6 Ocak 2020 Pazartesi

Dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar - BURAK ABATAY

Tüccarlık yaparken Varlık Vergisi’ni ödeyemeyip Aşkale kampına sürgün edilen Leon Bahar’ın hayatı kitaplaştı. Nurten Yalçın Erüs’ün ‘Şair, Edip, Dürüst Tüccar Leon Bahar’ı Takdimimdir’ isimli kitabı Kırmızı Kedi Yayınevi etiketiyle raflardaki yerini aldı.


‘Güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan/ 
 Dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar’

Turgut Uyar’ın Yokuş Yol’a şiiri coğrafyanın acılarını bir bir aktarır okuruna. Kürtlerin yaşadıkları, Ermenilerin, yoksul Türklerin, kadınların… Başka bir şiirde Edip Cansever şöyle der:

“Ne çıkar siz bizi anlamasanız da/ 
 evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar/ 
 eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da” Ne çıkar ki? 

Ama söz ve müziği Hüsnü Arkan’a ait bir Signomi isimli Ezginin Günlüğü şarkısında ise şöyle bir söz geçer: 

“Düşünüze hiç girmez mi İstanbul.../… 
 Bugün vapurdan indim yürüdüm/ 
 Adımı çağırdı sesim/ 
 Sabahı ettim aradım durdum/ 
 Cebimde eski bir resim” 6-7 Eylül olayları, soykırım, katliamlar, tecavüzler, yağmalar, acılar… 
Ne çok şey! “Anılara hiç sığar mı İstanbul?”

Bu coğrafya çok şey yaşamıştır. Onlardan birisi de Varlık Vergisi ile sürgün yiyen gayrimüslim azınlığın yaşadıkları. Kasım 1942'de kanunlaşan ve İkinci Dünya Savaşı süresince ekonomik buhranı aşmak isteyen Türkiye, edinilmiş servet ve kârlara yönelik bir defalığına vergi çıkarır. Vergiyi belirleyen komisyonların keyfi uygulamaları, servetin el değiştirmesini amaçlar ve gayrimüslim azınlığın, tüccar ve işadamlarının büyük darbe indirmesine sebep olur ve çoğunun izleyen yıllarda ülkeyi terk etmesine yol açar.

Ödemeler için verilen müddet ise 15 gündü. Eğer ödeme yapılmazsa bir 15 günlük daha müddet verildi. Eğer hâlâ ödeme yapılmadıysa insanlar çalışma kamplarına gönderiliyordu. Türkiye çapında 114 bin 368 kişiye bu vergi uygulandı. Vergiyi ödeyemeyen 2 bin 57 kişi ise çeşitli kamplara gönderildi ve orada borçlarını beden güçleriyle ödemeleri istendi. Kamplara gönderilen bin 229 kişi İstanbul’dan gönderildi. 21 kişi ise bu kamplarda hayatını kaybetti.


Erzurum’un Aşkale ilçesi. Ocak 1943. İlk kafile trenle Aşkale’ye doğru yola çıkar. Sonrasında Erzurum’a giden kafileler olur. Borcunu ödeyemeyen gayrimüslimlere yollar süpürttürülmüş, Erzurum karayolunda biriken karlar temizletilmiştir. Buraya gelen isimlerden birisi de Leon Bahar. Şair, edip, dürüst tüccar… Ankaralı bir Yahudi olan Yuda Leon Bahar, İstanbul Sultanhamam’da tüccarlık yaparken Varlık Vergisi’ni ödeyemeyip Aşkale’deki çalışma kampına sürgün edilmişti.


Bugün Leon Bahar hakkında pek çok şey biliyoruz. Bunun tek sebebi ise gazeteci-yazar Nurten Yalçın Erüs. Kendisi tesadüfi sayılabilecek ama altında büyük bir azim ve kararlılığın da yattığı bir çalışmayla Leon Bahar hakkında, “Şair, Edip, Dürüst Tüccar – Leon Bahar’ı Tadimimdir” isimli biyografi romanı kaleme aldı.


Kırmızı Kedi Yayınevi etiketiyle çıkan kitap için Nurten Hanım’la bir araya geldik. Kitabın hikâyesini ve Leon Bahar’ı biraz da ondan dinledim.

“Nasıl gelişti her şey?” diye sordum ilkin. 
Varlık Vergisi uygulamasını ilk kez Sorbonne’da yüksek lisansı esnasında duyduğunu söyledi. Ardından İstanbul’da bir yayın grubunda ekonomi gazetecisi olarak işe başlayan Nurten Hanım, hemen ardından da iş insanı Üzeyir Garih ile bir röportaja gidiyor. Bir süre önce izlediği ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’ filminden hareketle Garih’e soruyor, “Sizin aileden kimse var mı kamplara gönderilen?” “Kendi ailemde yok ama kuzenimin eşi var” diyor. Müsaade isteyip odadan bir evrak getiriyor. Bir dilekçe. Kampta Leon Bahar tarafından yazılan bu dilekçeyi Nurten Hanım’a veriyor Garih. Leon Bahar’ın kızının bunu kendisine verdiğini söylüyor. Nurten Hanım da o dönem bir makale yazıyor bu dilekçe üzerinden. Ardından da Leon Bahar’ın kızı Tamar, kendisini teşekkür etmek için çağırıyor. Hikâye dikkat çekici. Üzerine gidiyor. Çeşitli kurumlarla, kurumdan insanlarla konuşuyor. Hatta birisi de Hrant Dink. Başka evrak arıyor. Ama bulamıyor. Bunu bir yemek masasında Tamar Hanım’a itiraf ediyor. O da Nurten Hanım’ın inancına ikna olup bir sandık getiriyor. İçerisinde babasının annesine yazdığı mektuplar ile birlikte devlete yazdığı dilekçeler. “Al” diyor, “Bu senindir. İstersen filmini çek, istersen kitabını yaz. Ama karıştırma hiçbir şeyi. Babam Türkiye’yi ve Atatürk’ü seven birisiydi. Yanlış gösterme onu.”

Bu mektuplarla bir makale daha yazıyor. Birçok dergi ve gazete haber yapıyor bu makaleyi. Aklında olan roman için ise 15 yıl bekliyor Nurten Hanım. 15 yıl beklemenin ardından 8 ay içinde romanı tamamlamış. “Fikri olarak istediğim olgunlukta kendimi gördüğüm gün başladım” diye anlatıyor. Bu kadar beklemenin endişe verip vermediğini soruyorum. “Elbette” diyor ve “Büyük eziyet. Keşke daha kuvvetli bir romancı geçmişim olsaydı da daha güzel cümlelerle anlatsam. Hayatımdaki en büyük sorumluluk olarak gördüm hep. Netameli bir konu. Gereken özeni ve vakti ona ayırmam lazımdı” diye anlatıyor.
BİR DRAM OLARAK AŞKALE

Aşkale’nin nasıl bir dram olduğundan bahsediyoruz. “Büyük bir travma. En basit haliyle Varlık Vergisi’ni şöyle anlatmak mümkün: Türkiye’deki azınlık karşıtı politikaların simge uygulamalarından birisi. Leon’u okuduktan sonra da fikrim değişmedi. Hak temelli bir toplumda olmaması gereken bir şey. Hak ve adaletin garantörü olan devletin asla ‘alet’ olmaması gereken bir şey. Vergi, uygulaması ve yaptırımları açısından örneği olmayan bir vergi. Dönemin şartları içinde konuşacağımız şeyler var ama devleti devlet yapan şey hukuk ve adalet temeli ise, temelin yerinden sarsıldığı bir uygulama bu. Bir kere vergide oran yok. Oran olmayınca ne tarif edilecek? Neyi ödemekle yükümlü tutacaksın? Her ilde afaki kurulan servet tespit komisyonları var. İkinci Dünya Savaşı zamanları. Genç bir Cumhuriyet. Ama Maliye tamtakır. Savaşa girilmeyecek ama hazırlıklı olmak gerek. Piyasalar çok kötü. Karaborsa hâkim her yere. Ve bunun tek suçlusu olarak ticaret hayatını elinde tutan gayrimüslimler gösteriliyor. Ve sonrasında da olanlar oluyor…”

Belki burada tam da Uyar’ın Yokuş Yol’a şiirinde dediğini bir kez daha hatırlamalı: 

“Muş - Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan/ 
 Eşkiyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar”
Kitapta Leon Bahar’ın tanıklıklarını, aşkını, sevgisini ve en önemlisi de her şeye rağmen umudunu görüyoruz. Nurten Yalçın Erüs’ün de ilk romanı olmasına rağmen kullandığı şahane dil de cabası. Umarız çok daha fazla şey okuruz yazardan.





Burak Abatay / BİRGÜN


5 Ocak 2020 Pazar

'Meyhane'siz Kumkapı ve son merametçi kadın...- Berken Döner

Çirozluk uskumruların, Kumkapı’dan Yeşilköy’e kadar balıkçı evlerinin balkonlarını süslediğini düşünelim. Marmara’dan torik çıkıyor, istavritin, tekirin kimse yüzüne bakmıyor. Kumkapı’nın herhangi bir kıyısından elini soksan midye tutuyorsun. Tavadaki balık kokusu tüm Kumkapı’yı kaplıyor. Deniz küsmemiş daha. Sabah çaylarını en güzel balıkçı kahveleri demliyor. Merametçiler de yanı başımızda...


Eski bir Kumkapılı olan Nazaret Davityan ile Kumkapı’yı dolaşıp, onun Kumkapısı hakkında konuşmak için sözleştiğimiz saatten biraz erken Kumkapı Meydanı’na geldim. Öğle saatleri olduğundan meydandaki meyhaneler boştu ve akşama hazırlanıyorlardı. Nazaret bey ile buluşmadan bir şeyler atıştırmak için uygun bir yer aradım. Ördekli Bakkal Sokak’taki süt ürünleri ile ünlü Boris’in Yeri’ne gittim. Bir bardak süt aldım ve oradaki çalışan kişiye Nazaret Davityan ile buluşacağımızı, onu tanıyıp tanımadığını sordum. “Nazaret ağabey az önce buradaydı” dedi. Kumkapı’da herkesin büyük bir saygıyla söz ettiği Nazaret Davityan ile biraz sonra buluştuk.

Sıra sıra dizilmiş cumbalı evlerin olduğu bir sokaktan geçiyoruz. Evlerinin rengi solmuş, pencereleri eskimiş, kapılarının önünde şen kahkahalar atan, pencere önlerinde sohbet eden kimse kalmamış, çocukların bile yüz vermediği bir sokaktayız şimdi. Oysa zamanında çok ince bir zevkle yapıldığı belli olan evler bize geçmişin tüm görkemini anlatmaya hazır duruyor. İşte tam o sırada bir kapı açılıyor. Son Kumkapılı’lardan bir hanımefendi evine davet ediyor. Her yer öylesine temiz, öylesine düzenli ki “Az önceki terk edilmiş sokakta değil miyim?” diyorsunuz. Hiç misafir beklenmediği halde her an misafire hazır bir ev burası. Ev sahibi hanımefendi yaşına aldırmadan servis yapıyor. O gün, kahvelerin yanında, özenle hazırladığı kabak tatlısından da ikram ediyor. İşte o an anlıyorsunuz, daha tüm sandıklar açılmamış, kokular gökyüzüne karışmamış, Kumkapı’nın hikayesi son bulmamış. Gelin Kumkapı’yı Nazaret Davityan ile birlikte gezelim.

‘MÜTHİŞ BİR ÇOKKÜLTÜRLÜ ORTAMIN İÇİNDEYDİK’
Nazaret Davityan doğma büyüme Kumkapılı. Kumkapı, Kapalıçarşı’ya yakın olduğu için komşu çocukları gibi kendisi de mesleğine çırak olarak Kapalıçarşı’da başlamış. Şu an Çuhacı Han’ın önde gelen mücevher ustalarından. Artık Kumkapı’da yaşamasa da yüreği Kumkapı ile çarpıyor. Sosyal medya yoluyla tüm Kumkapılıları buluşturduğu bir sayfanın da yöneticisi. Bu sayfa, süreç içinde öylesine bir hal alıyor ki eşsiz bir fotoğraf albümüne, belgelere sahip oluyor. Nazaret Bey , “Kumkapıya Özlem” sayfasının hikayesini şöyle anlatıyor: “Kumkapı’nın insanları birbirinden koptu, dağıldı. Fakat hepsinin aklı Kumkapı’da kaldı. Sürekli bize Kumkapı’yı soruyorlardı. Ben ve arkadaşım Hayk Durmaz da bu insanların özlemini dindirmek için fotoğraflar çekip, mail yoluyla onlara yollamaya başladık. İnsanlar çok mutlu oldular. Sonra da bu fotoğrafları ‘Kumkapı’ya Özlem’ sayfasında yayınlamaya başladık ve bir anda çok büyük bir ilgiyle karşılaştık. İnsanlar kendi fotoğraf albümlerini paylaşıp, izlerini kaybettikleri çocukluk arkadaşlarını, komşularını bu sayfa aracılığıyla buldular.”
Bakımsız, zamana yenilmiş, yıpranmış evlerin sıralandığı kaldırımda oynayan çocukların bakışlarındaki yabancılık ve güvensizliği fark ettiğimde Nazaret Bey’e burada geçen çocukluğunu soruyorum. “Benim zamanımda Kumkapı’da hep aileler otururdu. Pencereler, kapı önleri çiçeklerle bezenirdi. Akşamları kapı önlerinde insanlar hep birlikte oturur, kahve içer, sohbet ederdi. Sabahları da mutlaka herkes kapısının önünü temizler, pırıl pırıl olurdu sokaklar. Evler hep cumbalıydı. Kumkapı dışı dediğimiz yerde de daha çok balıkçı aileleri otururdu. Müthiş bir çokkültürlü ortamın içindeydik. Rumlar da çok yoğundu Kumkapı’da. Nişanca’da Kastamonu ve Yozgat çevresinden gelen aileler otururdu” diye anlatıyor.
İSTANBUL’UN EN ESKİ YERLEŞİM YERLERİNDEN KUMKAPI… 









Kumkapı, İstanbul’un en eski yerleşim bölgelerinden. Bizans döneminde Kumkapı, küçük iskele anlamındaki Kontoskalion olarak anıldı. Bu bölge Kumkapı adını Osmanlı döneminde aldı. Semte adını veren Kumkapı, Marmara Denizi kıyısındaki surlarda yer alan beşinci kapıdır. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra Rumların yoğun olarak yaşadığı bu bölgenin nüfusunu dengelemek için Anadolu’dan Ermenileri getirterek yerleştirdi. Tarihi çok eskiye dayanan patrikhane semtin tam kalbinde yer alarak semti şekillendirdi. Fatih Sultan Mehmet, ilk önce Samatya’daki Sulu Manastır’ı patrikhane ilan etti. 1461-1641 yılları arasında patrikhane Samatya’da hizmet verdi. 1641 yılında ise Türkiye Ermenileri Patrikhanesi Samatya’dan Kumkapı’ya taşındı. Patrikhane’nin tam karşısındaki kapı Meryem Ana Kilisesi’ne açılır. Nazaret Bey ise bizleri daha da eskiye, Bizans’a kadar götürerek, kilitli kapıları açtı, Bizans mahzenleri ve ayazmalarıyla buluşturdu. Meryem Ana Kilisesi’nin altında bir ayazma vardır ve aslında burası Bizans’tan kalma eski bir Rum Ortodoks Kilisesi’dir. Patrikhane Kumkapı’ya taşınınca bu kilise Ermenilere verildi ve Patriklik Kilisesi mertebesine yükseldi. Gök Gürlemesinin Oğulları anlamındaki Vortvots Vorodman Kilisesi ise Anadolu’dan gelen Ermeniler için ayrı bir değere sahiptir. Varto ve Lice depremleri sonrasında Varto, Muş, Siirt ve Bitlis’ten İstanbul’a göç eden evsiz Ermenilere kucak açtı. Günümüzde Vortvots Vorodman Kilisesi , aslına uygun olarak restore edilip ,yeniden hizmete açıldı. İbadete açık olan kilise aynı zamanda Patrik Mesrop Mutafyan Kültür Merkezi adıyla kültürel etkinliklerin de mekanı konumundadır. Semtin en önemli mekanlarından biri de Bezciyan Okulu’dur. Semtin hafızasında çok değerli bir yere sahip olan bu okul, kendi adına bir okul yaptırmayı çok isteyen Harutyun Amira Bezciyan’ın büyük desteğiyle yapıldı.
Kendisi de Bezciyan Okulu mezunlarından olan Nazaret Bey öğrencilik yıllarını şöyle anlatıyor: “Çocukluğumda Bezciyan Okulu çok aktifti, üç yüz elli öğrencisi vardı. Şimdilerde ise yaklaşık yüz otuz öğrencisi var. Oysa biz çocukken bir sınıfta kırk kişiydik. Günümüzde temel derslere ek olarak konservatuvara yönelik de bir çalışma yapılıyor. Öğrencilere ud, keman ve piyano çalması öğretiliyor. Okulumuzun derneği de oldukça aktif. Örneğin masa tenisi ekibi, yaklaşık yirmi senedir derneklerarası tüm yarışmalarda birinci oluyor. Bizim zamanımızla şimdiki arasındaki en büyük fark, öğrencilerin Kumkapı’dan değil, İstanbul’un çeşitli semtlerinden geliyor olması. Çünkü Kumkapı’da maalesef artık çok az sayıda kaldık.”
‘KUMKAPI’DA MEYHANE KALMADI’
Kumkapı günümüzde artık sadece meyhaneleriyle biliniyor. Meyhanelere kimsenin yüz vermediği bu saatlerde eski meyhanecileri hatırlıyoruz. Nazaret Bey ilk gençliğinin meyhanelerini keyifle anlatıyor; “Kumkapı’da meyhane kalmadı. Günümüzdekilere restaurant demek daha doğru olur. Eskiden üç beş meyhane vardı. Şimdiki gibi tüm meydan tıklım tıklım dolmamıştı. Örneğin Kör Agop namlı Agop İnciyan ilk meyhanesini denizin kenarında açtı. Tekneden bozma bir yerde balık çorbası yapardı arkadaşlarına, kırlangıç çorbası çok ünlüydü. İnsanların hoşuna gittiğini görünce işini büyüttü. Sonra bir meyhane açtı. Agop’un bu kadar ünlü olmasında eşi Marta’nın yaptığı mezelerin payı çok büyüktür. Kör Agop’a kör denmesinin sebebi gerçekten bir gözünün kör olmasıydı. İlginç olan ise eşinin ve çok sevdiği kurt köpeği Zalim’in de bir gözünün kör olmasıydı. Hemen onun yanında Minas Misisyan’a ait Minas’ın Kıraathanesi’ni vardı. Minas, Kör Agop’un meyhanesine rağbet olduğunu görünce kıraathanesini meyhaneye dönüştürdü. Sonra Yorgo’nun Yeri, Beşiktaşlı Çamur Şevket’in Kartallar Meyhanesi, açıldı. Başka da meyhane yoktu. Kumkapı’nın lakerdacıları da çok ünlüydü ve Kör Agop’un ağabeyi Jirayr da köşede lakerda satardı. Bu meyhanelerin en önemli özelliği pencerelerinde perde olmasıydı. İçerisi gözükmezdi sokaktan. Meyhanenin böyle bir kültürü vardı. Üç dört çeşit meze vardı ama hepsi çok özenilerek yapılırdı. Bunlar arasında en çok kalamar dolma, pilaki, karides salatası ve lakerdayı hatırlıyorum. Lakerdayı her meyhane kendi yapardı. Daha doğrusu tüm Kumkapı’nın evlerinde lakerda kurulurdu. Dışarıdan almak ayıp karşılanırdı. Çocukken tüm evlerden tütsülenmiş, tuzlanmış balık kokusu gelirdi.”
İyot ve balık kokusu gelen Kumkapı’dan bir zamanlar doğuş yortusu öncesinde “melkon, kaspar yev bağdasar” şarkısını söyleyen çocukların sesleri de gelirmiş. Kumkapı’nın çocukları ellerindeki fenerlerle tüm kapıları çalar, karşılığında büyüklerden şeker ve para alırlarmış. Nazaret Bey geçmiş bayramları şöyle anlatıyor: “Bayramlarımız neşe içinde kutlanırdı. Paskalyada kiliseden çıkan tüm cemaat Kumkapı’nın çevresini dolaşarak ayinlerini yapardı. Komşularımızla büyük bir dostluk içindeydik. Müslüman komşularımızın kendi bayramlarında kurduğu sofralar, bizim bayramlarımızda ise çöreklerimiz ve dolmalarımız meşhurdu. Din ve ırk ayrımı kesinlikle yapılmazdı.”
Bayramlar bittiğinde de Kumkapılılar beraber ve neşe içinde yaşamanın yollarını bulmuşlar. Akşam yemekleri çabucak yendikten sonra doğruca sinemaların yolu tutulurmuş. Kumkapı bir zamanlar yazlık sinemalar semtiymiş. Sekiz tane yazlık sinemaya ev sahipliği yapmış bu küçük semt. Her ne kadar hiçbir filmi sonuna kadar bitiremeden, annelerinin kucağında evlerine götürülen çocuklardan birisi olsa da, Nazaret Bey yazlık sinema günlerini hiç unutmamış: “Kumkapı’da sekiz tane sinema vardı. Kadırga Işık Sineması, İncirdibi İnci Sineması, Azak yazlık-kışlık Sineması, Nişanca Nil yazlık-kışlık sineması, Hisardibi Akçınar Sineması, Langa Başar Sineması, Yenikapı Gar ve Ulus Sinemaları. Nil Sineması’nı çok iyi hatırlıyorum. Çünkü çok şıktı. Balkonlu ve localıydı. Akşamları her zaman sinemaya giderdik. Evlerimiz de çok yakındı. Ertesi gün de toplanır dün geceki film hakkında konuşurduk.”
KUMKAPILILAR’IN MEŞHUR PİKNİKLERİ… 
Kumkapı’nın eğlenceleri sadece yazlık sinemayla kalmamış. Birbirinden ünlü kalender meyhaneleri, sinemaları, renkli bayram günleri yaşayan Kumkapılılar’ın piknikleri de meşhurmuş. Hiçbir pikniği kaçırmayan Nazaret Bey anlatıyor: “Bezciyan Okulu’nun ve Gençlergücü futbol takımımızın yararına olurdu pikniklerimiz. Annelerimiz dolmalar, börekler hazırlar Florya’ya, Polonezköy’e giderdik. Ama mutlaka her on beş günde bir tüm Kumkapılı’lar Ereğli’ye pikniğe giderdik. Tabii Ereğli Kumkapı’ya çok uzak fakat yolun nasıl geçtiğini anlamazdık. Birimizin elinde tef, diğerinin elinde darbuka şarkılar söyleyerek giderdik. Şimdilerde bu piknikleri ve adetlerini Kınalıada’da sürdürmeye çalışıyoruz.
Çirozluk uskumruların, Kumkapı’dan Yeşilköy’e kadar balıkçı evlerinin balkonlarını süslediğini düşünelim. Marmara’dan torik çıkıyor, istavritin, tekirin kimse yüzüne bakmıyor. Kumkapı’nın herhangi bir kıyısından elini soksan midye tutuyorsun. Tavadaki balık kokusu tüm Kumkapı’yı kaplıyor. Deniz küsmemiş daha. Sabah çaylarını en güzel balıkçı kahveleri demliyor. Merametçiler de yanı başımızda. Ucundan kıyısından yetiştiği o günleri şöyle anlatıyor Nazaret Davityan, “Balıkçıların ağlarının kazanlarda boyanıp, yırtık ağların onarılması işine ‘merametçilik’ denir. Kumkapı’nın Ermeni balıkçıları da bu işi yapardı, balıkçıların eşleri de.1928 doğumlu Agavni Demirciyan o günlerden kalan son merametçilerdendi. Yakın zaman önce kendisini kaybettik. Balık çok tükettiği için uzun yaşadığını söylerdi. Yaşadıkları, gördükleri ve anlatımı ile tam bir Kumkapılı’ydı. Mesela biz Arbo Reis derdik, “Yooo, ona köylünün Arbo denir.” diye düzeltirdi. Reislerin hepsinin bir lakabı olduğunu söylerdi. Kalafat yerinde doğmuş ve sonrasında Kömürcü Sokak’ta oturmuş. On yedi yaşında “meramet” ile tanışmış ve yirmi yıl ağlarla yaşamış. Maalesef evlenmek kısmet olmamış. Eniştesinin denizin üzerinde Çöplük Palas adlı bir meyhanesinden bahsederdi. O anlatırken sanki ben yaşıyordum, çünkü ben ne Kalafat yerini ve ne de o günleri görmüştüm. Kumkapı’nın son kadın merametçisi ise Alis Zurikyan’dır. O da çok yaşlandı.”
Kumkapı’da bugünlerde güzel bir hareketlilik var. Patrikhaneye bağlı Papaz Evleri restore edilmiş ve otel olarak hizmet vermeye başlamış. Bezciyan Okulu çağdaş bir okul görünümünü almış, okulun derneği eksiklerini tamamlamış. Bütün bunlara rağmen, Kumkapı kendine özgü o insanlarını yitirmiş. Kumkapı’yı hüzünlü bir sis içinde geride bırakıp uzaklaşırken, bu görüntünün saatlerce Kumkapı sokaklarında dolaştığımız Nazaret Bey’in yüzüne, davranışlarına hatta ses tonuna nasıl da yansıdığını düşünüyorum. Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri adlı şiirindeki şu dizeleri geliyor aklıma:
“…İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine benzer…”
Berken Döner / duvaR.

'Mahsus mahal' Sansaryan - GÜRAY ÖZ

Sansaryan Han’da toplam 36 hücre vardı o günlerde. Bu hücrelerden 6’sı küçük de olsa bir penceresi bulunduğundan, diğerlerine oranla daha havadardı. İkisi dışında, öteki hücreler penceresizdi, hava alacak bir delik bile yoktu. Hücrelerden lağım ve zehirli su akıtıldığı da sır değil. Bodrum katta ve 8'inci kattaki tabutlukları ise oralara tıkılan sağdan soldan her tutuklunun anılarında vardır.

Kolumu sıkı sıkı tutan bıyıkları yeni terlemiş er kapının önündeki nöbetçiye “bu yeni” dedi. 1971’in Haziran’ıydı, gününü unuttum, dile kolay 49 yıl öncesini anlatıyorum. Hava sıcaktı, Nâzım’ın “sapı kanlı demiri kör bıçaktı sıcak” dediği türden, büyük avluda askerler talimdeydi. Kapı açıldı, hafif göbek bağlamış beyaz üniformalı deniz subayı, rütbesi neydi, kaç yıldızı vardı onu da unuttum, “birisi daha var komutanım” dedi içeriye doğru. Geniş masanın üzeri dosyalarla doluydu; şöyle bir baktı komutan, adımı sordu, “kim getirdi bunu?” dedi sonra. 
“Afiştekilerdenmiş" dedi er, siyasiden öyle geldi.” “Dosyası nerde peki?” Bilmiyordu zavallı er, “öyle teslim edip gittiler komutanım.” Bir küfür salladı subay, önündeki boş dosyalardan birinin üstüne adımı yazdı.

“Bunu dedi mevcutlu emniyete götürün baksınlar, ifadesini alsınlar dosyasıyla birlikte getirsinler.” “Emredersiniz komutanım” dedi rütbesi küçük olan subay. Dışarı çıktık. Sanki biraz acıyarak baktı yüzüme, “burada kalsan iyiydi ya” dedi, “irtibat memurunu çağırın” dedi sonra bir başka ere. “Bunu şubeye götürün dosyasıyla ifadesiyle birlikte getireceksiniz”.

Polis “Olur komutanım dedi, biri daha var, beş dakikaya çıkarız.”
Beş dakikaya çıktık.

Saçları uzundu cipte bekleyen gencin, elleri kelepçeliydi. 20 dakikada geçtik Avrupa yakasına... Uzun saçlı sordu; “Nereye gidiyoruz?” sırıttı memur, öteki memura, şoför olana, “bak nereye diye soruyor dedi, “cehenneme” dedi öteki.
İstanbul’da o günlerde tek bir cehennem vardı benim bildiğim; okuduğum kitaplarda, arkadaşların anlattığı hikâyelerde adı hep geçerdi. Sansaryan derlerdi adına.

CEHENNEMİN ÖTEKI ADI
Bizim Sarkis Usta'nın Çerkezyan’ın dediğine göre Sanasaryan’dı gerçek adı ama zaman içinde konuşma dilinin tasarruf kuralına göre “a” düşmüş, Sansaryan olmuştu. Bir cehennem olarak şöhrete kavuşmasının tarihi de epeyce eskiydi, 1930’larda 40’larda sık sık, kimi zaman da “ihtiyat tedbiri” olarak gözaltına alınan komünistler ve Kürtler burada “ağırlanırlardı”; kısa sürede bırakılan da olurdu, sorguları uzun süren de. Hitler’in savaşı yitirdiğinin anlaşıldığı aylarda toplanan Reha Oğuz Türkkan, Nihal Atsız gibi ırkçılar da buradaki tabutluklarda, anlatırım biraz sonra o tabutlukları, misafir edilmişlerdi. Ama sürekli “misafirler”, “müdavimler” solcular, komünistlerdi. 46’da 51’de, 71’de... Şefik Hüsnüler, sonra Zeki Baştımar, Mihri Belli, Ahmed Arif, öteki komünistler, sonra 68’in gençleri…

Hikâyemizi bitirelim artık. Kapıda bizi teslim alan izbandut “yürüyün bakalım” dedi. 
Nereye? 
Çatıya, siyasi şube oradadır; Birinci Şube yani. Çıktık kâgir merdivenlerden, kayıt kabul kısa sürdü, sonra kırk- elli kişinin neredeyse üst üste yığıldığı bir yere attılar bizi.

Sevindim doğrusu, ne çok tanıdık vardı.

Benim hikâyem burada biter; çok önemli de değildir, beş ya da altı gün sonra bir arkadaşla birlikte bizi Kışla’ya geri götürdüler, Selimiye’de 10 gün daha kaldık sonra dosdoğru Maltepe Askeri Tutukevi’ne. Ama pek çok devrimci genç, pek çok gençlik lideri uzun süreler, 90 güne kadar uzatılabiliyordu sorgular, Sansaryan’da kaldılar. Ağır işkence gördüler günlerce; ışıklar içindedir şimdi; Cihan, Tayfur. Yaşayan, 70’lerini sürenler dimdik bakarlar anılarına; Necmi, İlkay, Kadri, Necati ve daha niceleri geçti o tabutluklardan. Benim gördüğüm Sansaryan böyle bir yerdi. Sansaryan hikâyeleri çoktur, çoktur bizim hikâyelerimiz, uzundur.

HİKÂYENİN RESMİ OLANI
Ama önce resmi hikâyeyi anlatmayalım mı? 
Sanasaryan Han-Sansaryan Han, Sirkeci’de Mimar Kemalettin Caddesi üzerinde, 4. Vakıf Han’ın bitişiğindedir. 1895 yılında Erzurumlu tüccar Mıgırdiç Sanasaryan tarafından Mimar Hovsep Aznavur’a yaptırılmış. İstanbul’da yaşadığı yıllarda Cibali Tütün Fabrikası, Sveti Stefan Kilisesi, İstiklal Caddesi’ndeki Mısır Apartmanı, Tepebaşı’nda yanıp kül olan Dram Tiyatrosu gibi yapıların planları bu yetenekli mimarındır.

Biri bodrum kat olmak üzere altı katlı kâgir bir yapı olan, alınlıklı, sütunlu pencereleriyle dikkat çeken Sansaryan Han, giriş holünden sonra geniş bir iç avluya açılır. Üst katlarına kâgir merdivenlerle çıkılan hanın, avluya bakan çepeçevre açık koridorları vardır. Odalar bu koridorlara çıkar.

Buraya gayri resmi bir ek yapalım: Sansaryan Han’da toplam 36 hücre vardı o günlerde. Bu hücrelerden 6’sı küçük de olsa bir penceresi bulunduğundan, diğerlerine oranla daha havadardı. İkisi dışında, öteki hücreler penceresizdi, hava alacak bir delik bile yoktu. Hücrelerden lağım ve zehirli su akıtıldığı da sır değil. Bodrum katta ve 8'inci kattaki tabutlukları ise oralara tıkılan sağdan soldan her tutuklunun anılarında vardır. Devam edebiliriz artık resmi bilgilere.
1915’te Osmanlı Devleti tarafından el konulan hanın geliri, 1920-28 yılları arasında Patrikhane’ye verilmiş. 1928’de İstanbul Valiliği’nin bir kolu olan İdare-i Hususiye el koymuş, 1932 yılında Patrikhane açtığı davayı kazanmışsa da 1935’te İdare-i Hususiye karşı dava açmış ve Sansaryan Han’ın mülkiyeti tekrar devlete geçmiştir. Hâlâ tartışılıyor olmasından daha doğal ne olabilir? Yeniden ihaleye çıkıyormuş şimdilerde; 5 yıldızlı işkencehane 5 yıldızlı otel olacak diyorlar...

HİKÂYELERDEN YALNIZCA BİRİ
Yerimiz dar; Sansaryan hikâyeleri ise çok acılı ve büyüktür. Birini seçelim; hepsini anlatsın. Ünlü 1951 Komünist Partisi tutuklamalarından bir parçayı ama çok önemli bir parçayı seçelim. Ruhi Su ve Harbiye zindanında Behice Boran ve Nevzat Hatko’nun tanıklığıyla evleneceği Sıdıka Umut’un hikâyesini anlatalım.

11 Kasım 1952, soğuk bir kış sabahı, Ankara’yı buz tutmuş. Dil ve Tarih’te Felsefe öğrencisi Sıdıka Umut’un evinin önü polis arabalarıyla kuşatılmış, alıp götürüyorlar Sıdıka’yı. Yavuklusu Ruhi Su’dur; o da arananlar listesindedir. Sıdıka önce Ankara 1. Şube ve ardından İstanbul Sansaryan Han’a götürülür. Aynı gün polisler Ruhi’nin Kaledibi’ndeki evine giderler ama bulamazlar Ruhi’yi. 

Sıdıka’nın alındığını öğrenen Ruhi çalıştığı operaya eşyalarını toplamak için uğrar ama kapıdan çıktığında bir meslektaşının ihbarını hızla değerlendiren polisler de oradadır. Uzun bir seyahat, sonra Sansaryan. Ruhi Su iki aya yakın bir süre ağır işkence görecektir. En zoru da “tabutluktur.” 
Tabutluk mu? 
Bir insanın çömelerek sığabileceği kadar küçük bir sandık sanki. Sonraki yıllarda fotoğraflarını gördü de kahretti insanlar, yani insan olanlar. Ruhi Su müzisyen; operada bariton, saz da çalıyor, bitmez tükenmez zaman içinde hep hücrede. Sıdıka, kadınlar bölümünde... İncecik bir kız... Aylardır kanaması var, doktora çıkartırlar mecburen. Doktor hücrelere yakın bir odada muayene eder Sıdıka’yı. Şikâyetini söyler biraz yüksek sesle Sıdıka. “Kanamam var, kolumu kaldıramıyorum.” “Sus" der doktor "sakin ol”. Hemen yan taraftaki hücrededir Ruhi Su tanır yavuklusunun, “beyaz unun, ak güvercinin” sesini.

Mırıldanmaya başlar usuldan, ağır ağır yükselir o müthiş isyan türküsü...
Sonra tüm Sansaryan duyar...
Sonra herkes duyar...

Sonra cümle âlem duyar:
Mahsus Mahal derler, kaldım zindanda / 
 Kalırım kalırım, dostlar yandadır / 
 İki elleri kızıl kandadır kanda / 
 Ölürüm ölürüm kardeş, aklım sendedir” “Artar eksilmeyiz, zindanlarında /   
 Kolay değil derdin, ucu derinde / 
 Kumhan Irmağı’nda, Karaburun’da /
 Bulurum bulurum kardeş,öfkem kındadır”“Dirliğim düzenim,dermanım canım / 
 Solum sol tarafım, imânım dinim / 
 Benim beyaz unum, ak güvercinim/ 
 Bilirim bilirim kardeş, gelen gündedir” Gelen günde midir? Öyledir, gelen gündedir...

Güray Öz / BİRGÜN

4 Ocak 2020 Cumartesi

Sovyetlerde hüzün ve umut: Yalnız Akordeon - Levent Özübek

Levent Özübek, Sovyet kültürünün tarihte yerini almış bir parçasını, Yalnız Akordeon şarkısını yazdı. Emperyalist Nazi saldırganlığının, büyük savaşın acılarını kahramanca göğüslemiş Sovyet halklarının hüzün ve umudu birlikte yaşadığı bir devrin şarkısı Yalnız Akordeon.


"Sanki için için bekliyorum seni, gelmeyeceğini bilsem de..." diye başlamıştı şair Mihail İsakovski şiirine. 1945 ilkbaharı başlarında, Büyük Yurtsever Savaşı'nın sonuna doğru gelindiği o günlerde yazdığı bu ünlü şiir on yıllar boyunca unutulmazlar arasına girecek, başka sanatçılara da ilham verecek, çevresinde sosyal olaylar yaratacaktı.

Gece kırlarda akordeon çalarak tek başına dolaşan bir genç, akordeonunun uzaktan duyulan sesiyle, bir başka insana, genç bir kıza acı vermektedir o anda. Onun sevgilisi cepheden köyüne dönememiştir çünkü. O günlerde çok kişiyi etkisi altına alan ortak bir acıdır bu. Akordeon sesi halkın kulağında cepheden dönemeyen sevgililerin, kardeşlerin, oğulların, babaların hatırlatıcısı, değişmez simgesi olmuştur artık. Savaşın sonu yaklaştıkça, dönemeyenlerin acısı daha da fazla çökmektedir yüreklere. Gece yalnız gezinen genç akordeoncunun acısı da başkadır ama, sevgilisi cepheden dönemeyen o kızın uykusunu kaçırmaktadır.

Daha sonra şair, şiirinin ilk dizesini değiştirmek istiyor. "Sanki için için bekliyorum seni, gelmeyeceğini bilsem de..." dizesi içine sinmiyor. Umutsuzluğa, karamsarlığa yer yoktur o günlerde. Devir umut devridir, yeniden yaşama dönme devridir. Şaire nasıl bir ilham gelmiş bilinmez, ilk dizeyi şöyle değiştiriyor: "Her şey dondu yine şafağa kadar..." İşte bunda bir umut var; boşuna olmayan, dolu bir bekleyiş var.

her şey dondu yine şafağa kadar,
ne kapı gıcırdıyor ne bir ateş parlıyor
yolda bir yerlerde sadece,
yalnız gezinen bir akordeon duyuluyor.
kapıdan çıkıp kırlara gidiyor
sonra yine geri geliyor
karanlıkta sanki birini
arıyor ama bulamıyor.
gecenin serinliği esiyor kırlardan,
çiçekler uçuşuyor elma ağaçlarından
açıl, söyle genç akordeoncu,
kimdir gereken sana?
belki mutluluk uzak değil senden
evet, o bilemez ki eğer sen beklersen,
gece boyu yalnız, neden dolaşıyorsun
neden kıza uyku vermiyorsun?
(Çeviri Levent Özübek)

Yaşamı boyunca Sovyetler Birliği'ne bağlılık duymuş olan şair Mihail İsakovski önce bir çocuk komünistti. Gençliğe adım atar atmaz Sovyetler Birliği Komünist Partisi'ne üye oldu. Yazdığı şiirlerinin ve şarkı sözlerinin arasında en ünlüsü tartışmasız, Katyuşa oldu. Birçok şiirleri şarkı yapılarak Pyatnitski Korosu  tarafından seslendiriliyordu. Bu koronun kazandığı ünde o şarkıların payı vardı. 

İsakovski iki kez SSCB Devlet Nişanı ile onurlandırıldı, kendisine Sosyalist Emek Kahramanı unvanı verildi. Daha sonra Lenin Nişanı'na da lâyık görüldü.

Şairin 1945 yılında cephede yaşamını yitirenleri düşünerek yazdığı Yalnız Akordeon şiiri aynı yıl besteci Vladimir Zaharov tarafından bestelendi. Besteyi sipariş eden Hudsovyet (Hudojestvenniy Sovyet - Sanat Konseyi) zafer kutlamalarına bu şiiri ve şarkısını da katmak istiyordu. Bestelendikten sonra şarkı Pyatnitski Korosu tarafından seslendirildi. Ne var ki, bir başarı sağlanamadı. Şarkı ve sözleri halkın dikkatini çekmedi.

1946 yılında şiir Oktyabr (Ekim) gazetesinde yayınlanınca ilgili çevrelerde dikkat çekti. Moskova'nın Savunucuları şarkısının ünlü bestecisi Boris Mokrousov da şiirden etkilenmişti. Bu içli sözleri bestelemeye karar verdi. Beste o zamanlar "Cephe Valsi" ya da "Sovyet Valsi" olarak adlandırılan tarzda olacak, Mavi Eşarp ve Siperde şarkıları gibi ağır ritimli, dinleyende biraz hüzün de uyandıran bir vals olacaktı. (*)

Mokrousov'un bestesi beğeniyle karşılandı. Aynı yıl SSSR Muzfond kuruluşu şiiri ve bestenin notalarını bir broşürde birlikte yayınladı. Baskı beş yüz adet yapılmıştı ama broşür ülkenin her yanına dağıtıldı. Bu, şarkının tüm ülke çapında tanınmasına yetmişti. O günlerde ses sanatçısı Georgi Abramov'un Tüm Sovyetler Radyo Orkestrası ile birlikte yaptığı icra ile Melodiya kuruluşu tarafından şarkının plâk kaydı da yapıldı.

Yalnız Akordeon 1948 yılında o devrin ünlü şarkıcısı Sergey Lemeşev tarafından Stalin'in de izleyiciler arasında bulunduğu bir konserde söylenince, besteci Mokrousov 1948 yılı Stalin Ödülü'nü kazandı. Birçoklarına göre bestecinin bu ödülü kazanmasında, şarkıcı Lemeşev'in güzel icrasının da önemli payı vardı. (Anlatılara göre Mokrousov bu ödülle birlikte kendisine verilen ikramiyeyi alarak, doğruca memleketi olan ilçeye gitmiş, orada bir bara girerek, tüm parasını tanıdığı, tanımadığı bütün hemşehrilerine içki ısmarlayarak bitirmişti.) 

1950 yılından sonra Yalnız Akordeon unutulmaya başladı.O yıl Ekim ayında Komsomolskaya Pravda gazetesi Mokrousov'un yeni bir şarkısını yayınlamıştı: Rusya - Vatanımız. Bu şarkısıyla besteci eleştirilerin hedefi oldu. Sovyet Besteciler Birliği'nin toplantısında sert eleştirilere tutuldu.  
Yalnız Akordeon 1948 yılında o devrin ünlü şarkıcısı Sergey Lemeşev  tarafından Stalin'in de izleyiciler arasında bulunduğu bir konserde söylenince, besteci Mokrousov 1948 yılı Stalin Ödülü'nü kazandı. Birçoklarına göre bestecinin bu ödülü kazanmasında, şarkıcı Lemeşev'in güzel icrasının da önemli payı vardı. (Anlatılara göre Mokrousov bu ödülle birlikte kendisine verilen ikramiyeyi alarak, doğruca memleketi olan ilçeye gitmiş, orada bir bara girerek, tüm parasını tanıdığı, tanımadığı bütün hemşehrilerine içki ısmarlayarak bitirmişti.)

Yapılan eleştirilerin konusu, şarkıda "vatan" olarak Rusya'dan bahsedilmesiydi. Şimdi dünyada bir Sovyetler Birliği vardı ve şarkıda vatan olarak yalnızca Rusya'dan bahsetmek eski devirlere bir özentiydi, arkaizmdi. Dinlerken bir beyaz Rus göçmen şarkısı duygusu uyandırıyordu. Şarkının sözlerinde aynı zamanda Lenin'in adının geçmesi ise Kozmopolitizmdi. Ünlü besteci Lev Knipper böyle söylemişti. Besteci İsaak Dunayevski de eleştirilere katılıyordu. Böylece Mokrousov bir kenara çekilmeyi tercih etti.

Ancak o sıralarda şarkının ünü yurtdışına da yayılmıştı. Fransız şarkıcı Yves Montand şarkıyı Fransızca sözlerle seslendirince, tüm Avrupa'da duyuldu. 1956 yılında resmi davetle, konser vermek üzere Moskova'ya gelen Sovyetler Birliği dostu Yves Montand, o akşam Çaykovski Salonu'ndaki konserden önce yaptığı konuşmada uluslararası komünist hareketin Sovyetler Birliği'nden 1945 ruhuna dönmesini istediğini söyledi. Bu, önemli bir çıkıştı. Salonda, dinleyiciler arasında bulunan Hruşçev ise buna gülümseyerek ve hafifçe başını sallayarak zekice bir karşılık verdi. Yves Montant ise güzel intibalarla ülkesine döndü.

Fransız şarkıcı yine resmi bir davet üzerine 1963 yılında Moskova'ya tekrar geldi. Orada söylediği şarkılar arasında yine Yalnız Akordeon vardı. Fakat bu kez Fransızca sözler bambaşka şeylerden, aşktan, doğadan bahsediyordu.

Birçoklarına göre bunun mutlaka politik bir mesajı vardı. Ama Sovyet insanı onu seviyordu, şarkılarını beğenerek dinliyordu.

Besteci Mokrousov 1968 yılında, şair İsakovski ise 1973 yılında yaşamlarını noktaladılar. Bıraktıkları eserler, büyük Sovyet kültürünün bir parçası olarak tarihteki yerini aldı, unutulmadı. Bugün Yalnız Akordeon'u yeni kuşak Rus şarkıcılarından birçoğu seslendiriyor, şarkı en beğenilenler arasındaki yerini koruyor. Böylece, yaşamdaki her şey gibi, her olgu gibi, o da Sovyetler Birliği anılarını her zaman canlı tutuyor.

Levent Özübek / SOL

(*) İlgilenenler için:
-Moskova Savunucuları (защитников Москвы) Beste Boris Mokrousov.
-Mavi Eşarp (Синий платочек)
-Siperde (В землянке)

3 Ocak 2020 Cuma

2019’da dünya: Sermayenin tahakkümü ve halk ayaklanmaları - KORKUT BORATAV

Başlıktaki ifade eksik kalıyor; açayım: Uluslararası burjuvazinin yaratıcılığı tükenmiştir. Sermayenin dünya çapındaki sınırsız tahakkümü (“neoliberalizm”) yıpranmış; zedelenmiştir. Telafi çabası yeni yıkımlar getirmektedir. Sonuç halk sınıflarının ayaklanmasıdır…


Halk ayaklanmalarının ortak özlemi, “yeter artık!” çığlığında saklıdır; daha fazla “vermek” istenmiyor. Ayaklanmalar bu çığlığın ötesinde bir programdan, öncü örgütlerden yoksundur. Bu nedenle geçici ödünler, direnme saflarını dağıtabiliyor. Sermaye, bu yöntemlerde ustadır.

Halk ayaklanmalarının siyasete taşındığı durumlar da var. Sermaye iktidarları dağılabilir; solcu hareketler iktidara gelebilir veya sermaye tahakkümünü tehdit eden güce ulaşabilir.

Tehlikeli dönüşümler hızla önlenmelidir. Neo-faşizmle ittifak aranacak; halk sınıfları parçalanacak; karşı-devrimci kalabalıklar “özgürlük, demokrasi” sloganları altında sokaklara salınacaktır. “Aykırı”, teslim alınmamış iktidarlar, sivil, askerî darbelerle ve “rejim değiştirme operasyonları” ile alaşağı edilmelidir. 
2019’da hepsini yaşadık. Öne çıkanlara göz atalım. 

Fransa
2019’a Fransa, iki ay önceki akaryakıt zammının tetiklediği “sarı yelekliler” kalkışması içinde girdi. Taşranın emekçileri, küçük burjuvazisi, “unutulmuş Fransa”, yoksulluğa, pahalılığa, birikmiş ihmallere karşı ayaklandı. Çoğunun parti, sendika bağları yoktu. Onları birleştiren, kibirli kimliği ve sınıfsal sicili ile egemen düzeni temsil eden Cumhurbaşkanı Macron’a karşı duydukları nefret oldu.  
Macron, eylemcilere karşı sert yöntemleri ihmal etmedi. Bir dizi geçici ödüne de başvurdu; sosyal sorunları ihmal ettiğini itiraf etti; göz-boyayıcı iletişim kanalları açtı. Taşra Fransa’sının göçmen karşıtlığını kaşıdı. Hafta sonları büyük kentlere akan sarı yeleklilerin sayısı azaldı; yine de yıl boyunca sürdü.
  
Ne var ki Macron, sınıfsal (“neoliberal”) doğasının tutsağıdır; boş duramaz. Aralık’ta örgütlü işçi sınıfına karşı yeni bir saldırı başlattı: Emeklilik sisteminde kazanılmış haklar, neoliberal bir reformla önemli boyutlarda eritilecek… 
Sendikaların tepkisi sert oldu. Metro, demiryolu gibi kilit sektörlerde ve kamu hizmetlerinde toplu grevler Fransa’yı felce uğrattı. Noel, yılbaşı tatillerini de etkileyen grevler, geniş kamuoyu desteği kazandı. 

Sosyalist Parti neoliberalizme tam teslim olmuş; çökmüş; iktidar koltuğunu iki yıl önce Macron’a adeta ikram etmişti. Sermayenin tahakkümü daha da katmerlenmiş ve halk ayaklanmasını tetiklemişti. Ne var ki ayaklananlar, iktidarı biçimlendirecek örgütlenmeden yoksundur.

Latin Amerika
Latin Amerika 2019’u neoliberalizme karşı halk kalkışmaları ve sermaye blokunun karşı saldırıları içinde yaşadı.

2019’a girerken Brezilya’da iktidarı devralan Jair Bolsonaro, Başkanlık andından sonra, ülkesinin “sosyalizmden kurtulduğunu” ilan etti. Açıkça faşist bir siyasetçidir ve iktidara gelmesi, iki aşamalı bir “sivil darbe” sonunda gerçekleşmiştir. 

Donald Trump, Bolsonaro’ya başkanlık töreninden hemen sonra “ABD sizinledir…” mesajını attı. Ardından Venezuela’ya karşı bir askerî darbe tezgâhladı. Muhalif bir siyasetçi (Juan Guaido) kendini “Başkan” olarak ilan etti; ABD tarafından tanındı. Askerî operasyonun başlatılacağı açık-seçik duyuruldu; ama Venezuela ordusu Maduro’ya bağlılığını ilan etti. 2019’un ortalarında darbe girişiminin başarısızlığı ABD yönetimince de kabul edilecekti. 

Venezuela darbe girişiminin iflasını, Latin Amerika’da sermaye tahakkümünü zayıflatan başka gelişmeler izledi. Meydanlarda, hatta sandıklarda halk sınıflarının “yeter artık!” tepkileri ağır bastı.

2019’un son üç ayında yoğunlaşan gelişmeleri sıralayalım: 
  • Ekvador’da ABD-yanlısı Başkan Moreno, IMF anlaşması gereği, Ekim başında akaryakıt fiyatlarına yüzde 50’yi aşkın bir dizi zam yaptı; halk ve emek örgütlerinin yaygın kalkışmasını tetikledi. Hükümet, başkent Quito’dan ayrılmak zorunda kaldı. İki hafta sonra, ayaklanmanın temsilcileri ile hükümet arasındaki görüşmeler sonuçlandı; “kemer sıkma” önlemleri iptal edildi.  
  • Neoliberallerin “gözde ülkesi” Şili, Ekim’de benzer bir dalgaya sürüklendi: Santiago’da metro fiyatlarına yapılan zam, ülke çapında bir dizi gösteriyi tetikledi. Güvenlik güçlerinin silah kullanması, gösterileri kalkışmaya dönüştürdü. Pinochet döneminin eseri olan neoliberal modelin (örneğin kırk küsur yıl önce özelleştirilen emeklilik sisteminin) mağdurları topluca ayaklandı. Zamların iptali, kalkışmayı dindirmedi; askerî faşizmin kalıntısı olan Anayasa’nın tümüyle değiştirilmesi ana talep oldu. 2019 son bulurken Başkan Pinera, bir kararname yayımladı: Yeni anayasanın hazırlanması ve yöntemi Nisan 2020’de referanduma sunulacak; onaylanan yönteme göre oluşacak “anayasa meclisi” Ekim 2020’de seçilecektir.
  • Latin Amerika’nın en tutucu rejimlerinden Kolombiya da Kasım 2019’da bir halk kalkışmasıyla karşılaştı. Bir dizi birikim söz konusuydu: Başkan Duque’nin katı neoliberal politikaları; muhalif örgütlere, liderlerine uygulanan ağır baskı, siyasî cinayetler; iç savaşı sonlandıran barış anlaşmasının aksaması… 21 Kasım’da ilan edilen genel grevi örgütleyen, destekleyen geniş bir muhalefet cephesinden söz ediliyor: “Sendika, köylü, Afrika kökenli ve yerli halk örgütleri, feminist/LGBTİ kuruluşlar, futbol taraftar grupları, varoş dernekleri, hatta güzellik kraliçeleri…” (Peoples Dispatch, 21 Kasım). Grev dalgası Aralık ortalarında hâlâ sürmekteydi. Sonuç, şimdilik belirsizdir.
  • Sermaye tahakkümüne karşı halk muhalefetinin siyasete (sandığa) yansıması, 28 Ekim 2019’da Arjantin’de gerçekleşti: Sol Peronist Alberto Fernandez yüzde 45’lik eşiği geçerek ilk turda başkan seçildi. Seçim, sembolik bir önem de taşıdı: Yenilgiye uğrayan, neoliberallerin bir başka gözdesi Mauricio Macri’dir ve bir IMF anlaşması içinde (nedeniyle) patlak veren krizi temizleme işlevini solcu iktidara devretmiştir. 
  • Halk sınıflarının sermayeye ve emperyalizme karşı bir başka seçim zaferi Bolivya’da gerçekleşti: Solcu başkan Evo Morales’in seçimi kazandığı Yüksek Seçim Kurulu tarafından 20 Ekim’de ilan edildi: Önceki seçimlere göre seçmen desteği gerilemiştir; ama rakibine karşı gerekli yüzde 10’luk oy farkını aşmış; başkanlığı kazanmıştır. Ne var ki, sermaye-faşizm ittifakı sonunda askerî bir darbe gerçekleşti. Seçim geçersiz kılındı. Morales ülkeyi terk etti; halk direnmesi şiddet yoluyla bastırıldı. Karşı devrim (şimdilik) galiptir.
Orta Doğu
2011’in Tunus ve Mısır halk ayaklanmalarını hatırlatan iki dalga, 2019’da Sudan ve Cezayir’de tekrarlandı; siyasete taşındı:
Sudan’da solcu parti ve meslek örgütlerinin, laik kadınların, “orta sınıf demokratları”nın sürüklediği bir ayaklanma, Ocak 2019’da patlak verdi. İhvan’cı-şeriatçı El Beşir rejimi devrildi; ama çok sayıda direnişçinin hayatı pahasına… Temmuz’da silahlı kuvvetler ile muhalefet temsilcileri, üç yıllık bir geçiş süreci için anlaşmaya ulaştı. Emperyalist ve İslamcı çevreler dönüşüme hâkim olma çabası içindedir; ama, halk muhalefetinin örgütlenme ve bilinç düzeyinin güçlü olduğu da anlaşılmaktadır. 

Cezayir halkı ise, Başkan Buteflika’nın yeniden aday olmasına karşı ayaklandı. Meydanlarda, yolsuzluğa batmış, yozlaşmış yönetimin iktidarı terk etmesi talep edildi. İlk sonuç, Buteflika’nın adaylıktan çekilmesi; sicilleri fazlasıyla bozuk bazı bakanların tutuklanması oldu. Yönetim, başkanlık seçiminin bu yıl yapılmasını kararlaştırdı; “sokağın” tepkisiyle karşılaştı. Halk muhalefeti, eski yönetimin denetlediği bir seçime karşı çıkmakta; siyasî örgütlenme için zaman istemekteydi. Yönetim umursamadı; Aralık’ta seçimi eski yönetimde görev almış beş aday arasında gerçekleştirdi. Büyük çoğunluğun katılmadığı seçimi, eski başbakanlardan Abdülmecit Tebbun kazandı. Protestolar sürmektedir. 

***

Dünya haritasına yayılmış 2019’daki sınıf mücadelelerinin bazılarına değinemedim.

Neo-faşist Narendra Modi Mayıs 2019 seçiminde iktidarını pekiştirdi; ama yıl sonunda ırkçı bir yasaya karşı beklemediği bir halk tepkisi ile karşılaştı.
Bir de emperyalizmin umut bağladığı sokak, kitle hareketleri var. Finans sermayesinin bir sözcüsü bunlara, “özgürlük özleminin daha güçlü parladığı Hong Kong, Tahran, Beyrut, Bağdat” diye işaret ediyor (Financial Times, 25 Aralık). 

İleride belki gözden geçiririz.

Korkut Boratav / SOL