız oldu. Fethullah Bey ile Tayyip Bey birbirlerini tasfiyeye girişmişlerdi. Ama kim nasıl tasfiye edilecekti?.. 

Tayyip Bey’in adamlarının çoğu, aynı zamanda Fethullah Bey’in adamlarıydılar. Zorluk bir türlü aşılamıyor, FETÖ’ye terfi ettirilmiş olan Fethullar Bey’in örgütü ile mücadele doğru dürüst yapılamıyordu.

Yapılamaz da, AKP eliyle FETÖ’yle mücadele, “İngiliz Muhipleri” aracılığıyla Kurtuluş Savaşı vermek gibi imkânsızdır. 

FETÖ ile mücadele, laiklik mücadelesinin aydınlanma savaşımının, demokrasi kavgasının ayrılmaz bir parçası olduğu zaman başarıya ulaşabilir.


Asıl amacı, milleti ümmete çevirme olan davanın erleri arasında ayırım yapılamaz.
FETÖ’yü engellemek için başka cemaatlerle ittifak arandığında da yine ümmet yandaşlarıyla kol kola yürünmesi zorunluluğu değişmeyecektir.

Bu durumda ne fark eder ki? 

Yani “gitse Fethullah, gelir Methullah” durumları...

Ali Sirmen / CUMHURİYET

THK’nin ‘hurda uçakları’ bakın neler yapmış! - Tuncay Mollaveisoğlu

*Suriye’nin Türkiye sınırına yakın bölgesinde orman yangını çıktı. Yangına Türk Hava Kurumu’nun (THK) uçakları müdahale etti.

*Başbakan Erdoğan’ın talimatı ile 2 adet CL-215 amfibik yangın söndürme uçağı İsrail’deki büyük yangına müdahale etti. İsrail Başbakanı, THK Ateş Kuşları ekibinin büyük desteği için teşekkür etti.

*Cumhurbaşkanı Erdoğan Türk Hava Kurumu’nun yangın söndürme uçaklarını Gürcistan’daki orman yangını için görevlendirdi. 4 pilot ve 6 teknisyenin başarısı üzerine Gürcistan Başbakanı teşekkür etti.

*Ukrayna Başbakanı Poroşenko, yangınlara THK’nin söndürme uçakları ile destek sözü veren Erdoğan’a teşekkür etti. “Dost kara günde belli olur” dedi...


*Arnavutluk olası yangınlara karşı Türk Kuşu’ndan destek istedi.

*İtalya THK’den uçak kiralamak için masaya oturdu...

Farklı tarihlerde, Türk Hava Kurumu’na ait uçakların bölgemizdeki yangınlara yaptığı müdahalelerden birkaçı sadece bunlar...

Komşu ülkeler yangınlara karşı Türk Hava Kurumu’ndan destek isterken, Orman Bakanlığı’nın Muğla’daki yangında THK’ye “size gerek yok” demesi garip değil mi?

Türkiye’nin son bir haftadır gündemine oturan Muğla’daki orman yangını ile ilgili soru işaretlerini gündeme getirmiş, THK uçaklarının yangına neden müdahale etmediklerini sormuş, Orman Bakanlığı’nın yangın söndürme işini beton ve mimarlık işi yapan bir şirkete nasıl verdiklerini gündeme taşımıştım.

Orman Genel Müdürlüğü Cumhuriyet gazetesinde birkaç gün boyunca deşifre ettiğim, Meclis’te soru önergelerine konu olan haberle ilgili açıklama yapmış. 

Demiş ki: THK’ye ait uçaklar çoğunlukla 1970’li yıllarda üretilmiş ve günün ihtiyaçlarını karşılayacak teknolojik donanıma sahip değil.

İyi ama: 2009 yılında o dönemde başbakan olan Erdoğan’ın talimatı ile THK’ye yangın söndürme uçakları alınmıştı. Yani Erdoğan hurda uçakları mı satın aldırdı?

Madem bu uçakların teknolojisi çok geri, nasıl oluyor da komşu ülkelerdeki yangınlara müdahale edebilecek performans gösteriyor?

Orman Müdürlüğü açıklamasında pahalı olan uçakların yerine helikopterleri tercih ettiklerini söylüyor. Yangın söndürme işinde hem uçak hem helikopter kullanılır. Uçak ve helikopter arasında “bütçeye bakarak” tercih nasıl yapılır? İki farklı hava aracı birbiri ile nasıl kıyaslanır?

Müdürlük açıklamasında, haberde yer alan, uçakların su taşıma kapasitesinin helikopterlere oranla 4-5 kat yüksek olduğu bilgisine de itiraz ediyor. Müdürlüğe göre helikopterler THK’nin uçaklarının yarısı kadar su taşıyabiliyor.

Oysa bu bilgi de gerçeği yansıtmıyor. Uçakların kullanım kılavuzunda 6 ton su taşıma kapasitesine sahip oldukları yer alıyor. Buna karşın helikopterler 1.5 ton su taşıyabiliyor.

Yine orman müdürlüğü, helikopterlerin türbülans nedeni ile özellikle çam yangınlarını daha fazla körüklediği bilgisini de “gülünç” buluyor. On binlerce ağacın, kuşun, sincabın, ceylanın, masum savunmasız binlerce hayvanın can verdiği bir olayda ben “gülünç” olabilecek bir meseleye rastlamadım.

Tersine 30 yıllık orman bölge müdürlüğü yetkilileri, uzun yıllardır yangınlara müdahale eden usta pilotlar bu gerçeğin altını çiziyor. Helikopterler çam yangınlarında türbülansa neden olup yangını körükler... Yangınlara helikopterlerden önce yangın söndürme uçakları müdahale eder. Helikopterler daha çok “soğutma” sürecinde kullanılır.

Meselenin “ihale” bölümüne burada girmiyorum bile... Önceki yazı ve haberlerimde yer verdim...

Bence bakanlık ve müdürlüğü savunma yapmak yerine şapkayı önüne koymalı ve hâlâ yangın ihtimali olan cennet bölgemizde bir sonraki yangına nasıl müdahale edeceklerinin bilimsel, gerçekçi planını yapmalı...

Tuncay Mollaveisoğlu / CUMHURİYET

18 Temmuz 2019 Perşembe

‘Asya Yüzyılı’ ve G3 - Mehmet Ali Güller

İçinde bulunduğumuz çağın en önemli gerçeği şudur: ABD’nin “21. yüzyılı Amerikan Yüzyılı yapma” hayali bitti. 21. yüzyıl, Asya Yüzyılı oluyor...

Kuşkusuz emperyalist ABD bunu kolayca kabul etmeyecek, etmiyor. Çin-Rusya ortaklığına karşı ABD Hindistan ittifakı kurmaktan, Çin’le “ortak liderliğe” kadar pek çok seçeneği önünde tutuyor. Fakat ABD açısından sorun şu ki, bu seçeneklerin birçoğu seçenek olmaktan uzak.

Çünkü asıl mesele üretim meselesi ve “yaşlı kapitalizm” miadını dolduruyor. Kapitalist dünyanın merkezinde, artık insanlar umudu başka yerde arıyor: Sosyalizmde!
National Interest’in yayımladığı Harris Poll araştırması önemli: 1981 ile 1996 yıllarında ABD’de doğan 23-38 yaş arasındaki “Y” kuşağı gençlerinin yüzde 49.6’sı, yaşamlarını  sosyalist bir ülkede sürdürmek istiyor. Amerikalıların dörtte üçü sağlığın, üçte ikisi de eğitimin ücretsiz olmasını istiyor. 

Yani kapitalizm artık kendi merkezinde reddediliyor!

ABD’nin Çin’e karşı müttefik arayışı
Aslında tablo ABD açısından sürpriz değil. Zira ABD’li uzmanlar daha 1990’ların başından itibaren Çin’le ABD arasındaki makasın kapanacağını görüyorlardı. Fakat bu kadar hızlı olacağını hesaplayamadılar. 1990’larda ekonomik büyüklükle ilgili makasın 2050’de kapanacağını hesapladılar, 2000’lerin başındaki hesaplarında bunu 2030’a çektiler. Fakat makas 2014’te kapandı! 

Şimdi ABD üretim, ticaret ve ekonomik büyüklükteki gerilemesini, çok önde olduğu silah gücüyle dengeleme arayışında! 

Stratejik düzeyde ise tablo şu: ABD, 1990’larda Çin’e karşı “daha geniş Batı” stratejisi uygulamak istedi. Çin’i dengeleyecek “daha geniş Batı”da Rusya olmalıydı: Rusya-AB ilişkileri, NATO-Rusya ortaklıkları denendi ancak olmadı. Tersine Rusya, Çin’le stratejik ortak oldu! 

ABD’nin işi artık daha zordu. Bu kez sadece Çin’e karşı değil, Çin-Rusya ittifakına karşı da terazide ağırlık yapacak bir müttefike ihtiyacı vardı.

O müttefik ise ancak Hindistan olabilirdi. Çin’e yetişen nüfusu ve hızla büyüyen ekonomisiyle Hindistan, “çok merkezli dünya”nın ABD, AB, Çin ve Rusya’dan sonra beşinci merkeziydi.

Pentagon’un Hint-Pasifik strateji raporu
Soğuk Savaş boyunca ABD ya da SSCB kampında yer almayarak Bağlantısızlar Hareketi’ne liderlik eden Hindistan, aslında o konumuna yakın bir pozisyonda durabilmeye çalışıyor: ABD’yle de, Çin’le de iyi geçinmeye çalışıyor. 

ABD’nin Hindistan planına karşı hamle yapan Pekin ve Moskova, Yeni Delhi’yi tarihsel sorunlar yaşadığı Pakistan’la birlikte Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye yaptı. 

ABD ise Hindistan’dan vazgeçme lüksüne sahip değil. Pentagon’un 1 Haziran’da açıkladığı “Hint-Pasifik Strateji Raporu”, daha adından başlayarak, bunun en somut örneği. Kavram olarak “Asya-Pasifik”i kullanan Pentagon, artık “Hint-Pasifik” kavramını kullanıyor. 

64 sayfalık raporun özeti ise şu: ABD, kendi batı kıyılarından Hindistan’ın batı kıyılarına kadar olan bölgeyi “ABD’nin geleceği için en kritik bölge” ilan ediyor. Çünkü “dünyanın en büyük 10 ordusundan 7 tanesi Hint-Pasifik’te bulunuyor. Bölgedeki 6 ülkede nükleer silah var. Dünyanın en işlek 10 limanından 9’u burada. Dünya deniz ticaretinin yüzde 60’ı buradan yapılıyor.” 
Pentagon raporuna göre “ekonomik, siyasi ve askeri yükselişiyle 21. yüzyılın en belirleyici unsuru” olan Çin ise ABD’nin esas rakibidir. 

Ya müttefik? 

Rapora göre ABD’nin 2016’da “büyük savunma ortaklığı” statüsü verdiği Hindistan!

G20’de iki G3
Japonya’daki son G20 Zirvesi, esas bu yönüyle önemliydi: Hindistan önümüzdeki dönemin büyük çarpışmasında nerede olacak?
G20’de o nedenle iki de G3 Zirvesi yapıldı:
1. G3: Çin-Rusya-Hindistan zirvesi.
2. G3: ABD-Japonya-Hindistan zirvesi.
Kısacası iki G3’ün ortak bileşeni olan Hindistan’ın pozisyonu, büyük güçlerin büyük stratejilerinin en önemli sorunu olacak. ABD “kritik bölge”de duyduğu ihtiyaç nedeniyle, hem ŞİÖ’de hem de BRICS’te Çin ve Rusya’yla birlikte hareket eden Hindistan’ı yanına çekebilmek için çok uğraşacak.

Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET